Çarşamba, Temmuz 9, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 15

1600 yıllık Tarihi Yedikule Bostanları ile kadim tarım yöntemleri yine saldırı altında!

0

1960’lardan beri sistematik olarak saldırı altında olan Tarihi Yedikule Bostanları, çevresinde bulunan surların restorasyonu adı altında yapılan çalışmalarla yine yok olma tehlikesi ile karşı karşıya. Bostanlarla birlikte bostancılık ve kadim tarım yöntemleri de yok olmak üzere.

Dünyada ekolojik krize karşı mücadele giderek büyürken, ekoloji mücadelesi, giderek siyasetin en temel gündemlerinden biri haline geliyor. Fransa ve Brezilya seçimlerinde olduğu gibi seçimlerde de önemli roller üstleniyorlar. Türkiye’nin ise dört bir yanında doğasına, suyuna, ağacına sahip çıkan insanların sesleri yükseliyor.

20 yıllını geride bırakan AKP iktidarı sermayenin daha çok kar etmesi için adeta doğaya savaş açmış durumda. Sermayenin AKP koruması altında doğaya yönelik bu savaşına karşı direnenler hep oldu. 90’lı yılların başında altın madenine karşı başlattıkları mücadele ile Bergamalılar doğayı, toprağı ve yaşamı savunmanın ilk uzun soluklu örneğini yarattılar. AKP’li yıllarla beraber hem kentler hem de kırlar sermayenin saldırılarına karşı direniş odakları yaratmaya başladı. “Kentsel dönüşüm” veya “düzenleme” adı altında sürdürülen rant projelerine karşı kentlerde yurttaşlar yaşam alanlarını savunmak için mücadele etti. Bunun en yaygın ve kitlesel olanı da Gezi Direnişi oldu. Kırlarda ise her şey sermayeye peşkeş çekildi. Yıllardır kırsallarda yurttaşlar suları, toprakları, havası için direniyor. HES’ler, JES’ler, RES’ler, nükleer santraller, maden ocakları derken ülkenin dört bir yanından her şey sermaye ve iktidar işbirliği ile talan edildi. Kaz Dağları’ndan Rize İkizdereye, Hasankeyf’ten Akbelen Ormanları’na kadar ülkenin dört bir tarafından direniş odakları yaratıldı.

İşte kentte ve kırda yaratılan tüm bu direniş odakları 21 Ocak’ta İstanbul’da Ekoloji Hareketleri Konferansı’nda buluşuyor. Siyasi Haber olarak doğa ve yaşam için de önemli bir seçim olacak 2023 seçimleri öncesinde gerçekleşecek bu konferansı organize eden platformlar ile hem konferansı hem de 2023 seçimlerini konuştuk.

Sinop Nükleer Karşıtı Platform Dönem Sözcüsü İlker Şahin, Doğanın Çocukları’ndan Beyda Ceylan, İklim Adaleti Koalisyonu adına Melis Tantan, Ekoloji Birliği Eş Sözcüleri Güner Yanlıç ve Halime Şaman, Bakırtepe Çevre Platformu adına Hüsne Gölbaşı ve Muğla Çevre Platformu gönüllüsü Güngör Erçil ile yaptığımız röportaj dizisini sizlerle paylaşıyoruz.

Sinop Nükleer Karşıtı Platform (NKP) Dönem Sözcüsü İlker Şahin:

İlker Şahin

“İnsan merkezli doğa anlayışından kopup, doğa-insan uyumunu ve birliğine dayalı bir dünya kavrayışına geçmek gerekiyor. Küresel bir yıkımla insanlığın yok oluşunu engellemenin tek yolu bu olsa gerek.”

1-Platform olarak kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Sinop Nükleer Karşıtı Platform, mücadelesini 26 yıldır sürdürmektedir. Yaklaşık 60 bileşeni bulunmaktadır. Yürütme, bileşen olan beş kurumdan oluşur ve dönüşümlü (seçimsiz) bir yıl süre ile görev yürütür. Bir sözcüsü vardır, yürütme kendi içinden sözcü belirler, sözcü 6 ay görev yapar, ikinci 6 ayda kendi içinde yeni sözcü belirler. Yürütme karar organı değildir. Kararlar platform bileşeni olan kurum temsilcilerinden oluşan meclis tarafından alınır. Oylama yoktur, mutabakat esas alınır. Akkuyu’dan sonra Sinop’ta yapılması düşünülen ikinci Nükleer Güç Santrali’ne karşı mücadele sürdürülmektedir. Çernobil Nükleer Felaketi sonrasında özellikle ilimizde yaşanan sağlık sorunları ve benzeri sıkıntılar ile başlayan nükleer karşıtı mücadelemiz, ülkemizde ve dünyada meydana gelen çevre sorunlarına karşı da mücadeleye ve diğer ekoloji mücadelelerine destek veren bir sürece evrilmiştir.

2-Konferans çağrıcısı olarak beklentiniz nelerdir?

“Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz” şiarıyla hareket edilmelidir diye düşünüyoruz. Ekoloji Hareketleri Konferansı’yla bu sürecin başlatılacağına ve bu alanda yeni bir yol haritasının çıkartılacağına inanıyoruz.

Dünya ve ülkemiz ekonomik, ekolojik, sosyal, siyasal, kültürel ve özgürlükler açısından çoklu kriz içindedir. Kapitalizm, her alanda yaşanan krizi fırsata dönüştürmek için sınır tanımaz aşırı kar hırsıyla; daha çok kazanma amacıyla yarattığı yıkım ve tahribat korkunç boyutlara ulaşmış, insanlığın var oluşu tehlikeli boyutlara ulaşarak tehdit altına alınmış durumdadır. İnsanı ve doğayı sınırsızca sömürme anlayışı, doğayla birlikte insanlığı da hızla felakete doğru sürüklemektedir. Kapitalizmin doğal yapısı gereği karakteristik özelliği, sürekli kriz üretmekte ve krizi kendine lehine çevirmeye çalışırken, ekonomik ve ekolojik krizlerle birlikte uygarlık krizine de yol açmaktadır.

Ekolojik sorunların mağdurları esas olarak köy ve kent emekçileri, işçiler ve yoksullardır. Bu nedenle de ekoloji mücadelesi anti kapitalist, sınıfsal özellik taşır. İnsan merkezli doğa anlayışından kopup, doğa-insan uyumunu ve birliğine dayalı bir dünya kavrayışına geçmek gerekiyor. Küresel bir yıkımla insanlığın yok oluşunu engellemenin tek yolu bu olsa gerek.

İnsan soyunun ve varlığının sürdürüldüğü yeni bir uygarlığa geçişin olanaklarını yaratmak zorunluluk haline gelmiş bulunmaktadır. Ekolojik yıkım, ekolojik kriz ayrımsız tüm insanlığı yok oluşa doğru sürüklemektedir. Günümüzde doğanın kendini yenilemesi engellenmekte, bitkilerin genleriyle oynanarak tek tip tarımsal ürünler üreticilere dayatılmakta, biyo-çeşitlilik tahrip edilmektedir. Sistem, eko sistemleri bozarak, yok ederek, küresel ısınma yoluyla iklim krizine yol açarak doğaya müdahale etmektedir.

Bu yıkım engellenemezse muhtemelen yakın gelecekte çok daha ağırlaşacak, sınırsız kar hırsıyla doğaya yönelen müdahaleler felaketlere kaynaklık edecektir. Felaket kapitalizmin dizginlenemez, durdurulamaz sanılan bu her yönlü saldırı, yıkım, talan ve sömürü sistemini, sınırlandırmak hatta ortadan kaldırmak mümkündür. Demokrasi mücadelesini kazanmaya odaklanarak ayağa kalkmak ve birlikte kazanmak için ise tüm toplumsal muhalefet güçlerinin mücadelesini ortaklaştırmak gerekmektedir. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiç birimiz” şiarıyla hareket edilmelidir diye düşünüyoruz. Ekoloji Hareketleri Konferansı’yla bu sürecin başlatılacağına ve bu alanda yeni bir yol haritasının çıkartılacağına inanıyoruz.

3-Seçimlere giderken ekoloji hareketleri nasıl bir tutum almalı?

Konferansın, atılması gereken cesur adımların atılmasında örnek olacağını ve öncülük edeceğini düşünüyorum.

Tarihi öneme sahip bir seçim süreci yaşayacağız. Her ne biçimde olursa olsun bu seçim yapılacaktır. Bu seçim, faşizmin kurumsallaşmasının engellenmesi ve çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü demokratik bir geleceğin inşa edilmesi açısından tarihsel bir önem taşıyor. Kendini muhalif olarak gören tüm toplumsal kesimlerin kendi talepleriyle birlikte, diğer toplumsal kesimlerin taleplerini de gören ve önemseyen bir yerden ortak tutum içinde hareket etmesinin koşulları sağlanmalıdır. Ekoloji hareketlerinin böylesi bir süreçte konferans yapması önemli bir sorumluluktur ve tarihi bir önem taşımaktadır. Konferansın, atılması gereken cesur adımların atılmasında örnek olacağını ve öncülük edeceğini düşünüyorum. Ekoloji Hareketleri Konferansı’nda, demokrasinin inşasında kendimizden doğru her türlü katkıyı koyarak yağmalanan doğanın ve ezilen-sömürülen herkesin kurtuluşuna giden yolun çizileceğini ve yeniden kuruluşun olanaklarını yaratacak kararlaşmaların alınacağını bekliyoruz.

Doğanın Çocukları’ndan Beyda Ceylan:
Beyda Ceylan

Ekolojik, özgür bir topluma giden yol kapitalizmin dünya genelinde yarattığı yıkımın karşısında sınırları aşan, enternasyonalist bir “yeryüzü yurttaşlığı” inşa etmekten geçiyor.

1-Platform olarak kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Bizler doğanın, kapitalizm tarafından bir sömürü alanı olarak görülmesine ve yağmayla, talanla yok edilmesine karşı çıkan, mücadele eden üniversitelileriz; kızıl sincaplarız.

Her geçen gün bir avuç sermayedar zenginliklerine zenginlik katsın diye doğa, ormanlar, dereler, yaşam alanları, kamusal alanlar işgal ediliyor; içinde yaşama dair ne varsa kurutuluyor, katlediliyor. Bu ekolojik yıkım süreci, üniversitelerde üretilen bilimsel bilgiyle derinleştiriliyor. Bizler “Ekolojik Üniversite” talebini kampüslerden yükseltirken bilimsel bilginin ekolojik toplum hedefine hizmet etmesi gerektiğini düşünüyor, bunun için çabalıyoruz.

Bulunduğumuz illerde forumlar, söyleşiler, paneller, kamplar düzenliyor; eğitimler, okuma-tartışmaları yoluyla gezegenin içinde bulunduğu ekolojik yıkım sürecinin kâr odaklı kapitalist üretim biçiminden kaynaklandığı gerçekliğini bilince çıkarıyor ve ekolojik toplumun nasıl mümkün olabileceğini tartışıyoruz. Kazdağları’ndan Şırnak’ta kesilen ağaçlara, Karadeniz’deki derelerden kömür şirketlerine karşı direnen Luetzerath’a kadar dünyanın her yerinde doğaya ve yaşama yönelik saldırıların karşısındayız. Ekolojik, özgür bir topluma giden yol kapitalizmin dünya genelinde yarattığı yıkımın karşısında sınırları aşan, enternasyonalist bir “yeryüzü yurttaşlığı” inşa etmekten geçiyor.

2-Konferans çağrıcısı olarak beklentiniz nelerdir?

Konferansın, parçalı halde bulunan yerel örgütlenmelerin, tek tek bireylerin güçlerini birleştireceği, kimi tartışmaları tüketebileceği bir adım olarak görüyoruz ve başarılı geçmesini umuyoruz.

Ekoloji Hareketleri Konferansı; biyolojik çeşitlilik kaybının, kuraklığın, hava, toprak ve su kirliliğinin giderek derinleştiği bir dönemde gerçekleşiyor. Üstelik tüm bunlar yaşanırken her gün yeni bir maden sahası, OSB kurulmaya çalışılıyor.

Uludağ gibi zengin biyoçeşitliliğe sahip bir milli parkın Alan Başkanlığı kurularak betonlaştırılması önündeki engellerin bir bir kaldırıldığı, halihazırda 15 km boyunca talan edilmiş Akbelen Ormanı’nın yok edildiği, Bodrum’da mahkeme kararına rağmen inşaata devam edildiği bir gerçeklikte çok önemli bir noktada duruyor bu konferans. Türkiye geçtiğimiz Kasım ayında gerçekleşen COP 15’te korunacak doğal alanların 3 katına çıkarıldığı anlaşmaya imza atmasına ve gelecek dönemde konferansa başkanlık edecek olmasına rağmen doğa katliamına hız kesmeden ve hatta daha da ivmelendirerek devam ediyor. Bu rant ve talan iktidarının kendiliğinden doğa ve yaşamı koruyacak tek bir adım dahi atmayacağını artık herkes görebilir. Buna karşı ekoloji ve emek örgütleri, meslek odaları, sendikalar, demokratik kitle örgütlerinin birleşerek bu gidişata dur demesi gerekiyor. Dur demek yetmez; ekolojistlerin, doğa ve yaşam savunucularının kendini güçlendirerek politik bir özne olarak inşa etmesi ve kendini egemenlere dayatması gerek.

Halihazırda yerellerde birçok direniş devam ediyor; Uludağ’da, Akbelen’de, Validebağ’da doğa ve yaşam savunucuları oldukça güçlü bir iradeyle direniyor. Fakat bu irade ülke ve hatta dünya genelinde kendini egemenlere dayatacak ekolojik bir odak olmayışın sınırlarına dayanıyor. Parçalı olmasına rağmen dünya genelinde muazzam bir direniş sergileniyor.

Uzun senelerdir benzer vaatlerle halkları oyalayan anlaşmalar, sözleşmeler var. Bunlar kendi belirledikleri hedeflere kendi belirledikleri sürelerde ulaşmaktan dahi imtina eden, samimi olmayan hatta bizzat bu ekolojik duyarlılığı absorbe etmeye çalışan projeler.

Konferansın, parçalı halde bulunan yerel örgütlenmelerin, tek tek bireylerin güçlerini birleştireceği, kimi tartışmaları tüketebileceği bir adım olarak görüyoruz ve başarılı geçmesini umuyoruz.

3-Seçimlere giderken ekoloji hareketleri nasıl bir tutum almalı?

Demokratik Cumhuriyet de, seçimlere yaklaşırken siyasal taleplerini oluşturmak ve ortak bir tutum geliştirmek amacıyla yola çıkmış ekoloji hareketinin bu konferansta önüne koyacağı taleplerden biri olmalıdır şüphesiz.

İktidara talip ikinci ittifak olan 6’lı Masa’nın bileşenlerinden olan CHP’nin açıkladığı İkinci Yüzyıl Vizyonu’ndan da anlayabileceğimiz gibi restorasyoncu güçlerin de derdi doğayı ve yaşamı korumak değil, krizdeki sermaye için yeni kar alanları yaratmak. Bunu vizyon belgesinde Sürdürülebilir-Yeşil Kalkınma ve endüstriyel dönüşüm hedeflerinin sürekli tekrar etmesinden anlayabiliyoruz. Türkiye’nin yeni yüzyılda enerji üretim ve dağıtım merkezi haline getirilmesi; “yenilenebilir” enerji santrallerini ülkenin her yerinde arttırmak gibi söylemler tam da bunu gösteriyor. Ekolojik tahribatın esas kaynağı enerji santrallerinin yenilenemezliği değil üretilen ve tüketilen enerji miktarının aşırılığıdır. Yenilenebilirlik ise ancak bu bağlamda değerlendirilebilir. Doğanın meta olarak görülmesidir asıl sorun; günümüzde popüler olan kullanımıyla “yenilenebilirlik” ise karbon nötrlükle övünen yeşil aklama stratejisiyle doğa talanının şekil değiştirmesi, bir nevi yeşile boyanmasıdır. Çözüm ise doğanın bir sömürü alanı olarak değil, bizimle birlikte birçok canlı türünün içinde olduğu bir yaşam alanı olarak görülmesinde; ona zarar verenlerin, ekokırımda sorumluluğu olanların cezalandırılmasında ve paylarına düşeni ödemesinde; üretim süreçlerinde halkın söz sahibi olduğu ve halkın ihtiyaçları doğrultusunda belirlenen bir biçimde üretimin gerçekleşmesindedir.

Bu da bizi seçimlere giderken ekolojik anayasa talebini yükseltmenin ve bunu yapacak özneler olarak kendimizi iktidardakilere dayatmamız gerektiği gerçekliğine götürüyor. Ekolojik anayasa, doğanın bir hak öznesi olarak haklarının anayasa tarafından güvence altına alınmasını sağlar. Yani doğa kullanılacak, tüketilecek, rant elde edilecek bir kaynak olarak görülmekten çıkarılarak kendisine zarar vereceklere karşı anayasal güvence altında olan ve zarar verenlerin de cezalandırılacağı bir özne konumuna gelir. Yurttaşların doğaya yapılacak müdahalelerde merkezi ve yerel yönetimleri denetlemesi; yaşam alanları, kamusal alanlar üzerinde söz, yetki, kararın bizzat halka ait olmasını da içeriyor ekolojik anayasa talebi. Aynı zamanda, bu talebi yükseltecek öznelerin ekolojik anayasanın hayata geçebileceği Demokratik Cumhuriyet talebini de yükseltmesi gerekiyor. Halkın siyasete doğrudan müdahale etmesi ve kendini bir güç olarak siyasal ortama dayatması anlamına gelen Demokratik Cumhuriyet de, seçimlere yaklaşırken siyasal taleplerini oluşturmak ve ortak bir tutum geliştirmek amacıyla yola çıkmış ekoloji hareketinin bu konferansta önüne koyacağı taleplerden biri olmalıdır şüphesiz.

İklim Adaleti Koalisyonu adına Melis Tantan:
Melis Tantan

“Yasaları, toplumsal yapılanmayı düzenleyen siyaset ise bu mücadelenin bir alanı olmalı. Siyasetin sözde bizim adımıza ancak sermayenin temsilcilerince yapıldığı bir alan olmaktan çıkarılmasına, gerçek sahiplerince yapılmasına ihtiyaç var.”

1-Platform olarak kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

İklim Adaleti Koalisyonu; ilk olarak Cop 26 (26. BM İklim Değişikliği Konferansı) sürecinde devletlerin zirvesine alternatif olarak gelişen “Halkların İklim Zirvesi” için Türkiye’de oluşturulan bir ağ olarak bir araya geldi. 25 Aralık 2021’de yaptığımız basın açıklamasıyla İklim Adaleti Koalisyonu’nu kurduğumuzu ilan ettik. Emek ve meslek örgütlerinden, ekoloji örgütlerinden ve bireysel aktivistlerden oluşan bir koalisyonuz, şu an toplam 78 kurumsal bileşenimiz var. Kapitalist ekonomi-politiğin neden olduğu iklim krizine karşı iklim adaletini savunmak, bu doğrultuda da uluslararası hareketlerin bir parçası olarak mücadeleyi büyütmek, geliştirmek ve sürdürmek amacıyla bir araya gelmiş bir koalisyonuz. Bu amaçla paralel olarak “devletlerden ve şirketlerden bir şey beklemiyoruz, çözüm biziz” diyerek çalışmalarımızı yürütüyoruz. Kurulduğumuzdan bugüne kadar kömürlü termik santrallerden çıkış için çalışmalar, termik santraller ve ekokırım suç mahallerini gezen 7 ayrı bölgede gerçekleştirdiğimiz kervanlar, Ekoloji Birliği gibi birlik ve ekoloji alanında faaliyet gösteren kurumlarla birlikte süren direnişlere destek çalışmaları yapmak, uluslararası iklim adaleti toplantıları düzenlemek, Kazma Bırak kampanyasının çalışmalarına katkı vermek, ekokırımın uluslararası alanda ve ülkemizde bir suç olarak tanınmasına yönelik çalışmalar yapmak gibi bir dizi çalışma gerçekleştirdik.

2-Konferans çağrıcısı olarak beklentiniz nelerdir?

Kapitalizmin krizlerinden yeni fırsatlarla çıktığı bir gerçek, iklim krizini de yine bir fırsat alanı görüyor. İklim krizinin etkilerinin her geçen gün daha net olarak görüldüğü zamanlardan geçiyoruz, buna ilişkin acil ve radikal kararların alınması gerekirken devletler ve şirketler eliyle COP zirveleri başta olmak üzere büyük bir tiyatro oynandığını görüyoruz. Fosil yakıt şirketlerinin iklim zirvelerinde boy gösterdiği ve krizle mücadele bahanesiyle yeşil yatırımlara yöneldiklerini görüyoruz. İklim krizine karşı karbon yutak alanlarının yok edilmesinin, biyoçeşitliliğin azalmasının ana sorumluları buralardaki rollerini saklamaya çalışıyorlar. Tam bu noktada biz ekoloji alanında mücadele edenler olarak burada net bir ayrışma yaşamanın şart olduğunu söylüyoruz.

Finans kapital kurumlarının yeşil yatırımları desteklemesi, devletlerin ‘doğa dostu’ gözükmesinin altında var olan sistemin işleyişini devam ettirme gayesi, doğanın bir meta olarak sömürülmeye devam edilmesi anlamına geliyor. Hem bunun engellenebilmesi için, hem doğayı savunanların yaşamlarının ve haklarının korunabilmesi için iklim adaleti mücadelesini yükseltmek için bir araya gelmeliyiz. İklim adaleti mücadelesinin sadece ekoloji alanıyla sınırlı kalmayan bir adalet mücadelesi olarak diğer hak ve özgürlük alanlarında yürütülen mücadelelerle birleşmesini sağlamak bizim için çok önemli. İklim adaleti perspektifinden yürüttüğümüz mücadeleyi, her canlının yaşam hakkını savunmak ve sistemin tüm yıkımlarına karşı birlikte mücadele etmek olarak ifade edebiliriz.

Yasaları, toplumsal yapılanmayı düzenleyen siyaset ise bu mücadelenin bir alanı olmalı. Siyasetin sözde bizim adımıza ancak sermayenin temsilcilerince yapıldığı bir alan olmaktan çıkarılmasına, gerçek sahiplerince yapılmasına ihtiyaç var. “Çözüm biziz” dediğimiz süreçte siyasetin de yüzünü ekolojiye, iklim adaletine, insan merkezli olmayan toplumsal dönüşüme, sermayeden değil halktan yana tavır almaya döndürmeye zorlamamız gerekiyor. Bu alanda yürüttüğümüz tüm çabalar, mücadele edenlerin söz yetki ve karar mekanizmalarında yer alıp çözümü kendilerinin getirebilmesiyle kazanılabilecek alanlar. Konferanstan beklentimiz bunun için gelişebilecek bir zeminde yürütülecek tartışmalara zemin oluşturması ve bu alanda kurulacak dayanışma mekanizmalarına katkı sunması.

3-Seçimlere giderken ekoloji hareketleri nasıl bir tutum almalı?

“Ekoloji hareketleri de seçime giderken hem toplumun tüm kesimlerini hem de partileri, ekolojik bakış açısıyla donatmak, mücadele alanlarının birleşiminin etkisini ve sonuçlarını buralara taşımak ve etkilemekle tarihsel bir sorumluluk taşıyor.”

Ekoloji hareketleri, doğadan yana tavır almayan siyasi hareketlere desteğini vermeyeceğini baştan söylemeli. Bunun içerisinde bize ölümü gösterip sıtmaya razı eden ve “doğa dostuyuz” diyerek göstermelik iş yapanlar ve hakikatten yoksun olan siyaset de dahil. İşi, ekmeği, doğası, yaşam alanı, tüm canlıların hakları, kimliği, inancı, cinsel özgürlüğü vb. her alanda mücadele edenlerin oluşturduğu emek, demokrasi, ekoloji ve özgürlük savunucuları toplamı olarak, siyaset alanına “bizim sözlerimize, taleplerimize, eylemlerimize ve mücadelemize kulak kabartın ve bunları seçim programınıza alın” demeliyiz.

Bu sadece seçime giderken dikkate alınmasını istediğimiz bir şey değil, daha da önemli olan şu: Ekoloji hareketlerinin verdikleri mücadelenin etkisiyle yaratılacak politik duruş; 20 yıldan fazla zamanda ekolojik yıkımları giderek daha çok arttıran iktidarı da göndermenin tek yolu. Ve bundan da daha önemlisi bu iktidarı gönderdikten sonrasındaki politik yönelimi, tahribatları onarmayı, süreçleri demokratik ve ekolojik bir bakışla tekrar kurabilmeyi de mümkün kılabilecek tek şey. Ekoloji hareketleri de seçime giderken hem toplumun tüm kesimlerini hem de partileri, ekolojik bakış açısıyla donatmak, mücadele alanlarının birleşiminin etkisini ve sonuçlarını buralara taşımak ve etkilemekle tarihsel bir sorumluluk taşıyor.

Ekoloji Birliği Eş Sözcüleri Halime Şaman ve Güner Yanlıç:
Halime Şaman ve Güner Yanlıç

“Gerçekleştireceğimiz konferans önümüzdeki on yıllarda daha güçlü direnişler ve hareketlerin örgütlenebilmesi için bir perspektif üretme amacı gütmektedir.”

1- Platform olarak kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

40’ın üzerinde ekoloji örgütünden yaklaşık yüz kişinin katılımı ile eş sözcülüğü esas alan ve meclis olarak kendini tanımlayan 2018’de kurulmuş bir birliğiz. Meclis 6 ayda bir toplanıp kararlar alır, bu kararları da yürütme kurulu hayata geçirir. Beş yılın sonunda yerellerde ekoloji mücadelesi yürüten yeni oluşumların dahil olmaları ile 80’den fazla bileşenin yer aldığı geniş bir temsiliyete ulaştık. Çok sesli ve renkleri bir araya getirebilmiş, tüm ülkeyi kapsayan bir birliğiz.

2- Konferans çağrıcısı olarak beklentileriniz neler?

Ekoloji hareketleri için ön açıcı bir perspektife sahip böyle bir konferansa çağrıcı olmak bizler için çok kıymetli. Böylece bu konferansın hazırlık sürecinden başlayarak konferansa kadar çalışmaları yürüten tüm arkadaşlarımıza da teşekkür ediyoruz. Emekleri çok kıymetli ve ülkenin geleceğine ışık tuttuklarını bilsinler.

Sistem saldırılarının artış hızına yetişmekte zorlandığımız bu süreçte dayanışma ve birliktelik temelinde bir araya gelme ihtiyacı ve yetmezliklerimizi birlikte aşma amacını taşıyoruz. Gerçekleştireceğimiz konferans önümüzdeki on yıllarda daha güçlü direnişler ve hareketlerin örgütlenebilmesi için bir perspektif üretme amacı gütmektedir.

Tüm ekoloji hareketlerini bir araya getirecek olan bu konferans; bir araya gelme, dayanışmayı artırma ve tüm örgütlerin daha da güçlenmesine vesile olacaktır. Tüm ekoloji hareketleri yetmezliklerini ya da kendi dışında yaşanan ekolojik tahribatları görüp daha geniş ve doğru bir perspektiften bakmayı sağlayacaktır. Siyasetin karar verme erkine ekoloji temelli bir rotanın çizilmesinin zamanı geldi. Yaşamın devamlılığı bu zorunluluğu kaçınılmaz biçimde dayatmakta. Konferans öncelikler hiyerarşisinde ekolojinin başat belirleyen olmasına gidecek sürecin mihenk noktası olacaktır.

3- Seçimlere giderken ekoloji hareketleri nasıl bir tutum almalı?

“Tahribat kimden gelirse gelsin, ister iktidar ister muhalefet olsun karşısında olduk; olacağımızı da sizin aracılığınızla bir daha söyleyelim.”

Seçim öncesi tutmayacakları sözleri dahi verebilen bir siyasal yapı hakim ülkede. Bu nedenle taahhütlerinin takipçisi olmak gerekir.

Ekoloji hareketlerinin kendilerini sadece mevcut iktidar karşıtlığı üzerinden tanımlamaları büyük eksiklik olur. Sorunların kaynağının kapitalist sistem olduğu ve çözümün de bu sistemin değirmenine su taşıyan siyasi partilere destek vermek olduğunu görmek gerekir.

Bizler ister seçim olsun ister olmasın, daha önce olduğu gibi tüm yerellerde yürütülen mücadelelere destek olmaya devam edeceğiz. O nedenle tahribat kimden gelirse gelsin, ister iktidar ister muhalefet olsun karşısında olduk; olacağımızı da sizin aracılığınızla bir daha söyleyelim.

Ve elbette tüm siyasi partilere çağrımız ekolojik temelli beyannameler hazırlasınlar ve söylediklerinin arkasında dursunlar.

Bakırtepe Çevre Platformu (BÇP) adına Hüsne Gölbaşı:
Hüsne Gölbaşı

“Bu konferans aracılığıyla sadece bizim gibi çağrıcı olan ekoloji hareketleri ile değil aynı zamanda yerelde politik ekoloji mücadelesi vermekte olan tüm ekoloji örgütleri ile buluşmayı umuyoruz.”

1- Platform olarak kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Bakırtepe Çevre Platformu (BÇP), 2013 yılından bu yana Sivas/Kangal yöresinde bulunan Bakırtepe inanç merkezi ve çevresinde “KOÇ Grubu“ tarafından işletilen siyanürlü altın madeninin yarattığı ekolojik ve kültürel yıkımın son bulmasını hedefleyen yerel bir çevre örgütüdür. Bakırtepe Çevre Platformu olarak yıllardır, maden işletmesinin yaşam alanlarını, inanç merkezini, ekolojik sistemi ve kapasitesini arttırarak doğal alanları sömürmesini durdurmak için mücadele ediyoruz.

2- Konferans çağrıcısı olarak beklentileriniz neler?

Biz ekoloji hareketlerinin siyasetin dönüştürücü gücü olduğunun güveni ve inancı ile BÇP olarak çağrıcı olduğumuz bu konferansın; tüm bileşenleri ve konferansa katkı sunmak isteyen bu konuda sözü olan, yaşamı korumaya kararlı herkesin katılacağı coşkulu, tartışmalı, ufuk açıcı, politik bir konferansın gerçekleşeceğinden eminiz. Biz bu konferans aracılığıyla sadece bizim gibi çağrıcı olan ekoloji hareketleri ile değil aynı zamanda yerelde politik ekoloji mücadelesi vermekte olan tüm ekoloji örgütleri ile buluşmayı umuyoruz.

Bütün ülkeyi kendi çıkarları için hallaç pamuğuna çeviren devlet ve sermaye çevrelerinin her türlü saldırısına, talan politikalarına karşı ortak bir ses yükseltmek, ortak bir mücadeleyi örmek istiyoruz. Yaşadığımız coğrafyanın yer altı ve yer üstü kaynaklarının bütün canlı yaşamı hiçe sayılarak belli bir zümreye peşkeş çekilmesinin kabul edilemez olduğunu ortaya net olarak koymalıyız.

Bu çağrı, ekoloji hareketlerinin ortak iradesini güçlendirecek zeminler oluşturması, çoğulculuğun korunmasına özen gösterilerek bileşenler arasındaki iletişimin güçlendirilmesi ve mücadele deneyimlerinin aktarılacağı bir ortamın gelişmesi için kolektif çağrımızdır. Konferansın sonunda, yaşamı özgürleştirecek olan toplumsal ve yasal dönüşümlerin çerçevesinin belirlendiği, ekoloji hareketlerin politik özne rolünü üstlendiği ortak bir manifestonun kamuoyuna sunulmasını arzuluyoruz.

3- Seçimlere giderken ekoloji hareketleri nasıl bir tutum almalı?

“Ekoloji hareketlerinden siyasete ulaştıracak olan bu kolektif perspektif; yaşamın, hafızanın ve ekolojik yaşamın korunması için politika yapmanın yeniden açığa çıkarılmasıdır.”

Halkın her türlü talebini, hassasiyetini, önceliğini görmezden gelip kar hırsıyla sağa sola saldıran sermaye çevrelerinin durdurulması en acil sorumluluk olarak ortada duruyor. Yok olan sadece ekolojik yapı değil; toprak, su, yaşam, toplumsal varoluş yok oluyor. Bin yıllar içerisinde şekillenen bütün uygarlıklar, tarih, bellek yok oluyor.

Bizler yaşamı özgürleştirmek için zorunlu gördüğümüz ideallerden taviz vermeden, çok sesli yapımızın ve bir arada mücadelemizin toplumsal karşılığından güç alarak, ahlaki sorumluluğumuzun doğurduğu tarihin doğru tarafında yer alma zorunluluğuna dayanarak ülkedeki geniş muhalefet zeminine belirlediğimiz kararları ileterek, ekoloji hareketlerinin yıllar içerisinde açığa çıkardığı özgün söylemler ile siyasete yeni bir perspektif kazandırmak istiyoruz. Ekoloji hareketlerinden siyasete ulaştıracak olan bu kolektif perspektif; yaşamın, hafızanın ve ekolojik yaşamın korunması için politika yapmanın yeniden açığa çıkarılmasıdır.

Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) gönüllüsü Güngör Erçil:
Güngör Erçil

“Bu mücadelenin başarılı olmasının, ekoloji hareketlerinin siyaset öznesi olarak tutum almasıyla mümkün olduğunun farkındayız. Konferans’ın tam da bu soruya, ‘nasıl’ sorusuna, hep birlikte cevap verilmesini hedeflediğini düşünüyoruz.”

1- Platform olarak kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

Muğla Çevre Platformu, Muğla’nın farklı bölgelerinden gelen sivil toplum örgütleri ve yurttaşların yaşam alanlarını korumak amacıyla kurduğu bir ekoloji platformudur. İlkeleri arasında doğrudan demokrasi ve özgürlükçülük-eşitlikçilik, doğanın mülk edinilemeyeceği bulunan bir ekoloji örgütü olan platformun, amaç ve stratejileri arasında Türkiye’de ve Dünyada yürütülen ekolojik mücadelelere destek verilmesi ve koordinasyonun sağlanması” yer alıyor.

Doğal sit alanlarının derecelerinin düşürülmesinin söz konusu olduğunun öğrenildiği 2016 yılı sonundan beri bu ilke ve amaçlara uygun davranmaya çalışan MUÇEP, ekolojinin, ortak yaşam alanlarının savunulması için çaba harcıyor. “Yaşam alanlarımız müştereklerimizdir” anlayışını somutlaştıran bir tutumla davranmaya özen gösteriyor. MUÇEP, doğayla toplumsal olanın parçası olduğumuz bir bütünlük içinde olduğunu, doğaya kar mantığıyla bakılamayacağını gözeterek mücadele etmeye devam ediyor.

2- Konferans çağrıcısı olarak beklentileriniz neler?

Son yıllarda bütün dünyada doğal varlıkların, biyolojik çeşitliliğin, geçinme ve yaşam alanlarının kar güdüsüyle davrananlar tarafından daha çok sömürüldüğünü biliyoruz. Türkiye gibi ülkelerde bunun katlanarak arttığına; yaşamın sürdürülemez olduğu, otoriterleşen bir siyasi iklimin yaygınlaştığına tanık oluyoruz. Muğla, 3 termik santral bulunan, %59’unun maden alanı olarak belirlendiği, korunan alanlar ortalamasının Türkiye’nin yaklaşık 2,5-3 katı olduğu bir coğrafya. Akdeniz’in çokça dile getirilen iklim krizinden olumsuz olarak en çok etkilenen bölgelerden biri olduğu belirtiliyor.

Bunun toplumsal-siyasal alandaki demokrasi eksikliği ile doğrudan ilişkili olduğunun farkındayız. Türkiye’de ekoloji ile ilgili mevzuatın sermaye birikimini kamunun çıkarları yerine şirketlerin çıkarlarını esas alarak yapıldığını biliyoruz. Ama bu otoriterleşmenin sadece ekoloji alanında olmadığını genel olarak topluma, tabir yerindeyse, bir deli gömleği giydirilmeye çalışıldığını biliyoruz. Bunun kabul edilebilir olmadığı açık olduğu gibi mümkün de olmadığı ortada.

Türkiye’de köylü-kentli yoksullara, kadınlara, LGBTİ+ bireylere, hayvanlara, doğaya, topluma, ekolojik varlıklara saldırıların her zamankinden daha yoğun olduğu bir dönem yaşanıyor. Bu saldırılar toplumsal alanda demokrasinin ortadan kaldırılmasıyla atbaşı gidiyor. Doğaya, yaşam alanlarımıza saldırıların belirginleşmesiyle, ekoloji hareketlerinin toplumsal alana, siyasete özne olarak katılmasının önemi daha bir artıyor. Süregiden duruma karşı, seçimleri de gözeterek birlikte tutum alınması gerektiğini düşünerek, bunu ifade etmek için Ekoloji Hareketleri Konferansı’na katılıyoruz.

3- Seçimlere giderken ekoloji hareketleri nasıl bir tutum almalı?

Ekoloji ile toplumsal-siyasal alanın birbirinden ayrı olmadığını söylüyoruz. Doğanın sömürüsünün bütün dünyada yoğunlaşması, Türkiye’de bunun daha belirgin bir hal almasıyla sonuçlanıyor. Sermaye birikiminin bütün yaşam alanlarını işgal ederek sürdürülmek istendiğine tanık oluyoruz; bunu en çok hisseden coğrafyaların başında Muğla geliyor.

Milas-Akbelen’de yaşamı, biyolojik çeşitliliği yok edenler, buna destek olan, göz yumanlar halkla ilişkiler çalışması olarak İstanbul’da klasik müzik konseri düzenleyebiliyorlar. Bu tutumdaki ikiyüzlülüğü dile getiren arkadaşlarımızı gözaltına alabiliyorlar.

Bu durumun kabul edilemez ve sürdürülemez olduğu, siyasetle, devlet yönetimiyle ilişkili olduğu son derece açık. Hukukun hiçe sayılmasının en belirgin olduğu alanlardan birinin doğa, ekoloji olduğunu biliyoruz. Muğla’daki 3 termik santralin kapatılmasına dair kararın uygulanmamasının siyasetle ilişkisini, yaşamı, geçinmeyi yok etmeyi doğuran sonuçlarını hep birlikte görüyor, buna karşı mücadele ediyoruz.

Bu mücadelenin başarılı olmasının, ekoloji hareketlerinin siyaset öznesi olarak tutum almasıyla mümkün olduğunun farkındayız. Konferans’ın tam da bu soruya, ‘nasıl’ sorusuna, hep birlikte cevap verilmesini hedeflediğini düşünüyoruz.

(Siyasi Haber – Feyaz Çanak)

Beyza Üstün ve Mehmet Horuş: Ekoloji hareketinin ‘derdi’ yaşamın özgürleştirilmesidir.

0

21 Ocak’ta ekoloji hareketleri İstanbul’da buluşuyor. Beyza Üstün ve Mehmet Horuş ile Türkiye’deki ekoloji hareketinin gelişimi, iyi ve eksik yönlerini ve Konferansın amaçlarını görüştük.

AKP’li yıllarda Türkiye’nin en önemli siyasal gündemlerinden biri de ekolojik yıkım ve buna karşı kentlerde ve köylerdeki direnişler oldu. Kentlerde “kentsel dönüşüm projeleri” ile kentlerin birer rant ve kâr üreten fabrika haline çevrilmesi ile bu “dönüşüm”ün ihtiyacı olan hammaddelerin ve enerjinin sağlanması için de bütün derelerin, nehirlerin HES, tepe başlarının RES, tarım alanlarının da kömür ve termik santral alanı haline getirilmesi, her ile, ilçeye bir OSB kurulması ile sonuçlandı. Kentlerde konut hakkını, çevre hakkını savunanlar, köylerde toprağını, suyunu, havasını savunanların direnişleri siyasetin ağır konularının arasında kendine yer etmeyi başardı.

Türkiye’nin yüzyıllık krizinin konuşulduğu ve “ikinci yüzyıl” için vizyonların yarıştırıldığı bir süreçte küresel bir olgu olarak ekolojik yıkım ve buna karşı geliştirilecek politikalar da değişik boyutlarıyla ama oldukça sınırlı bir şekilde tartışılmaya devam ediyor. Açıklanan programlarda “çevre ile ilgili” düzenlemeler göze çarpıyor. Fakat bunlar ekolojik hareketlerin taleplerini ne kadar karşılıyor? Ekolojik yıkımı durdurmak için ne yapmak gerekir? Bu konularda ekoloji hareketlerine kulak veren var mı?

Türkiye’deki ekoloji hareketinin emektarlarından, hepimizin yakından tanıdığı Prof. Dr. Beyza Üstün ve Avukat Mehmet Horuş hem Türkiye’deki ekoloji hareketini değerlendirdik. 21 Ocak’ta İstanbul’da gerçekleşecek Ekoloji Hareketleri Buluşuyor Konferansı’nın örgütlenme sürecini, amaçlarını ele aldık.

Türkiye’de -öncesi bir yana bırakarak-suyun ticarileştirilmesine, HES’lere karşı 2005’ten sonra yeni bir ekoloji hareketi dalgası gelişti. “Kentsel dönüşüm projeleri”, “mega projeler”le aynı zamanda gelişen bir yıkıma karşı kırda ve kentlerdeki hareketler çok önemli taban hareketliliği sağladı. Hemen her yerde bir çevre derneği, platformu kuruldu. Yurt sathına yayıldı. Bununla beraber ekolojik yıkımın ayyuka çıktığı gerçeğine denk düşen bir örgütlülük ve güçte ekoloji hareketi de yok. Bir bakiye değerlendirmesi yapmak bakımından, 2000 sonrası bu ekoloji hareketinin güçlü ve zayıf yönleri nedir sizce?

Mehmet Horuş: Ekoloji hareketlerine bakarken Bergama ile başlayan HES’lere karşı dalgayla daha görünür hale gelen yerel hareketler halkalarından konuşmaya alıştık. Bu bakış açısı anlaşılabilir. Çünkü hareketin en hakiki hali bu yerel taban hareketlerinde cisimleşiyor. Ama ekoloji mücadelesi bu yerel hareketlerin yan yana gelişinden ibaret değil. Bir kere bu yerel platformların çoğu birer kampanya örgütü şeklinde kurulsa da yirmi yıldan daha uzun süredir mücadele eden onlarca ekoloji örgütü var. Yerel ölçekte karşı oldukları projeleri engelleyemeyen pek çok platform da mücadeleye devam ediyor. Hareket, giderek daha geniş bir toplumsal-tarihsel kesit içinde konumlanıyor. Ekolojik kriz ve yıkım derinleştikçe sürekli genişleyen bir ölçekte ve içerikte konular ekoloji hareketinin mücadele alanına giriyor.

Yirmi yıllık varlığını maden, inşaat, enerji ve kentsel rant üzerine kuran bir rejime karşı tek başına ekoloji hareketlerinin karşı durması mümkün değil. Ekoloji hareketleri, ekolojik sorunları toplumsal muhalefetin ana gündemleri haline getirme kriterine göre çokça yol aldı. Gezi, bunun bir parlama anıydı. Ama buradan yeterince ilerleyemedik. Barınma hakkının bu kadar yoğun şekilde finansallaşması, gıda fiyatlarındaki durmayan artışlar, nükleerle ilgili jeostratejik hesaplar, Kanal İstanbul’un hem bir rant projesi hem de Montrö Sözleşmesi ile uluslar arası güç kaymalarındaki etkisi, göç ve mültecilik, doğalgaz ve ulaşım zamları, orman yangınları, kuraklık ve daha çok fazlası toplumun temel meseleleri haline geldi. TTB, TMMOB, KESK, DİSK ve TBB neredeyse her alanda ekoloji hareketleriyle iç içe. Kadın hareketi ile fiili mücadeleler ve düşünsel arayışlarda çok geniş bir kesişimsel alanda duruyoruz. Ama toplumsal muhalefetin bütünü açısından ekolojik sorunların bu kuşatıcı etkisini sağlamakta zayıf kalıyoruz. Burjuva çevreciliğin halen hareket üzerinde ciddi bir olumsuz etkisi var. Bütün bu sayılan toplumsal sorunlar ve kesimler ayrı bir yerde, “çevrecilik” ayrı bir yerde yaklaşımından hareketi arındırmaya ihtiyacımız var. Devlet ve sermaye de bu çevreci eksende siyasal bir ekoloji hareketinin gelişmesinin önünü almaya devam ediyor. Eğer bir eksiklikten ya da zayıflıktan bahsedeceksek; ekoloji hareketinin açığa çıkardığı gücü, siyasal ve toplumsal mücadele alanına yeterince yansıtamadığını söyleyebilirim. Buradan çıkış yöntemlerini el birliğiyle bulmaya çabalıyoruz.

Beyza Üstün: 92’de BM deklarasyonları ile kapitalist sistemin o güne değin yaptıkları yasal bir kılıfa oturtuldu. Bu açılım birkaç amacı taşıdı; kapitalizmin krizlerinin çözümlenmesi için stratejilerin duyurulması ve ulus devletlerin kabulüne, sahiplenmesine sunulması, sürdürülebilir kalkınma temel stratejisi ile yola devam edileceği, bunun sonucunda olacak olan ekolojik krizlerin çözümünün üretilmesi gibi amaçlar hedeflendi. Yapısal krizlerinin çıkışı için kapitalizme yeni alanlar açılması için sera emisyonları üzerinden karbon ayak izi, karbon borsası, yenilenebilir/sürdürülebilir sermaye alanları tanımı, 2050-2100 kıtlık projeksiyonları vb. ile, bu stratejileri destekleyen fonlar, krediler, IMF, Dünya bankası ve finans kuruluşlarının, Avrupa birliğinin teşvikleri, vb. ile bu stratejiler uygulamaya sokuldu ve giderek hızlandırıldı.

Bu stratejiler 2000’li yılların kapitalizmin yapısal krizlerinde birbiri ardında yürürlüğe sokuldu. Yönetişim sistemleri (BM, ulus devletler ve bilim ve sivil toplum kuruluşları tanımlı aktörler) ile bu stratejiler güçlendirildi, doğal ve kültürel varlıklar metalaştırıldı. suyun ve su havzalarının, kültürel varlıkların, yaşam alanlarının sermaye birikimine sokulması, halkların yerinden zorla edilmeleri, yaşam alanlarına el konulması 2000’li yılların kapitalizmin krizlerine eşlik etti.

HES, RES, JES, NES, maden, mega kentler için inşaat, enerji, su, maden şirketleri ile yaşam alanlarına, sulara, tarım alanlarına, ormanlara, kent belleklerine el konulup, bu yaşam alanları sermaye birikimine dönüştürülmesi karşısında yöre halkları, geçimlik yaşamları için yöre halkları, olacakları öngören ekoloji, meslek, emek örgütleri, siyasi örgütler her müdahalede müdahaleyi durdurmak/ önlemek için yan yana geldi.

Söylediğiniz gibi suyun ticarileştirilmesi karşı yan yana geliş bu süreçte en geniş dayanışma alanına dönüştü. Bu süreçte ekoloji hareketlerinde güçlenerek açığa çıkan bu politik tutum, kapitalist sistem tarafından müdahale edilen her derenin korunmasına, her ormanın savunulmasına, kentsel dönüştürülecek kent belleklerinin korunmasına yönelik yan yana gelişleri, dayanışmayı arttırdı.

Bu hareketler, 2000’li yıllara kadar ekoloji politik perspektifleri olmayan siyasi örgütlerin mücadele alanlarına eklemlenmesini sağladı ve ekoloji hareketlerinin politik tutumunu da açığa çıkardı.

Ekoloji hareketleri içinde büyüyen bu politik dayanışma sürecini güçlü ve zayıf analizine sıkıştırmak bana kalırsa bu ekoloji hareketlerine haksızlık olur. Türkiye’de bugün; yaşamın özgürlüğü için çabalayan, gerçekten demokrasiye inanan her siyasetçi, her siyasi örgüt  yaşam alanlarını korumak için verilen mücadelelere destek vermeyi önemsiyorsa, kadınlar başta olmak üzere her alanda sistemin müdahalesine karşı itiraz yükseliyorsa, dayanışmaya geçiliyorsa bu ekoloji hareketlerinin açığa çıkardığı kolektif güçtür. Ekoloji hareketlerinin mücadelesi ve dayanışması sürdükçe yapılanların karşısında tutumları da giderek politikleşmektedir.

Bu dayanışma sürecini zayıflamasına yol açan etkinin egemen sistemin kendi stratejilerini yaşama geçirmek için ürettiği algının, apolitik öğretilerin, patriyarkal sistem yanlısı tutumların sonucu olduğunu düşünüyorum.

Buna rağmen yaşamın özgürlüğünü hedefleyen ekoloji hareketleri bir yandan politikleşme süreci geçirirken sistem içi çözümlemeler yerine kendi taleplerini kararlarını üretmeye başlamaktadır. Ekoloji hareketlerinde yaşanan bu dönüşüm sürecinin geriye dönüşünün olamayacağını düşünüyorum.

Ekoloji hareketinin önündeki tuzaklardan birinin, sorunun ivediliğinden dolayı ehveni şer politikalarla hareketin sınırlanması, düzeniçileşmesi. İklim krizini çözmek için devrimi bekleyemeyiz, dolayısıyla “yeşil mutabakat” “adil geçiş” gibi liberal programlarla “önce iklimi kurtaralım, sonra kapitalizme ne yapacağımızı düşünürüz” diyen “acilciler” var. Ama hakim iklim siyaseti de 2050, 2100’ü hedef gösteriyor. Bu tehlike hakkında ne düşünüyorsunuz? Üç beş ağacı kurtarma mücadelesi ile ormanı ve tüm canlı yaşamı kapitalistlerin elinden kurtarma mücadelesi –devrim mücadelesi- arasında böyle bir ayrım yapılabilir mi ya da tersinden ikisi arasındaki bağ nasıl kurulabilir?

MH: Sosyal hukuk devletinin son kırıntıları da kazandığımız davalarda mahkeme kararlarının uygulanmaması ve şirketler için sağlanan hukuksal muafiyetlerle yok edildi. Doğa, bizimle pazarlık etmiyor. Kim, kiminle, neyin mutabakatını sağlayacak? En son yeşil boyama örneği olarak AB tarafından nükleer enerji “yenilebilir” sayıldı. Sermaye böylece sektörel çevrimini tamamladı. GES ya da nükleer, her er türlü ekolojik açıdan zararlı uygulama “yeşil dönüşüm” ile pazarlanabilir. Adil geçiş ile sendikalar üzerinden emek sömürüsünün yeşil dönüşüme adapte edilmesi hedefleniyor. İşçilere de düzen içi bir çevrecilik bulaştırılıyor. Mısır’daki COP 27 tam bir fiyaskoyla sonuçlandı ve en iyimser beklenti içinde olan arkadaşlarımız bile yüzlerini çevirdiler. Sisi, diktatörlüğüne çevreci bir makyaj yapmış oldu. COP 28 de dünyanın en büyük fosil yakıt ihracatçılarından biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde düzenlenecek. Bu resmi zirvelerden bir şey çıkmayacağını herkes anladı. Aşağıdan halkların ortak birlikteliğine ve dayanışmasının örülmesine daha çok odaklanmamız gerekiyor.

CHP’nin yeşillendirilmiş vizyonu bu açıdan ekoloji hareketleri için her şeyden önce bayatlamış ve beklentileri karşılamaktan uzak. Bir pazarlama yöntemi olarak modaya uyulduğu zannedilse de sahada mücadele eden CHP milletvekilleri dahil alıcısı olmadı. CHP, aslen sermayeye yönelik bir program olarak vizyon belgesini açıkladı. “Devlette süreklilik esastır” diyerek İYİ Parti ile birlikte nükleeri savunması bu açıdan çok tutarlı. Bu gelişmelere olurken Nükleer Karşıtı Platform, ekolojik sorunların ittifak denklemlerine feda edilmemesi uyarısıyla çok hızlı refleks gösterdi. Ardından çok sayıda ekoloji hareketinin aynı hızda savaşa karşı bildiri yayınlaması, ekoloji hareketlerinin meydanı boş bırakmayacağını gösterdi.

BÜ: Sorunuzda işaret ettiğiniz acilcilik, geçiş süreci, sistem içi tutum alma eğilimi, ekoloji hareketlerinin mücadeleye başladığı ilk zamanlarda daha etkin. Kapitalist sistem yeni stratejilerini bu algıya tutunarak açıklamayı sürdürüyor.

Hatırlarsanız Brundtland raporları ile sürdürülebilir kalkınmanın gerekliliği kıtlık, kıtlaşma senaryolarına oturtulmuştu sonrasında BM konferansları ile 90’lı yıllarda bu senaryonun çözüm yöntemleri sırasıyla açıklandı. 2020, 2050 projeksiyonları ile kapitalist sistem önerilerini yoksunluğu, kıtlığı, erişimin olamayacağına Malthusçu bir yaklaşımla ve kapitalist projelerin devamlılığı ilkesine dayandırarak açıkladı her seferinde. Nüfus arttıkça enerjiye gereksinimin giderek artacağı (nüfusa bağlı kapitalist üretimlerin enerji gereksiniminin artacağı projeksiyonları ile), suların kıtlaşacağı (“temiz” su verisi ve temiz suya erişimin azalması, erişemeyecek olanlara suya erişimin sağlanması için dünya su konseyinin çözümlerinin / suyun metalaştırılmasının gerekliliği), gıda krizi için çözümlemede biyo türlerin belirlenmesi ve ticarileştirilmesi, tarım üretiminin endüstrileştirilmesinin çözüm olarak yürütülmesi, sera emisyonlarında artışın, su döngüsünde bozulma ile açığa çıkan iklim değişimlerinin yenilenebilir sermaye projeleri ile aşılabileceği gibi patriyarkal kapitalizmin neoliberal çözümlemeleri krizler işaret edilerek üretildi. Bu algı mücadele alanlarına, politik tartışmalara da yansıdı. Liberaller bu süreci tam da istendiği gibi sistem içinden okudu, analiz etti. Yaşam alanlarını kapitalist sisteme karşı koruma mücadelesini, kurtarma çabasını neoliberal projeleri/stratejileri olumlayarak, değiştirmek mümkün değil iyisi mi etkiyi azaltalım, iyi görüneni destekleyelim diyen bir analizi mücadele edenlerin karşısına çözüm önerisi olarak sundular, sunmaya da devam ediyorlar. Sermayenin enerji projelerinde HES ler suyun metalaştırılması olarak görülmemesi için bu konuda çabalayan bilim insanların çabalarını birlikte yaşadık. Termik ve Nükleer enerji üretimlerine karşı HES, GES, JES, RES diğer sermaye enerji üretimlerini, bu üretimlerin kapitalizmin üretimleri olduğunu görünmez kılarak mücadelelere alternatif çözümler olarak koyabildiler. Kapitalist üretimlere karşı yöresinde mücadele verenler birbirinden ayrışarak/ diğerini ötekileştirerek kendi mücadelesini yürütmeye çalıştı.

Libarel aklın yıllardır her alanda savunduğu sistem içi savunma ekoloji politikasını hala sistem içi çözümlemelere eviren politik örgütlerde sürmekte. Yaşam alanlarında sürmekte olan saldırıların önlenebilmesinin yolunun, bunu yürütülen siyasetin dönüştürülmesinden geçtiğini söyleyen, yaşam alanlarını koruma mücadelesi yürüten ekoloji hareketlerine, bu yüzden devrim mi yapacaksınız, alternatif çözümler bulalım denebilmekte.

Bugün yaşam alanlarını savunan ekoloji hareketleri savundukları ağacın, suyun, toprağın, doğanın, kültürel varlıkların, kent mekanlarının, belleklerinin, yaşamlarının korunmasının, geçimlik yaşamlarından, yerlerinden zorla edilmelerinin önlemenin, emeklerinin sömürülmesine son verilmesinin yolunun sömürücü tahakküm sistemin dönüştürülmesinden geçtiğini biliyor. Karl Marks, yapılanı bilmek yeterli değildir, onu değiştirmek gerekir, bu da devrimdir, diye betimler. Bizler yaşamımızı yok eden sistem yerine yaşamı özgürleştiren bir sistemi birlikte örebilirsek bu sürecin her aşaması devrim. Devrim ulaşılmayacak bir yerde değil özgürlükte saklıdır. Özgür olduğumuz özgür kıldığımız her alanda ona ulaşmışız demektir.

Ekoloji hareketinin örgütsel bir kriz yaşadığı tespitine katılıyor musunuz? 2010-11 döneminde alttan ve üstten/dışardan “birlik” girişimleri olmuştu. Su Meclisi örneğin. Epey sonra da Ekoloji Birliği kuruldu. Ama bütün ekoloji/çevre örgütlerinin tek bir hedef etrafında somut kazanım elde etmek için harekete geçmesini sağlayan politikalar geliştirilemedi. Hem yerel düzeyde hem de ülke düzeyinde taban demokrasisini örgütsel formlarda geliştirme açısından ciddi sorunlar yaşanıyor. Örneğin hepimizin savunduğu meclis tarzı örgütlenmeler bir türlü istikararlı hal alamıyor. Türkiye’nin en büyük toplumsal örgütü olan HDK’nin de Ekoloji Meclisi aynı sorunla muzdarip. Sizin değerlendirmeniz nedir bu konuda?

MH: “Örgütsel kriz” olabilmesi için ya ulaşmak istediğimiz bir örgüt modelinin olması ya da var olan örgütümüzün işlemiyor olması gerekiyor. Her ikisi de yok. Ekoloji hareketleri var olan örgütsel formlarla ifade etmekten kendini sakınıyor. Ekoloji hareketlerinin tematik çeşitliliği, yerel, ülke ve gezegen düzeyindeki bir araya geliş katmanları, kesişimsel alanların artması ve en nihayetinde hareket halinde olması, bir kalıba dökülmesine izin vermiyor.

Bilgi ve deneyim aktarımı ve süreklilik açısından giderek daha hızlı ve etkin dayanışma ağlarını kurabiliyoruz. Yerele ve doğrudan demokrasiye uygun yatay bir araya gelişler karşılık buluyor. Konferanslar ve sempozyumlarla kolektif hafızasını ve iradesini geliştirmeye devam ediyor. Başkanlık, yürütme kurulu, bileşen hukuku ve benzeri hiyerarşik ilişkiler, ekoloji hareketinin bünyesiyle uyuşmuyor. Meclis tarzı oluşumlar şu ana kadar ekoloji hareketlerinin en yatkın olduğu bir araya geliş zemini gibi görünüyor. Bu durum özellikle diğer toplumsal muhalefet dinamikleri ve daha geleneksel örgütsel yapılarla bir araya gelişlerinde ekoloji hareketleri için dezavantaj yaratıyor. Ama ilişkilenme biçimlerindeki aleyhine olan bu koşulları ancak karşısındaki dönüştürerek aşabilir. Örneğin sosyalist hareketle ekoloji hareketleri arasındaki makas giderek daralıyor. Son beş yılda sosyalist örgütlerin neredeyse tamamının birer ekoloji kolları oldu. Ekoloji hareketleri ile sosyalist yapılar arasındaki bu ilişkinin gelişebilmesinin bir koşulu da sosyalist örgütlerin deyim yerindeyse “ekolojikleştirilmesi” ile mümkün olacak. Kadınlar da böyle yaptı. Eşbaşkanlık, kadın kotası, kadın meclisleri ve başkaca işleyiş mekanizmalarıyla kendi içinde yer aldıkları örgütleri feminizasyona uğrattılar.

BÜ: Ben ekoloji hareketlerinin örgütsel bir kriz yaşadığı tespitine çok katılmıyorum. Şüphesiz zaman zaman her alanda verilen mücadelenin gücü, bir başka alanda verilen mücadeleden daha fazla olabiliyor. Yani 2010’lu yıllarda su mücadelesi böyle idi. Örneğin “derelerin kardeşliği” dönemi, “suyun ticarileşmesine hayır” buluşmaları bu politik bir araya gelişlerin güçlü örnekleri idi. Bunda haklısınız. Ama Su Meclisi gibi, Ekoloji Birliği gibi, alanlarda verilen mücadelelerin yan yana gelerek bir ağ oluşturma deneyimleri, bu politik dönüştürücü, sistemi alaşağı edici mücadeleyi politik satha oturtacağı örgüt özelliğini çok temsil etmiyor. Bunlar şu açıdan kıymetlidir, yan yana gelişte bir haberleşme ağı ve buluşmayı gerçekleştiriyor. Ancak HDK’nin Ekoloji Meclisi’nin oluşturulması gibi daha mevzi statüsünde, ekoloji hareketinin politik tutumunu da içeren buluşmalar, örgütlenme krizini açacağımız buluşmalar. Niye aşamadık? Yukarıda tartıştığımız sistem içi okumaların etkisi çok fazla. Mutlaka politik örgütler, HDK’nin Ekoloji Meclisi’nin oluşumunda yer almaya çalışan politik örgütler, kendilerini Meclis kavramı içinde tutamadılar ve ayrışmayı daha kolaylıkla gerçekleşmesine neden oldular. Oysa politik kimlikleri olan örgütlerdi her biri, ancak henüz sistemi tam analiz edip kapitalist sistemin bütün süreçlerini görebilen bir yerden politik tutum almıyorlardı. Şimdi bugün geldiğimiz durum çok daha farklı. Ekoloji hareketleri ister yerelde mücadele versinler, ister bir araya gelsinler artık şunu görüyorlar, bu sistem değişmeli, bu sistemi birlikte değiştirebiliriz. Şimdi bu birlikte değiştirebiliriz ve bu sistem değişmeli düşüncesi politik bir tutumu işaret ediyor ve yan yana gelişin ötesinde bir tutumu işaret ediyor.

Bu anlamda 21 Ocak’ta İstanbul’da yapılacak “Ekoloji Hareketleri’nin gücü siyaseti dönüştürme gücüdür”, “Biz ekoloji hareketleri olarak özneyiz” diyerek bir araya geleceğimiz konferans, hem meclis oluşumunda hem sizin de deyiminizle örgütsel krizi aşmada önemli bir yer tutuyor. Çünkü burada buluşacak olan hareketler sadece yan yana gelmeyi, sadece birlikte söz üretmeyi sağlamayacak. Halklar politik tutumlarıyla “dönüştürücü güç biziz” diyecekler. Sisteme karşı dönüştürücülükten, siyaseti dönüştürmekten bahsedecekler ve bu dönüştürmenin yol ve yöntemlerini birlikte söyleyecekler. Tam bir Meclis perspektifiyle yapacaklar bunu. Buradan bir örgütlenme çıkar mı onu bilemem. Ancak bu çok önemli bir deneyim. Bu dönüştürücü tartışmanın, özne olma halinin, politik tutumun, netleşen tek özne olma halinin ekoloji hareketleri tarafından ilk kez denendiği bir buluşma. Onun için bu buluşma benim açımdan görebildiğim kadarıyla ya da umduğum kadarıyla hem ekoloji hareketlerin örgütsel krizini, politik tutumunun aşılmasını sağlayacak bir buluşma olacak, hem de bir meclis aslında bir özyönetim siyaseti dönüştürecek, özne olarak bir özyönetim tartışmasını, pratiğini birlikte yaşama geçirecek. Bu anlamda çok umut verici görüyorum ve önemli görüyorum. Ekoloji hareketlerinin siyaset için özne olduğunu ifade eden bu konferansta ortaya çıkacak olan yöntemin, tartışmanın ve sonucun bu topraklarda önemli bir tarihsel eşikte olduğunu düşünüyorum.

Ekoloji hareketinin zayıf yönlerinden biri de dünya ile bağının zayıflığı sanırım. Mezopotamya Ekoloji Hareketinin bu açıdan daha iyi bir durumu vardı ama maruz kaldıkları siyasi ve adli baskılar var. 2019’daki Ekoloji Politik Konferansı da birçok ülkden konuğa evsahipliği yapmıştı. Kazma Bırak Kampanyası, İklim Adaleti Koalisyonu gibi çalışmalarla kısmen bu bağlar kurulmaya çalışıldı, çalışılıyor. Polen Ekoloji’nin farklı ülkelerden marksist ekoloji araştırmacılar, aktivist gruplarla söyleşileri, çevirileri oluyor. Ama yine de örgütsel, ideolojik olarak bağın zayıf olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz bu konuda, bu bağı nasıl kuvvetlendiririz?

MH: Enternasyonalizm ekoloji mücadelesi için ana kurucu unsur. Dünya-tarihsel bir perspektif olmadan ekoloji mücadelesi verilemez. Gezegen düzeyinde yok oluş riski kapıda dururken, ulus devlet ölçeğini esas alan modern hukuk sistemlerinin ve anayasalarının ekolojik kriz karşısında işlevini yitirmesi bunun en açık kanıtı. Birleşmiş Milletler kurumlarının etkisizleşmesi ve meşruiyetini yitirmesi yapısal bir sorun. Temiz hava hakkının satılması, çöp ithalatı, kirli işletmelerin üçüncü dünyaya transferi, iklim felaketlerinin teritoryal olarak sabitlenememesi emperyalizmin yeni ekolojik içerikleriyle yeniden tanımlanmasını zorunlu kılıyor. Avustralya’daki, Yunanistan’daki ya da Türkiye’deki orman yangınlarındaki iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle yaşanan artışlarla nasıl baş edeceğiz? Sermaye dünyamızı kundaklıyor. En ücra köydeki JES projesi de siyanürlü altın madenleri de bu uluslar arası sistemin birer parçası. Göçmenlerin yaşadığı trajediler, artan ırkçılık ve milliyetçiliğin ekolojik boyutlarıyla yüzleşmemiz gerekiyor. Enternasyonal düzeyde örgütsel ve ideolojik bağlarımızı güçlendirebildiğimiz kadar güçlendirmeye devam etmeliyiz. Bunun en somut adımı da en yerel düzeyde örgütlenirken bile küresel bilinçle yürümekten geçiyor. Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki ekoloji hareketleriyle ilişkiye özel önem vermek önemli bir eksikliği gidermemizi sağlayabilir. Ekolojik krizin bizi davet ettiği Aydınlanmacı ilerlemeci pozitivist çizginin eleştirisi, “Batı” ile özdeşleşmiş bir sanayi uygarlığı eleştirisini de barındırıyor. Yıkım projelerine karşı çıkarken doğayı hesaplanabilir, denetlenebilir, fiyatlandırılabilir gören bu araçsal akla karşı, geçmişimizden gelen, doğanın içsel değerini tanıyan, ortaklaşmacı kültürümüzden cesaret alıyoruz. Akbelen’i de Fındıklı’yı da Arsuz’u da savunurken kapitalizmin bastırdığı ama yok edemediği evrensel komünal damarlarımızdan besleniyoruz.

BÜ: Uluslararası bağların zayıflığı şüphesiz doğru. Mezopotamya Ekoloji Hareketi bu açıdan daha güçlü bir yerde duruyor. Ortadoğu’daki ekoloji hareketleriyle buluşması, uluslararası alandaki ekoloji hareketleri ile birlikte analiz etmesi, tutum alması açısından daha güçlü bir yerde duruyor. MEH üzerinde, bu nedenle siyasi baskı daha fazla. Ancak tüm bunların aşılabilmesi için gene Ortadoğu’da ya da Avrupa’da ve diğer Asya’daki ülkelerdeki ekoloji hareketleriyle birlikte politik tutum almak, kapitalist patriyarkal sisteme karşı birlikte yaşamı örmek için adım atmalıyız. Ne kadar bunu başarırız ve ne zaman buna doğru evrilir ekoloji hareketleri? Onu bugünden görmek mümkün değil. Ama giderek evrildiğini görmek, giderek bu arayışta olduğunu görmek, giderek politik tutumda birlikte tartışmasını arttırdığını görmek gerekiyor.

Bu uluslararası dayanışma ağlarından Kazma Bırak, İklim Adaleti Koalisyonu’nun çalışmaları son derece kıymetli buluşmalar. Belki şuna ihtiyaç var. Bu buluşmaların tümünü böyle ayrıştırmalı değil, tıpkı uluslararası dayanışma ağlarını güçlendirecek, o politik tutumu yaklaştıracak bir sürece evirmek gerekiyor. Bu uluslararası ve birbirinden farklı farklı alanlarda ekoloji hareketi olarak büyüyen kampanyaların, koalisyon çalışmalarının, sistemin bütününü içeren bir yere evrilmesi ve süreci birlikte tartışmasını sağlamak gerekiyor. Bunun için de önümüzdeki dönem bize sorumluluk yüklüyor.

Polen Ekoloji Kolektif ve Ekoloji Politik da aslında eklojik politik perspektifin hem teorik tartışmalarını yürütüyor hem de alanda mücadele eden ekoloji hareketleriyle birlikte düşünüyor, söyleyişiyor ve pratik yapıyor. Polen Ekoloji bunu yazıya dönüştürüyor. Marksist ekoloji araştırmacıların yazılarına yer veriyor. Aktivist gruplarla söyleşiyor, çevirilere yer veriyor. Ayrı ayrı yapılan kampanyaların, koalisyon çalışmalarının pratiklerini yansıtıyor. Ekoloji Politik de hem ekolojik politik tutumun teorisini tartışan, hem bunun siyasetini yürüten hem de alanda mücadelesini veren ekoloji hareketleriyle birlikte bu praksisi hayata geçirmeye çalışıyor. Yani hem teorik tartışmaları hem pratik deneyimleri birbirinin içine geçirerek ekolojik tutumun, ekolojik politik perspektifin toplumsallaşmasına çaba sarf ediyor. Bu anlamda 2019 Başlangıç Konferansı hem ekoloji hareketlerinin uluslararası perspektifte buluşmasını sağlayan hem de bugün 2023’te yapacağımız ekolojik hareketlerinin gücünü açığa çıkaracak olan tartışmaların öncüsüydü. Bu anlamda da çok kıymetliydi. O günden bugüne de her iki örgütte de hem Polen Ekoloji de, hem Ekoloji Politik de hem ürettiği yazılarda, teorik tartışmalarda, hem ürettiği birlikte yaptığı tartışmalarda, ekoloji hareketleriyle birlikte tutum almalarında hiç eksilmeden giderek daha toplumsal ulaşan bir hat izliyor. Her iki örgüt de bu anlamda çok kıymetli. Ama bir örgütten bahsetmiyoruz. Bu iki oluşumun her ikisi de politik tutumu toplumsal ulaştırmaya çalışan farklı yöntemler kullanıyor. Tabii ki bir örgütsel buluşmayı, güçlü bir buluşmayı söylemek her ikisi için de şu anda çok mümkün değil. Ama giderek içinde bulunduğum ekolojik politik grup da bu gücün, bu ideolojik bağla örgütsel bağ yani hareketler arasındaki bağın güçlendirildiğine tanıklık ediyorum.

21 Ocak’ta Ekoloji hareketlerinin buluştuğu bir Konferans gerçekleştirilecek. Seçim sürecine girdiğimiz bu süreçte siyasetin yüksek konuları içinde yine ekoloji yok. Kimse ne Akkuyu’daki nükleer kıyametten ne de diğer ekolojik yıkımlardan bahsediyor. Böylesine yoğun ve baskın bir gündemin ortasında Konferans toplanacak. Neler amaçlanıyor konferansla? Konferans hazırlık süreci nasıl gidiyor? Konferansın gündeminde neler var?

MH: Şimdilik Mayıs’ta yapılacağı görülen seçimin önemi, ekoloji mücadelesi içinde de giderek daha net anlaşılıyor. Ya faşizmin kurumsallaşmasının tamamlanması yönünde en belirleyici adımlardan biri atılacak ya da rejimin asgari hukuksal standartlara döneceği, toplumun ve doğanın nefes almasına aralanacak demokratik bir dönüşümün başlangıcı olacak. Türkiye’nin seçiminin en çok Brezilya seçimleriyle benzerlik taşıdığı çok sık dile getirildi. İşin en başlarında Ekoloji Politik içinde Fransa, Şili ve Kolombiya’daki seçim ittifaklarında ekoloji hareketlerinin öne çıkmasını değerlendirmiştik. Ama Brezilya seçimleriyle birlikte içinde yer aldığımız ekoloji hareketleriyle birlikte sesli düşünmeye başladık.

Dünyada, kapitalizmin çoklu krizine karşı çoklu ittifaklarla yanıt üretilen seçim deneyimleri yaşanıyor. Türkiye’de de seçimlere çoklu ittifaklarla gidiliyor. Bu seçimin en ayırt edici yanı iç içe geçmiş bu çok sayıda ittifak denkleminin oluşmuş olması. Ancak bu ittifaklar birer siyasal ittifak olarak şekilleniyor ve toplumsal ittifakların bu denkleme dahil olması noktasında Türkiye pratiğinde önemli eksiklikler var. Konferans, ekoloji hareketlerinin taleplerinin yaklaşan seçimlerde siyaset alanına taşınması yanında siyaseti de ekoloji alanından dönüştürme iddiasını taşıyor. Brezilya seçimlerinin ana gündemini Amazon Ormanları belirledi. Lula’nın da Bolsanora’nun da seçim stratejileri Amazonlar üzerinden şekillendi. Lula’nın seçim ittifakı kendi içlerinde de çok sayıda bileşeni olan yüzlerce yapının bir araya gelmesiyle oluştu. Siyasi partilerle ekoloji örgütlerinden kadın örgütlerine, gençlik örgütlerine, sendikalara ve çiftçi örgütlerine, LGBTİQ+ örgütlenmelere kadar çok geniş bir toplumsal ittifakla muhalefet seçime girdi ve kazandı. Seçim sonucunda kurulan hükümette Amazon Yerlisi ve Amazon’un talanına karşı mücadelenin öncülerinden Marina Silva, Çevre Bakanı olarak görev aldı. Türkiye’nin seçimini de nükleerden, Kanal İstanbul’dan ve diğer ekolojik talan projelerinden kurtulacağımız, Hasankeyf’in hesabını soracağımız, Gezi’den tutsak arkadaşlarımızın özgürlüğünü sağlayacağımız bir seçime dönüştürmek istiyoruz.

Konferansın sonuçlarını hep birlikte görüp değerlendireceğiz. Ekolojik hareketleri politik bir özne olduğunu bu bir araya geliş iradesiyle ortaya koymuş oldu. Konferanstaki tartışmaları olgunlaştırmak için konferansa giderken iklim krizi, kadın ve ekoloji, enternasyonal deneyimler, savaş, göç ve mültecilik ile ekolojik anayasa başlıklarında webinarlar düzenliyoruz. Çağrıcılar arasında ekoloji hareketleri ile birlikte kadın, sağlık, emek ve meslek örgütleri de yer alıyor. Kolektif olarak ördüğümüz bu kürsüden 21 Ocak’ta yine kolektif sözümüzü kuracağız. Ekoloji hareketinin önemli bir politikleşme eşiğini daha örgütlediğine tanık oluyoruz. Herşey bir konferansla bitmeyecek. Farklı tartışma başlıkları ve yeni sorun alanlarıyla mücadeleyi eylemsellik ve fikriyat düzeyinde daha ileriye taşıyacak bir deneyimi yaşamaya başladığımız söyleyebilirim.

Son olarak şunu belirtmek istiyorum. Bu anlattıklarım içinde yer aldığım mücadelelerden benim görebildiklerim. Başka arkadaşlarım çok daha zengin ve benim göremediğim gözlemleri buradan veya başka mecralardan aktarıyorlar. Kesin olan kısmı ise umudumuz ve heyecanımız her gün daha da artıyor.

BÜ: Siyasi partilere baktığımızda genelde ekoloji politikalarının olmadığını söyleyebiliriz. Nükleer siyasi iktidar tarafından yürütülecek bir proje olarak her yerde sunulurken iktidara aday olduğunu söyleyenler de bu sürecin devam ettireceklarını söyleniyor. Gerçekten yaşam alanlarında yoğun bir baskı sürerken, sistemin ürettiği bütün projelerde, bütün uygulamalarda işçiler gün geçtikçe iş cinayetlerine daha fazla maruz kalırken, her geçen gün bu daha da şiddetlenirken, sömürü daha da artarken, geçimlik yaşamdan halklar giderek koparılarak sermayenin işçileri haline dönüştürülürken ya da yerlerinden zorla edilirken, Hasankeyf’te, Suriçi’nde, Sulukule’de, Validebağ’da her yerde bunlar oluyorken siyasetin gündeminde yoklar. Siyasi örgütler ya da partiler sadece basın açıklamalarında var oluyorlar. Ama bunları dönüştürmek için bir projeleri, bir perspektifleri olduğunu gösteren bir veri görmek mümkün değil. Tam tersi aynen devam edeceğini, sistemin bu seçim sürecinde de aynen devam edeceğini açıkça görüyoruz.

Onun için bizler ekoloji hareketinin derdi, ekoloji mücadelesi verenlerin derdi seçim sürecinde bir umuda bağlanmak değil. Bu süreci yürütecek olan siyasi partilerden bir beklentinin ötesinde, bizler yaşamı gerçekten özgürleştirecek, ekolojik politik perspektifi yaşama geçirecek, yeni yaşamı, özgür bir yaşamı kapitalizmin elinden, kapitalist sistemin elinden yaşam alanlarını, kentleri, kültürel varlıkları, tarım alanlarını, geçimlik yaşamı, halkları, emekçileri kurtaracak olan politik perspektifin bu seçimde ya da sonrasında yaşamı özgürleştireceğine inanıyoruz ve bunu söyleyen siyasete yüzümüzü dönüyoruz. Konferansta siyasete sözümüzü söyleyeceğiz, bu amacımızı söyleyeceğiz. Bizim derdimiz yaşamın özgürleşmesidir. Bizim derdimiz, yaşamları, yaşam alanlarını, kültürel varlıkları, doğal varlıkları, halklar da dahil olmak üzere bütün canlı sistemi sermaye birikimine sokacak olan bu sisteme karşı yeni yaşamın öreceğimiz, birlikte başaracağımız bir toplumsal iradeyi ortaya koyacaktır konferans. Bu anlamda da az önce söylediğim gibi tarihsel bir dönemeç dedir bu pratik. Yolumuz açık olsun.

Mersin NKP 25 Aralık 2022 Çalıştay Sunumu

Merhaba Dostlar!

Değerli Katılımcılar, Sözlerime başlamadan önce, Çalıştay Yürütme Kuruluna; şahsım, üyesi ve aktivisti olmaktan onur duyduğum Sinop Nükleer Karşıtı Platform adına teşekkür ediyorum.

Sinop tarihte “Deniz üstünde yüzen kent” olarak anılır.

Deniz üstünde yüzen kentin sahipleri adına da sizleri selamlıyorum.

Konu başlığımız; “ NEDEN NÜKLEER OLAMAZ” yada NEDEN NÜKLEER SANTRAL YAPILMAMALI.!

Nükleer, bir enerji sorunu değildir. Kapitalistlerin dayattığı bir araçtır. Evet, “Ekolojik yaşama katkısı olmadığı için, Canlı yaşamına zarar verdiği için yapılmamalıdır” diyerek tek cümle içinde anlatabiliriz. Ama onlar, sermaye sahipleri olan kapitalistler bunu anlamazlar. “Yeşil” deyince onların aklına sadece “Doların yeşili” geliyor. Bu nedenle onlara anlayabilecekleri dilden söyleyip anlatmak gerekiyor.

Mesela kendilerinin parayla hazırlattıkları ÇED Raporlarından, ücretlerini bizlerin ödediği Bilirkiş Raporlarından ve Emperyal güçlerin zorlandıkları zamanlarda başvurdukları savaşlardan alıntılar yaparak açıklamaya çalışalım.

Karadenizin karşı kıyısında 24 Şubat 2022 de Rusya ile Ukrayna arasında başlayan kirli bir savaş halen sürüyor. Savaşın yıkıcı etkilerini, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal harekâtıyla bir kez daha yaşadık/yaşamaya devam ediyoruz.

Rusya savaşın ilk gününde 1986 yılında yaşanan Çernobil faciası nedeniyle çalışmayan Çernobil Nükleer Santrali sahasını, savaşın 9. gününde de Avrupa’nın en büyük Nükleer santrallerinden sayılan ve 6 Reaktörü bulunan Zaporijya Nükleer Santralini işgal etti. Savaşın tarihsel ve güncel olarak yarattığı acıları insanlığın barış umudunun kolektif havuzuna görmeye devam ediyoruz. 2. Dünya Savaşı’nda Hitler’e karşı inşa edilen sığınaklarda şimdi yaşam mücadelesi veren çocukların çığlıklarını duyduk/duyuyoruz. Savaşın tarafları ise açık bir şekilde insanlığı ve gezegeni çok daha ağır yıkımlara yol açacak nükleer savaşla tehdit ediyor. Ortadoğu’daki cihatçı çeteler, şimdi de Avrupa’da savaşı bahane ederek katliamlar gerçekleştirmeye devam ediyorlar. AB, ABD ve Çin başta olmak üzere dünyanın bütün ülkeleri doğrudan veya dolaylı bir biçimde bu savaşın içinde. Çatışma Ukrayna’nın topraklarında cereyan ediyor olsa da küresel ölçekte bir savaş durumu izliyoruz.

Savaş, geride binlerce ölü ve yüzbinlerce yaralı bırakarak devam ettiğini biliyoruz. Milyonlarca insan yerlerinden edilip komşu ülkelere kaçmak zorunda bırakıldı. Yıkılan kentler ve yok edilen yaşam alanlarının bilançosu giderek büyüyor. Savaşan iki ülke gibi görünse de dünyanın bütün ülkelerinde savaşa ve silaha bütçeden ayrılan paylar arttırılıyor. Halklar, artan enerji ve gıda fiyatları nedeniyle en temel insani ihtiyaçlarından mahrum kalarak savaşın faturasını ödüyor.

Savaşın sadece sonuçları değil, nedenleri ve cereyan etme biçimlerinin de önemli Ekolojik boyutları var. Her şeyden önce petrol ve doğalgaz arzı, fosil yakıtların lojistik hatları, pandeminin de etkisiyle artan yeni güzergâh ve teknoloji arayışlarına baktığımızda bile; Ukrayna topraklarında devam eden savaş aynı zamanda bir enerji ve gıda savaşıdır. Nitekim ilk günden itibaren şehirlere sevk edilen silahlar ve atılan füzelerle birlikte enerji sevkiyatı ve tedarik zinciri ile gıda ambargosu, bu savaşta kullanılan en etkili silahlar olmaya devam ediyor. Nükleer savaş olasılığı ilk defa bu kadar açık ve yakın bir tehlike olarak kaşımızda duruyor. Dünya, otoriter liderlerin anlık hırslarına bırakılmış bir nükleer savaş tehlikesiyle her an karşı karşıyadır. Nitekim Putin Nükleer silah kullanabileceğini söyleyerek dünyayı da tehdit etmekten geri durmadı.

Türkiye, savaşın Ekolojik izdüşümlerinin en somut görünür olduğu ülkelerden biri. Rusya’nın müdahalesinin ilk anında Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri savaş denklemi içinde konuşulmaya başlandı. Ekoloji mücadelesinin temel gündemleri içinde yer alan bu konu, savaşa karşı verilecek mücadeleler içinde de Ekoloji hareketine önemli görevler yüklüyor. Savaşın kalıcılaştığı bu günlerde barışın sembolü olan zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açılması da işin ayrı bir yönünü ifade ediyor. Bütün bunlar, Ekoloji alanında da tutarlı bir enternasyonalist duruşunun önemini bize hatırlatıyor.

Hatırlayalım arkadaşlar, Rusya savaşın ilk günlerinde işgal ettiği Çernobil NS ve ZAPORJİYA Nükleer Santralini Rusya devlet şirketi olan Rosatom’un yaptığını biliyoruz. Akkuyu NGS aynı şirket yapıyor. Sinop NGS’yi de Recep Tayyip Erdoğan tarafından Putin’e son iki ay içerisinde altın tepside sunmaya çalışıyor. Mersin’de, Astana’da ve son olarak da 19 Ekim 2022 tarihinde ise artık malumun ilanı gerçekleşti ve Rusya Devlet Atom Enerjisi Kurumu Rosatom’un Genel Müdürü Aleksey Lihaçev, Türkiyeli iş insanları ile Sinop’ta nükleer güç santrali inşa edilmesine yönelik müzakerelere başladıklarını açıkladı. Enerji Bakanlığı yetkilleri Soçi’de dahada ileri giderek Türkiye’ye 4-8 reaktörün yetmeyeceğini, raktör sayısını 16-20 lere çıkartmaları gerektiğini açıklarken, diğer yandan Sinop’ta nükleer santral yapma kararları çıkartıp, Uluslar arası görüşmelerle Rusya’yla, Çin’le, Kore ile planladıkları santralların yanında  ABD Nükleer enerji danışmanı Nükleer reaktör için Türkiye’de uygun alanlar olduğunu ve Türkiye’nin  kendilerinden talebi doğrultusunda 35 adet modüler nükleer santral (MNS) yollayabileceklerini duyurmaktadır. Yani Akkuyu ve Sinop dışında başka bölgelerimizi de Nükleer santral yapılması için işaret ediyorlar. Bu durum daha fazla nükleer atık üretimi anlamına gelen MNS’lar; meraların, doğal alanların,nükleer atık sahasına dönüşümü, mnükleer atık üzerinden plütonyum elde etme süreçlerinin desteklenmesi, uygulamaya sokulması, Uluslararsı Nükleer silahsızlanma anlaşmalarının hükümsüz kılınması anlamını taşıyor. Siyasi iktidar tarafından tüm canlı sisteminin yokoluşu pahasına Türkiye Halkları adına Uluslar arası tavizler verilmeye çalışılıyor.

Ülkemizin İçinde bulunduğu konumda Nükleer santrallara ihtiyaç olmadığını yüksek sesle dillendiriyoruz. Aslında yapılmak istenenin  emperyalist- kapitalist sistem ve küreselleşme politikaları sonucu oluşturulan hegemonyaya, biat ve bir tür sermaye evliliği olduğunu söyleyebiliriz.

Çernobil deyince;  Yağmurdan korkmak gibi bir şey geliyor aklıma! Bu bir akıl oyunu değil, insani bir duygudur korkmak! En azından ben böyle düşünüyorum.

Neden Nükleer Santral yapılamalıdır konusunu egemenlerin kendilerinin hazırladıkları ÇED Raporlarından birkaç başlık işaretleyerek açıklamaya çalışalım. Aslında Sinop NGS ÇED raporunda bilirkişler kendilerine 23 başlık altında sorulan ve toplamda 275 alt başlıkla; Sinop’ta neden Nükleer santral yapılmamasını anlattıkları konu başlıklarından birkaçtanesini sizlerle paylaşmak isterim;

Çevreye olan etkileri, Canlı yaşamında Güvenlik ve Ekonomik nedenler sarmalını birlikte değerlendirelim.

Bu konular sadece Akkuyu ve Sinop’u değil dünyayı ilgilendiriyor. Çevresel etki deyince insanlar nükleer santral patlaması zannediyor. Oysa nükleer santraller çalışırken de çok büyük tehdit kaynaklarıdır. Sinop’u örnek alırsak Sinop’a yapılacak olan, o resimlerde gördüğümüz dev kuleli, dev bacalı bir nükleer santral değildir yapılmak istenen.

Akkuyu ve Sinop’a yapılacak model üzerinden anlatmak gerekirse; Bu santrallar su soğutmalı bir nükleer santral. Deniz suyu ile soğutulacak ve Sinop’ta kullanılacak suyu ifade etmem gerekirse: İstanbul gibi metropol kentin yaklaşık 9.5 günlük suyunu Sinop NGS bir günde denizden alacak ve tekrar denize verecek. Veya 230 bin nüfuslu (İlçeleri ve Köyleri dâhil) Sinop ilinin, içme, sulama ve kullanma suyu dâhil, yaklaşık 2,5 yılda kullanacağı suyu 1 günde deniz ortamından alacak ve geri verecek. Bu suyu deniz ortamından alırken, suyu seyreltilmiş bir şekilde klorlayacaklar. 38 derecedeki bu su aynı şekilde deniz ortamına geri bırakılacak. Kendi raporlarında belirttiklerine göre deniz suyunu 2-5 derece arasında ısıtacaklarını ifade ediyorlar

Sinop NGS’nin yapılması halinde; Kullanma suyu ve Atık suları; İnşaat Aşaması ve İşletme Aşaması olarak iki ayrı kısımda değerlendirilmiştir.

Sinop NGS Bilirkişi Kurulu Raporunun 10.6.1. Su Konusu ( sayfa 75-76-80-81)

Tablo 1. Sinop NGS İnşaat Aşamasında Su İhtiyacı ve Temin Edileceği Kaynaklar;

Kullanım Durumu                                            Miktar ( m3/gün)                Temin Edildiği Kaynak            

Personel kullanımı                                                         2030                             Erfelek Barajı

Personel İçme Suyu ( Damacana Su)                                 30                             Piyasa

Kazı Malzemesi geçici depolaması toz kontrolü         3346                             Erfelek Barajı 

Hazır Beton tesislerinde su kullanımı                          2506                             Erfelek Barajı 

İnşaat araçlarının yıkanması                                          186,5                          Erfelek Barajı 

Kırma eleme tesislerinde toz kontrolü                             19                             Erfelek Barajı 

Erfelek Barajında alınacak toplam su miktarı            8087,5                         Erfelek Barajı

Nükleer ünitelerin testleri (Desalinizasyon)                 3000                             Karadeniz Suyu 

Olarak belirlenmiş….

Sinop NGS’de kullanılacak su ve atık sularının mukayesesi;

Bu konu İnşaat Aşaması ve İşletme Aşaması olmak üzere iki ayrı başlıkta değerlendirilmiştir.

İNŞAAT AŞAMASI ( 2021-2031/ 10 yıl süre için)

Erfelek Barajında %100 doluluk durumunda toplamda 54.000m3/gün su üretilebilecektir. Barajdan 140 lt/sn su tahsisi ile Sinop NGS için 12.096 m3/gün tahsisat olduğu ifade edilmektedir. Yine aynı barajdan Sinop İli Merkez ilçe ve Köyleri için 584 lt/sn ( 50.457,6 m3/gün) su çekileceği de ifade edilmektedir. Bu barajdan Gerze ilçesi içinde su alınacağı bilinmektedir. Gerze ilçesine su verilmese dahi;

Sinop /Merkez İlçe ve Köyleri için  : 50.457,6 m3/gün

Sinop NGS için  hesaplanan miktar:   8.087,5 m3/gün 

Toplam                                               : 58.545,1 m3/gün     Fark: 4.545,1 m3/gün dür.

Sinop NGS için tahsis edilen miktarda su çekildiğinde ise; 

50.457,6 m3/gün+ 12,096 m3/gün=  62.553,6  m3/gün   Fark: 8.553,6 m3/gün

Su gerekmektedir ki, çevrede talep edilen suyu temin edilebilecek göl yada nehir bulunmamaktadır.  

1)  Baraj Suyu           Talep edilen su                2)  Baraj Suyu             Talep edilen su         

     54.000 m3/gün <  58.545,1 m3/gün                    54.000 m3/gün  <   62.553,6 m3/gün

Yukarıdaki iki basit bir hesapla su sorunu ortaya konulmuştur.

Ayrıca, Karadeniz’den de 3000 m3/gün Membran (Desalinizasyon) yöntemiyle arıtılarak alınacağı, çıkan atık sularında evsel atık sularıyla birlikte biyolojik arıtmaya tabii tutulacağı belirtilmektedir.

Erfelek barajının suyunun yetmediği açıkça ortadadır. Çevrede başkada tatlı su kaynağı da yoktur. Diğer bir deyişle Sinop’ta su yoktur.

İhtiyaç duyulan ve bu kadar büyük miktarda suyun tankerlerle taşınması pek mümkün görülmemektedir. Ve bu konuda ÇED raporunda da bir bilgi yoktur. Böylesi bir bilgiye de yer verilmemiştir.

İŞLETME AŞAMASI

İşletme aşamasında Erfelek Barajından su alınmayacağı belirtilmektedir.

  1. 2000 personel için kullanma suyu 290 m3/gün deniz suyundan elde edileceği belirtilmektedir.
  • Endüstriyel su:
  • Deniz ortamında 16.258 m3/gün kullanılacağı belirtilmektedir. Bu su Membran (Desalinizasyon) yöntemi ile temin edilecektir.

      Desaline edilen sudan 1437m3/gün Demineralize edilecek (saf su haline getirilecek)ve

      buhar üretiminde kullanılacaktır.

  • Deniz ortamından çekilen 16.258 m3/gün suyun 7.189 ton/gün kısmı ise klorlu su üretimi için kullanılacaktır. Bu su soğutma suyuna katılacağı ve yoğunlaşma ve biyolojik birikimin engelleneceği ifade edilmektedir.
  • Soğutma suyundaki bu klorlu su Denize deşarj edilecektir.
  • Kısaca özetlemek gerekirse; Denizden Oksijenli su (Canlı su) alınacak, ölü ve sıcak su denize deşarj edilecektir. Deşarj edilecek suyun miktarı raporda da görüleceği üzere;

Ünite başına saniyede;                 81 m3/saniye

Ünite başına saatte    ;         291.600 m3/saat

Ünite başına günde    ;      6.998.400 m3/gün

4 Ünite için günde      ;    27.993.600 m3/gün

4 Ünite için 1Ayda     ;  839.808.000 m3/ay

4 Ünite için 1 Yılda; 10.077.696.000 m3/yıl (Onmilyar Yetmişyedimilyon altıyüzdoksanaltıbin m3) su denizden çekilip gerekli soğutma yapıldıktan sonra tekrar denize deşarj edilecektir.

  • Bu miktar İstanbul gibi metropol bir il için 9,5 günlük sudur.
  • Sinop İli İçin 2,5 yıllık sudur.
  • Veya (2) iki Kızılırmak debisi büyüklüğünde bir sudur.

Sinop NGS’nin tükettiği suyu Türkiye’nin Mega Kenti İstanbul ile de karşılaştırırsak;

Kişi başına tüketilen toplam su miktarı; 189 lt/gün dir.

İstanbul’un Günlük Su Tüketimi;     2.933.280 m3/gün

İstanbul’un Aylık Su Tüketimi;       87.998.400 m3/ay

İstanbul’un Yıllık Su Tüketimi;  1.055.980.800 m3/yıl dır.

İSTANBUL’DA 9,5 GÜNDE TÜKETİLEN KULLANMA VEİÇME SUYUNU Sinop NGS (1) BİR GÜNDE TÜKETİP KİRLETTİKTEN SONRA TEKRAR KARADENİZE DEŞARJ EDECEKTİR.

Bu kullanılacak suyu NGS nin yapılacağı Sinop’ta tüketilen içme ve kullanma suyu ile mukayese edersek;

2019 yılı verilerine göre Sinop’ta;

Kişi başına tüketilen toplam su miktarı; 240 lt/gün dir.

Sinop İli ve İlçelerinde yıllık su tüketimi; 11.300.000 m3/yıldır.

SİNOP İLİ VE İLÇELERİNDE 2,5 YILDA TÜKETİLENKULLANMA VE İÇME SUYUNU Sinop NGS (1) BİR GÜNDE TÜKETİP KİRLETTİKTEN SONRA TEKRAR KARADENİZE DEŞARJ EDECEKTİR.

Bir başka Hesaplamayı da Türkiye’nin büyük nehirlerinden olan Kızılırmak ile yapalım;

Kızılırmak nehrinin yıllık ortalama debisi; 184 m3/saniye dir.

Sinop NGS’nin yıllık ortalama debisi ise;    324 m3/saniye dir.

BU DURUMDA Sinop NGS; 324 m3/s : 184 m3/s = 1,76  YANİ YAKLAŞIK OLARAK 2 KIZILIRMAK DEBİSİ BÜYÜKLÜĞÜNDE BİR SUYU GÜN İÇERİSİNDE KARADENİZ’den ÇEKEREK, SOĞUTMA İŞLEMİ ESNASINDA KİRLETEREK YİNE KARADENİZE DEŞARJ EDECEKTİR.

Bu konu; bir ÇED raporundaki 3-5 sayfa ile geçiştirilecek bir konu değildir. Amerikalılar bile San Francisco körfezindeki su soğutmalı santrallerde yıllardır Nükleer santralların denize olan etkileri ile ilgili modelleme çalışma verisi elde edemezken, Sinop NGS Bilirkişi Kurulu hazırladıkları raporlarında ısınmış ve klorlanmış suyun Deniz canlılarına bir zararının olmayacağı, sadece suyun biraz daha ısınacağı ve sanki kış aylarında deniz canlılarının bu sıcaktan istifade edip üşümeyeceği gibi bir anlam ifade  etmektedirler.

Hâlbuki bu su oksijensiz, klorlu ve sıcak bir sudur. Ekosisteme uygun değildir. Diğer bir deyişle ölü sudur.

Özetlemek gerekirse Sinop’ta Sinop NGS için tahsis edilebilecek su yoktur. Bu konu yukarıda anlattığım hesaplarla da ortaya konulmuş olup; Erfelek Barajı ve Çevredeki Su Potansiyeli ancak Sinop ve köyleri için Yeterlidir.  

Enerji alanında nükleer santraller; zaten bağımlı olduğumuz Rusya’ya bizi daha bağımlı hale getirecektir. Akkuyu ve Sinop NGS ekonomik maliyetleri projelerde 20+20 milyar $ olarak belirlenmiştir. Ve ekonomik olmadığını ifade ediyoruz.

Hiçbir enerji türü canlılardan ve doğadan daha önemli değildir. İnsanlığın ve doğanın güvenliği ve geleceği emperyal bir ülkenin inisiyatifine terk edilemeyeceği unutulmamalıdır.

Nükleer Karşıtı Platform ( SinopNKP) Bileşenleri olarak, emperyalist emeller peşinde, ekonomik çıkarlar uğruna, büyük devlet iddialarını kanıtlamak hevesiyle korkunç bir savaşın sahnelendiği günümüzde, kamuoyunun giderek artan endişesine rağmen enerji ihtiyacı ve milli güvenlik bahanesiyle Ekosistemin ve canlıların hayatlarının bir hiç uğruna feda edilmesini kabul etmiyoruz.

Siyasi iktidarın, “Nükleer santrallerde risk yoktur. Nükleer santraller çevre dostu, temiz enerji aracıdır” şeklindeki teknik ve mantık dışı açıklamalarına artık bir son vererek gerçeği kabullenmesini ve Akkuyu NGS inşaatını derhal durdurmasını talep ediyoruz!

Akkuyu NGS’de meydana gelen zemin çatlakları, son dönemde Ecemiş deprem fay hattına çok yakın bir mesafede yer alan santral bölgesinde ardı ardına kuvvetli şekilde hissedilen depremler ve bu depremler sonucu oluşması mümkün tsunaminin Fukuşima Nükleer Santral kazasında yaşanan sorunların Akkuyu ve Sinop için tekrar olabileceğini hatırlatıyoruz.

Henüz vakit varken, facia getirecek nükleer hevesinden bir an önce vazgeçilmesinin demokratik, sosyal devlet anlayışı ve vicdani bir sorumluluk olduğunun altını çiziyoruz. Nükleer santrallerin sadece o bölge canlıları için değil, tüm dünyada yıllarca geri döndürülemez bir tahribata neden olacağı bilinciyle bir kez daha siyasi iktidarı, tarihi bir sorumlulukla nükleer santral yapımına son vermeleri ve tarihin çöp sepetine atmaları için buradan çağı yapıyoruz.

Mücadele sürecinde; önce Dünyada başka nükleer kazalarında yaşandığını öğreniyoruz! Three Mile İsland (Üç Mil Adası), Çernobil ve sonrasında Fukuşima felaketleri; aslında biz bu kazalarda bir nükleer felaketlerin sözlü ve görsel tarihini okuyoruz!

Ekoloji Politik olarak biz; Herşeyden önce toplumun ekolojik bir temelde yeniden inşaa edilmesi için talepte bulunuyoruz.!

Bu nedenledir ki Türkiye’nin hiçbir yerinde nükleer santral yapılmamalıdır.

Son söz: Cennetin içinde Cehennemi kurdurtmayacağız.

*NÜKLEERE İNAT YAŞASIN HAYAT!

*KURTULUŞ YOK TEKBAŞINA YA HEP BERABER YADA HİÇBİRİMİZ!

                                                                                                                                   Zeki KARATAŞ
Sinop NKP Yürütme Kurulu Üyesi
Ekoloji Politik Çalışma Grubu Üyesi

Çevre ve İklim Adaleti Çerçevesinde Yerinden Edilme

Mekânda Adalet Derneği’nin Baran Alp Uncu tarafından yazılan “Çevre ve İklim Adaleti Çerçevesinde Yerinden Edilme” başlıklı raporu yayımlandı.

İklim krizinin en çarpıcı sonuçlarından biri olan yerinden edilmeler üzerine hazırlanan “Çevre ve İklim Adaleti Çerçevesinde Yerinden Edilme: Kavramlar, Tartışmalar, Vakalar” raporunun temelinde iklim krizi ve çevre tahribatları nedeniyle yaşam alanları yok olan insanlar ne yapıyor, neler yaşıyor, hangi adaletsizliklere maruz kalıyor, soruları yatıyor.

Rapor, çevre ve iklim olayları ile yerinden edilmeler/göç/hareketlilik arasındaki ilişkiyi çevre ve iklim adaleti perspektifiyle ele alıyor.

Rapor ayrıca konuyla ilgili farklı kavram, teori ve tartışmaları sunarken ekolojik tahribatla ilintili yerinden edilmelerin/göçün/hareketliliğin sosyal, ekonomik siyasi nedenlerinin de altını çizerek irdeliyor.

Türkiye’den İkizköy örneği

Dünya genelinden farklı vakalar içeren rapor; Hindistan’da kömür madenlerinin, Brezilya Amazonları’nda barajların, Uganda ve Tanzanya’da petrol boru hatlarının, Cakarta’da ise mega iklim uyum projelerinin yol açtığı yerinden edilmeleri derinlemesine inceliyor.

Türkiye’den ise Muğla örneği üzerinden kömür faaliyetleri nedeniyle insanların evlerinden, topraklarından, sağlıklarından ve müşterek alanlarından koparılmasını ve buna karşı İkizköy’de süren ekoloji mücadelesini anlatıyor.

Suriye, Cakarta ve Hindistan

Raporda öne çıkan bulgular şöyle:

  • 2021’de iklim olaylarına bağlı felaketler sonrasında yerinden edilenlerin dünya genelindeki toplam sayısının 30 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
  • Dünya genelinde coğrafi dağılıma bakıldığında, madencilik kaynaklı yerinden edilmeler, ağırlıklı olarak Latin Amerika, Asya ve Afrika’da yoğunlaşmıştır.
  • 2020 yılında 9,8 milyon çocuğun iklim olayları nedeniyle yerlerinden edildiği kaydediliyor.
  • Deniz seviyelerinin 2050 yılı itibariyle yarım metreden fazla yükselmesi ihtimali bulunan yerlerde yaşayanların tahmini sayısı 800 milyon.
  • “İklim göç”ünü “ulusal(-devlet) güvenliği” çerçevesinde tek yönlü, tek boyutlu ve çatışmalara yol açan bir olgu olarak ele almak bu önemli meseleyi analitik bakımdan anlaşılmaz, siyaseten de çözümsüz kılmakta.
  • Birçok indirgemeci yaklaşım Suriye’deki iç savaşı kuraklık nedeniyle tarımsal üretimin ve su varlığının azalmasına bağlıyor. Ancak savaşın ana nedenleri yoksulluk, eşitsizlik, işsizlik ve tüm bu faktörlerle birleşen baskıcı Suriye yönetiminin iklim değişikliği neticesinde meydana gelen kıtlığı ve susuzluğu kötü yönetmesi olarak karşımıza çıkıyor.
  • Uganda ve Tanzanya’da toprak mülkiyetinin çok büyük oranda erkeklere ait olması nedeniyle kadınlara tazminat ödenmiyor, kadınlar yeniden yerleştirme gibi telafi programlarından doğrudan yararlanamıyor.
  • Cakarta kentinin geneli her yıl ortalama 7,5-11 cm arasında batıyor; kentin bazı yerlerinin yıllık çöküşü 17 cm’yi buluyor. Kent, dünya genelinde deniz seviyelerinin yükselmesi sebebiyle en fazla tehdit altında olan ilk 15 kent arasında.
  • Türkiye’de yeniden yerleştirme/iskân programları ani gelişen afet sonrasıyla sınırlı tutuluyor; kömür madeni kaynaklı yerinden edilmeler çerçevesinde yeniden yerleştirme/iskân programları uygulanmıyor.
  • Akbelen Ormanı oldukça geniş bir bölgenin yerüstü ve yeraltı sularının varlığını etkileyen kritik önemi olan bir su toplama alanı. Akbelen Ormanı’nın sınırındaki Çamköy’ün altında oldukça büyük yeraltı su rezervleri bulunuyor. Akbelen Ormanı’nın yok edilmesi durumunda bu rezervlere suyun akışı engellenecek; Bodrum Yarımadası’nın kullandığı suyun yaklaşık üçte birinin temin edildiği yeraltı su rezervi yok olma tehdidi altında kalacak.


* Raporun tamamına ulaşmak için tıklayın.

Mekânda Adalet Derneği hakkında

Akademi ve kent/çevre hareketleri içinde sürdürdüğü çalışmalardan yola çıkarak resmi olarak 22 Haziran 2016’da kuruldu.

Kuruluşuna vesile olan temel dinamiklerden biri Beyond Istanbul (İstanbul’un Ötesi) isimli araştırma kolektifi, diğeri ise 1999 Depremi sonrası gelişen taban hareketleri oldu.

Çevrenin korunması, kentsel haklar, farklı toplulukların maruz kaldıkları ayrımcılıklar gibi mekânsal adalet kapsamına giren hukuk davalarının açılması, takip edilmesi ve bilgisinin üretilmesi, derneğin temel çalışma alanlarından.

(TY)

Türkiye, Rusya’nın gaz mümessili mi oluyor?

0

Türkiye ile Bulgaristan arasında yıllık 1.5 milyar m3 doğal gaz için 13 yıl süreli anlaşma imzalandı. Putin tarafından Rusya’nın gazı için mümessilliğe atadığı AKP iktidarı Trakya’yı gözden çıkardı

Yusuf Gürsucu / İstanbul

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, Bulgaristan ile imzalanan doğal gaz anlaşmasının Türkiye’nin gaz merkezi olması için önemli adımlardan birisi olduğunu söyledi. Bakan Dönmez yaptığı açıklamada, “Bu anlaşmanın süresi 13 yıl olacak. Yıllık yaklaşık 1.5 milyar metreküpe kadar bir gaz transferi söz konusu olacak. Başta Bulgaristan olmak üzere Avrupa’nın da doğal gaz arz güvenliğine büyük katkı sağlayacak” dedi. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Türkiye’de bir doğal gaz merkezi kurulabileceği yönlü açıklamasının ardından ilk adım atılmış oldu. Türkiye ile Bulgaristan arasında yapılan anlaşma BOTAŞ ile Bulgaristan doğal gaz şirketi Bulgargaz arasında imzalandı.

2. Nükleer Santral Trakya’ya mı?

Mersin’in ardından sürekli gündemde tutulan Sinop Nükleer Santrali’nin yani 2. Nükleer Santrali’nin yerinin Trakya olma ihtimali yüksek. Erdoğan geçtiğimiz Aralık ayında yaptığı bir açıklamada, “Değerli dostum Sayın Putin’le önemli görüşmelerimiz oldu. Adımlarımızı attık, atıyoruz ve böylece özellikle Trakya, doğal gazda, enerjide bir hub haline gelecektir. Bununla ilgili çalışmalarımızı bölgemizdeki enerji ortaklarımızla birlikte yürütüyoruz. Halen toplamda 20 milyar dolarlık bir yatırımın sürdüğü nükleer güç enerjisini de bu tabloya eklediğimizde, artık enerji alanında bambaşka bir seviyeye yükseleceğiz” sözleri Trakya’nın çok önemli tarımsal potansiyelinin yok edileceğini gösteriyor.

BOTAŞ’a sermaye aktarımı

Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati Haziran 2022’de yaptığı açıklamada, hazırlanan ek bütçenin 134.5 milyar lirası BOTAŞ ve EÜAŞ’a yapılacak aktarmalar için kullanılacağını belirtmişti. Hazine ve Maliye Bakanlığı’ndan BOTAŞ’a 2022’nin ilk 9 ayında yapılan transferler 114.9 milyar TL’ye ulaşmıştı. Haziranda bir aktarma gerçekleşmezken, temmuz 4.5 milyar, ağustos 26 milyar, eylülde ise 18 milyar lira aktarıldı. 2021 yılı Eylül ayından 2022 Eylül ayına kadar 1 yılda 160 milyar lira aktarılırken, bu yekün içinde olmayan Aralık 2021’de ise 40 milyar lira aktarım eklendiğinde BOTAŞ’a aktarılan tutar 200 milyar lira oldu. 2022 yılının Ekim, Kasım ve Aralık ayları verilerine ise henüz ulaşamadık.

BOTAŞ kamu kurumu mu?

Tamamen denetim dışı bırakılan ve tek karar vericinin Erdoğan olduğu Türkiye Varlık Fonu’na (TVF) aktarılan BOTAŞ için 2021 yılı Temmuz ayında Erdoğan’ın başkanlığında bir toplantı yapılmış ve toplantıda 3.5 saat BOTAŞ’ın konuşulduğu duyurulmuştu. BOTAŞ’ın özelleştirme planları ise uzun süredir gündemde yer tutarken, TVF elinde olması ise bir kamu kuruluşu olamayacağına işaret ediyor. Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) Dışişleri Bakanı Abdullah bin Zayid Al Nahyan ile kucaklaşma sonrası yapılan görüşmelerde Nahyan, Türkiye’ye yağmaya geldiklerini ‘Bizim için fırsat’ sözüyle açıkça belirtmesi dikkat çekmişti. Katar’la girilen girift ilişkiler uzun yıllardır sürerken BAE ile kucaklaşma sonrası Suudi Arabistan’la da el sıkışmanın ardından Türkiye’ye 10-15 milyar dolar civarında bir nakit akışı yaşandı. Fırsat peşinde koşanların en önemli fırsatlarından birisinin BOTAŞ olma olasılığı ise çok yüksek.

AKP Trakya’yı gözden çıkardı

AKP’li Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, Rusya Devlet Başkanı V. Putin’le geçtiğimiz ekim ayında yaptığı görüşme sonrası Trakya’nın AB’nin doğal gaz dağıtım merkezi olması yönünde görüştüklerini belirtmişti. TürkAkım boru hattının kapasitesinin arttırılması ve Trakya coğrafyasının doğal gaz ve enerji işletmeleriyle işgal edilme planları uzun süredir yapılmakta. Kaya gazı sondajları ve üretimlerinin devam ettiği Trakya’da konvensiyonel doğal gaz sondajları da sürüyor. Birinci sınıf tarım toprağına sahip Trakya’da yer altı suları ve halen temiz akabilen akarsular kaya gazı ve sanayi tesislerine bağlanırken, nehirler de debiler her geçen yıl düşmekte, sanayi tesislerinin atıklarıyla beslenen Ergene Nehri’nde ise su yerine zehirli akışkana dönüşürken benzer bir durum Meriç Nehri’nde de yaşanmakta.

Trakya istila altında

Trakya topraklarının yüzde 74’ünü tarımsal araziler oluşturuyor. Ayçiçeğinin yüzde 63’ü, pirincin yüzde 44’ü, buğdayın yüzde 9’u Trakya’da üretiliyordu. Trakya topraklarındaki verimliliğin Konya, Niğde ya da Eskişehir’deki tarım arazilerinden 3-4 kat daha fazla olduğu ise biliniyor. Böylesi toplumsal bağlamda stratejik olan bölge bazı çıkarlar uğruna yok edilişe sürükleniyor. Türkiye coğrafyasında, Diyarbakır ve Trakya bölgesinde dünya tekeli olan enerji şirketlerine ve yerli uzantılarına sondaj ve işletme lisansları veriliyor. Diyarbakır’da Schell firması ve TransAtlantic Petroleum sondaj çalışmaları ve gaz üretimine başlarken TransAtlantic Petroleum ve alt şirketi olan Kanadalı Valeura Energy’nin bağlı ortaklığı olan Thrace Basin Natural Gas (Türkiye) Co. Trakya’da uzun süredir bu işlemi gerçekleştirirken, Trakya adeta şirketlerin istilası altına sokuldu.

Sular çalınıyor

Kaya gazı çıkarılmasında sadece bir kuyuya bir seferde yaklaşık 18.000 m3 su basıldığını ve bunun 15-20 kez yinelendiğini, toplamda bir kuyuda ortalama 300.000 m3 su kullanıldığını ve bu suların hiçbir biçimde geri kazanılmadığını biliyoruz. Sondaj kuyularının sayısı binlere ulaştığında yer altı sularının tükenip kirleneceğini, yer altında suyu depolayan akiferlerin yok edileceğini, çevrede bulunan derelerin tamamının bu yolla kurutulacağını, tarımın yapılamaz hale geleceğini ve göç etmek zorunda kalacağımızı ise bilmek durumundayız. İktidarın DSİ eliyle Trakya’da yer altı barajı inşa etme projesi de bölgeyi doğal gaz merkezi yapmak isteyenlerin kaya gazı üretimlerine bu suları bağlamak isteyeceğini de belirtmek gerekiyor.

Mersin’de göçerlerin taş ocağı sitemi: İnsanlığın sonu hazırlanıyor

0

Aydıncık’ta yangından kurtulan ama kalker ocağından kurtulamayan 98 hektarlık bölgede ağaçlar kesildi. Bölge aynı zamanda göçerlerin de yaşam alanı. Göçerler, taş ocağını kültürlerine bir saldırı olarak algılıyor, dava açmaya hazırlanıyorlar.

Osman ÇAKLI

Artı Gerçek- Mersin’in Aydıncık ilçesinde 2016 yılında ruhsatı iptal edilip kapanan kalker ocağı, geçtiğimiz ay başka bir şirket adıyla yeniden faaliyete başladı. 98 hektarlık alanda faaliyet göstermeye başlayan ocak, AKP’li Belediye Başkanı Ferat Aktan’ın oğlunun Akfa isimli firmasına ait. 2021 yılında Ege ve Akdeniz’de yaygın olarak yaşanan orman yangınlarında yanmayan alanda faaliyete geçen kalker ocağı ilçede rahatsızlık uyandırdı. Şirkete karşı şu ana kadar açılan iki dava bulunuyor. Üçüncü davayı ise bölgedeki yörük kültürünü sürdürmeye çalışan Sarıkeçililer açmaya hazırlanıyor. Yörükler, madencilik projelerini kendi kültürlerine bir saldırı olarak görüyor.

‘ÇATIŞMA DEĞİL SALDIRI’

Aydıncık’ta yangından kurtulmuş ormanlık alanda, geçtiğimiz hafta kalker ocağının ruhsat sahasında dinamitli patlatmalar yapılmaya başlandı. Yerleşim yerine yaklaşık olarak 400 metre mesafede yapılan patlamalardan ilçede yaşayanlar rahatsız. Bunun yanında ocağın ruhsat sahasıyla, göçerlerin çatışması da ortaya çıkmış. Sarıkeçililerin yılın 6 ayını geçirdikleri yer ile kalker ocağının faaliyete geçtiği yer aynı. Konuyla ilgili görüştüğümüz Sarıkeçililer Yaşatma ve Dayanışma Derneği Başkanı Pervin Çoban Savran, “çatışma” kelimesine sitem ederek yaşadıkları olayın bir saldırı olduğunu söyledi. Savran, göçer kültürünün yaşatılması için mücadelede öne çıkmış isimlerden yalnızca biri. Savran’a göre ocağın faaliyete başlaması yok oluş anlamına geliyor.

adsiz-tasarim-36.jpg

‘DİNAMİTLERİ BİZİM KALBİMİZE KOYUYORLAR’

Doğaya yapılan her müdahale; yol genişletme, madencilik ve enerji projeleri Savran’a göre insanlığın sonunu hazırlıyor. Savran, göçer kültürünün yok olma riskinden duyduğu endişeyi biraz sitem ederek şöyle anlatıyor:

“İnsanların kültüre önem verdiği, sahiplendiği yok. Zannediyorum bu gidişle ete ve süte de ihtiyaçları olmayacak! Artık bu derece korkar oldum. Yangınlar çıktığında yaz yurdundaydık. Haberi alır almaz, ‘ne yapabiliriz’ diyerek hemen buraya geldik. Yıllardır çok acı şeyler yaşadık. Yanmış alanları zaten kullanmıyoruz. Çok geniş alanlar vardı, giderek daraldı. Bize gösterdikleri yerlerde hayvanlar sadece yürüyebiliyor, yiyecek hiçbir şey yok. O dinamitleri bizim kalbimize koyuyorlar. Konar-göçer Sarıkeçililerin kültürünü yok etmek istiyorlar. Kültürümüzü yaşatmakta zorlanıyoruz. Bir tarafta barajlar, bir tarafta orman kesiliyor bir tarafta madenler açılıyor.”

‘YANGIN BAHANELERİ, TAŞ OCAKLARI ŞAHANELERİ OLDU’

Bütün süreci “Yangın bahaneleri taş ocakları şahaneleri oldu” sözleriyle özetleyen Savran, kendilerine sürekli derelere hayvanlarla inmemeleri gerektiği yönünde telkinlerde bulunulduğunu anlatıyor: “İnanılmaz zorluklar yaşıyoruz bu dille falan anlatılmaz.”

Topluluklarının kendi kendine yetebilen bir niteliğe sahip olduğunu es geçmiyor Savran ve bunun istenmediğini, kendilerinin de sisteme dahil edilmeye çalışıldığını belirtiyor. Göçerlerin ağacı kutsal saydığını ve doğanın kendi kurallarına göre oyuncu olduklarını “söylemeden edemem” diyen Savran, yaşadıkları ‘saldırının’ sistematik olduğunu düşünüyor:

“Sistematik şekilde yok ediliyoruz. Yangınlar kullanabileceğimiz alanları daraltınca, başka yerlerdeki göçerlerle küçük alanlara sıkışıyoruz. Ben şunu iddia ediyorum, bizim olduğumuz yerde orman yangını olmaz. Çünkü bir tane ateş yakmayız, ağaç kesmeyiz.”

adsiz-tasarim-37.jpg

‘30 AİLE VE 800 KEÇİ İLE HAREKET HALİNDEYİZ’

Sarıkeçililerden Muhammet Yagal, yılın altı ayını Aydıncık’ta diğer altı ayını Konya Seydişehir’de geçirdiklerini anlatırken taş ocağından duyulan rahatsızlığı şöyle ifade ediyor: “Yaklaşık 25 yıldır aynı yerdeyiz göçerlik yapıyoruz. Yörüklerin yüzde 40’ı hayvancılığı bırakmak zorunda kaldı. Hayvanların otladığı yerde şimdi dinamitler patlıyor. Yaşam alanlarımız daralıyor. Biz aynı anda 800 hayvan ve 30 aile ile hareket halinde oluyoruz. Yanan alanları kullanamadığımız için küçük bir alana sıkıştık. Herkes aynı yeri kullanıyor. Bir de üstüne taş ocağı açıldı.”

Yagal’a göre çiftçilik yavaş yavaş son buluyor, insanlar hayvanlarını mecbur satmak zorunda bırakılıyor. Ancak kendisi her şeye rağmen kültürünü de yaşatmak için vazgeçmeyeceğini belirtiyor.