Pazar, Temmuz 6, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog

TORBANIN DİBİ

Mehmet HORUŞ

Ülkenin dört bir yanında yangınlar devam ederken TBMM’de doğa koruma mevzuatını ortadan kaldıracak torba yasa görüşülüyor. Yangınların görüntüleri, yitip giden canların çığlıkları, yöre halkının çaresizliği, itfaiye ve orman işçilerinin insanüstü gayretleri torba yasanın ne anlama geldiğini bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Belki bu yüzden hukuki bir tartışma da yürütülmüyor. AKP, doğaya karşı politikalarında yeni bir faza geçerken görüntüde de olsa tarafsızlık iddiasına gerek duymadan dümdüz ilerliyor. 24 saatten fazla kesintisiz komisyon görüşmesiyle tek bir cümlesine dokunulmadan meclis genel kuruluna getirilen kanun teklifinin yaratacağı pratik sonuçlara dair çok şey söylendi ve yazıldı. Yine de önümüzdeki dönemin ipuçlarını daha somut yakalayabilmek için torbanın dibini karıştırmakta fayda var.

Çevre Kanunu, İmar Kanunu, Maden Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Mera Kanunu ve Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun’da doğrudan belirtilerek değişiklik öngörülüyor ama Orman Kanunu, Kamulaştırma Kanunu ve Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun başta olmak üzere ondan fazla kanunda da dolaylı değişiklik yapılıyor. Maden Kanunu’nda daha önceki ünlü 7. madde değişikliği şimdi farklı kanunlara da dağıtılarak yeniden getiriliyor. 2004 yılında da ilgili bütün kanunlar Maden Kanunu’na tabi olarak şekilde bir üst norm ihdasına yönelik değişiklik yapılmış ve bu konuda Bakanlar Kurulu’na yönetmelik çıkarma yetkisi verilmişti. Anayasa Mahkemesi 2009 yılında bu değişikliği iptal etti. Madencilerin aynı içerikte kanun ısrarının arkasında Anayasa Mahkemesi’nin bu kez iptal etmeyeceği yönünde bir beklenti olabilir. Ya da iptal edilene kadar alabildikleri kadar yol almaya, çevresel standartlardan ve hukuki bağışıklıklardan yararlanmaya devam etmeyi planlıyorlar. Çevre Kanunu’nda yapılan değişikliğe bakılırsa birinci olasılık daha güçlü görünüyor. 2006 yılında Çevre Kanunu’nun 10.maddesinde şirketlere ÇED muafiyeti getiren değişiklik çok net biçimde Anayasa Mahkemesi’nden 2009 yılında dönmüştü. Fakat bu yıl Mart Ayı’nda benzer içerikteki bir düzenleme hakkında verdiği kararda, Anayasa Mahkemesi bu içtihadından dönme sinyali verdi. (bkz. https://bianet.org/yazi/anayasa-mahkemesi-nden-ekstraktivizm-karari-305857) Bu yüzden şirketler, Anayasa Mahkemesi’nden bu kez geçeceği beklentisi içinde olabilirler.

Torbada yasama tekniği de alt üst ediliyor. Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunu’na ek madde konularak İmar Kanunu değiştiriliyor. Maden Kanunu değişikliğiyle Çevre Kanunu değiştiriliyor. Elimizde yeterli veri olmadığı için bu yöntemin yaratacağı görev ve yetki karmaşasıyla amaçlanan adrese teslim düzenlemelerin bir dökümünü yapamıyoruz. Ama ilgili konularda temel kanun niteliklerinin aşındırıldığı ve özellikle Bakanlıklar açısından görev ve yetki krizinin yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na imar planı onaylama yetkisi veriliyor. Yapı ruhsatları ve çalışma ruhsatları belediyeler yerine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından veriliyor. “Zeytin ağaçlarının taşınması ile zeytin sahası tesis edilmesine ilişkin usul ve esaslar” konusu neden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na veriliyor. Ayrıca “esaslar” ile ne kastediliyor? Neden Yönetmelik denmiyor? Ya da “Orman Genel Müdürlüğü tarafından verilen izin, çevresel etki değerlendirmesi yönünden uygun görüş olarak kabul edilir.” şeklindeki düzenleme ile Tarım ve Orman Bakanlığı’na Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na ait olan ÇED yapma yetkisi veriliyor. 1985 yılında çıkan Maden Kanunu’nda 19 ek maddesi varken geçici madde sayısı 2025 yılına gelindiğinde Geçici 46.maddeye ulaşıyor. Bir kanunda maddelerinden daha fazla geçici ve ek maddesi olması, özellikle madencilik alanında nasıl bir kanun tekniği izlendiğini anlatıyor.

Enerji ve maden şirketlerinin siparişi ile acele kamulaştırmaya yönelik düzenlemeler ise özellikle yargısal denetimi işlevsizleştirmeyi amaçlıyor. Danıştay artık iyice erozyona uğramış olsa da yıllardır acele kamulaştırmanın savaş ve seferberlik gibi olağanüstü durumlarda istisnai bir uygulama olduğunun altını çiziyor. Anayasa Mahkemesi’nin çelişkili kararlarına rağmen yargısal denetim boyutuyla halen acele kamulaştırma uygulamasının Anayasa’ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin mülkiyet hakkını düzenleyen 1 nolu ek protokolüne aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Kamulaştırma Kanunu’nun acele kamulaştırmayla ilgili 27.maddesinde bahsedilen Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’ndaki orduya lazım olacak yiyecek ve içecek maddeleri, hayvanlara lazım olan ot ve saman, binek, yük ve koşum hayvanları için semer, yular, hamut, eyer gibi malzemeler, değirmenler, fırınlar, nakil vasıtalarını ilgilendiren bir kanunla RES ve GES yapmak, buna da yeni teknoloji makyajıyla “yenilenebilir enerji” demek ancak sermayenin aklıyla mümkün olabilir. 1939 yılında 2.Dünya Savaşı öncesinde çıkartılan bu Kanun’da dahi; ”Tarlalardan sahiplerinin ve işletenlerin ekip biçeceği kadar kısmı işgal edilmez” diyor. Böylece geç kapitalizm çağında, deregülasyon ile sermaye için her türlü kuralsızlık sağlanırken ezilenler için en basit hukuki güvenlik imkanı ortadan kaldırılmış oluyor.

Torbanın ikirciksiz şekilde niyetinin en açık ifadesi şu şekilde; “…ilgili kurum tarafından IV. Grup ile stratejik veya kritik madenlere izin verilmeyen hâllerde; sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi hususlar dikkate alınarak Bakanlıkça yapılacak başvuru üzerine izin hakkında nihai karar, üstün kamu yararı çerçevesinde Kurul tarafından verilir. Kurul, madencilik faaliyeti lehine karar verirse ilgili kurum bir ay içinde izin kararını Genel Müdürlüğe gönderir ve ruhsat düzenlenir.” Düzenleme iki ayak üzerinde tanımlanıyor: “Üstün kamu yararı” ile yargısal denetim imkanını ortadan kaldırmak ve “sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi” salt ekonomik kriterleri baz almak. Bu kanun metni sermaye için olağanüstü bir hukuksal rejim öngörüyor. Şirketler için diğer idarelerin ve mahkemelerin tartışamayacağı bir hukuki statü yaratılıyor.

Neredeyse her ilçede, mahallede ve köyde bir ekolojik sorun var. Bu ihtilaflar önemli oranda bir hukuksal mücadele olarak yürüyor. Bu nedenle avukatlarla sınırlı kalmaksızın ekoloji mücadelesi içinde yer alanlar, son yıllarda en belirgin hukuk normlarının bile ilgili idareler ve şirketler tarafından nasıl kötüye kullanılabildiğini çok iyi biliyorlar. Bu kadar kasıtlı düzenleme barındıran bir kanun teklifine ekoloji hareketlerinin yaygın bir kaygıyla reaksiyon göstermesi, bu yüzden çok anlaşılabilir bir durum.

Orman yangınları ile eşzamanlı bu yasama pratiği ve sermayenin felaketler karşısındaki soğukkanlılığı, doğal varlıklar aleyhine çok daha fazla yeni hukuksal hamlelerin önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacağını gösteriyor.  

Kapitalist İlerlemenin Çöküşü ve Ekolojik İlerlemeciliğin Yükselişi”

 Zeki KARATAŞ – Yusuf  ÜÇAY

Kapitalizm kendi nesnel büyümesini tamamlamasını hiçbir zaman sonlandırmadan sürekli kazanmak ister. Biz buna Kapitalist ilerlemecilik diyoruz.  Kapitalist ilerlemecilik, doğayı ve dolayısıyla da emeği sömürerek kendi maddi sınırlarına ulaşır. Ekolojik ilerlemecilik ise, insanın ve doğanın öznel bir parçası olduğu fikriyle, emek ve doğanın sömürüsüne karşı aynı yapısal tahakküm içinde gören tarihsel maddeci bir kopuş önerir.

  1. Kapitalist İlerlemeciliğin Sönümlenmesi:

Sanayi devriminden bu yana süregelen ilerleme miti, üretici güçlerin sınırsız büyümesiyle “uygarlığın” da gelişeceği varsayımına yaslanır. Ancak bu model, doğayı metalaştırarak, emeği ise sürekli artan üretkenlik baskısıyla yeniden ve yeniden değersizleştirerek, Kapitalizmin kendi krizlerini doğuran yapısal bir tükenişe yol açmıştır. Bugünlerde yaşadığımız iklim krizi ve toplumsal eşitsizlikler, aslında uzun süredir varolan ve yalnızca teknik değil, tarihsel bir paradigmanın çöküşünün göstergesidir. Emeğin varoluşu ve direnişi süreç içerisnde Kapitalizmin çöküşünün ve emeğin sosyalist ilerlemesinin sağlanmasını hazırlayacaktır.

  • Emek ve Doğa Arasındaki Ortak Sömürü:

Marx’ın “emek” tanımı yalnızca insanın üretici gücü değil, aynı zamanda doğanın insan eliyle yeniden biçimlendirilme süreci şeklindedir. Kapitalizm, doğayı ve emeği sermayeye tabi kılar. Bu tahakküm ilişkisi doğanın tahribatı kadar, insanın da d0ğaya yabancılaşması anlamına gelir. Bu bağlamda doğanın sömürülmesi, insan sömürüsünün biçim değiştirilerek dışavurumudur.

  • Ekolojik İlerlemecilik:

Yeni Bir Tarihsel Yön: Ekolojik İlerleme fikri, üretim hacmiyle değil, toplumsal ve doğal metabolizmaların uyumu ile ölçülmek durumundadır. Bu ilerlemecilik, klasik “doğaya egemen olma” düşüncesini değil, insanın doğayla tarihsel bağını yeniden kurma çabasını temsil eder. Bruno Latour’un deyimiyle artık “doğa” insanın dışında, edilgen bir zemin değil; tarihsel bir aktördür. (Aktör- Ağ Teorisi)

  • İnsan-Doğa Birliğinin Ontolojik (Varlıkbilim) Temeli:

Modernizmin öznesi olan birey, doğadan koparılarak kurgulanmıştır. Oysa insan, biyolojik bir varlık olarak değil, maddi üretim süreci içinde de doğanın bir parçasıdır. Ekolojik ilerlemecilik, bu birliği yeniden hatırlatarak, hem ontolojik hem politik bir yeniden konumlanmayı önerir.

  • Yeni Çağ ve Alternatif Ufuklar:

Ekososyalist yaklaşımlar, müşterekleşmiş üretim biçimleri, kent-kır dengesini gözeten toplumsal planlamalar ve doğanın hak öznesi olarak tanınması gibi önerilerle bu yeni çağın kurucu unsurlarını sunar. Artık mesele “doğayı korumak” değil, doğayı birlikte inşa ettiğimiz bir yaşam alanı olarak yeniden kurmaktır.

Savaşa Karşı Ekoloji Mücadelesini Yükseltelim

Savaşın yıkıcı etkilerini, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal harekâtıyla bir kez daha yaşıyoruz. Sıcak çatışma ortamının görüntüleri, tarihsel ve güncel bütün savaşların yarattığı acıları insanlığın barış umudunun kolektif havuzuna topluyor.  2.Dünya Savaşı’nın artık uzakta kalmış bir anı olmadığını, Hitler’e karşı inşa edilen sığınaklarda şimdi yaşam mücadelesi veren çocukların çığlıkları yüzümüze vuruyor. Savaşın tarafları ise açık bir şekilde insanlığı ve gezegeni çok daha ağır yıkımlara yol açacak nükleer savaşla tehdit ediyor. Ortadoğu’daki cihatçı çeteler, şimdi de Avrupa’da katliamlar gerçekleşmek üzere rol alıyor. AB, ABD ve Çin başta olmak dünyanın geri kalanı da doğrudan veya dolaylı bir biçimde bu savaşın içinde.  Çatışma Ukrayna’nın topraklarında cereyan ediyor olsa da küresel ölçekte bir savaş durumu içindeyiz.

Savaş, geride binlerce ölü ve onbinlerce yaralı bırakarak devam ediyor. Milyonlarca insan yerlerinden edilip komşu ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Yıkılan kentler ve yok edilen yaşam alanlarının bilançosu giderek büyüyor. Savaşan iki ülke gibi görünse de NATO üyesi ülkelerden başlayarak dünyanın geri kalan ülkelerinde de savaşa ve silaha bütçeden ayrılan paylar arttırılıyor. Halklar, artan enerji ve gıda fiyatları nedeniyle en temel insani ihtiyaçlarından mahrum kalarak savaşın faturasını ödüyor.

Savaşın insanlar ve tüm canlılarla birlikte doğal varlıklar üzerindeki yıkıcı sonuçlarına karşı tepkiler yükselmeye devam ediyor. Ancak savaşın sadece sonuçları değil, nedenleri ve cereyan etme biçimlerinin de önemli ekolojik boyutları var. Her şeyden önce petrol ve doğalgaz arzı, fosil yakıtların lojistik hatları, pandeminin de etkisiyle artan yeni güzergâh ve teknoloji arayışlarına baktığımızda bile bu, aynı zamanda bir enerji savaşı. Nitekim ilk gündem itibaren şehirlere sevk edilen tanklar ve atılan füzelerle birlikte enerji sevkiyatı ve tedarik zinciri ile gıda ambargosu, bu savaşta kullanılan en etkili silahlar olmaya devam ediyor. Nükleer savaş olasılığı ve gezegen riski, ilk defa bu kadar açık ve yakın bir tehlike olarak kaşımıza çıktı. Bu tehlikeyi bertaraf edecek BM veya başka bir uluslar arası etkili organizasyona sahip değiliz. Dünya, otoriter liderlerin anlık hırslarına bırakılmış bir nükleer savaş tehlikesiyle baş başa kalmış durumda.

Türkiye, savaşın ekolojik izdüşümlerinin en somut görünür olduğu ülkelerden biri. Rusya’nın müdahalesinin ilk anında Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri ile Kanal İstanbul savaş denklemi içinde konuşulmaya başlandı. Ekoloji mücadelesinin temel gündemleri içinde yer alan bu iki konu savaşa karşı verilecek toplumsal mücadeleler içinde de ekoloji hareketine önemli görevler yüklüyor. Savaşın kalıcılaşma eğilimine girdiği bu günlerde barışın sembolü olan zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açılması için yönetmelik değişikliği yapıldı. Ardından korunan alanlarda enerji ve diğer talan projelerine imkân verecek mevzuat değişikliği yapıldı. Nükleer Düzenleme Kurumu ile ilgili yine Anayasa’ya aykırı şekilde kanun çıkartılarak; nükleer ile ilgili her türlü yetki saraya verildi. Bu son değişiklikler, bir kez daha ekoloji mücadelesinin savaşa karşı her düzeyde tutum alması gerektiğini gözler önüne sermektedir.

Her savaşta olduğu gibi Ukrayna’nın işgaliyle de insanlar yaşadıkları yerden ayrılmak, ülkeleri içinde ve dışında sığınma aramak zorunda kaldı. İltica haktır. Savaştan ve ölümden kaçan insanlara sınırlar koşulsuz açık tutulmalıdır. Yıllardır küresel adaletsizliklerin yol açtığı kitlesel yoksulluk, açlık ve savaşlar, Irak, Filistin, Yemen, Libya, Somali, Bosna ve yanı başımızdaki Rojava’da olduğu gibi kitleler halinde sığınmacı ve onların dramlarını yaratıyor. Sorumluları arasında yer aldığı savaşların yerinden ettiği milyonlara kapılarını kapatan, mültecileri boğulmaya, donmaya terk eden, sınırları dışında tutmak için ordular donatıp seferber eden Avrupa Birliği, bugün jeostratejik hesaplarla da olsa doğru olanı yapıp Ukraynalı mültecileri kabul ederken bile göçmenleri açıkça  renklerine göre de ayrıştırarak göçmen karşıtlığını besliyor.  Avrupa kalesinin duvarlarını kalınlaştırıyor. Bütün bunlar ekoloji alanında da tutarlı bir enternasyonalist duruşunun önemini bize hatırlatıyor.

Nükleer, Kanal İstanbul, zeytinlikler ve korunan alanlarda verilen ekoloji mücadeleleri savaşa karşı mücadelenin bir parçasıdır. Bu nedenle öncelikle Akkuyu nükleer inşaat çalışmalarına son verilerek doğaya verilen zararlar nükleer karşıtlarının da içinde yer aldığı bağımsız heyetler tarafından bir an önce tespit edilmelidir. Nükleer santral, 3.havalimanı yapımlarında olduğu gibi şantiyelerdeki iş cinayetleri ekolojik yıkımın öncü göstergesidir. Yaşamı öncelemeyen kapitalizmin kurtarıcısı yapı, enerji, maden ve nükleer santral projelerine son verilmelidir. Bugüne değin bu projelerde yaşamını yitiren, iş yapamaz hale gelen, yaralanan işçilerin bütün yasal hakları ödenmelidir.  Kanal İstanbul, nükleer santral projeleri ile doğal varlıklara yönelik talanın önünü açan mevzuat değişiklikleri derhal iptal edilmelidir.

Sermayenin insanlığa ve doğaya karşı yürüttüğü savaşa karşı bütün halklarla barış ve ekoloji mücadelesini yükseltelim. Ekoloji Politik

COVID-19 Pandemisinin Ekoloji Politik Değerlendirmesi

Nisan 2020

Sistemin dayattığı gibi pandemiyi tıbbileşmiş olarak karşılamak yerine altında yatan gerçekleri deşifre ederek ekoloji-politik mücadeleyi genişletmenin ve daha örgütlü hale getirmenin yollarını önümüze koymalıyız. Ekoloji Politik perspektif ile kapitalizme karşı yeni yaşamın inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya zorunluyuz.  

COVID-19 pandemisi ulusal ve bölgesel sınırları yerle bir ederek tüm gezegene yayıldı. Yayıldığı pek çok ülkede, Türkiye’de olduğu gibi, devletler salgını hafife aldı ve geç müdahale etti; salgın yönetimi yerine vaka yönetimini (hastane merkezli tedaviyi) esas aldı, salgını sokağa çıkma yasakları ile, gönüllü-karantina ile yönetmeye; insanları bulundukları binaya, beton yapıların içine ve bireyselliğe hapsederek aşmaya çalışmakta. Pandeminin yıkıcılığı halklar, cinsler, sınıflar ve bölgeler arasındaki eşitsizliği ve ayrımcılığı hem gözler önüne seriyor hem de derinleştiriyor.

Yaşamakta olduğumuz sağlık krizi; devam eden kapitalizmin krizi, ekolojik kriz, siyasal kriz, toplumsal kriz ve patriyarkal krizin bir parçası. Kapitalist sistem ve ulus devletler yaşamı, yaşam alanlarını baskıladıkça, krizler derinleştikçe yaşam için baş edilmeyecek durumlarla karşı karşıya kalınmakta. Ayrımcılığın, eşitsizliğin daha fazla yaşandığı ülkelerde kapitalizmin yarattığı krizler daha derin yaşanmakta.

Ekolojik yıkımın bulaşıcı olmayan hastalıklarla ilişkisi ve bu ilişkinin zamana yayılan sorunları, gıda kaynaklı hastalıkların, zoonotik (hayvanlardan insanlara bulaşan ve her iki canlı türünde de etkili olan) hastalıkların artış eğiliminde olduğu; ekoloji ve sağlık politikaları temelinde bugüne değin çok tartışıldı.

Doğal alanların, ormanların, derelerimizin üzerine konuşlanan kapitalist yapılanma bizi zehirli atıklara, hormonlu, pestisitli, GDO’lu gıdaya mahkum etti, temiz su kaynaklarımızı tüketti. Hem yoksulluk, hem de endüstriyel tarımın sonucu olarak yeterince beslenemeyenler, pandeminin sonuçlarından en çok etkilenecek olanlardır.

Sermayenin ekosistemi altüst eden müdahaleleri sadece insanların değil, tüm canlıların barınma, beslenme ve üreme koşullarını yok etmekte ve insan ile doğa arasındaki metabolik yarılmayı büyütmekte.

Kâr merkezli ve tüm yaşam alanlarımızı içine almış olan kapitalist sistem krizleri, eşitsizlikleri ve ayrımcılığı daha da derinleştirmek üzere kuruludur. Görünen o ki; endüstriyel tarım ve hayvancılık, ormansızlaştırma, kentsel dönüşüm, madenler, enerji santralleri ile doymak bilmeyen, yapısal olarak da doyması mümkün olmayan kapitalizm, patriyarkal kapitalizm, kapitalist modernite, devletli uygarlık vb. farklı politik kavramlarla tanımlanan sistem; bizleri daha fazla sağlık krizi ile meşgul edecek. Hem bulaşıcı olmayan hastalıkların hem de bulaşıcı hastalıkların yaşanacağı dönemi daha yakıcı yaşayacağız, yaşamaktayız.

Yaşadığımız bu döneme “salgınlar çağı” diyebiliriz. 21. yüzyılın başından itibaren maalesef tanışmak zorunda kaldığımız SARS, MERS virüslerinin etkilerinden sonra yaşadığımız COVID-19 insanlığı uzağında olduğumuzu zannettiğimiz gerçeklerle tanıştırdı. Bulaşıcı hastalığı ötekinin hastalığı olarak gören algımızı da altüst etti. Oysa Afrika başta olmak üzere birçok yeni sömürge ülke hâlâ AIDS, sıtma, tüberküloz, son dönemde bir de Ebola salgını ile karşı karşıya. Buna ishal ve ASYE de (Akut Solunum Yolu Enfeksiyonları) eklenirse, önlenebilir / tedavi edilebilir bu hastalıklardan her yıl milyonlarca insanın ölmesi insanlık için büyük bir utanç kaynağıdır.   

COVID-19 pandemisi önlenebilir miydi, bu soruyu sürekli gündemde tutmalıyız: Kapitalizmin kar hırsının sağlık alanında tırmanışı sürerken, bireysel ve toplumsal olarak halkların iyi olma halinin yaşanması, COVID-19’a ve salgınlara karşı koruyucu önlem alınması, doğayı yok sayan kapitalist sistemde mümkün değildir.

Önceki virüslere karşı gerekli önlemin alınmayışı, özelleştirmelerle birlikte sağlık alanında kar hırsının yaygınlaşmasıyla, salgının kontrol altına alınması gecikmiş, etkisi pandemi boyutuna ulaşmıştır.

Bu süreçte; eşitsiz koşullarda yaşamaya mahkûm edilen mültecilerin, “evde kalın” çözümünün üretildiği noktada çalışmaya zorlanan işçilerin, ev içi yükü daha da artan kadınların, şiddet uygulayan erkeklerle aynı ortamda yaşamaya mahkûm edilen çocuk ve kadınların, kapitalist üretimin atıkları yüzünden sağlığını yitirmiş yoksulların, çiftçilerin, köylülerin, işçilerin, siyasî ve hasta tutsakların yaşam hakkı yok sayılmaktadır.

Salgın koşullarında, kadınların ev içi  yükü daha da artarken, kürtaj, doğum kontrolü gibi konularda özgür karar ve hakları da sağlık müdahaleleri kapsamı dışında tutulmaktadır. Kadınların bakım emeğinin daha da merkezileştiği bir dönemde ve kadınlar bu bakım emeği yükü altında paramparça olurken, karısını bıçakladığı için cezaevine atılan adamın İnfaz Yasası ile çıkartılıp dokuz yaşındaki kızı Ceylan’ı döverek öldürmesine neden olacak ortamın yaratılması, patriyarkal kapitalizmin kadınlara karşı savaşını bir kez daha gözler önüne sermiştir.

Pandemi süreci bir kez başladıktan sonra da eşitsizlikler derinleşerek devam etmektedir. Örneğin, testlerin de hangi bölgelerde uygulandığı, her bir insanın hayatını değerli gören bir yaklaşımla, yaşlı-genç, kadın-erkek, yoksul-zengin, Türk-Kürt, göçmen-vatandaş gibi ayrımcılıkları aşacak bir adalet duygusuyla yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir. 20-65 yaş arasındaki vatandaşlara maske dağıtılırken, kronik hastalık sahibi yaşlıların hastaneye gitmesinin gerekip gerekmeyeceği, onkoloji hastalarının kod bekleyip bekleyemeyeceği düşünülmemektedir. Yoğun bakım yataklarının, ilaçların, solunum cihazlarının, aşının kimin için öncelikle kullanılacağına kim ve nasıl karar veriyor? Bugün için dünyadaki temel sorulardan biri de budur.

Pandemi sürecinde kent mekânı belirleyicidir. Kentte insanlar yalnızlığa; işsiz kalanlar, evsiz olanlar, göçmenler, gündelik, güvencesiz çalışanlar çaresizliğe mahkûm edilmektedir. Topraktan koparılmış, kendi kendini doyuracak yiyeceği sağlamanın bilgisini de unutmuş olan kentsel nüfus, sınırlı kent mekanında çaresizlik içinde çözümü devletten beklemektedir. Bu da göstermektedir ki, bizler bundan sonraki dönemde otoriter, kâr odaklı anlayışlara ve yalnızlaştırılmaya karşı dayanışmanın yapılandırıldığı komünal yaşam tarzlarını daha fazla gündemimize almalıyız. Kentsel ölçeğin değiştirilmesini sorgulamamız gerekir.

Pandemi kontrol altına alınmadan turizm vb. gerekçelerle karantinanın bitirilebilecek olması başka bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bu durum için yapılacakları tartışmalı, olabilecek gelişmelere hazırlıklı olmalıyız. Öbür yandan da sokak alerjisini, bireyselliği besleyen “evde kal” siyasetini yenecek yöntemleri düşünmeliyiz. Dayanışmaya kriz anlarında değil, her zaman ihtiyacımız var.

Hâl böyle iken, maalesef işçi sınıfının en önemli örgütleri olan sendika bürokrasileri bu süreçte etkili olamamıştır.. Oysa pandemi döneminde de, diğer dönemlerde olduğu gibi, sendikalar her şeyden önce işçilerin hiç olmazsa çalışmama hakkı başta olmak üzere hukukî haklarını korumakla sorumludur. Bu süreçte;

-İşçilere ücretli izin verilmeli, bunun için gereken kaynak da, işçilerin kendi ücretlerinden biriktirdiği işsizlik sigortası fonundan değil, işçilerin emeğini kâra dönüştürerek biriktiren zenginlerden alınan vergilerin artırılması ile sağlanmalıdır.

– İşsiz kalan değil, işsiz olan herkese asgarî yaşam ücreti ödenmelidir.

– Bakım emeği sosyal sigorta kapsamına alınmalı, kadına ve çocuğa yönelik şiddete karşı acil yanıt sistemi öncelikli olarak geliştirilmeli, faal tüm sektörlerde ebeveynlik izni uygulamasına geçilmelidir.

– Zorunlu sektörler hariç, çalışma durdurulmalıdır.

– Zorunlu sektörlerin hangileri olacağına da devlet ve piyasa değil, işçiler karar vermelidir.

Ekoloji Politik Başlangıç Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde altını çizdiğimiz gibi; ekolojik yıkımın önüne geçmek için kapitalistlerin ve devletlerin taahhütlerine bel bağlayamayacağımız bir kez daha görülmüştür. Dünyanın tamamını tehdit eden büyük bir kriz karşısında devletler korsanvari çarelere başvurmakta, ilaç sektörü başta olmak üzere şirketler kriz fırsatçılığına soyunmaktadır. Krizden salt tıbbi çarelerle kurtulamayacağız. Toplumsal yaşamın topyekûn ekolojik bir eleştirisiyle radikal bir dönüşümüne ihtiyacımız var. Ancak meslek örgütlerinin, sendikaların ve uzmanlık derneklerinin bu süreçte aldığı tutumlar konunun çok boyutlu ele alınması ve önlemlerin toplumsal boyutlarının öne çıkmasının önüne geçmiştir. Özetle, bu tutumlar COVID-19 salgınını tıbbileştirmiş, uzmanlık bilgisine hapsetmeye çalışmıştır. Bu dönemde toplumsal muhalefetin politik mevzisi de, TTB’nin taleplerinin sınırında kalmış ve bütünlüklü bir sistem eleştirisiyle birleşen siyasal taleplere dönüşmemiştir.    

Bu zaaf nedeniyle örneğin; verilerin şeffaflığı konusundaki talebin hem Sağlık Bakanlığı hem de İBB gibi kurumlar tarafından yerine getirilmesi, işçi mahallelerinin etiketlenmesinin yolunu da açmaktadır. Benzer şekilde çalışmama hakkı, genel grev gibi taleplerin öne sürülmemesi toplumsal muhalefetin bu geri konumlanışı içinde bir konfor alanı doğurmaktadır.

Bizim, bu konfor alanından çıkıp işçi sınıfı ve tüm ezilenler olarak,  yaşam hakkımızı savunmak için bir araya gelmeye, direnmeye ve değiştirmeye ihtiyacımız var. Çünkü artık açıkça, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”la, “yarın çok geç olacak” arasında bir noktadayız. Bu süreçten toplumsal dayanışmayla çıkılmazsa şirketleşmiş ve ırkçı, ayrımcı, otoriter bir devlet, halkın “rızasını” da alarak güçlenebilir.

Şurası açıktır; kapitalist üretim sistemi değişmedikçe bu krizleri yaşamaya devam edeceğiz.  COVID-19 pandemisinin birinci dalgasını bekleyen güçlü ekonomik buhran, Suriye’de savaşın yeni hal alması vb. siyasi müdahaleler çok daha da derinleşecektir.

Bugünlerde, her şeyden önce arkası gelecek salgınlar gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Dahası, çıkacak salgınlar konusunda kapitalistleşen tıbbın ve sağlık hizmetlerinin sorunlarının da işimizi daha da zorlaştıracağı açıktır. Sağlık alanının sermayeleşmesi ile doğa üzerinde kurulan tahakkümün ardındaki saiklerin aynı olduğu gerçeğini yakaladığımızda daha da berraklaşan bir mücadele hattı oluşturma olasılığı artacaktır.

Sistemin dayattığı gibi pandemiyi tıbbileşmiş olarak karşılamak yerine altında yatan gerçekleri deşifre ederek ekoloji-politik mücadeleyi genişletmenin ve daha örgütlü hale getirmenin yollarını önümüze koymalıyız. Ekoloji Politik perspektif ile kapitalizme karşı yeni yaşamın inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya zorunluyuz. 

Dayanışmayı büyütelim.

Örgütlenelim.

“MUSİLAJ”, COĞRAFYAMIZDAKİ KAPİTALİST EKOLOJİK YIKIMININ YANSIMASIDIR

Temmuz 2021

Kapitalizmin doğayı, yani hava, su, toprak gibi yaşamsal varlıklar üzerindeki yok sayılan sömürüsünü kabul etmiyoruz. Ekolojik yıkıma karşı yukarıdan emirleri değil, toplumun karar vericiliğinin öne çıkartılmasını esas alıyoruz. Bunun politik bir sorun olduğunu, çözümlenmesi için politik bir çıkışı, kapitalizmin hukuku dışında, basmakalıp (teknik) savunma mekanizmalarından arınmış bir mücadele hattını örmeyi öneriyoruz.

Marmara Denizinde onlarca yıldır canlı bir sorun olarak duran gündem olan “musilaj” sorunu, bir coğrafyanın ekolojik yıkımının görünür yansımasıdır. Siyasal açıdan Boğazlar konusu; Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı’nı kapsayan bir alan olarak bilinir. Yeniden gündem olan musilaj, bu siyasi kapsama bir de Ege Denizi ve bu denizleri çevreleyen doğanın tamamını (atmosferi de içerecek şekilde), bütün jeolojik tabakaları dâhil etmektedir. Sorunun ekolojik açıdan bu bütünlük içinde değerlendirilmesi zorunludur.

Musilaj olarak deniz yüzeyinde gözle görünen kısmı ile gündem olan sorun, aslında tüm kapsamıyla belirttiğimiz fiziki alanın ekolojik yıkımının göstergesidir. Sadece yüzeyde görünen kısmı değil, bütün coğrafya, dağlarından başlayarak akarsuları, yeraltı suları, atmosferi ile ele alınmalıdır. Nitekim, son duraklama ve birikim alanı olarak denizlerin bütünlüklü olarak nasıl kirletildiğinin görünen yüzü olarak, deniz sularının daha durağan olduğu yerlerde gözle görünür kılmıştır.

Gözle görünmeyen deniz derinlikleri, yaşamsal olarak milyonlarca canlı ile yaşam savaşını asırlardır sürdürmeye çalışıyor. Ancak yüklenen kirliliği kaldırmaz olmuş ve yaşamsal olarak sona gelmiştir. Siyasal iktidarlar yıllardır denizlerin yüzey renkleri üzerinden, çeşitli görsel araçlarla, temizleme operasyonlarını prestij propagandası olarak kullanmayı sürdürdüler. Ancak denizleri “derin deniz deşarjı” denilen boşaltma sistemi ile fosseptik çukuru gibi kullanmaktan geri kalmadılar. Dağlardan gelen akarsuların taşıdığı kirlilik, yeraltı derelerinin yok edilmesi, her yandan yüklenen kimyasal, biyolojik, fiziksel maddeler ile başta Marmara olmak üzere denizler bir çöp deposuna dönüşmüştür. Bir de jeolojik olarak yeraltına müdahale, topografik yapıların değişimi, bitki örtüsünün yok oluşu ile birlikte, besleme hatlarının önleyici kısmı yok olmuştur.

Bu sorunlar Karadeniz ile başlayan Türkiye coğrafyasında güneyden oluşan sorunların yanında, Karadeniz’e kuzeyden ve diğer yönlerde bütün ülkelerin yüklediği kirlilik de dâhildir. Özellikle Avrupa’dan Balkanlar’dan Karadeniz’e dökülen “akarsular” diyemeyeceğimiz, içeriği ne olduğu belli olmayan, her an değişim gösteren kirlilikleri göz ardı edemeyiz.

Marmara Denizi’ne Trakya coğrafyasının, doğu kısmında Kocaeli Körfezi’nin, güneyde Yalova ve Bursa olmak üzere Balıkesir ve Çanakkale’ye kadar uzanan coğrafyanın yükü bindiğinde; sorunun boyutunun gösterilenden daha da büyük olduğu daha net görülecektir. Bu kirlilik yüklerinin aynı zamanda hem Biga Yarımadası hem de Ege için sorun oluşturduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu yükün denizlerin dönüştürme kapasitenin kat kat fazlası olduğu ve yaşamını sürdürebilmesinin mümkün olmadığı artık görünmüştür. Buradaki yük, sermaye etkinliğinin bir sonucudur. Sadece evsel ya da kanalizasyon atıklarının boşaltılması değil, devasa boyutlarda endüstriyel tesislerin sıcaklığı yükseltilmiş sularının, insanların kullanım suyundan çok daha büyük miktarların denizlere verildiği ortadadır. Öte yandan denizleri yüzeyden besleyen akarsular akamaz olmuş, yeraltı besleme kanalları ve akiferler yok olmuştur. Bir de buna kirli yükleme eklenince denizler yaşamsal olarak dönüştürebileceği kapasitenin üzerinde yükle karşılaşmış ve ekolojik yıkıma uğramıştır. Dahası mevsimsel yağışların tarihlerinin kayması ya da yeterince düşmemesi, nerdeyse bütün akarsuların çeşitli projeler ile önü kesilerek akış rejiminin değiştirilmesi denizlerdeki sirkülasyonu da kesmiştir. Artan kirliliğe karşın dönüştürme kapasitesi azalarak yaşamsal ortamları koruyamaz olmuştur.

Temizleme ile ilgili geçmiş dönem siyasal iktidarların tümü, diğer ülkelerde olduğu gibi bizde de deniz yüzeyinde çeşitli göstermelik çalışmalar ile toplumsal kandırmaca içerisinde oldular. Bugün de benzer şekilde “kozmetik”, “gübre hammaddesi kullanımı” olarak saçma bir prestij söylemi ile temizleme aldatmacası var karşımızda. Bir de yağmurlar gelir, yüzeyde bir temizlenme olur ise; bunu da topluma çalışma başarısı olarak sunma hazırlıklarını yutmamalıyız. Görüntü kurtarılacak, derinlerdeki kirlenme unutturulacaktır. Bizler çürümeye dönen bu kirlenmenin tüm boyutları ile deşifre edilmesi çabamızı sürekli kılmalıyız. Turizm sezonu olması ve kamuoyu tepkisi nedeniyle yapılan yüzeysel “temizleme” işlemleriyle sorunun unutturulmasına izin verilmemelidir.

Denizlerin yüzeysel değil, derinlikli topografyasıyla, çevreleyen kara parçalarıyla birlikte ele alınması gerektiğini biliyoruz. Bütüncül bu kirliliğin, kapitalizmin kâr ve biriktirme ana amacındaki hırstan kaynaklandığını biliyor ve yeniden vurguluyoruz. Bu gidişat durdurulmaz ise birçok yaşam alanı daha da beter yaşanmaz olacaktır. Büyük göçlerin bile gündeme geleceği ve emekçi, yoksul ve orta gelirli kesimleri köle konumuna sokacağı, kapitalizmin bu kitle üzerine çökeceği gerçeğini de dile getirmeliyiz. Yeni çitlemeler olarak tanımlayacağımız bu durum karşısında şimdiden sesimizi yükseltmeliyiz.

Kapitalizmin doğa, yani hava, su, toprak gibi yaşamsal varlıklar üzerindeki sayılmayan sömürüsünü kabul etmiyoruz. Ekolojik yıkıma karşı yukarıdan emirleri değil, toplumun söz kurmasını gündem olarak görüyoruz. Bunun politik bir sorun olduğunu, çözümlenmesi için politik bir çıkışı, kapitalizmin hukuku dışında, basmakalıp savunma mekanizmalarından arınmış bir mücadele hattını örmeyi öneriyoruz.

                                                                              EKOLOJİ POLİTİK

Tüketim toplumu mu? Dayatılmış ihtiyaç mı?

Yusuf Üçay / 19/06/2025

Günümüz toplumunda tüketim çılgınlığı kavramını duymamış olmamız mümkün değildir. Bu yazımızda toplumun bu tüketim çılgınlığına nasıl sürüklendiğini genel hatlarıyla ele almaya çalışacağız. Güncel yaşamda hiç bir birey durduk yere bir şey almaya karar vermez. Bir ürün ya da hizmetin tüketilebilmesi için bir gerekçe olması gerekir. İşte bu gerekçe ihtiyaç dediğimiz kavramda yatmaktadır. Bu yüzden yazımıza ihtiyaç kavramının tanımı, ihtiyaçlarımızın hiyerarşisi ve çeşitlerini ortaya koyarak başlayacağız.

İhtiyaç, en temel anlamıyla bir eksiklik hissidir ve bu eksikliği gidermek için duyulan arzu ya da zorunluluktur. İnsanlar yaşamlarını sürdürebilmek, gelişmek ve mutlu olmak için çeşitli ihtiyaçlara sahiptir. Bu ihtiyaçlar hem fizyolojik hem de psikolojik olabilir ve zamanla değişebilir. Bu değişime etki eden ihtiyaçlar hiyerarşisine kısaca Maslowdan başlıklar halinde görmemiz ilerlememizde yardımcı olacaktır;

Maslow’un İhtiyaçlar Hiyerarşisi: Psikolog Abraham Maslow’a göre ihtiyaçlar beş katmanda sıralanır:

  • Fizyolojik ihtiyaçlar: Yeme, içme, barınma…
  • Güvenlik: Tehlikelerden korunma arzusu
  • Aidiyet ve sevgi: Sosyal ilişkiler kurma
  • Saygı görme: Başkaları tarafından takdir edilme
  • Kendini gerçekleştirme: Potansiyelin farkına varma

İhtiyaçlar genellikle şu başlıklar altında sınıflandırılır:

  1. Zorunlu (Temel) İhtiyaçlar: Hayatta kalmak için vazgeçilmez olanlardır. Örneğin: su, yiyecek, barınma, uyku, hava gibi yaşamsal gereklilikler.
  2. Kültürel İhtiyaçlar: Toplumsal yaşamın bir parçası olarak ortaya çıkar. Eğitim, iletişim kurma, sanatla ilgilenme, sosyalleşme gibi bireyin kendini gerçekleştirmesine katkı sağlayan ihtiyaçlardır.
  3. Lüks İhtiyaçlar: Temel ve kültürel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra ortaya çıkan, yaşam kalitesini artırmaya yönelik isteklerdir. Örneğin: spor araba, dünya turu, özel tasarım kıyafetler.
  4. Fiziksel ve Öznel İhtiyaçlar: Fiziksel olanlar somut ve ölçülebilir (örneğin yemek, su), öznel olanlar ise psikolojik ve duygusal (örneğin güvenlik hissi, onaylanma ihtiyacı) ihtiyaçlardır.
  5. Dayatılmış ihtiyaç: Bireyin kendi içsel arzularından ya da yaşamsal zorunluluklarından değil, dışsal baskılarla veya toplumsal normlarla şekillenen, çoğu zaman farkında bile olmadan kabul ettiği ihtiyaçlardır. Başka bir deyişle, gerçekten ihtiyaç olup olmadığı tartışmalı olan ama bireye “gerekliymiş gibi” sunulan şeylerdir.

Bu tür ihtiyaçlar genellikle şu yollarla ortaya çıkar:

Tüketim kültürü: Reklamlar ve medya aracılığıyla bireylere sürekli olarak yeni ürünlerin “olmazsa olmaz” olduğu mesajı verilir. Örneğin, her yıl yeni çıkan bir telefon modeli aslında teknik olarak ihtiyaç olmayabilir ama “geri kalmamak” adına ihtiyaçmış gibi algılanabilir.

Toplumsal beklentiler: Belirli bir yaşam tarzı, statü ya da görünüm dayatması bireyleri bazı şeyleri istemeye zorlayabilir. Örneğin, düğünlerin gösterişli olması gerektiği fikri, sade bir tören isteyen birey için bile “ihtiyaç” haline gelebilir.

İdeolojik ya da politik yönlendirmeler: Bireylerin belirli davranış kalıplarını benimsemesi, belirli ürünleri kullanması ya da belirli yaşam biçimlerini benimsemesi, sistemin devamlılığı için teşvik edilebilir.

Bu kavramı Foucault’nun iktidar ve bilgi ilişkisiyle ya da Baudrillard’ın simülasyon kuramıyla da ilişkilendirebiliriz. Gerçek ihtiyaç ile simüle edilmiş, yani “gösterilen” ihtiyaç arasındaki fark, bireyin özgürlüğü ve özne oluşu açısından oldukça çarpıcıdır.

Foucault: İktidar, Bilgi ve İhtiyaçların İnşası

Michel Foucault’ya göre iktidar sadece baskı uygulayan bir yapı değil, aynı zamanda bilgi üreten ve bireyleri şekillendiren bir mekanizmadır. Bu bağlamda “ihtiyaç” dediğimiz şeyler de çoğu zaman bu bilgi-iktidar ilişkisi içinde inşa edilir. Örneğin:

  • Disiplin toplumlarında bireyler, belirli davranış kalıplarına uymaya “ihtiyaç duyar” hale gelir. Bu ihtiyaç, dışsal bir zorlamadan çok, içselleştirilmiş bir norm haline gelir.
  • Eğitim, sağlık, şehir planlaması gibi alanlarda üretilen bilgi, bireyin neye “ihtiyacı” olduğunu tanımlar ve bu tanım, bireyin kendini nasıl görmesi gerektiğini de belirler.

Yani birey, kendi ihtiyaçlarını belirlediğini sanırken aslında iktidarın bilgi üretim süreçleri tarafından şekillendirilmiş bir çerçevede hareket eder.

Baudrillard: Simülasyon, Hipergerçeklik ve Gösterilen İhtiyaç

Jean Baudrillard ise daha radikal bir noktadan seslenir: Ona göre artık gerçek ile temsil arasındaki sınır silinmiştir. Simülasyon kuramında:

  • Simülakr, gerçekliğin yerini alan bir temsildir. Örneğin bir ürün, sadece işleviyle değil, temsil ettiği yaşam tarzıyla “ihtiyaç” haline gelir.
  • Hipergerçeklik, gerçekliğin yerini almış simülasyonların dünyasıdır. Bu dünyada birey, gerçek ihtiyaçlarını değil, medya ve tüketim kültürü tarafından “gösterilen” ihtiyaçları arzular.

Baudrillard’a göre bu gösterilen ihtiyaçlar, bireyin özne olma kapasitesini zayıflatır çünkü birey artık kendi arzusunun kaynağını bile ayırt edemez hale gelir. Özne, bir tüketiciye indirgenir; özgürlük ise seçenekler arasında tercih yapma illüzyonuna dönüşür.

Bu iki düşünürün ortaklaştığı nokta şu: İhtiyaçlar doğal değil, inşa edilmiş ve yönlendirilmiştir. Ve bu yönlendirme, bireyin özgürlüğünü, hatta kimliğini doğrudan etkiler.

Şu ana kadar detaya inerek incelediğimiz görüşlere yer verdiğimiz kısım bize sosyal etki ile dayatılan seçeneklendirilmiş bir durumdan ibaretti aslında karar vermediğimizi anlatıyordu şuan temel ihtiyaçları da dayatma haline getiren sürdürülebilir endüstri adına yapılan asıl dayatmadan bahsedeceğim.

Planlanmış Eskitme: Tüketimin Sessiz Mimarisi

Planlanmış eskitme (ya da planlı eskime), bir ürünün ömrünün üretim aşamasında bilinçli olarak sınırlandırılmasıdır. Bu strateji, ürünün belirli bir süre sonra işlevini yitirmesi, modasının geçmesi ya da tamir edilemez hale gelmesiyle tüketiciyi yeni bir ürün almaya yönlendirir. Böylece üretici, sürekli bir talep döngüsü yaratır ve ekonomik sürdürülebilirliğini korur.

Tarihsel Arka Plan

Planlanmış eskitmenin kökeni 20. yüzyılın başlarına dayanır. 1924’te kurulan Phoebus Karteli, ampul üreticileri arasında bir anlaşmayla ampullerin ömrünü 1000 saatle sınırlamıştır. Oysa o dönemde 2500 saatten fazla dayanabilen ampuller zaten mevcuttu. Bu olay, planlı eskitmenin ilk belgelenmiş örneklerinden biri olarak kabul edilir.

1930’larda ABD’de yaşanan Büyük Buhran sırasında, emlakçı Bernard London, ekonomik canlanma için planlı eskitmenin yasal zorunluluk haline getirilmesini önermiştir. Bu öneri, tüketimin sürekliliğini sağlamak adına üretimin bilinçli olarak “eksik” yapılabileceği fikrini meşrulaştırmıştır.

Planlanmış Eskitme Türleri

  1. İşlevsel Eskitme: Ürün, belirli bir süre sonra çalışmaz hale gelir (örneğin yazılım güncellemeleriyle yavaşlayan telefonlar).
  2. Teknolojik Eskitme: Yeni teknolojilerle uyumsuz hale getirilerek eski gösterilir.
  3. Estetik Eskitme: Moda ve tasarım değişimleriyle ürün “demode” hale getirilir.
  4. Psikolojik Eskitme: Tüketiciye, sahip olduğu ürünün artık “yetersiz” olduğu hissettirilir.
  5. Tamir Edilemezlik Üzerinden Eskitme: Ürünler, tamir edilmesi zor ya da maliyetli olacak şekilde tasarlanır.

Sosyo-Kültürel ve Ekolojik Etkiler

Planlı eskitme, sadece ekonomik değil, aynı zamanda kültürel ve çevresel bir sorundur:

  • Tüketim kültürünü besler: Birey, sürekli olarak “yeni” olanı arar. Sahip olmak, kimlik inşasının bir parçası haline gelir.
  • Atık üretimini artırır: Elektronik atıklar ve kısa ömürlü ürünler, çevresel sürdürülebilirliği tehdit eder.
  • Tüketici özerkliğini zedeler: Birey, gerçek ihtiyaçlarıyla değil, dayatılan arzularla hareket eder.

Alternatif mümkün mü?

Elbette! Yavaş tüketim hareketi, tamir kültürü ve uzun ömürlü tasarımlar birer çözüm olabilir. Ama en büyük adım şudur: Kendi ihtiyaçlarımızı yeniden sorgulamak.

NÜKLEER SANTRAL ISRARI BİTSİN! CENNETİN İÇİNE CEHENNEMİ KURMA! / Basın Açıklaması

Değerli basın emekçileri ve sevgili Sinoplular;

Takvimler 11 Mart 2011 tarihini gösterdiğinde, Japonya’da meydana gelen şiddetli deprem ve ardından oluşan tsunami ile Fukuşima Daiichi Nükleer Santralı’nda dünyanın en büyük nükleer felaketlerden biri yaşandı. Radyoaktif madde; toprağa, rüzgâra ve suya karışarak, çevre ve insan sağlığı üzerinde yıkıcı etkiler bırakmıştır. Aradan geçen 14 yılda, radyoaktif maddelerin yayılımına ise hala bir çözüm bulunamamış, aksine tüm dünyayı endişe içinde bırakmıştır.

Japonya’da şiddetli depremle oluşan tsunami, Fukuşima Nükleer Santralı’nın soğutma sistemine zarar vererek çekirdek erimesine maruz kalan reaktörlerin soğutulması için tonlarca su kullanılmıştır. Santral’da biriken radyoaktif su kademeli olarak Pasifik Okyanusu’na boşaltılmaya başlanmış, tahliye işlemi devam ederken yaklaşık 5,5 ton kirli su toprağa da sızmıştır. Felaket zinciri, nükleer santralların barındırdığı ciddi riskleri böylece gözler önüne sermiştir.

Facia öncesinde Japonya’da nükleer santralın elektrik üretimindeki payı % 30 seviyesinde iken, bu oran facia sonrasında % 6 seviyesine gerilemiş; nükleer lobinin etkili çalışmalarına rağmen, nükleer endüstrisi Japonya’da bir daha toparlanamamıştır.

Çernobil ve Fukuşima nükleer santral kazaları sonrası kimi ülkeler nükleer santralları terk etmiştir. Aralık 2024 de açıklanan Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu verileri; 1996 yılında dünya elektrik üretiminin % 17,6’sını karşılayan nükleer santralların payı 2023’de % 9,15’e gerilediğini ortaya koymuştur. Bu veriler 2022’de % 9,2 idi! Bu da göstermektedir ki Nükleer enerjinin Enerji Portföyündeki payı sürekli düşüş eğilimindedir.

Ancak; Jeopolitik gerilimlerin artması, Ortadoğu’da yaşanan kriz ve Kuzeyde Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte yaşanan enerji krizi, enerji güvenliğini önceleyen politikalarla çevreci yaklaşımlardan yeniden uzaklaşan kimi ülkeleri nükleer santrallara yöneltmiştir.

Ülkemizde Nükleer endüstriyi pazarlayan güçlerin etkisinde kalan AKP iktidarı ise ülkemizi adım adım nükleer maceraya ve olası nükleer felaketlere doğru sürüklemektedir. Enerji talebi ve savunma ihtiyacı gerekçe gösterilerek; olası bir saldırı, kaza yada doğal afetler karşısında telafisi mümkün olmayan ve vahim sonuçları olan, atık sorunu çözülemeyen nükleer santrallara sahip olmak için tüm olanakları seferber etmiştir.

Bilindiği üzere; zemin çatlakları, su baskınları, işçi ölümleri, salgın hastalıklar ve bölgedeki ciddi deprem riskine rağmen, antidemokratik biçimde; Akkuyu Nükleer Güç Santralı (NGS) inşaatına devam edilmektedir. Nükleer yakıt ülke sınırlarımıza sokularak Akkuyu’da Santrala “nükleer tesis” statüsü kazandırmıştır.

Sinop’ta yapılması düşünülen ikinci nükleer santral için ise yana yana yapımcı firma aranmakta, Rusya ve Güney Kore ile Kırklareli’nde yapılması düşünülen üçüncü nükleer santral için ise Çin ile görüşmeler yapıldığı kamuoyuna servis edilmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek dördüncü bir nükleer santrala yönelik saha araştırmaları yapıldığı da kamuoyuna servis edilmektedir.

Değerli basın emekçileri ve sevgili Sinoplular;

Siyasi iktidar, toplumsal ve çevresel maliyetlerine karşın; yerli ve yabancı şirketlerin kârları uğruna; Akkuyu’dan Kazdağları’na, Akbelen’den Boyabat’a, Gaziemir’den Hanönü’ne topraklarımızı; enerji ve madencilik sektörlerinde inşaat alanına döndürerek sömürüye açmıştır. 23 yıllık iktidarı boyunca ölümcül riskler getiren politik tercihleri ile ülkemizi adeta cehenneme dönüştürmüştür.

Erzincan/İliç/Çöpler altın madeni, henüz Akkuyu nükleer santrali devreye girmeden “ikinci Çernobil” vakası olarak tarihe geçmiştir. 13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan / İliç / Çöpler Altın Madeninde yaşanan felaket; İlimizin en büyük ilçesi Boyabat’ta tesis edilmesi planlanan Bakır Madeninde de yaşanabilir. Bu Madenin açılması halinde, Boyabat İlçemizin su kaynakları ve tarım alanları da Sülfürik Asit ve diğer kimyasallarla kirletilecek olup, bu kirlenme Doğa da canlı yaşamına da olumsuz etkiler yaratacaktır. Eğer izin verilirse Boyabat Bakır Madeni sahasında kontrolsüz bir şekilde vahşi madencilik yapılacaktır.

Ülkemizde elektrik enerjisi alanında arz fazlası olduğu bilinmesine rağmen, Siyasi iktidarın mevcut kaynaklarımız düşünüldüğünde nükleer santralları tercih etmemesi için çokça nedeni olmasına rağmen; kendi topraklarımız üzerinde başka bir ülkeye nükleer santral kurdurarak işletme yetkisi vermesini kabul etmiyoruz. Zaten yapımcı şirket olan Rosatom şirketi zaman zaman “… bir başka ülke topraklarında yaptığımız bizim santralimiz…” diyerek açıklamalar da yapıyor!

Mersin/Akkuyu’da yapımı devam eden, Sinop/İnceburun’da ve Kırklareli/İğneada’da yapılması planlanan nükleer santralların Çernobil ve Fukuşima gibi olmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Ülkemizi enerji alanında bir üst lige taşıyacağı yalanı(!) ile toplumun sağlıklı ve huzurlu yaşama hakkını elinden alınarak nükleer santral projeleri hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Siyasi iktidarın desteği ile Rosatom tarafından kamuoyunu duyarsızlaştırmak, nükleer karşıtı mücadeleyi zayıflatmak adına Sinop NGS projesine ilişkin yaptığı açıklamalara ise bizler itibar etmiyoruz! Nükleer santralların barındırdığı ciddi riskleri unutmuyoruz. Enerji ve iklim sorununu çözecek; en temiz, en güvenilir araçmış gibi gösterilen yalan beyanlara inanmıyoruz!

Nükleer santralların, emperyalist ülkelerce nükleer pazarın genişlemesi için karlı bir sömürü aracı olduğu görülmelidir. Bu vesile ile Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (COP29) kapsamında ABD öncülüğünde Azerbaycan/ Bakü’de içinde Türkiye’nin de yer aldığı 31 ülkenin “Nükleer Enerjiyi Üç Katına Çıkarma Deklarasyonu” imzalanmasını kınıyoruz. Nükleer santral kazalarının yarattığı felaketler ile mücadele sürerken, nükleer endüstriye yönelik ilgiyi yeniden canlandırmak için verilen çabayı emperyalizmin çürümüş düzeninin bir parçası olarak görüyoruz.

Değerli basın emekçileri ve sevgili Sinoplular; Burada bir konuya daha değinmek istiyoruz.

Doğayı sermayeye açacak olan İklim Kanunu meşru değildir!

Önümüzdeki haftalarda TBMM getirilecek olan İklim Kanunu teklifi TOPRAĞI KAZMA SESLERİYLE, DERELERİ BETON DUVARLARLA, ORMANLARI RANT PROJELERİYLE boğmak isteyen büyük şirketler için bir ticaret kanunu hazırlanmaktadır! Bunun alt yapısı da geçtiğimiz yıl Bakü’de yapılan COP29’da hazırlanmış ve yazılmıştır. Bu kanun tasarısı ülkemiz yararına değil bir avuç sermayenin yararına olacaktır. Bu tasarının derhal geri çekilmesini istiyoruz ve diyoruz ki; İklimi değil, Sistemi değiştir! Yaşam alanlarımızı vahşi kapitalizmin çıkarlarına alet edilmesine izin vermeyeceğiz.

  • Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hepberaber Ya hiçbirimiz!
  • Nükleere İnat Yaşın Hayat!

SİNOP NÜKLEER KARŞITI PLATFORM                                                YÜRÜTME KURULU