Pazartesi, Aralık 2, 2024
Google search engine

ÜNİVERSİTEDE DİRENİŞ VE DAYANIŞMA Yıkım, Sömürü ve Sivil Ölüm Rejimine Karşı Durmak

Önsöz
Süreyya Karacabey

Aradan çok zaman geçti ama art arda yayımlanan kanun hükmünde kararnamelerle bir gecede işten çıkarılan insanların durumunun tuhaflığı ortadan kalkmadı. Kimsenin aklına barış çağrısı yaptığı bir bildirinin gerekçe gösterilerek hakkında terör suçlamasıyla mahkemeler açılacağı, işten atılıp pasaportuna el konulacağı gelmemişti. Gelemezdi de çünkü barış çağrısı yapan akademisyenler farklı disiplinlerindeki çalışmalarında neden sonuç bağlantısını kullanıyor, temel hak ve özgürlükler konusunda ve akademinin eleştirel varoluşu hakkında bilmeleri gerekeni biliyordu. Ben de biliyordum. Bu yüzden bildiriye kadrosunun çoğunluğuyla -yedi kişi- destek veren tiyatro bölümünden ilk işten çıkarılan olduğumda, ülkenin akademik düzeyde tiyatro eğitimi veren en eski kurumlarından birini, sadece hoşlanmadıkları bir bildiriye imza attılar diye işten çıkararak fiili olarak işlevsiz hale getirebileceklerine, öğrencileri mağdur edeceklerine -mantık dışı olduğu için- ihtimal vermemiştim. Bir rektörün, ne kadar farklı düşünürse düşünsün, kendi üniversitesinde eğitimi imkânsız kılacak bir karara imza atabileceğini de.

Ama bu gerçekleşti. Bir ay sonra diğer meslektaşlarımın da üniversiteyle ilişiği kesildi ve hep birlikte irreel bir evrene geçiş yapıverdik.

Akademiye yönelik kapsamlı, örgütlü saldırının dışında bir sanat bölümü çalışanı olarak yıllardır sanat alanındaki sansürlerin, yasaklamaların ve herhangi bir sanat politikası olmayan yönetimin yarattığı  sorunların da bir biçimde içindeydik. Hegemonya kuramadıkları her alana olduğu gibi sanatsal üretime de düşman olduklarını, ödenekli tiyatrolara yapılan repertuvar baskısını, “yerellik” ve “millilik” gibi muğlak kelimeler dışında hiçbir anlamlı cümlesi olmayan yöneticilerin, ülkenin yetenekli sanatçılarını salonsuz, ödeneksiz bırakarak ve eğer muhaliflerse soruşturarak yıldırmaya çalıştıklarını çok iyi biliyorduk.

Tasfiye her yere yönelikti, bütün birikimleri yok edene kadar, biat etmeyene var olma hakkı tanımayana kadar da sürdüreceklerdi, ama hiçbir zaman, büyük bir dönüşüm gerçekleştirmelerini mümkün kılacak bir sanatçı kadrosunu var edemediler, çünkü yaratıcılık ihaleyle alınabilecek bir şey değildi, “sanat uzun, siyaset ise kısaydı.”1

Çevremizdeki hukukçuların, siyaset bilimcilerin “mümkün değil” dediği her şeyin oluşunu birlikte deneyimledik ve ülkedeki hayatların olağan akışını aniden kesintiye uğratan bir çeşit el koyma rejiminin daha ne kadar sürebileceğini konuşa konuşa bu zamanlara geldik. Bir bölümümüz atıldık, hepimiz ağır cezada Kafkaesk bir biçimde yargılandık, beraat ettik, işe dönemedik ve olağandışının olağanlaşmasının aşamalarını gözlemledik.

Akademi dışına sürülen hocaların ilk tepkisi ders vermeyi sürdürecekleri alternatif yapıları üretmek oldu. Dayanışma Akademileri bu dönemde hayata geçirildi, farklı disiplinlerden hocaların ders vermeyi sürdürdükleri bu çoğul mekânlı, yök’süz akademiler, dayanışmanın ve direnişin simgesi oldular.

Olağanüstü Hâl ilân edilip, insanların sokaklarda toplanması yasaklandığında bir meydan okuma olarak sokakta ders vermeyi düşündük. Sokak Akademisi 2016 yılının son ayında akademik tasfiyelere ve sokak eylemlerine getirilen yasaklara karşı bir tepki olarak kurulmuştu.

Dayanışma Akademilerinin kapalı mekân derslerine karşı, sokakta daha kısa, dinleyicinin ayağına giden ve yoldan geçeni derse dâhil edecek bir form olarak düşünülmüştü. Her şeyden önemlisi de insanları sokaktan korkutan, hocaları okullardan uzaklaştıran politikalara karşı “sokakta direnmek” meselesini odağına almak için. Sokak Akademisi bir yıl boyunca semt semt dolaştı; parklarda, hatta hapishane önünde ders verdi ve bizim için çok önemli bir tecrübe oldu. Klasik akademinin sınırlarını tartışanlar açısından bir provaydı, sokak yasağına karşı bir protesto ve risk almaydı. Umduğumuzdan fazla ses çıkardı ve konfor alanından çıkmayan bir akademik hayat eleştirisi için gelecekte neler yapılabileceğinin düşünü kurduğumuz bir form oldu.

Bütün kırılma anlarında, aniden sizi dışında bırakan bir akışa her zaman baktığınızdan daha farklı bakarsınız, eleştiriye de direnişe de benzer zamanları içeren tarihe de; bakış bu defa çalışmanızın belli bir mesafeyle ilişki kurduğu nesneyi içeriden kat ederek aşar, öznelliğinizin kırılganlığı ile derinleşir ve dışsal olana içsel olanı da dâhil eder. Bizimki, kolektif bir tecrübenin kişisel yaşantıyla bütünleştiği bir haldi; uzak yakındı, zarf mazruftu, kendiliğimizi salt zihinsel olarak kavramadığımız bir deneyimdi, politik bir içerik kazanmış duyguydu.

Ortak iyi’nin mümkün olabilmesi için geliştirilmiş pek çok düşünce, pratikte hiçbir zaman ufukladığı anlamla çakışmamıştı, bir uzak hedef olarak görüldü ve mücadele tarihi denilen kesişimsellikler bölgesinde uğraşılan hep bu oldu. Dönülecek bir başlangıç noktası olmadığını bilenlerin, başlangıcı ancak gelecekte kuracaklarının bilgisiyle uğraştıkları bir bölge. Akademi fikri de bunlardan biriydi, bir imkândı ama henüz mevcut değildi. Evet, parlak çıkışları da, tikel mücadelecileriyle ideale yakın olanı tarif edebildiği zamanları da oldu. Ama sistem var olan imgeleri gasp ettikçe, kendini, -az sayıda da olsa- savunucularıyla en azından eleştirel bakışın olanla olmayan arasındaki farkı görünür kılma ödevine adadı. Yalın bir biçimde bir nesneye adıyla seslenmenin bile tehlikeli olduğu zamanlardan geçti, “biz buna böyle demiyoruz” sesleri yükseliyordu her taraftan ve bazen bir şeyin adını bile muhafaza etmenin, gerçekliğin kaydını tutmak için önemi vardı. Adalet dediğiniz “haksızlık, eşit yurttaşlık dediğiniz “bir zulüm” diye diretmenin, akademik özgürlük dediğiniz şey “bir diz çökme biçimi” diye bağırmanın önemi vardı.

Bütün felaketleri sıraya koyup, onu kendi zamansal ihtiyaçlarının anlamına hapseden büyük tarih, her şeyi “bak, geçti bile” diye hissetmemizi sağlarken, raflara dizdiği kutuların içine koyduklarına şaşkınlıkla bakılmasın diye çarkını hep çevirirken, en ağır acıları kırıntılara çevirip kaçıp giderken, Kronos’un zamansallığını parçalayacak tek şey Kairos’a bağlanan direniş anları olacak. Bütün karşı çıkışları birleştiren, ne kadar uzak bir zamanda olursa olsun bütün direnişleri şimdi ve burada kılan şey, müdahale ve itirazların farklı zamansallığı. Çok uzaktan gelen bir ses, “hakikat bu değil!” diye bağırdığında, bütün zamanlar için bağırmış olacak ve hep yeniden bir değişim arzusunu hatırda tutmamızı sağlayacak bilgiyi bize aktaracak.

Elinizdeki bu kitaptaki bütün yazılar, kişisel yaşantı ile kolektif deneyim arasındaki bağlantı kopmasın diye tutulmuş notlar; bütün anlatılar, mücadele biçimleri, itiraz kayıtları daha büyük bir toplumsalı kurmayı ararken, yolu kaybetmeyelim diye arkamızda bıraktığımız minik taşlar: Bellek taşları. Demokratik ve özgürlükçü bir üniversite fikrinin, bütün alanlarda nasıl ortadan kaldırılmaya çalışıldığını açık bir biçimde önümüze seren bu yazılar, akademiyi kurtarmak ya da mevcut akademiden kurtulmak diye adlandırabileceğimiz durumlara ve girişimlere odaklanıyor ve pek çoğu AKP Türkiyesi’nin cepheden bir manzarasını çizerken aslında bütün bir mücadele tarihinde karşımıza çıkan sorunlarla da bütünleşiyor: Üniversiteyi bir alan olarak savunmak zorunda kalanların kampüsteki baskılara karşı kurdukları direniş hatları, sendikal örgütlenme hakları için mücadele verenlerin deneyimleri, güvencesizliğe karşı örgütlenme çabaları, asistanların ve öğrencilerin dayanışma ağlarını genişletmek için verilen mücadeleler.

Bilimsel etik karşısına çıkarılan siyasi yasaklarla uğraşanların, hakikate sadakatin bir hainlik olarak algılandığı bir ortamda bilimsel doğruya her şeye rağmen sahip çıkma çabaları, kadın olarak ayrıca savaş vermek, mobbinglerle başa çıkmaya çalışmak, üniversitelerde ders yapması imkânsız hale getirilenlerin alternatif akademiyi hayata geçirmede ve sürdürmede gösterdikleri ümit verici ısrar…

Ülke tarihinin en baskıcı dönemlerinden birinde üniversitede, üniversite dışında, üniversite fikri adına mücadele edenlerin tuttuğu bu kayıtlar, daha uzak bir gelecekte muhtemelen benzer bir mücadeleden geçecekler için ortak bir tarihin parçası olacak, tıpkı şimdiki zamanda mücadele edenlerin ortaklık kurarak güçlendikleri geçmişin mücadeleleri gibi. “Her şeyin her şeyle bağlantısı vardır,” diyor büyük öğreti: Bir kapıdan çıkışın, girişle, bir fısıltının çığlıkla, senin kişisel zamanının büyük zamanla bir bağlantısı var.

İçinde yaşadığımız yanılsamalar dünyası hiç eğlenceli değil; fikirler, kavramlar ve gerçekliklere aslına yakın anlamlarını verebilmek için koşturup duranların önüne sürekli anlam ve gerçeklik gaspçıları çıkıp, “aynı şeyden söz ediyoruz,” diyorlar. Onların duvarları kanlı sergi salonunda işte demokrasi, işte yurttaşlık, işte insan hakları, işte akademi, işte ifade özgürlüğü… diye uzanan yazılı tablolar var. Duvarın arka tarafında ise Ortaçağ Avrupa’sının han duvarlarında asılı olduğu söylenen ve “Beş Hepsi” denilen çizimler dizisine2 benzeyen başka bir küme: Hepsine Hükmediyorum, Hepsini Yargılıyorum, Hepsi İçin Savaşıyorum, Hepsi İçin Dua Ediyorum, Hepsi İçin Çalışıyorum...

Burada mantıksal çelişkiler var diyenlerle, insanlık bu noktayı çoktan geçti diyenlerin, cezalandırma pratiklerinin seçkin tarihinden alıntılarla çivilendikleri duvar ise, salonun girişine ait. Salonun önündeyiz.

Salonun önündeyiz ve çoğalacağımız günleri bekliyoruz. Bir şey yapamasak bile, nesnelerin ve olguların gerçekte neye benzediğini hatırlatmak istiyoruz. Çünkü unutuşa bırakılmayacak kadar önemli her şey. Salonun önündeyiz, içeriden dışarıya sızan kanlara bakıyoruz, yalanla boyanmış odalarda gerçeğin sırı dökülecek, biliyoruz.

Bir gün bütün kapılar ve camlar sökülecek, her şey saydam biçimde görünür olacak, biliyoruz. Hiçbir şey unutulmasın diye bekliyoruz, her şeyin şahidiyiz. Salonun önündeyiz.

Kamusal insan, kendi özel hayatı dışında olan bitenle ilgilenendir, başkalarına yapılmış olan kötülükleri kendine yapılandan ayırmaz. Haksızlıkla biten bütün hikâyelerin öznesi bu türden yapılanmış, tarihsel bir insandır; sadece yaşanan haksızlıklara tepki vermez, yaşananları açık etmeye çalışır, başka bir gelecek için sorumluluk yüklenendir.

Dostlukları, insanca örgütlenmeleri, zulümler karşısında söz almayı ruhsuz bir kayıtsızlığa çevirmek için uğraşan bütün yapılara karşı birileri hep oldu, hep olacaklar, yeterince kalabalıklar, yakında sesleri daha güçlü çıkacak çünkü haklılar. Salonun önündeler.

1 Goethe’nin “sanat uzun, hayat kısa” sözüne nazire.

2 Bu dizideki çizimler, temsil ettikleri kişi ya da mesleğe uygun giysiler giymiş beş figürü içerirdi. Dizi çoğunlukla herkese hükmettiğini söyleyen bir kral figürü ile başlar, herkes için dua ettiğini söyleyen bir din adamı, herkes için savaştığını söyleyen bir asker ve “her şeyi ben ödüyorum,” diyen bir çiftçi ile sürerdi. Beşinci ve sonuncu figür ise çoğu zaman herkesi temsil ettiğini söyleyen bir avukat olurdu.

pdf olarak yüklemek için: http://www.ekolojipolitik.com/wp-content/uploads/2023/01/UniversitedeDirenisDayanisma-ISBN-978-605-260-388-8.pdf

Related Articles

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son Eklenenler