Perşembe, Mart 27, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog

NÜKLEER SANTRAL ISRARI BİTSİN! CENNETİN İÇİNE CEHENNEMİ KURMA! / Basın Açıklaması

Değerli basın emekçileri ve sevgili Sinoplular;

Takvimler 11 Mart 2011 tarihini gösterdiğinde, Japonya’da meydana gelen şiddetli deprem ve ardından oluşan tsunami ile Fukuşima Daiichi Nükleer Santralı’nda dünyanın en büyük nükleer felaketlerden biri yaşandı. Radyoaktif madde; toprağa, rüzgâra ve suya karışarak, çevre ve insan sağlığı üzerinde yıkıcı etkiler bırakmıştır. Aradan geçen 14 yılda, radyoaktif maddelerin yayılımına ise hala bir çözüm bulunamamış, aksine tüm dünyayı endişe içinde bırakmıştır.

Japonya’da şiddetli depremle oluşan tsunami, Fukuşima Nükleer Santralı’nın soğutma sistemine zarar vererek çekirdek erimesine maruz kalan reaktörlerin soğutulması için tonlarca su kullanılmıştır. Santral’da biriken radyoaktif su kademeli olarak Pasifik Okyanusu’na boşaltılmaya başlanmış, tahliye işlemi devam ederken yaklaşık 5,5 ton kirli su toprağa da sızmıştır. Felaket zinciri, nükleer santralların barındırdığı ciddi riskleri böylece gözler önüne sermiştir.

Facia öncesinde Japonya’da nükleer santralın elektrik üretimindeki payı % 30 seviyesinde iken, bu oran facia sonrasında % 6 seviyesine gerilemiş; nükleer lobinin etkili çalışmalarına rağmen, nükleer endüstrisi Japonya’da bir daha toparlanamamıştır.

Çernobil ve Fukuşima nükleer santral kazaları sonrası kimi ülkeler nükleer santralları terk etmiştir. Aralık 2024 de açıklanan Dünya Nükleer Endüstrisi Durum Raporu verileri; 1996 yılında dünya elektrik üretiminin % 17,6’sını karşılayan nükleer santralların payı 2023’de % 9,15’e gerilediğini ortaya koymuştur. Bu veriler 2022’de % 9,2 idi! Bu da göstermektedir ki Nükleer enerjinin Enerji Portföyündeki payı sürekli düşüş eğilimindedir.

Ancak; Jeopolitik gerilimlerin artması, Ortadoğu’da yaşanan kriz ve Kuzeyde Rusya-Ukrayna savaşı ile birlikte yaşanan enerji krizi, enerji güvenliğini önceleyen politikalarla çevreci yaklaşımlardan yeniden uzaklaşan kimi ülkeleri nükleer santrallara yöneltmiştir.

Ülkemizde Nükleer endüstriyi pazarlayan güçlerin etkisinde kalan AKP iktidarı ise ülkemizi adım adım nükleer maceraya ve olası nükleer felaketlere doğru sürüklemektedir. Enerji talebi ve savunma ihtiyacı gerekçe gösterilerek; olası bir saldırı, kaza yada doğal afetler karşısında telafisi mümkün olmayan ve vahim sonuçları olan, atık sorunu çözülemeyen nükleer santrallara sahip olmak için tüm olanakları seferber etmiştir.

Bilindiği üzere; zemin çatlakları, su baskınları, işçi ölümleri, salgın hastalıklar ve bölgedeki ciddi deprem riskine rağmen, antidemokratik biçimde; Akkuyu Nükleer Güç Santralı (NGS) inşaatına devam edilmektedir. Nükleer yakıt ülke sınırlarımıza sokularak Akkuyu’da Santrala “nükleer tesis” statüsü kazandırmıştır.

Sinop’ta yapılması düşünülen ikinci nükleer santral için ise yana yana yapımcı firma aranmakta, Rusya ve Güney Kore ile Kırklareli’nde yapılması düşünülen üçüncü nükleer santral için ise Çin ile görüşmeler yapıldığı kamuoyuna servis edilmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek dördüncü bir nükleer santrala yönelik saha araştırmaları yapıldığı da kamuoyuna servis edilmektedir.

Değerli basın emekçileri ve sevgili Sinoplular;

Siyasi iktidar, toplumsal ve çevresel maliyetlerine karşın; yerli ve yabancı şirketlerin kârları uğruna; Akkuyu’dan Kazdağları’na, Akbelen’den Boyabat’a, Gaziemir’den Hanönü’ne topraklarımızı; enerji ve madencilik sektörlerinde inşaat alanına döndürerek sömürüye açmıştır. 23 yıllık iktidarı boyunca ölümcül riskler getiren politik tercihleri ile ülkemizi adeta cehenneme dönüştürmüştür.

Erzincan/İliç/Çöpler altın madeni, henüz Akkuyu nükleer santrali devreye girmeden “ikinci Çernobil” vakası olarak tarihe geçmiştir. 13 Şubat 2024 tarihinde Erzincan / İliç / Çöpler Altın Madeninde yaşanan felaket; İlimizin en büyük ilçesi Boyabat’ta tesis edilmesi planlanan Bakır Madeninde de yaşanabilir. Bu Madenin açılması halinde, Boyabat İlçemizin su kaynakları ve tarım alanları da Sülfürik Asit ve diğer kimyasallarla kirletilecek olup, bu kirlenme Doğa da canlı yaşamına da olumsuz etkiler yaratacaktır. Eğer izin verilirse Boyabat Bakır Madeni sahasında kontrolsüz bir şekilde vahşi madencilik yapılacaktır.

Ülkemizde elektrik enerjisi alanında arz fazlası olduğu bilinmesine rağmen, Siyasi iktidarın mevcut kaynaklarımız düşünüldüğünde nükleer santralları tercih etmemesi için çokça nedeni olmasına rağmen; kendi topraklarımız üzerinde başka bir ülkeye nükleer santral kurdurarak işletme yetkisi vermesini kabul etmiyoruz. Zaten yapımcı şirket olan Rosatom şirketi zaman zaman “… bir başka ülke topraklarında yaptığımız bizim santralimiz…” diyerek açıklamalar da yapıyor!

Mersin/Akkuyu’da yapımı devam eden, Sinop/İnceburun’da ve Kırklareli/İğneada’da yapılması planlanan nükleer santralların Çernobil ve Fukuşima gibi olmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Ülkemizi enerji alanında bir üst lige taşıyacağı yalanı(!) ile toplumun sağlıklı ve huzurlu yaşama hakkını elinden alınarak nükleer santral projeleri hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Siyasi iktidarın desteği ile Rosatom tarafından kamuoyunu duyarsızlaştırmak, nükleer karşıtı mücadeleyi zayıflatmak adına Sinop NGS projesine ilişkin yaptığı açıklamalara ise bizler itibar etmiyoruz! Nükleer santralların barındırdığı ciddi riskleri unutmuyoruz. Enerji ve iklim sorununu çözecek; en temiz, en güvenilir araçmış gibi gösterilen yalan beyanlara inanmıyoruz!

Nükleer santralların, emperyalist ülkelerce nükleer pazarın genişlemesi için karlı bir sömürü aracı olduğu görülmelidir. Bu vesile ile Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (COP29) kapsamında ABD öncülüğünde Azerbaycan/ Bakü’de içinde Türkiye’nin de yer aldığı 31 ülkenin “Nükleer Enerjiyi Üç Katına Çıkarma Deklarasyonu” imzalanmasını kınıyoruz. Nükleer santral kazalarının yarattığı felaketler ile mücadele sürerken, nükleer endüstriye yönelik ilgiyi yeniden canlandırmak için verilen çabayı emperyalizmin çürümüş düzeninin bir parçası olarak görüyoruz.

Değerli basın emekçileri ve sevgili Sinoplular; Burada bir konuya daha değinmek istiyoruz.

Doğayı sermayeye açacak olan İklim Kanunu meşru değildir!

Önümüzdeki haftalarda TBMM getirilecek olan İklim Kanunu teklifi TOPRAĞI KAZMA SESLERİYLE, DERELERİ BETON DUVARLARLA, ORMANLARI RANT PROJELERİYLE boğmak isteyen büyük şirketler için bir ticaret kanunu hazırlanmaktadır! Bunun alt yapısı da geçtiğimiz yıl Bakü’de yapılan COP29’da hazırlanmış ve yazılmıştır. Bu kanun tasarısı ülkemiz yararına değil bir avuç sermayenin yararına olacaktır. Bu tasarının derhal geri çekilmesini istiyoruz ve diyoruz ki; İklimi değil, Sistemi değiştir! Yaşam alanlarımızı vahşi kapitalizmin çıkarlarına alet edilmesine izin vermeyeceğiz.

  • Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hepberaber Ya hiçbirimiz!
  • Nükleere İnat Yaşın Hayat!

SİNOP NÜKLEER KARŞITI PLATFORM                                                YÜRÜTME KURULU

“Barışın Ekolojisine Yolculuk” üzerine şematik bir değerlendirme

İsmet Papila / Mart 2025

Savaş ve ekoloji arasındaki ilişki, kapitalist üretim tarzının doğası gereği hem savaşları hem de ekolojik yıkımı tetiklemesiyle açıklanır. Doğa kar elde etme sürecinde sınırsız bir şekilde tüketilir ve kapitalistler, daha fazla kaynak elde etmek ve kontrol altında tutmak için mücadele ederler. Bu durum, emperyalist savaşlara yol açar ve çevresel yıkımı hızlandırır.

Sonuç olarak, “barışın ekolojisi”, kapitalist sistemin sömürücü ve yıkıcı doğasının ortadan kaldırılması ve yerine sosyalist bir düzenin kurulmasıyla elde edilebilecek bir durumdur. Bu, hem insan hem de doğa için adalet ve uyumu hedefleyen bir toplum modelini ifade eder.

“Barışın ekolojisi” kavramını, barış ve çevre arasındaki derin bağlantıyı vurgulayan bir düşünce sistemi olarak düşünebiliriz.

Barış sadece insanlar arasında değil, insan ile doğa arasında da kurulmalıdır.

İnsanların doğayla uyum içinde yaşaması gerektiğini savunulmalıdır. Doğal varlıkların aşırı tüketimi, çevre kirliliği ve iklim değişikliği gibi sorunlar, toplumsal çatışmaları tetikleyebilir. Bu nedenle, doğayı korumak, barışı sağlamanın bir yoludur.

Barışın ekolojisi, çevresel adaleti de içerir. Yoksul topluluklar, çevresel tahribattan daha fazla etkilenir ve bu durum eşitsizlikleri artırabilir.

İnsanların doğadan ayrı değil, onun bir parçası olduğu fikrinin benimsenmesi önemlidir. Bu bakış açısı, hem çevresel hem de toplumsal sorunlara daha kapsamlı çözümler sunar.

Barışın ekolojisi kavramı, insanların doğayla olan ilişkisini yeniden düşünmeye davet eder. Doğayı korumanın, sadece çevresel bir sorumluluk değil, aynı zamanda toplumsal barışın sağlanması için de gerekli olduğunu vurgular.

Ezen ve ezilen arasında toplumsal barış mümkün mü?

Barış, ancak eşitsiz güç dinamiklerinin kökten dönüşümüyle mümkün olabilir. Çünkü “barış”, statükoyu koruyan bir sessizlik değil, adaletin tesis edildiği aktif bir süreçtir.

Kapitalizm, patriyarka, sömürgecilik gibi yapılar, “ezen-ezilen” ilişkisini kurumsallaştırır. Örneğin, işçi sınıfının emeğinin sömürülmesi veya doğal varlıkların metalaştırılması, bu ilişkinin ekonomik temelini oluşturur.

Ezilen gruplar, içselleştirilmiş baskı mekanizmalarıyla (örneğin, “ötekileştirme”) susturulabilir. Bu durumda “barış”, ezilenin sessiz kabullenmesi anlamına gelebilir.

Peki barış nasıl mümkün olabilir?

  • Barış, ancak ezilenlerin kayıplarının tazmini, ezenlerin sorumluluk alması ve yapısal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir
  • Kapitalist üretim ilişkilerinin yerini dayanışma ekonomilerine, hiyerarşik yapıların yerini yatay örgütlenmelere bırakması gerekir.  Rojava’daki komünal sistem örnek olarak gösterilebilir.
  • Ezilenler ancak kendi öznelliklerini keşfederek, ezenler de tahakküm pratiklerinden vazgeçerek gerçek bir diyalog kurabilir.

Sonuç olarak statükoya dayalı bir “barış” mümkün değildir. Ancak radikal demokrasi, ekonomik adalet ve kolektif özgürleşme yoluyla ezen-ezilen ilişkisini aşan bir toplumsal düzen inşa edilebilir.

Doğa ile Barış Mümkün mü?

İnsanlık, doğayı bir “kaynak” olarak gören ve onu sömürüye dayalı bir ilişkiyle tüketen modern paradigmayı terk etmedikçe, doğayla barış imkânsızdır. Ancak bu barış, insanın doğayla kurduğu ilişkiyi kökten değiştiren bir etik ve pratikle mümkün olabilir.

İklim değişikliği, biyoçeşitlilik kaybı ve kirlilik, insan merkezci  bir uygarlık modelinin sonuçlarıdır. Doğa, artık “sessiz” bir kurban değil; krizlerle yanıt veren aktif bir aktördür.

Sermaye birikimi için doğanın metalaştırılması, sürdürülebilir olmayan bir döngü yaratmaktadır.

Bunlar doğa ile barışın önünü kapayan unsurlardır.

Nehirlerin ve ormanların, tüm doğanın hukuki kişilik statüsü kazanması, doğanın haklarını tanıyan bir yaklaşım gereklidir.

İnsanlar doğayla hiyerarşik olmayan bir ilişki kurmalıdır.

Doğayla barış, insanın doğa üzerindeki tahakkümünü sonlandırdığı, onunla karşılıklı bağımlılık temelinde bir ilişki kurduğu bir paradigmayla mümkündür. Bu, yalnızca teknik çözümlerle değil, felsefi ve etik bir devrimle gerçekleşebilir.

Buraya kadar insanın insanla ve insanın doğa ile barışı hakkında düşünce ürettik. Peki bu iki barışın kesişimi mümkün mü?

Toplumsal barış ile ekolojik barış birbirinden ayrılamaz. Ekolojik tahribat, en çok ezilenleri (yoksullar, yerli halklar, kadınlar) vurur. Örneğin, iklim adaletsizliği, Afrika’daki kuraklıktan Pasifik adalarının sular altında kalmasına kadar eşitsiz sonuçlar doğuruyor. Dolayısıyla, doğayla barış, ancak sınıfsal, ırksal ve cinsiyet temelli eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabilir.

Hem toplumsal hem ekolojik barış, insanın kendini doğanın efendisi değil, parçası olarak görmesiyle başlar. Bu dönüşüm, kolay olmayacak, ancak imkânsız da değil.

İşçi sınıfının ekolojik mücadeleyi benimsemesi ve kapitalist olmayan bir üretim modeline geçişin pratikte nasıl sağlanacağı belirsizdir.

Ekolojik kriz küresel olduğu halde, sosyalist bir toplumun uluslararası kapitalist sistemle nasıl etkileşime gireceği tartışmalıdır.

Ekoloji mücadelesinde önümüze çıkan en büyük engellerden biri kavram kargaşasıdır.

Biraz kavramlar üzerinden düşünelim.

“Sürdürülebilir kalkınma”

Son yıllarda hem politik hem akademik söylemde merkezi bir yer edinmiş olsa da, ekolojik krizin kökenlerini ve çözüm yollarını tanımlamakta yetersiz ve sorunlu olabilir. Bu kavramın eleştirisi, onun  insan merkezli, ekonomik büyüme odaklı ve sistemi dönüştürücü olmayan yapısından kaynaklanıyor.

  • Sürdürülebilir kalkınma, genellikle “insanın ihtiyaçlarını karşılarken doğayı korumak” olarak tanımlanır. Bu, doğayı araçsallaştıran bir bakış açısını yansıtır. Örneğin, “sürdürülebilir kalkınma”, ekonomik büyümeyi meşrulaştırırken ekosistemin sınırlarını görmezden gelir.

  • Kapitalist Sisteme Entegre Edilebilir: Şirketler, “yeşil büyüme” veya “sürdürülebilir üretim” sloganlarıyla tüketimi artırırken, ekosistemlerin geri dönüşsüz tahribatını sürdürüyor (örneğin, elektrikli araçlar için madencilik faaliyetleri).

  • Sürdürülebilir kalkınma, mevcut sistemin yapısal sorunlarını (sömürü, eşitsizlik, tüketim kültürü) dönüştürmez; yalnızca kaynak yönetimini optimize etmeye odaklanır. Örneğin, plastik atıkları geri dönüştürmek, plastik üretimini azaltmaz. Statükoyu koruyucu bir ideolojidir.

  • Sürdürülebilir kalkınma, doğayı stok yönetilecek bir kaynak olarak görür. Oysa ekosistemler, insan müdahalesiyle “yönetilemeyecek” kadar karmaşık ve dinamiktir. İklim krizi, bu yaklaşımın başarısızlığını kanıtlıyor. Bu durum Ekolojik Dengeden ziyade “Kaynak Yönetimi” olara adlandırılabilir.

Burada statüko konusu önem kazanıyor. Nedir statüko ve ekoloji ile ilişkisi nasıldır?

Statükoculuk, mevcut güç dinamiklerini ve toplumsal düzeni koruma eğiliminde olan bir tutumu ifade eder. Bu tutum, özellikle eşitsiz güç ilişkilerinin sürdürüldüğü sistemlerde, adaletin tesis edilmesi ve demokratik hakların genişletilmesi yönünde bir engel teşkil edebilir. Barışın, yalnızca bir sessizlik hali değil, aktif bir adalet süreci olduğu düşünüldüğünde, statükoculuk bu süreci engelleyebilir. Çünkü statükocu yaklaşımlar, mevcut eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri görmezden gelerek, toplumsal dönüşümü geciktirebilir veya engelleyebilir.

Demokratik bir sistem için mücadele, statükocu yaklaşımların aksine, eşitlik, özgürlük ve adalet temelinde bir toplumsal dönüşümü gerektirir. Bu nedenle, statükoculuk, demokratik hakların genişletilmesi ve adaletin tesis edilmesi yönünde bir engel olarak görülebilir.

Ekolojik mücadelede sürdürülebilir kalkınma düşüncesi, genellikle doğal kaynakların korunması ve gelecek nesillere aktarılması amacıyla ortaya çıkmış bir yaklaşımdır. Ancak, sürdürülebilir kalkınma kavramı, bazen mevcut ekonomik ve endüstriyel sistemlerin devamını sağlayacak şekilde yorumlanabilir. Bu durumda, sürdürülebilirlik düşüncesi, statükoyu koruyan bir araç haline gelebilir ve ekolojik yıkımı engelleme mücadelesine engel teşkil edebilir.

Örneğin, “yeşil büyüme” veya “sürdürülebilir kalkınma” gibi kavramlar, çoğu zaman mevcut tüketim ve üretim modellerinin devamını meşrulaştırmak için kullanılır. Bu yaklaşımlar, ekolojik yıkımın temel nedenlerini ele almak yerine, yalnızca yüzeysel çözümler sunarak statükoyu koruma eğilimindedir. Bu nedenle, ekolojik mücadelede gerçek bir dönüşüm için, sürdürülebilirlik düşüncesinin radikal bir şekilde yeniden yorumlanması ve mevcut sistemlerin köklü bir eleştirisinin yapılması gerekmektedir.

Hem siyasi hem de ekolojik mücadelelerde, statükocu yaklaşımlar ve yüzeysel sürdürülebilirlik anlayışları, gerçek bir dönüşümü engelleyebilir. Demokratik bir sistem için mücadele ve ekolojik yıkımı engelleme çabaları, mevcut güç dinamiklerini ve sistemleri köklü bir şekilde dönüştürmeyi gerektirir. Bu nedenle, barış ve adalet ancak eşitsizliklerin ve ekolojik tahribatın temel nedenlerinin ele alındığı aktif bir süreçle mümkün olabilir.

Sosyalizmin Ekolojik Potansiyeli

Sosyalizm, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, planlı ekonomi ve sınıfsız bir toplum hedefiyle tanımlanır. Bu ilkeler, ekolojik krizin temelinde yatan kapitalist sistemin yapısal sorunlarına alternatif bir çerçeve sunar. İşte sosyalizmin ekolojik krize çözüm olma potansiyelini destekleyen bazı argümanlar:

Kapitalizm, sınırsız büyüme ve kâr maksimizasyonu üzerine kuruludur. Bu durum, doğal varlıkların aşırı sömürülmesine ve ekolojik yıkıma yol açar. Sosyalizm ise kâr mantığını değil, toplumsal ihtiyaçları ve ekolojik dengeyi önceliklendirir. Bu nedenle, doğal varlıkların daha adil ve sürdürülebilir bir şekilde kullanılmasını sağlayabilir.

Sosyalist sistemlerde ekonomi, merkezi veya katılımcı bir planlama ile yönetilir. Bu, doğal varlıkların kaynak olarak kullanımının uzun vadeli ekolojik hedeflere göre düzenlenmesine olanak tanıyabilir.

Sosyalizm, doğal varlıkların özel mülkiyetini reddeder ve bunları toplumsal mülkiyet altına alır. Bu, doğanın metalaştırılmasını engelleyerek, ekosistemlerin korunmasını ve restore edilmesini kolaylaştırabilir.

Ekolojik kriz, yalnızca çevresel bir sorun değil, aynı zamanda sosyal ve ekonomik eşitsizliklerle de bağlantılıdır. “Sosyalizm, kaynakların adil dağıtımını ve toplumsal eşitliği hedefleyerek”, ekolojik adaletin sağlanmasına katkıda bulunabilir.

Ama toplumsal mülkiyet altına alınması da insanın doğa üzerindeki tahakkümünün sürdüğünü ve doğanın hammadde  kaynağı olarak görülmeye devam ettiğini gösterir.

Sosyalizmin ekolojik potansiyeline rağmen, ekolojik sorunlara yol açabildiğini tarih bize göstermiştir.

Sosyalizmin otomatik olarak ekolojik bir çözüm sunmaz, ancak doğru politikalar ve toplumsal katılımla bir çözüm potansiyeli taşır.

Sosyalizminde ekolojik dönüşüm, toplumsal katılım ve demokratik karar alma süreçleri olmadan başarılamaz. Sosyalist bir sistem, yerel toplulukların, işçilerin ve sivil toplumun sürece aktif katılımını sağlamalıdır.

Sosyalist bir toplum, ekolojik bilinci yaygınlaştırmalı ve insan-doğa ilişkisini yeniden tanımlamalıdır. Bu, tüketim alışkanlıklarının değişmesini ve doğayla uyumlu bir yaşam tarzının benimsenmesini gerektirir.

Sosyalist bir sistem, teknolojik ve bilimsel gelişmeleri ekolojik hedefler doğrultusunda yönlendirmelidir.

Ekolojik kriz, ulusal sınırları aşan küresel bir sorundur. Sosyalist bir sistem, uluslararası işbirliği ve dayanışmayı teşvik ederek, küresel ekolojik dönüşümü desteklemelidir.

Özet olarak sosyalizm, kapitalizmin yapısal sorunlarına radikal bir alternatif sunarak, ekolojik krize çözüm olma potansiyeline sahiptir. Ancak bu potansiyelin gerçekleşmesi, demokratik katılım, ekolojik bilinç ve küresel işbirliği gibi unsurlara bağlıdır. Tarihsel deneyimler, sosyalizmin otomatik olarak ekolojik bir çözüm sunmadığını göstermiştir, ancak doğru politikalar ve toplumsal dönüşümle bu hedefe ulaşılabilir. Bu nedenle, sosyalizm, ekolojik krize karşı mücadelede önemli bir araç olabilir, ancak tek başına yeterli değildir; toplumsal, ekonomik ve kültürel bir devrimle bütünleşmesi gerekir.

Ne yapmalı ve nasıl yapmalı konusunu düşündüğümüzde aklımıza ilk önce yerel mücadeleler ve meclisler geliyor.

İşçi sınıfının, toprağını, ağacını korumaya çalışan köylünün, bütün toplumsal kesimlerin yoğun olarak verdiği mücadeleleri incelediğimizde büyük ölçüde kendi talepleri ile sınırlı kaldığı görülmektedir.

Burada yerel mücadeleleri yadsımıyorum. Aksine olumluyorum. Ancak doğru bir önderlik ile çözümün parçada değil bütünde olduğunun bilince çıkarılmalıdır.

Barış mücadelesi de ekoloji mücadelesi de bir devrim sorunudur.

Yerel mücadeleler, genellikle mevcut sistemin (statükonun) yarattığı adaletsizliklere, eşitsizliklere ve ekolojik tahribata karşı ortaya çıkar. Ancak bu mücadeleler, bazen yalnızca mevcut durumu korumaya veya küçük iyileştirmeler yapmaya yönelik olabilir. Bu nedenle, yerel mücadeleleri “eskiyi yıkıp yeniyi kurma” mücadelesine dönüştürmek, radikal bir toplumsal dönüşüm için hayati öneme sahiptir.

Yerel mücadeleler, genellikle somut ve acil sorunlara (örneğin, bir madencilik projesi, bir HES inşası veya kentsel dönüşüm projeleri) odaklanır. Bu mücadeleler, mevcut sistemin sınırları içinde kalarak çözüm arayışına girebilir. Ancak, bu mücadeleleri radikalleştirmek ve daha geniş bir sistem eleştirisiyle birleştirmek mümkündür. Bunun için:

Yerel sorunların kökeninde yatan kapitalist, endüstriyel ve ataerkil sistemleri sorgulamak.

Yalnızca mevcut projeye karşı çıkmak yerine, alternatif bir toplumsal ve ekolojik vizyon önermek.

Yerel mücadeleleri diğer toplumsal hareketlerle (işçi hareketleri, feminist hareketler, iklim adaleti hareketleri vb.) birleştirmek.

Yerel mücadeleler, genellikle belirli bir coğrafyayla sınırlıdır. Ancak, bu mücadeleleri küresel bir perspektifle birleştirmek, daha büyük bir dönüşümün parçası haline getirebilir.

Yerel sorunların, küresel kapitalist sistemin bir parçası olduğunu vurgulamak.

Benzer sorunlarla mücadele eden diğer topluluklarla dayanışma ağları kurmak.

İklim adaleti, ekososyalizm veya degrowth (büyümesizlik) gibi küresel hareketlerle bağlantı kurmak.

Yerel mücadeleleri, yalnızca mevcut sisteme karşı çıkmakla sınırlı kalmayıp, yeni bir toplumsal ve ekolojik düzen inşa etme mücadelesine dönüştürmek gerekir.

Üretim araçlarının toplumsal mülkiyete geçmesini sağlamak ve yerel toplulukların özyönetimini desteklemek.

Ekonomiyi ekolojik sınırlar içinde yeniden düzenlemek.

Yerel mücadeleler, yalnızca belirli bir sorunu çözmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal özgürleşme için de bir alan açabilir.

Yerel toplulukların karar alma süreçlerine aktif katılımını sağlar.

İnsanların, doğayla ve birbirleriyle olan ilişkilerini yeniden düşünmesine olanak tanır.

Kapitalist olmayan, dayanışmacı ve ekolojik yaşam biçimlerini deneyimleme fırsatı sunar.

Yerel mücadeleler, statükoyu sorgulayan ve dönüştüren bir potansiyele sahiptir. Ancak bu potansiyelin gerçekleşmesi, mücadelelerin radikalleşmesine, küresel bir perspektifle birleşmesine ve yeni bir toplumsal-ekolojik düzen inşa etmesine bağlıdır.

Yerel mücadeleleri “eskiyi yıkıp yeniyi kurma” mücadelesine dönüştürmek, hem adaleti hem de ekolojik dengeyi merkeze alan bir toplumsal dönüşümü mümkün kılabilir.

Bu, yalnızca yerel sorunları çözmekle kalmaz, aynı zamanda küresel kapitalizmin yarattığı eşitsizlikleri ve ekolojik yıkımı da aşmaya yönelik bir adım olur.

Otoriter Yönetimler ve Nükleer Tehdit! / Basın Açıklaması

Yıllardır kamuoyu, yaşam savunucuları, bilim insanları, meslek odaları, dernekler, kuruluşlar ve içinde NKP gibi yapıların da olduğu oluşumlar, nükleer santralların risklerinden ve oluşturduğu tehditlerden doğabilecek felaketlere dikkat çekiyor. Bu doğrultuda mücadele veren kesimlerin son yıllarda nükleer tehditlerin daha öne çıktığına işaret etmeleri mesnetsiz bir iddia olmaktan öteye çoktan geçmiş durumda. İnsanlık fillerin tepişmesinden doğacak akıl almaz zararlar ve tahribatlara katlanmak zorunda değildir.

Günümüzde, finans kapitalizmin geçiş yaptığı otoriter ve baskıcı yönetim tarzının zaman içinde güç zehirlenmesi yaşayarak kamuoyu istek ve beklentileri, denetim mekanizmaları, hukuk, adil gelir dağılımı, düşünce özgürlüğü, basın ve haber alma özgürlüğü gibi çok temel hakları büyük ölçüde tahrip ettiği ve bu tarz yönetimlerin ve yöneticilerin hızla arttığı bir dünyada yaşıyoruz. Bunun sonucunda aklın, bilimin ve modern devlet işleyişi aygıtlarının da devre dışı kaldığına üzülerek tanık oluyoruz. Aklın ve bilimin devre dışı kalmasının hazin sonuçlarından birisi de otoriter yöneticilerin yakın ve uzak coğrafyaları güç devşirme uğruna mahvetmekten çekinmediği manevralarıdır.

Akıllara Zarar İşler!

Bir taraftan Ortadoğu, diğer taraftan kuzeyimizdeki çatışmalı ortamlara müdahil/dahil olmaktan çekinmeyen Osmanlı yayılmacılığı heveslisi bir iktidarın ülkemizi sıcak bir çatışmaya sokması durumunda Akkuyu ve olası Sinop nükleer tesislerinin de hedef alınabilmesi yeni bir risk ve tehdit kaynağı olarak görülmelidir. Bu risklerin diğerlerinden en önemli farkı kontrol edilemez olması, sonuçlarının yıllarca geçmemesi ve sinsi olmasıdır.

Yaşam Savunucularının Çağrısı Nükleer Tehditlere Karşı Birlikte Mücadele!

Geçtiğimiz yıl ağustos ayında Zaporijya nükleer tesisine yönelik dron saldırısından sonra dün de Çernobil Nükleer tesisinin 1986 yılında zarar gören ve devre dışı bırakılan 4. reaktörünün çelik koruma zırhına bir dron saldırısı gerçekleşmiştir. Rusya ve Ukrayna her iki saldırıda da birbirlerini suçlamaktadır. Yaşam savunucuları kimin ya da kimlerin saldırılarda parmağı olduğundan daha fazla nükleer santralların risk ve tehdit olarak barındırdığı potansiyele dikkat çekmektedir. Bizler Nükleer Karşıtı Platform bileşenleri olarak, dünya kamuoyunu sonumuzu getirme potansiyelin sahip bu riske karşı hep birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz.

Karbon salımı olmayan sonsuz enerji kaynağı olarak lanse edilmeye çalışılan nükleer enerji yalanlarına inanılmamalıdır. Nükleer santrallara yapılacak yatırımların çok daha az bir kısmıyla enerji dönüşüm teknolojilerinin ekonomik, ekolojik ve daha uzun süre kullanımına yönelik araştırma geliştirme programlarına ayrılacak kaynaklar insanlığın uzun vadeli ihtiyaçlarına çözüm getirebilir. Nükleer ekonomik değildir, ekolojik değildir, yerel değildir ve risksiz de değildir. Aksi bütün söylemler kandırmacadır.

  • Nükleer Silahlar İmha Edilsin!
  • Nükleer Güç Santralları ve Tesisleri Kapatılsın!
  • Dünya Savaş Çığırtkanlarının Kaprislerine ve Hırslarına Kurban Edilemez!

Nükleer Karşıtı Platform

                                                                                                       17.02.2025

BARIŞI TESİS EDERKEN NÜKLEERLE DANS ETMEK!

0

Zeki KARATAŞ
Ekoloji Politik/ Sinop NKP

Yerellerimizde verdiğimiz yada vermeye çalıştığımız uzun soluklu bir ekoloji mücadeleleri içinden geliyoruz. Ülkemizin hem kuzeyinde hem de güneyinde yaşanan kirli savaşların gölgesinde; barışın tesis edilmesini isterken bu mücadelemizi Ekoloji Politik perspektifinden bakarak değerlendirmeye çalışacağım. Bu çalışmayı da; “BARIŞI TESİS EDERKEN NÜKLEERLE DANSETMEK” olarak adlandırdım. Bu çalışmayı anlatırken de üç başlık altında işlemeye çalışacağım.

  1. COP29 da Yaşananlar ve Bölgemize etkileri,
  2. Barışı tesis etmeyi isterken Ekoloji Politik perspektif zemininde Nükleer santralları ve buna bağlı olarak nükleer silahların yasaklanması konusunun değerlendirilmesi,
  3. Son Söz.

Bizler Nükleer Karşıtı mücadeleye başlarken “Ölüler Elektrik Kullanmaz” diyerek yola çıkmıştık.

Çok da gerilere ve uzaklara gitmeye gerek yok. 11-22 Kasım 2024 tarihlerinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de düzenlenen COP29 İklim Zirvesi olarak adlandırılan, taraf ülkelerin ulusal katkı beyanlarıyla son bulan bir süreci birlikte izledik. Orada alınan sözde temenni kararlarıyla Türkiye 2030 yılına kadar toplamda 100 milyon ton karbon emisyonu azaltımı gerçekleştireceğini, bunu yapabilmek için de enerji tüketiminde %16 oranında azaltmaya gideceğini beyan etti!

Bunu yaparken de Akkuyu Nükleer Güç Santralını da tam kapasiteyle çalışacağını da belirtmeyi ihmal etmemiş. Bize göre kirli bir enerji türü olan Nükleeri de YEK (Yenilenebilir Enerji Kaynağı) türü olarak değerlendirmişler!

Yine bu COP29 İklim Zirvesi’sinde Türkiye olarak mevcut Nükleer Enerji kapasitesini Üç Katına Çıkarma Deklarasyonu’nu da imzalamışlar! Sanki enerji portföyümüzde Nükleer enerjimiz varmış gibi! Yine bu zirvede, Karbon Emisyonu yüksek olan Demir-Çelik, Çimento, Alüminyum ve Gübre sektöründe %75- %99 oranında Karbon azaltımı sağlayacaklarını da taahhüt ediyorlar. Sanki 2053 yılına kadar da iktidarda olacaklarını kabul ederek bizlerin ve çocuklarımızın geleceğini de ipotek altına alıyorlar.

Bir nevi karbon ticaret alanı yaratılarak gelişmemiş ve gelişmekte olduğunu iddia ettikleri ülkeleri kapitalist devletler adına biraz daha borç batağına sürüklemeyi hedefleyerek dünya geneli içinde kaos yaratmayı da hedefliyorlar.

Buradan ulaşmaya çalıştıkları hedef, ülkemizde ihtiyaç olmayan ama ihtiyaçmış gibi gösterilmeye çalışılan Nükleer enerji sektörünü ayakta tutmak olarak görülüyor.

Ancak gelişmiş ülkelerin, özellikle Çernobil ve Fukuşima nükleer felaketlerinden sonra kendi ülkelerinde Nükleer santral siparişi vermediklerini de görüyoruz. Bu yatırımlarını gelişmemiş ülkelere kaydırarak ve o ülkelere çeşitli yollarla kaynak aktarımı adı altında borçlandırarak kendi geleceklerini ayakta tutmaya çalıştıklarını görmekteyiz.

İklim krizi yada krizin iklimi olarak ortaya koydukları oluşumun karbon salınımını azaltmak için gerekli olan orman alanlarında, ağaç katliamını da sürdürmeyi ihmal etmiyorlar.

Mesela Sinop/İnceburun Yarımadasında yapmayı planladıkları Sinop Nükleer Güç Santralı alanı için daha şimdiden 2.000.000’dan fazla ağacı katlettiler. Hem karbon emisyonunun azaltılmasından söz ediyorlar, hem de bunun panzehiri olan ağaçları katlediyorlar. Oysa İnceburun Yarımadası %99 ormanlık bir alandır. Aslında Nükleer santral için tahsis edilen alan 60 km2’lik bir alanı kapsamakta. Ancak bu alanda 14 köy ve mahalle yerleşik durumdadır. Bunun tamamını kullanabilmek için istimlak gerekmektedir. İlk etapta bu mümkün olmadığı içinde Orman işletmesine ait 10.5 km2’lik alanı Nükleer santral alanı olarak belirlemiş bulunuyorlar.

Nükleeri konuşmaya devam edersek eğer, hiçbir koşulda NGS’ler karbon salınımları az dahi olsa da iklim dostu değildir. Aksine ekolojik yaşamı ve iklimi olumsuz etkileyen, canlı yaşamını katleden bir enerji türüdür. Bunu da en bariz bir şekilde Akkuyu NGS’de görüyoruz. Orada çalışan emekçilerin yaşam koşullarını ve doğanın vahşice tahrip edilişini net olarak görebiliyoruz.

Diğer yandan, Nükleer santrallar elbette santralların kurulduğu yerellerin sorunu değildir. 1986 da yaşanan Çernobil felaketinden, o bölgeden kuş uçuşu 1960 km uzaklıktaki Karadeniz bölgesinde bizler etkilendik. Bu bölgede yaşayan insanlar kanser hastalıklarıyla mücadele ediyorlar. Bunu sağlık örgütleri ve sağlık sektöründe faaliyetlerini sürdüren bilim insanları zaten söylüyorlar. Fukuşima felaketinin oluşturduğu radyasyon bulutlarının dolaşımı dünya yörüngesindeki dolaşımı hala devam ediyor.

Türkiye için bir şeyler söylemek gerekirse; biri Türkiye’nin güneyinde Akkuyu’da yapımı çalışmaları süren ama henüz faaliyeti olmayan bir NGS var. Bir diğeri de Türkiye’nin en kuzeyinde Sinop’ta yapılması planlanan ve COP29 İklim Zirvesinde açıklama yapan Murat Kurum’un deyişiyle yine kuzeyde Trakya bölgesindeki İğneada’da NGS kurulması çalışmaları dillendiriliyor.

Sinop üzerinden bir değerlendirme yaparsak; Kuş uçuşu hesabıyla Sinop-İstanbul: 526 km, Sinop-İzmir:789 km, Sinop-Antalya: 686 km, Sinop-Hakkâri: 885 km dir. Karadeniz bölgesi 1960 km mesafeli Çernobil’den en ağır bir şekilde etkilenebiliyorsa Sinop veya Akkuyu’da yapılacak santralde olası bir kaza sonucunda etkilenmeyecek hiçbir bölgemiz yoktur.

Yine, Karadeniz’in Karşı kıyılarında yıllardır süren Savaşın yıkıcı etkilerini, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal harekâtıyla yaşayarak gördük, görmeye de devam ediyoruz. Sıcak çatışma ortamının görüntüleri, tarihsel ve güncel bütün savaşların yarattığı acıları insanlığın barış umudunun kolektif havuzuna görüyoruz. Geçtiğimiz yüzyılda yaşanan 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın artık uzakta kalmış bir anı olmadığını, Hitler’e karşı inşa edilen sığınaklarda, şimdi yaşam mücadelesi veren çocukların çığlıklarını duyuyor ve gözlerimizle de görüyoruz. Savaşın tarafları ise açık bir şekilde hem kendilerini, hem de insanlığı ve gezegeni çok daha ağır yıkımlara yol açacak nükleer savaşla tehdit ediyorlar.  

AB, ABD ve Çin başta olmak üzere dünyanın geri kalan bütün ülkeleri de doğrudan veya dolaylı bir biçimde bu savaşın içindedirler. Her ne kadar çatışma, Ukrayna’nın topraklarında cereyan ediyor olsa da küresel ölçekte bir savaş durumu içindeyiz! Rusya ilk fırsatta Avrupa’daki en büyük Nükleer Santral olan Japorjiya Nükleer Santrali işgal etti. Bunun yanında 1986’da yaşanan felaket nedeniyle çalışmayan Çernobil Nükleer Santralini de işgal etti. Birde bunun yanında Rusya’ya Akkuyu ve Sinop’ta NGS yapmalarına izin verirsek, Doğu Akdeniz ile Karadeniz’in birer “Rus Gölü” olması muhtemel olacaktır. Ülkemizin güneyinde ve Suriye topraklarında On yıllardır süregelen savaşlarda da aynı sonucu gözlemliyoruz.

Bu durumu, Emperyalist Kapitalist sistemin Bölgede ve Türkiye üzerinde oynamaya çalıştığı oyunun bir parçası olarak yorumlamalıyız diye düşünüyorum. Ülkemizi çevreleyen denizlerin bir Rus gölü olmasının yanında küresel bir nükleer savaşın yaşanması da olası bir sonuç gibi görünüyor.

Sn. Putin 2024 Kasım ayı içerisinde onayladığı güncellenmiş nükleer doktrinde; “Rusya nükleer silahları her zaman bir caydırma aracı ve aşırı bir önlem olarak görmüştür. Nükleer tehdidi en aza indirmek için her zaman tedbir alınmıştır.” derken kendilerinin de aba altından sopa göstererek dünya halklarını da tehdit ettiğini gözlemleyebiliyoruz. Kremlin, yaptığı açıklamasında; nükleer silah kullanma seçeneğinin her zaman masada olduğunu, yani gerektiğinde nükleer başlıklı silahları kullanmaktan çekinmeyeceğini de ifade etmektedir.

Bu durumları gören yerden baktığımızda; Nükleer silahların yasaklanması çağrılarını yineleyen DKÖ ve Yerel Yönetimlerde bu çağrıları meclislerinde kararlaştıran   Belediye   Başkanlarını  ve Meclis  üyelerini  buradan  selamlıyorum.

Sinop, Gerze ve Fındıklı Belediyelerimiz 2017 yılında BM Genel Kurulunda ezici bir çoğunlukla kabul edilen ve 2021 yılında yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yasaklanası Anlaşması’nı” imzalamayan Siyasi iktidarı bu anlaşmayı imzalamaya çağırırken, ÜLKEMİZ VE DÜNYA İNSANLIĞININ BARIŞ VE GÜVENLİĞİ İÇİN, ANLAŞMANIN DEVLETİMİZ TARAFINDAN DA İMZALANMASINI ve TBMM DE ONAYLANMASINI istemişlerdir. Biz Sinop NKP olarak, bölgemizdeki Yerel yönetimlerin buna benzer karar almaları yönünde çağrılar da yapıyoruz.

Ayrıca, Nükleer santrallar çevreye sadece kaza sonuçlarında zarar vermezler. Nükleer santrallar da kullanılan Uranyum madeninin çıkarılması, işlenmesi, taşınması ve atık haline geldikten sonra da yıllarca saklanması aşamalarında da Ekolojik yapıya ciddi zararlar verirler.

Bütün bunların yanında en ciddi sorunları atıkların saklanması veya bertaraf edilmesinde yaşanmaktadır. Bunun en bariz, canlı örneğini de Türkiye’nin Çernobil’i olarak da adlandırılan İzmir/Gaziemir’de de görüyoruz!

Günümüzde nükleer atıkların güvenli bir biçimde saklanması ve yüzbinlerce yıl boyunca depolanması için kalıcı bir çözüm sunan bir lisanslı teknoloji henüz ne tesis edilmiştir, ne de ortada böyle bir tesis yoktur.

Bu şekliyle Nükleer santrallar gelecek nesilleri kendi mecralarında mahkûm ediyorlar.

Son Söz olarak Özetlemek gerekirse;

26 Nisan 2014’de Sinop’ta yaptığımız Nükleer Karşıtı bir mitingde, Siyasal iktidara yaptığımız çağrıyı hatırlatarak  “Cennetin Ortasında Cehennemi Kurma” diye seslenmek istiyorum.

Nükleer santralların temiz ve yenilenebilir olduğunu söylemek, çocuklarımızın geleceğini kirletmekten, kirli teknolojilere mahkûm etmekten başka bir şey değildir. Nükleer santrallar Enerjide çözüm değil, Gizli ölümdür!                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                   

Bu nedenledir ki, her zaman söylediğimiz üzere; Yalanlarla NÜKLEER FELAKET önlenemez! Çünkü Nükleer, Savaşta da Barışta da Öldürür!

  • Ölüler Elektrik Kullanmaz!
  • Radyasyon Adres Sormaz!
  • Nükleere İnat Yaşasın Hayat!

Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz!

Bereket Kar aramızdan ayrıldı

0

Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi (SYKPkurucularından ve Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti) Parti Meclisi üyesi Bereket Kar, yakalandığı akciğer enfeksiyonunun solunum sistemini bloke etmesi sonucunda Ankara’da vefat etti.

Ekoloji Politik konferansına da ciddi katkılar sunan yoldaşımızı saygıyla anıyoruz.

BEREKET KAR

1955 yılında Hatay-Samandağ-Akyazı köyünde, bir emekçi Arap Alevi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 70’li yıllarda “Emeğin Birliği” hareketi saflarında yer alarak Hatay ve ilçelerinde emekçi halkın örgütlenmesinde, devrimci mücadelenin gelişiminde önder bir kadro olarak rol oynadı. Nisan 1980’de TKEP’în (Türkiye Komünist Emek Partisi) kuruluş kongresine Hatay delegesi olarak katıldı.

12 Eylül’den bir süre sonra, TKEP Genel sekreteri Teslim Töre’yle birlikte görevli kadro olarak yurt dışına çıktı. 80’li yıllar boyunca, başta Filistin özgürlük hareketi olmak üzere bütün Ortadoğu halklarının devrimci hareketleriyle “içerden” ilişkiler kurulmasında sorumluluk üstlendi. Partisi adına Ortadoğu’da yürütülen diplomatik faaliyetlerin temel kadrosu oldu. Aynı dönemde Filistin Haber Ajansı’nda (WAFA) gazeteci olarak çalıştı.

1993 yılı içerisinde yurda döndü ve 1994 Martında TKEP’e dönük bir polis operasyonunda yakalanarak yaklaşık 3 yıl boyunca Sağmalcılar Cezaevinde tutuklu kaldı.

1997 yılında tahliye olduktan sonra ÖDP (Özgürlük ve Dayanışma Partisi), SEH (Sosyalist Emek Hareketi), SYKP (Sosyalist Yeniden Kuruluş Partisi), HDK (Halkların Demokratik Kongresi), HDP (Halkların Demokratik Partisi) ve DEM PARTİ saflarında kesintisiz olarak örgütlü mücadelesini devam ettirdi. Üyesi olup sorumluluklar üstlendiği partilerin Ortadoğu’nun devrimci-ilerici örgüt ve partileriyle ilişkilerinin kurulması ve yürütülmesinde önder bir rol oynadı.

Kuruluşuna önayak olduğu “Antakya Kent Akademisi” üzerinden kentin çok dilli çok kültürlü tarihsel yapısının adeta yeniden diriltilip kurulması yönünde başarılı çalışmalara öncülük etti. Aynı şekilde kurucusu olduğu ve başkanlığını yaptığı “Edebiyatçılar Derneği Hatay Şubesi” üzerinden Arap edebiyatçılarla Türkiyeli edebiyatçıların buluşmalarını sağlayan çalışmalara imza attı.

2007 yılı 22 Temmuz genel seçimlerinde, “Hatay Emek, Barış ve Demokrasi Güç Birliği” platformunun bağımsız adayı olarak “Bin Umut Adayları” listesinde seçimlere katıldı. Hatay’da farklı etnik ve dinsel dinamiklerin aynı mücadele zemininde birleşmesi sürecinde etkili oldu.

13 yıl süren yıkıcı vekâlet savaşı boyunca Suriye halkıyla ve ilerici politik güçlerle ilişki sürdürmenin hep bir yolunu buldu. Bu dönem boyunca göç ve göçmenlik sorunuyla yakından ilgilendi.

Mücadele hayatı boyunca politik kimliğinin yanı sıra gazeteci kimliğiyle “Ortadoğu uzmanı” olarak Türkiye ve Ortadoğu’nun çeşitli TV-Gazetelerinde program yapımcı ve katılımcı olarak yer aldı.

Bereket Kar, Türkiyeli bir sosyalist olarak, özünde Ortadoğu-Mezopotamyalı devrimci karakteriyle Antakya’nın tarihsel dokusunu kişiliğinde cisimleştirmiş, çok kimlikli bir İNSAN olarak yaşadı.

TEDAV

(Toplumsal Emek ve Dayanışma Vakfı)

BARIŞI TESİS EDERKEN NÜKLEERLE DANS ETMEK!

0

04 OCAK 2025 EkolojiPolitik tarafından düzenlenen webinar sunumu

Zeki KARATAŞ /Ekoloji Politik/ Sinop NKP

Merhaba Arkadaşlar,

Yerellerimizde verdiğimiz yada vermeye çalıştığımız uzun soluklu bir ekoloji mücadeleleri içinden geliyoruz. Ülkemizin hem kuzeyinde hem de güneyinde yaşanan kirli savaşların gölgesinde; barışın tesis edilmesini isterken bu mücadelemizi Ekoloji Politik perspektifinden bakarak değerlendirmeye çalışacağım. Bu çalışmayı da; “BARIŞI TESİS EDERKEN NÜKLEERLE DANSETMEK” olarak adlandırdım. Bu çalışmayı anlatırken de üç başlık altında işlemeye çalışacağım.

  1. COP29 da Yaşananlar ve Bölgemize etkileri,
  2. Barışı tesis etmeyi isterken Ekoloji Politik perspektif zemininde Nükleer santralları ve buna bağlı olarak nükleer silahların yasaklanması konusunun değerlendirilmesi,
  3. Son Söz.

Bizler Nükleer Karşıtı mücadeleye başlarken “Ölüler Elektrik Kullanmaz” diyerek yola çıkmıştık.

Çok da gerilere ve uzaklara gitmeye gerek yok. 11-22 Kasım 2024 tarihlerinde Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de düzenlenen COP29 İklim Zirvesi olarak adlandırılan, taraf ülkelerin ulusal katkı beyanlarıyla son bulan bir süreci birlikte izledik. Orada alınan sözde temenni kararlarıyla Türkiye 2030 yılına kadar toplamda 100 milyon ton karbon emisyonu azaltımı gerçekleştireceğini, bunu yapabilmek için de enerji tüketiminde %16 oranında azaltmaya gideceğini beyan etti!

Bunu yaparken de Akkuyu Nükleer Güç Santralını da tam kapasiteyle çalışacağını da belirtmeyi ihmal etmemiş. Bize göre kirli bir enerji türü olan Nükleeri de YEK (Yenilenebilir Enerji Kaynağı) türü olarak değerlendirmişler!

Yine bu COP29 İklim Zirvesi’sinde Türkiye olarak mevcut Nükleer Enerji kapasitesini Üç Katına Çıkarma Deklarasyonu’nu da imzalamışlar! Sanki enerji portföyümüzde Nükleer enerjimiz varmış gibi! Yine bu zirvede, Karbon Emisyonu yüksek olan Demir-Çelik, Çimento, Alüminyum ve Gübre sektöründe %75- %99 oranında Karbon azaltımı sağlayacaklarını da taahhüt ediyorlar. Sanki 2053 yılına kadar da iktidarda olacaklarını kabul ederek bizlerin ve çocuklarımızın geleceğini de ipotek altına alıyorlar.

Bir nevi karbon ticaret alanı yaratılarak gelişmemiş ve gelişmekte olduğunu iddia ettikleri ülkeleri kapitalist devletler adına biraz daha borç batağına sürüklemeyi hedefleyerek dünya geneli içinde kaos yaratmayı da hedefliyorlar.

Buradan ulaşmaya çalıştıkları hedef, ülkemizde ihtiyaç olmayan ama ihtiyaçmış gibi gösterilmeye çalışılan Nükleer enerji sektörünü ayakta tutmak olarak görülüyor.

Ancak gelişmiş ülkelerin, özellikle Çernobil ve Fukuşima nükleer felaketlerinden sonra kendi ülkelerinde Nükleer santral siparişi vermediklerini de görüyoruz. Bu yatırımlarını gelişmemiş ülkelere kaydırarak ve o ülkelere çeşitli yollarla kaynak aktarımı adı altında borçlandırarak kendi geleceklerini ayakta tutmaya çalıştıklarını görmekteyiz.

İklim krizi yada krizin iklimi olarak ortaya koydukları oluşumun karbon salınımını azaltmak için gerekli olan orman alanlarında, ağaç katliamını da sürdürmeyi ihmal etmiyorlar.

Mesela Sinop/İnceburun Yarımadasında yapmayı planladıkları Sinop Nükleer Güç Santralı alanı için daha şimdiden 2.000.000’dan fazla ağacı katlettiler. Hem karbon emisyonunun azaltılmasından söz ediyorlar, hem de bunun panzehiri olan ağaçları katlediyorlar. Oysa İnceburun Yarımadası %99 ormanlık bir alandır. Aslında Nükleer santral için tahsis edilen alan 60 km2’lik bir alanı kapsamakta. Ancak bu alanda 14 köy ve mahalle yerleşik durumdadır. Bunun tamamını kullanabilmek için istimlak gerekmektedir. İlk etapta bu mümkün olmadığı içinde Orman işletmesine ait 10.5 km2’lik alanı Nükleer santral alanı olarak belirlemiş bulunuyorlar.

Nükleeri konuşmaya devam edersek eğer, hiçbir koşulda NGS’ler karbon salınımları az dahi olsa da iklim dostu değildir. Aksine ekolojik yaşamı ve iklimi olumsuz etkileyen, canlı yaşamını katleden bir enerji türüdür. Bunu da en bariz bir şekilde Akkuyu NGS’de görüyoruz. Orada çalışan emekçilerin yaşam koşullarını ve doğanın vahşice tahrip edilişini net olarak görebiliyoruz.

Diğer yandan, Nükleer santrallar elbette santralların kurulduğu yerellerin sorunu değildir. 1986 da yaşanan Çernobil felaketinden, o bölgeden kuş uçuşu 1960 km uzaklıktaki Karadeniz bölgesinde bizler etkilendik. Bu bölgede yaşayan insanlar kanser hastalıklarıyla mücadele ediyorlar. Bunu sağlık örgütleri ve sağlık sektöründe faaliyetlerini sürdüren bilim insanları zaten söylüyorlar. Fukuşima felaketinin oluşturduğu radyasyon bulutlarının dolaşımı dünya yörüngesindeki dolaşımı hala devam ediyor.

Türkiye için bir şeyler söylemek gerekirse; biri Türkiye’nin güneyinde Akkuyu’da yapımı çalışmaları süren ama henüz faaliyeti olmayan bir NGS var. Bir diğeri de Türkiye’nin en kuzeyinde Sinop’ta yapılması planlanan ve COP29 İklim Zirvesinde açıklama yapan Murat Kurum’un deyişiyle yine kuzeyde Trakya bölgesindeki İğneada’da NGS kurulması çalışmaları dillendiriliyor.

Sinop üzerinden bir değerlendirme yaparsak; Kuş uçuşu hesabıyla Sinop-İstanbul: 526 km, Sinop-İzmir:789 km, Sinop-Antalya: 686 km, Sinop-Hakkâri: 885 km dir. Karadeniz bölgesi 1960 km mesafeli Çernobil’den en ağır bir şekilde etkilenebiliyorsa Sinop veya Akkuyu’da yapılacak santralde olası bir kaza sonucunda etkilenmeyecek hiçbir bölgemiz yoktur.

Yine, Karadeniz’in Karşı kıyılarında yıllardır süren Savaşın yıkıcı etkilerini, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal harekâtıyla yaşayarak gördük, görmeye de devam ediyoruz. Sıcak çatışma ortamının görüntüleri, tarihsel ve güncel bütün savaşların yarattığı acıları insanlığın barış umudunun kolektif havuzuna görüyoruz. Geçtiğimiz yüzyılda yaşanan 2. Dünya Paylaşım Savaşı’nın artık uzakta kalmış bir anı olmadığını, Hitler’e karşı inşa edilen sığınaklarda, şimdi yaşam mücadelesi veren çocukların çığlıklarını duyuyor ve gözlerimizle de görüyoruz. Savaşın tarafları ise açık bir şekilde hem kendilerini, hem de insanlığı ve gezegeni çok daha ağır yıkımlara yol açacak nükleer savaşla tehdit ediyorlar.  

AB, ABD ve Çin başta olmak üzere dünyanın geri kalan bütün ülkeleri de doğrudan veya dolaylı bir biçimde bu savaşın içindedirler. Her ne kadar çatışma, Ukrayna’nın topraklarında cereyan ediyor olsa da küresel ölçekte bir savaş durumu içindeyiz! Rusya ilk fırsatta Avrupa’daki en büyük Nükleer Santral olan Japorjiya Nükleer Santrali işgal etti. Bunun yanında 1986’da yaşanan felaket nedeniyle çalışmayan Çernobil Nükleer Santralini de işgal etti. Birde bunun yanında Rusya’ya Akkuyu ve Sinop’ta NGS yapmalarına izin verirsek, Doğu Akdeniz ile Karadeniz’in birer “Rus Gölü” olması muhtemel olacaktır. Ülkemizin güneyinde ve Suriye topraklarında On yıllardır süregelen savaşlarda da aynı sonucu gözlemliyoruz.

Bu durumu, Emperyalist Kapitalist sistemin Bölgede ve Türkiye üzerinde oynamaya çalıştığı oyunun bir parçası olarak yorumlamalıyız diye düşünüyorum. Ülkemizi çevreleyen denizlerin bir Rus gölü olmasının yanında küresel bir nükleer savaşın yaşanması da olası bir sonuç gibi görünüyor.

Sn. Putin 2024 Kasım ayı içerisinde onayladığı güncellenmiş nükleer doktrinde; “Rusya nükleer silahları her zaman bir caydırma aracı ve aşırı bir önlem olarak görmüştür. Nükleer tehdidi en aza indirmek için her zaman tedbir alınmıştır.” derken kendilerinin de aba altından sopa göstererek dünya halklarını da tehdit ettiğini gözlemleyebiliyoruz. Kremlin, yaptığı açıklamasında; nükleer silah kullanma seçeneğinin her zaman masada olduğunu, yani gerektiğinde nükleer başlıklı silahları kullanmaktan çekinmeyeceğini de ifade etmektedir.

Bu durumları gören yerden baktığımızda; Nükleer silahların yasaklanması çağrılarını yineleyen DKÖ ve Yerel Yönetimlerde bu çağrıları meclislerinde kararlaştıran   Belediye   Başkanlarını  ve Meclis  üyelerini  buradan  selamlıyorum.

Sinop, Gerze ve Fındıklı Belediyelerimiz 2017 yılında BM Genel Kurulunda ezici bir çoğunlukla kabul edilen ve 2021 yılında yürürlüğe giren Nükleer Silahların Yasaklanası Anlaşması’nı” imzalamayan Siyasi iktidarı bu anlaşmayı imzalamaya çağırırken, ÜLKEMİZ VE DÜNYA İNSANLIĞININ BARIŞ VE GÜVENLİĞİ İÇİN, ANLAŞMANIN DEVLETİMİZ TARAFINDAN DA İMZALANMASINI ve TBMM DE ONAYLANMASINI istemişlerdir. Biz Sinop NKP olarak, bölgemizdeki Yerel yönetimlerin buna benzer karar almaları yönünde çağrılar da yapıyoruz.

Ayrıca, Nükleer santrallar çevreye sadece kaza sonuçlarında zarar vermezler. Nükleer santrallar da kullanılan Uranyum madeninin çıkarılması, işlenmesi, taşınması ve atık haline geldikten sonra da yıllarca saklanması aşamalarında da Ekolojik yapıya ciddi zararlar verirler.

Bütün bunların yanında en ciddi sorunları atıkların saklanması veya bertaraf edilmesinde yaşanmaktadır. Bunun en bariz, canlı örneğini de Türkiye’nin Çernobil’i olarak da adlandırılan İzmir/Gaziemir’de de görüyoruz!

Günümüzde nükleer atıkların güvenli bir biçimde saklanması ve yüzbinlerce yıl boyunca depolanması için kalıcı bir çözüm sunan bir lisanslı teknoloji henüz ne tesis edilmiştir, ne de ortada böyle bir tesis yoktur.

Bu şekliyle Nükleer santrallar gelecek nesilleri kendi mecralarında mahkûm ediyorlar.

Son Söz olarak Özetlemek gerekirse;

26 Nisan 2014’de Sinop’ta yaptığımız Nükleer Karşıtı bir mitingde, Siyasal iktidara yaptığımız çağrıyı hatırlatarak  “Cennetin Ortasında Cehennemi Kurma” diye seslenmek istiyorum.

Nükleer santralların temiz ve yenilenebilir olduğunu söylemek, çocuklarımızın geleceğini kirletmekten, kirli teknolojilere mahkûm etmekten başka bir şey değildir. Nükleer santrallar Enerjide çözüm değil, Gizli ölümdür!                          

Bu nedenledir ki, her zaman söylediğimiz üzere; Yalanlarla NÜKLEER FELAKET önlenemez! Çünkü Nükleer, Savaşta da Barışta da Öldürür!

  • Ölüler Elektrik Kullanmaz!
  • Radyasyon Adres Sormaz!
  • Nükleere İnat Yaşasın Hayat!
  • Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz!

Ekoloji Politik Amed Çalıştayı 19-20 Ekim 2024

0

“Marksizm ve Ekolojik Yıkım”

Uzun bir hazırlık süreciyle her hafta toplantılar alarak olgunlaştırılan EkolojiPolitik’in Marksizm ve Ekolojik Yıkım Çalıştayı 19-20 Ekim 2024 tarihlerinde Amed’te gerçekleştirildi. Mezopotamya Ekoloji Hareketi’nin ev sahipliği ve değerli katkıları ile ufuk açıcı olduğu kadar teorik yaklaşımlar ile pratikte yaşanan gerçekliklerin kesişimsel bir buluşması oldu. Çalıştay 3 oturum ve forum şeklinde yapıldı.

Çalıştayın 1. oturumunda iki aşamalı sunum vardı. I. sunumda Marksizmin Ekoloji ile Sınanması başlığıyla marksizmin ekolojiyi nasıl ele aldığı, Marksizm’in ortaya çıktığı tarihsel koşulların kendi öncelikli çelişkilerinden hareket ettiğine ve o dönemin nesnel koşullarında toplumsal çelişkilere çözüm önerileri olarak ortaya çıktığına vurgu yapıldı. Karl Marks’ın ister 1844 El Yazmaları’nda ister devamında Das Kapital’de olsun insanın doğayla ilişkisi ve insanın doğanın ayrılmaz bir parçası olduğuna ve giderek bu birlikteliğin diyalektik işleyişine değinildi.

Sermayenin sürekli büyümesinin doğal döngüye nasıl bir saldırıya dönüştüğü ve eninde sonunda sermayenin kendi iç çelişkileriyle bu döngünün bütünselliğini nasıl bozduğu dile getirildi.

1.oturumun II.sunumu “Kürdistan’da Sömürgeciliğe Kronolojik Bir Bakış” başlığıyla gerçekleşti. Kürdistan’ın tarih boyunca farklı toplumsal yapılar ve ulus devletler tarafından nasıl sömürgeleştirildiği tarihsel eşikler üzerinden somut verilerle işlendi. Milattan sonra 639 yılında İslamiyet’in de etkisiyle bütün Orta Doğu’da, Anadolu’da ve Kürdistan topraklarında Arapların güçlenmesi ve mutlak bir hakimiyet kurmasıyla, Kürdistan’da günümüz anlamında ilk sömürgeciliğin ortaya çıktığı vurgulandı.

1071’de başlayan ve Orta Asya’dan göçlerin belirleyici olduğu ikinci Sömürgecilik aşamasının Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş dönemi boyunca devam ettiği dile getirildi. 1639’daki Kasr-i Şirin ve 1923’teki Lozan antlaşmaları ile devamında Şark Islahat Raporu, Takrir-i Sükun yasası, 1950’deki köy-ilçe adlarının değiştirilmesi yasalarının ve 1980’lerden beri günümüze kadar süregelen Kürdistan’a özel kararnameler ve politikalarla sömürge sürecinin en yoğun haliyle devam ettiğine değinildi.

II. oturum “Kapitalist Devlet ve Yerel Yönetimler” başlığıyla gerçekleşti. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile 1924’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nin Türkiye’de sermaye sınıfını geliştirdiği, Sanayi ve üretim güçlerini ortaya çıkarttığı, yapılanma süreci boyunca bütün yönetimlerin Ulus-devlet, tekçi devlet yönünde şekillendiğine dikkat çekildi. Kapitalist devlet inşası sürerken o dönemde Ticaret ve tarım yönünden Amed’in çok gelişmiş ve merkezi güç konumunun zamanla bilinçli politikalarla zayıflamaya başladığı dile getirildi. Türkiye’nin gelişim süreci boyunca merkezi idarenin mutlak belirleyici güç ve odak olduğu algısının işlendiği yerellerin ise özgür, özerk, özgün koşullarda kendini var etmesinin sürekli önüne geçildiği vurgulandı.

Toplumsal, ekonomik, tarihsel basıncın arttığı dönemlerde kapitalist devletin yerellerin insiyatif almasını engelleyen yeni yasalar veya kararnamelerle yetkilerini kısıtladığını ve giderek işlevsizleştirmek suretiyle değersizleştirdiğine dikkat çekildi. Bununla beraber Sürekli yeni yasalar ve kararnameler çıkartmak suretiyle yereli değersizleştiren Merkezi iradeyi güçlendiren hukuksal düzenlemeler yapıldığı dile getirildi.

3. oturumda da iki aşamalı sunumlar söz konusuydu I. aşamada “Savaşın Ekolojisi Tarihsel Perspektif ve Gelecek Senaryoları” üzerine yoğunlaşıldı. Kürdistan’da uygulanan özel Savaş politikalarının yarattığı tahribatlar ile dünyadaki benzer politikaların uygulandığı ülkelerdeki mücadeleler ile elde edilen kazanımlar arasında karşılaştırmalı örnekler üzerinde duruldu. Kapitalizmin son saldırı alanı olarak yoğunlaştığı ekolojik talan ve yağma politikalarının gezegen üzerindeki yıkımlarını ve bu yıkımın yakıcı etkilerini giderek toplumların ve uygarlıkların var olma yok olma kıskacına sürüklendiği dile getirildi. Uluslararası sermaye gruplarının kendi aralarındaki rekabette her türlü canlılığı ve ekosistemi yok etme pahasına konum aldıkları vurgulandı. Özellikle Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında süren ekolojik yıkımları yükselten sermaye ve devlet politikalarına verilecek en etkili mücadelenin barış talebinin bütün toplumların ortak talebine dönüştürülmesi olduğuna dikkat çekildi.

3.oturumun II.aşaması “Kapitalist Sistemin Ekoloji Üzerine Gücünün İnşası – Tahakküm – Sömürü – Hegemonya” başlığı ile gerçekleşti. Bu bağlamda Öncelikle neoliberal politikaların da sermayenin kendini var etmesini sağlamakta zayıf kaldığı, sermayenin tıkanıklığına cevap olmadığı ve sermayenin bitmek tükenmek bilmeyen rant talebine cevap vermek üzere sınıfsal mücadelelerin alanının daraltıldığı, toplumdaki muhalif yapılar arasındaki etkileşimi kopartmak suretiyle tahakküm kurduğu ve giderek sömürü mekanizmasını topluma işselleştirdiği dile getirildi. Kapitalizmin anti demokratik politikalarının yanı sıra en ufak bir muhalefet yükselişinde nasıl da baskıcı faşist yönetimlere evrildiği ve toplum üzerinde yarattığı algı-korku ve zor dayatmalarıyla hegemonyasını yaydığına vurgu yapıldı.

Çalıştayın bitiminde ortak talep üzerine dışarıdan olan katılımların ikinci güne azalabileceğinden hareketle Forum düzenlendi. Kürdistan’ın farklı illerinden gelenlerin bireysel-yapısal katkıları ve değerlendirmeleri ile getirdikleri öneriler çalıştaya ayrıca bir zenginlik kattı…

EkolojiPolitik

Boyabat’ta maden ihaleleri

Basından öğrenildiği üzere, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına bağlı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) tarafından, Sinop İli Boyabat İlçesi sınırlarında bulunan MTA tarafından keşifli Bakır Madeni Ruhsat Sahası ile ilgili olarak ihale ilanı ve Şartnamesi 20.09.2024 tarihinde MAPEG resmi internet sitesinde yayınlanmış ve 15 Ekim 2024 tarihinde ihaleye çıkartılmıştır. 

Söz konusu ihale için; 14.10. 2024 tarihinde Sinop Çevre Dostları Derneği tarafından ANKARA NÖBETÇİ İDARE MAHKEMESİ BAŞKANLIĞI’NA başvurularak: İhale Sahaları ile ilgili davalı idare kararının, şartnamenin ve ihale ilanının öncelikle yürütmesinin durdurulmasını; nihai olarak da ihalenin iptali talep edilmiştir. 

Sinop, Boyabat ve çevresinde yaşayan Değerli Vatandaşlarımızın birçoğu bilmektedir ki 22 yıldır ülkemizi yöneten siyasi iktidar yöre halklarının görüşünü/görüşlerimizi almadan yaşam alanlarımızı talan etmiş, rant uğruna sermaye gruplarına peşkeş çekmiştir. 

Ülkemiz ’de tarla tarımı ve hayvancılık yapılan bütün alanlar; yaylalar ve ormanlar dikkate alınmadan madencilik faaliyetleri ile yok edilmektedir. Türkiye genelinde yapılan vahşi maden aramaları sonucunda neler yaşandığına bakalım: Daha birkaç ay öncesinde Erzincan / İliç/ Çöpler Madeninde yaşananları bir hatırlayalım. Pasa denilen siyanür ve sülfürik asit uygulanmış toprağın kayması sonucu onlarca insan hayatını kaybetmiştir. Fırat Nehrine ne kadar zehir aktığı ise bilinmemektedir O yöre yaşanmaz hale gelmiştir.  Hemen sınırlarımızda bulunan Hanönü İlçesinde işletilen bakır madeninin kimyasal atıkları özellikle ağır metaller su kanalına karışarak suyu kirlettiği tarafsız laboratuvarlarda tespit edilmektedir. Dolayısı ile Hanönü içinden geçmekte olan GÖKIRMAK suyu maden atıklarıyla kirletilmektedir. Yine Karadeniz’de Fatsa’da siyanür kullanılarak çıkartılmaya çalışılan Altın madeni nedeniyle bölgenin geçim kaynağı olan fındık tarımı bitirilmiştir. Meyve ağaçları ve tarlalarda üretilen ürünler kirletilmiştir. Yine Karadeniz’in güzel beldesi Ordu/ Aybastı ve Korgan yaylalarında siyanürlü altın madeni için çalışmalar yürüten şirket yöre halkının ısrarlı karşı duruşları sayesinde şimdilik engellenmiştir. Şimdi sıra Boyabat yerelindeki madenlerin vahşice çıkarılmasına geldi. Bunun için 15. Ekim 2024 tarihinde bir ihale gerçekleştirildi. 

Öncelikle Sinop ve Boyabat ta yaşayan Değerli Vatandaşlarımıza bu ihalenin iptal edilmemesi durumunda nelerle karşılaşacağımızı hatırlatmak isteriz. Boyabat’ın içinden geçen Gökırmak, Kızılırmak ile birleşerek Bafra’da Karadeniz’e ulaşmaktadır. Bu ırmaklar havza içindeki ovalarımızı sulamakta ve en önemli geçim kaynağımız olan Çeltik tarlalarını sulamaktadır. Ayrıca tarlalarımızda yetiştirdiğimiz diğer ürünlerinde verimli olmasını sağlamaktadır. Bu madenlerin açılmasına izin verdiğimizde bu madenlerin işlenmesinde kullanılan kimyasal maddeler tarlalarımızı ve sularımızı kirletecekler ve geçim kaynaklarımız ile yaşam alanlarımız yok olacaktır. Yine bu maden sahalarının açılması halinde Boyabat içme sularının kirlenmesine ve bu vesileyle sağlığımızı tehdit eder durumun yaratılmasına izin vermiş olacağız.  

Maden şirketlerinin sözcülüğüne soyunan yetkililer “madenlerde işçi olarak şu kadar eleman iş sahibi olacak. Neden karşı çıkıyorsunuz. Karşı çıkmayın…” gibi sözlerle her madencilik faaliyetinde olduğu gibi bizleri yanıltmak istemektedirler. 

Değerli vatandaşlarımızı yaşam alanlarına sahip çıkmaya ve mevcut tüm sivil toplum örgütlerini Sinop Çevre Dostları Derneği olarak açmış olduğumuz davaya müdahil olmaya veya ayrı olarak hatta vatandaşlarımızı bireysel olarak dava açmaya hem davalar açarak hem yasal zeminde birlikte mücadele ederek yaşam alanlarımızı ve geçim kaynaklarımızı korumaya çağırıyoruz 

Hale OĞUZ ERDOĞAN 
Yönetim Kurulu Başkanı 

Marksizm ve Ekolojik Yıkım – Çalıştay Amed, 19-20 Ekim 2024

0

Bugün içerisinde bulunduğumuz sistemin yarattığı iklim krizi, gıda krizi, su krizi, ekonomik kriz ve toplumsal krizler ile yaşam her alanda kuşatma altına alınmıştır. Sistemin doğaya ve doğanın parçası olan toplumsallığa yönelik topyekûn yok etme hali git gide derinleştirmektedir. Kapitalizm yalnızca ekonomik bir sistem değil, aynı zamanda ideolojik ve siyasal bir iktidar olarak, bu krizler ve yıkım içinde varlığını sürdürerek, her alanda kendini tekrar tekrar inşa etmektedir.

Kapitalist modernitenin yükselttiği ulus-devlet, endüstriyalizm ve kapitalist üretim, doğa ve toplum arasında çelişkilerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sınıf, sömürgecilik, cinsiyetçilik ve ekolojik yıkımlar hep birlikte çelişkileri daha da derinleştirmiştir. Toplumun özünü oluşturan değerlerin, birikimlerin ve emeğin çalınıp, toplumun kolektif yaşam bilinci yerine bireycilik körüklenerek yaşamlarımız kontrol altına alınmaya çalışılmaktadır. Demokrasinin, devlete ve tek tip ulus bütünlüğüne saldırı olarak kabul edildiği egemenlerin anlayışında, homojen toplum yaratmak istenmesi, farklılıklarımızla var olmayı mümkün kılmamaktadır.

Kapitalizmin varlığıyla süregelen ulus-devletlere dayalı dünya sistemi aynı zamanda rekabete dayalı aşırı büyümeye odaklı sömürgecilik ve bölüşüm savaşları ile dolu bir dünya tarihi yaratmıştır. Yanı başımızda devam eden savaş ve Kuzey Kürdistan’da çok yönlü savaş pratikleri ile yıkımın en yoğun süreçlerini yaşıyoruz.

Ekolojik kriz, savaş, militarizm, yerel yönetim, sömürge ve sömürü düzenini bütün boyutlarıyla ele almak amacıyla gerçekleştireceğimiz çalıştayımız, bizlere bir kez daha acil bir durumla karşı karşıya olduğumuzu ve bir çöküşe sürüklendiğimizi hatırlatmayı ve harekete geçmek için bir yol haritası oluşturmayı hedeflemektedir. Yıkım dinamiklerinin nedenleri ve sonuçlarını beraber ele alarak, politik arka planını da gören yerden gerçekçi ve bütünlüklü bir araya gelişlerimizin bir örneği olarak yeni yaşama gidecek yolun adımlarından olacaktır.

Savaş politikaları, faşizm, yoksullaşma, betonlara gömülü yaşamlarımız, temel yaşam varlıklarımızın zehirlenmesi, antidemokratik uygulamalar ve hukuksuzluk ile hapsedilen yaşamımızı, yok sayılan değerlerimizi ve yaşamı özgürleştirmek zorunluluk olarak önümüzde duruyor. İktidar-tahakküm kıskacında öteki olan her şey için, yeni yaşam inşasına giden yolu nasıl öreceğiz? Üretimin, tüketimin, katılımcılığın ilkelerini ve kendi hayatlarımızı tayin etmenin esasları neler olacaktır? Tam da doğasına uygun şekliyle, çeşitliliği ile hep beraber tartışmak, cinsiyet eşitliliğini ve ekolojik dengeyi gözeterek tahakküm ilişkilerinden arındırılmış ortak bir yaşamın bütünlüğünü hedefleyen yol ve yöntem nasıl olacak? Nereden başlamalı ve nasıl başlamalıyız?

Bu soruları, içinden geçmekte olduğumuz dönemin politik güç dengeleri içinde, gerçek hareketin sorunlarına çözüm yolları, patikaları üretmek temelinde ele almak çalıştayımızın esas amacıdır. Bu temel ilke ve hedefler doğrultusunda bir araya gelerek, Türkiye ve Kürdistan’daki ekoloji hareketinin de halihazırdaki ideolojik, politik ve örgütsel sorunlarını aşmaya katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Ekolojik kriz derinleşir ve şiddetlenirken yeni bir ekolojik yaşam mücadelesi verenlerin de daha net ve daha güçlü fikirler, politikalar etrafında kenetlenmesi hayati bir durumdur. Bu bakımdan da çalıştayımız, Türkiye ve Kürdistan’daki ekoloji politik mücadelesinin önemli bir deneyimini kapsadığı muhakkaktır.