Türkiye coğrafyasında doğal yaşam şirketlerin çıkarları uğruna katledilmeye devam ediliyor. Maden, enerji, inşaat vb. talan için ormanlar katledilirken, bu kez orman katliamı için ihale açılması dikkat çekici
Yusuf Gürsucu
Kapitalizm fıtratı gereği doğal yaşamı sermayeye hammadde deposu olarak görürken, ağaçları ise kereste olarak değerlendirmekte. Maden, enerji, endüstriyel tarım, endüstriyel kerestecilik vb. amaçlarla ormanlar katliamlara uğratılmakta. AKP iktidarı ormanların sermaye çıkarları için yok edilmesinin önündeki bütün yasal engelleri kaldırarak, yağmada büyük bir özgürlük alanı oluşturdu. Kampanyalar yapıp 1 milyon fidan diken iktidarı bu fidanların hiçbirinin yaşamıyor olması ilgilendirmezken, orman varlığının arttırıldığı yönündeki gerçek dışı iddialarını ise gerçek raporlar yalanlıyor. Diğer yandan Kürt coğrafyasının sömürgecilik anlayışıyla sömürüye tabi tutan iktidar, Şirnex ve birçok Kürt ilinde operasyon iddiasıyla ormanları yakarken, her gün binlerce ağaç korucular eliyle kesilip katledilerek satılıyor.
Bir yandan yakılarak katledilen ağaçlar diğer yandan yine rant amaçlı olarak devlet elyile ihale edilerek katliama uğruyor. Son ihale kararı ile 240 bin ağaç katledilecek.
24 dönümde 240 bin ağaç
AKP iktidarı seçimler yaklaştıkça giderayak büyük doğa katliamlarına imza atarken, sadece Antalya’da 240 bin ağacın katledilip kesilerek kereste ve inşaat şirketlerine peşkeş için ihaleye çıkıyor. 29 Nisan tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan karara göre, Antalya’da 240 bine yakın dikili ağaç ihale yöntemiyle satışa çıkarılacak. Yayımlanan kararla Antalya Orman Bölge Müdürlüğü 16 ayrı ihale açtı. Toplamda 23 bin 364 metrekarelik alandaki 239 bin 621 ağaç ihaleyle satışa çıkarıldı. Yaklaşık 3 buçuk futbol sahası büyüklüğünde kesilecek ağaçlar için 10 bin 713 TL muhammen bedeli (tahmin edilen bedel) belirlendi. İhale ise 10 Mayıs’ta yapılacak. Ağaçların katledileceği alanın 24 dönüm bir yeri içeriyor olması inşaat rantı amacıyla alan açmak istendiği anlaşılırken, katledilen ağaçların müşterisi ise kereste tüccarları olacak.
Türkiye odun üretiminde lider
Eski Milli Parklar ve Av-Yaban Hayatı Genel Müdürü ve AKP Ankara Milletvekili olan Nevzat Ceylan, Meclis’te Orman Genel Müdürü Bekir Karacabey’i sert bir dille eleştirerek iktidarın katliamcı yüzünü sergilemişti. Ceylan konuşmasında, “Ülkemiz ormanlarının yüzde 40’ında üretim yapılıyor. Odun üretimi, ülkemizde 4 metreküpü aşıyor, hâlbuki dünya ortalaması 0,8 metreküp. Avrupa ortalaması 2,5; Kanada 0,47; Rusya 1,1 civarında üretim yapıyor. Ama biz onlardan fazla üretim yapıyoruz. Küresel iklim değişikliğinden en çok etkilenecek ve dünyanın en önemli yüksek alanlarından olan ormanlarımızın maalesef küresel iklim değişikliğiyle ilgili yeterince bir politika geliştirilememiş ve klasik statükocu ormancılık faaliyetlerinin devam ettiğine de şahit oluyoruz” dedi. Bu sözler orman katliamlarının boyutunu işaret ederken, diğer yandan orman köylüleri yere yıkılmış bir kucak ağaç için traktörüne el koyulabilmekte veya cezaevlerine yollanabilmektedir.
Şirnex’te ağaç katliamları
AKP’nin iktidarının uygulamaya koyduğu politikalarla Kürt halkı üzerinde yoğun bir baskı kurulurken, bu baskıya benzer bir diğer baskı ise Kürt coğrafyasının genelinde ekolojik yıkımlarla sürdürülüyor. Türkiye’nin batı bölgelerinde yaşanan ekolojik yıkımlarda ayağa kalkanların büyük bölümünün bölgede süren yıkım karşısında sessizliğe bürünmeleri ve ormanların yakılıp kesilerek yok edilmesinin raporlarda yer tutmaması can sıkıyor. Bu duyarsızlık devletin sömürge hukukunu ortaya koyduğu politikalar sonucunda düşmanlaştırılan Kürtlerin, yaşadıklarına ve coğrafyalarına devletin gözüyle bakma alışkanlığının neden olduğu ise biliniyor.
Kürt coğrafyası sömürgeci anlayışla yerle bir edilirken, orman varlığı ise askerlerin korumasında korcular eliyle kesilip satılarak orman ekosistemi ortadan kaldırılıyor.
İktidarın paralı askerleri
İktidar bölgedeki işbirlikçileri eliyle orman kıyımları yaşatırken, her gün binlerce ağaç kesilerek katledilmektedir. Özellikle Cudi ve Gabar dağları ile Besta bölgesinde korucuları araziye süren TSK, ağaç kesimlerine yol vererek bölgenin doğal yaşamı ve ağaçlar yağmalanıyor. Yağmanınnın sürdüğü bölgelerde halkın bağ ve bahçelerine gidişlerini de engelleyen askerler, halka ait meyve ağaçları da dahil binlerce ağacı her gün keserek TIR’larla kent dışına taşıyıp satıldığı belirtiliyor.
Kesim bölgesine girmek yasak
Besta’da ağaç kıyımını sürdüren Şirnex’ın Qeliban ilçesinin Sêgirkê Beldesi’nden Hançer Timi sorumlusu Zübeyir Babat’ın, kendi bünyesinde bulunan korucular üzerinden talanı sistematik bir hale getirdiği belirtiliyor. Ağaç kıyımıyla Besta’da bulunan Qûrteka Pêşya ve Keniya Mîra bölgelerine giriş çıkışlar ise asker tarafından yasaklandı. Nêrweh’de bulunan askeri karakoldan izin alarak bölgeye gidebilen yurttaşlar ise karşılaştıkları talan karşısında şaşkınlık yaşıyorlar.
2 milyon hektar orman katledildi
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘devleti şirket gibi yöneteceğiz’ vurgusu gereği Çevre Bakanlığı tamamen şirket çıkarlarına hizmet eden bir duruma yöneltilirken, Adalet Bakanlığı da doğal olarak aynı pozisyona taşındı. Eskiden çok mu farklıydı diye soracak olursak elbette öz olarak pek farkları yok. Ancak 20 yıllık AKP iktidarıyla, kapitalist neoliberal restorasyon süreci halkın ve doğanın güdük kalmış haklarını ve çıkarlarını tamamen ortadan kaldırıp her değer sermayenin çıkarlarına bağlanmaya başlandı. ‘Orman Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’ Nisan ayı başında Resmi Gazete’de yayımlandı. Karar özel ormanların imara açılması ‘yasal’ anlamda sağlanırken, diğer yandan tüm ormanlarda madencilik faaliyetlerinin önünde hiçbir engel kalmadı.
Ormanların kalbine açılan madenler orman ekosistemini yok ederken, bu yağma süreci yasalarla destekleniyor.
Ağaç ve doğa düşmanlığı
AKP iktidarı bugüne kadar 2 milyon hektara yakın ormanı maden, enerji, inşaatlar vb. faaliyet için şirketlere peşkeş çekti ve çekmeyi aralıksız sürdürüyor. Resmi Gazete’de yayınlanan kanunda, “Madencilik faaliyetlerinin ve faaliyetlerle ilgili her türlü yer, yol, bina ile tesislerin hükmi şahsiyeti haiz amme müesseselerine (Kamu kurumlarına) ait ormanlarda veya özel ormanlarda yapılmak istenmesi halinde Tarım ve Orman Bakanlığınca izin verilebilecek” deniliyor. İktidar ağaç ve yaşam düşmanı yüzünü attığı her adımda ortaya koyarken, bu yağmanın durdurulması çok acil bir durumu gösteriyor. Diğer yandan, Kaz Dağları Kirazlı’da onbinlerce ağaç katledilip altın madeni açma girişimi yüzbinlerin desteği ile durdurulması başarılırken, Akbelen Ormanları enerji şirketinin kömür ihtiyacı için katledilme girişimi ise halen sürüyor.
Sistematik katliam 20 yıl önce başladı
AKP iktidara geldiği ilk yıllarında orman arazileri için 2B adı verilen yağma planını ortaya koymuştu. 2003 yılında ‘2B arazisi’ olarak niteledikleri arazileri parası olan herkese satma işine soyundular. Bu amaçla Anayasanın 169. ve 170. maddeleri fiili olarak değiştirilmek istendi. 2B ile 25 milyar dolar gelir elde edeceklerini belirten iktidarın bu ilk orman yağma girişimi yargı kararıyla durduruldu. Ancak iktidar 2B’den asla vazgeçmedi. 15 Ocak 2009 tarihinde çıkarılan 5831 Sayılı ‘Tapu Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’la 6831 sayılı yasanın orman kadastrosu çalışmalarını düzenleyen 7, 9 ve 45. maddelerini değiştirirken, yasaya Ek Madde 10 eklendi. Böylece 20 yıl önce, ‘2B arazilerinin’ satışı için gerekli altyapı oluşturulmuş oldu.
AKP, MHP ve CHP eliyle
19 Nisan 2012 tarihinde ise 6292 sayılı ‘Orman Köylülerinin Kalkınmalarının Desteklenmesi ve Hazine Adına Orman Sınırları Dışına Çıkarılan Yerlerin Değerlendirilmesi’ ile ‘Hazineye Ait Tarım Arazilerinin Satışı Hakkında Kanun’ çıkarılırken Anyasa’nın 170. Maddesine aykırılık içermesine karşın muhalefetin (CHP-MHP) desteği ile yasayı çıkarmayı başardılar. 20 Kasım 2012 tarihinde ‘Orman Kadastrosu ve 2/B Madde Uygulama Yönetmeliği’ni yürürlüğe koyarak ‘arazi’ satışlarına başlandı.
Türkiye’nin en kaliteli kirazlarının üretildiği Konya Hadim Şaban Dağı kiraz bahçelerine komşu mermer ocağı. Vaşak, Ayı, domuz, tavşanların evi Köknar, Ardıç, Sedir ve Karaçam ağaçlarının bir arada bulunduğu Toroslara özel ormanında mermer ocağı açılması planlanmakta. Alanda karstlaşmanın en güzel yapıları karren, dolin ve polyeleri bulunmakta. Kireçtaşlarında tutunmuş ağaçlar ve çiçekler. İtalya, İspanya iklim değişikliği dolayısıyla yer altı su kaynaklarını etkiliyor diye mermer ocaklarını kapatıyor. Türkiye Toroslara yönlerini çevirdiler. Dış ülkelerin binalarını Toros mermeriyle giydiriyoruz. Ekonomiye katkısı neredeyse sıfır. Mermer ocakları çoğu yüzde 10 altı randımanlı. Çoğu pasa, atık oluyor. Blok mermerde gri ve beyaz modası var. Toros kireçtaşı üzerindeki karbondioksit emen ve oksijen üreten Toros sediri, köknar, karaçam ve ardıcı, yer altı su kaynağını yok etmiş çıkarcının umurunda mı. Varsa yoksa bir kaç kişinin çıkarı. Çevre viran olmuş çıkarcının umurunda mı. Bir metreküp blok mermer için 650 litre, bir metreküp plaka mermer için 6650 litre su tüketiliyor. Bu suyla birlikte, birer su deposu olan kireçtaşı kayaları da yok ediliyor, çıkarı olanın umurunda mı. Mermer tozundan kiraz ağaçlarının kuruması çıkarcının umurunda mı. Sanıyor ki bu dünyada çok uzun tek başına yaşayacak. Mermer ocaklarıyla yok ettiği köknar, sedir ağacının gölgesini arar olacak, yok ettiği bir damla suya muhtaç olacak, istiflediği yeşil kağıt demetleri de çıkarcıyı kurtaramayacak.
MUSTAFA USTA Metalürji Yüksek Mühendisi Cemalettin Küçük, “Nükleer santraller hem yapım hem de çalışma aşamalarında hiç kazaya sebep olmasalar bile çok yoğun ekolojik yıkımlara neden olurlar. Bir nükleer tepkimeyi başlattığınız zaman ortaya çıkabilecek olan sonuçları kolay kolay tahmin edemezsiniz. Tahmin edilemeyen koşullara kaza denir. Bu nedenden dolayı nükleer santralin şartelini indirdiğinizde normal koşullarda kaza yani çevresel ekolojik felaket başlamış olur” dedi.
Sinop Sabahattin Ali Kültür Merkezi’nde ‘Çernobil’in 37. yılında nükleer felaketin etkisi hala sürüyor’ konulu söyleşi düzenlendi. Söyleşi öncesi açıklamalarda bulunan Metalürji Yüksek Mühendisi Cemalettin Küçük, bugün hizmete alınması beklenen Mersin Nükleer Santrali ile Sinop’ta yapılması düşünülen nükleer santrale işaret ederek “Büyük bir yıkım bekliyor buraları. Bunun için buna izin vermemek durumunda olacağız. Eğer kurmaya çaba sarf ederlerse arkadaşlarımız bunu durdurmak, kurulursa da yeniden yavaşlatmak için mücadele edecekler” diye konuştu.
“YOĞUN EKOLOJİK YIKIMLARA NEDEN OLURLAR”
Cemalettin Küçük şunları söyledi:
“Nükleer santraller hem yapım hem de çalışma aşamalarında hiç kazaya sebep olmasalar bile çok yoğun ekolojik yıkımlara neden olurlar. Nükleer santrallerin kazası şudur; şartelini indirdiğiniz zaman kaza başlamış demektir. Bir nükleer tepkimeyi başlattığınız zaman ortaya çıkabilecek olan sonuçları kolay kolay tahmin edemezsiniz. Tahmin edilemeyen koşullara kaza denir. Bu nedenden dolayı nükleer santralin şartelini indirdiğinizde normal koşullarda kaza, yani çevresel ekolojik felaket başlamış olur. Bu ekolojik felaketin çok derinlikleri var. Hem çalışma aşamasında nükleer sızıntılar var olması hem de kullanacak olduğu çevredeki su boyutları aşamasından havadan, sudan topraktan kaynaklı olarak yakın mesafeler dahil olmak üzere yayılma ile birlikte çok uzun mesafeler dahil olmak üzere etkileri çok yoğun olacaktır. Mersin’de bugün devreye alınma koşuluyla birlikte değerlendirmek durumundayız. Büyük bir yıkım bekliyor buraları. Onun için buna izin vermemek durumunda olacağız. Eğer kurmaya çaba sarf ederlerse arkadaşlarımız bunu durdurmak, kurulursa da yeniden yavaşlatmak için mücadele edecekler. Bir nükleer santral kurulursa kapatılması çok zordur ama kapasitesini yavaşlatıp yeniden devre dışı bırakabilmek yaratmış olduğu ekolojik sorunları da en aza indirebilmek çabasını sürekli önümüzde bulundurmamız lazım.
DOĞU KARADENİZ’DE NEREDEYSE HER AİLEDE BİR KANSER VAKASI OLDUĞUNU BİLİYORUZ
Başta Karadeniz olmak üzere Doğu Karadeniz olmak üzere aynı zamanda Trakya bu konuda yoğun bir radyasyon etkisinde olmuştur. Çernobil nükleer santralinden çıkan bulutlar 3 kol üzerinden Anadolu’ya yayıldı. Aslında 3’ü de önce Ukrayna’dan çıkıp Stockholm’e geçti. Oradan tekrar doğal olarak 10 binlerce kilometre yol kat ettikten sonra Sinop üzerinden gelip Doğu Karadeniz’e çöktü. En büyük yoğunluğu Doğu Karadeniz yaşadı ama diğer 2 kol da Trakya üzerinden girerek birisi Adana kısmına doğru birisi de Mersin Fethiye tarafına doğru değişik radyoaktif yüklü bulutlar Trakya’da da çok yoğun radyoaktivitenin etkisinden kaynaklı olarak hastalıkların ortaya çıkmasına sebebiyet verdi. Ama biz Doğu Karadeniz’e geçtiğimizde her ailede neredeyse bir kanser vakasının, bir ölümün, bir hastalığın, çeşitli hastalıklarla mücadelenin bugün sürmüş olduğunu gayet net biliyoruz.”
Mersin’de Nükleer Karşıtı Platform (NKP) ve İklim Adaleti Koalisyonu, Çernobil’in 37’inci yılında nükleer santrale karşı eylem yaparak; “Nükleer yakıtını al da git” dedi.
Nükleer Karşıtı Platform (NKP) ve İklim Adaleti Koalisyonu, Çernobil’in 37’inci yılında nükleer santrallere “hayır” diyerek Akkuyu’ya nükleer yakıt getirilmesini protesto etti.
Özgecan Aslan Meydanı’nda bir araya gelen vatandaşlar Kıbrıs’ta Dayanışma Evi’nde gerçekleştirilen etkinliklerin ardından aynı saatlerde Çernobil ve Hibakusha kurbanlarının anısına insan zinciri oluşturan Kıbrıs halkı ile eş zamanlı şekilde denize dönük şekilde insan zinciri oluşturdu. Mersin halkı nükleer saldırılarda ve patlamalarda hayatını kaybedenleri anarak “Yakıtını da al git”, “Mersin Çernolbil olmayacak”, “Nükleere inat yaşasın hayat” pankartları taşıdı.
Fotoğraf: Evrensel
Basın metnini okuyan Mersin NKP Dönem Sözcüsü Osman Koçak, Çernobil ve Fukusima nükleer felaketlerinden ders almayan siyasi iktidar ve sermaye sahiplerinin Akkuyu Nükleer Santralinin inşaatını inatla sürdürdüğünü belirterek “Çernobil Nükleer Felaketinin 37. Yıldönümünün hemen ertesinde 27 Nisan’da Akkuyu’yu nükleer saha haline getirmek üzere nükleer yakıt çubuklarını getirerek seçim propaganda dönemi içinde bir açılış töreni yapacaklarını duyurdular” dedi.
“RUSYA AMBARGOYU TÜRKİYE ÜZERİNDEN Mİ AŞACAK?”
Akkuyu’ya 27 Nisan’da nükleer yakıt getirilmesi ile Akkuyu sahası nükleer saha haline geleceğini ifade eden Koçak, “Rusya ambargolar nedeniyle Avrupa’daki nükleer santrallere satmakta ve nakletmekte zorlandığı yakıt çubuklarını Akkuyu üzerinden satma olanağı kazanacak, nükleer yakıt atıklarını da aynı yoldan geri alacak, kullanım dışı yakıt çubukları Türkiye’de depolanacaktır. Rusya bu yolla ek olarak ekonomik kazanç sağlayacak bu ticaretin radyoaktif, politik ve ekonomik riskleri halkımızın sırtına yüklenecektir. Herhangi bir politik ve askeri uluslararası gerilimde Akkuyu’yu, bölgemizi ve halkımızı hedef haline getirecektir” şeklinde uyarılarda bulundu.
“NÜKLEER SANTRALLER SAVAŞTA HEDEF ALINABİLİR”
Eylemde Mersin’in milletvekili adayları da konuştu. Türkiye İşçi Partisi Mersin Milletvekili Adayı Hakan Güneş, dünyanın en iyi İHA ve SİHA’larını üreten Türkiye’nin yangın uçağı üretmemesinde olduğu gibi nükleer santrallerin de iktidarın öncelikleri ve tercihleri ilgili olduğunu ifade etti. Bu tercihin Ukrayna’da da görüldüğü gibi devletler arası bir çatışma ya da herhangi bir gurubun sabotajı ile nükleer santrallerinin birer taktik bomba haline gelebileceğine dikkat çeken Güneş, “Bir ülkenin santrale bomba atması yeter. Nükleer enerjinin risklerini bilimsel temelleriyle anlatmak bugüne kadar yeterli olmadı. Galiba bunu başka türlü anlatmamız lazım. Erdoğan rejimini ve nükleer çöplük planını 14 Mayıs’ta tarihin çöplüğüne atarak anlatmamız gerekiyor” dedi.
“NÜKLEER SANTRALE VE ONU BAŞIMIZA BELA EDEN AKP İKTİDARINA KARŞI ÖRGÜTLENELİM”
Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sedat Başkavak, 6 Şubat depreminden sonra “Sahile yaklaşmayın” mesajlarını hatırlatarak “Mersin deprem bölgesi ve santral fay hatlarının üzerine kuruluyor. O depremden sonra AKP iktidarı ve AFAD nükleer santralin deprem bölgesine kurulduğunu ilan etmiş oldular” dedi. Reaktörlerin konulacağı betonların daha önce çatladığını hatırlatan Başkavak, “Fukuşima Nükleer santralinde çatlağı tespit eden işçiyi işten attılar. Bizde de ölümüne çalıştırılan, yemekler kurtlu diyen işçiler işinden atılıyor. Ve her gün biz nükleer santralde işçilerin ölüm haberlerini alıyoruz. Bugün işçilerin kanı pahasına yükselen nükleer santral yarın milyonların ölümünü hazırlayacak bir bomba olarak tepemizde sallanacak. Bu santral burada çalıştırılsa bile tüm dünyada olduğu gibi en son nükleer santral kapatılıncaya kadar mücadelemiz devam edecektir. Daha iyi bir yaşam, daha yaşanılabilir bir Mersin için nükleer santrale ve onu başımıza bela eden AKP iktidarına karşı örgütlenelim. Öncelikle AKP iktidarının son bulması için, sonra da demokratik, bağımsız bir ülkenin kapılarını aralamak için birleşelim. Emek Partisi bu halka seçimlere çatısında katıldığı Yeşil Sol Parti’ye oy verme çağrısı yapıyor” dedi.
CHP Milletvekili Alpay Antmen, santral projesinin Mersin’in katledilmesi anlamına geldiğini ifade etti. Yıllardır yaptıkları uyarıların yıllardır dikkate alınmadığını ifade eden Antmen, “Siyasi rant uğruna Mersin’i bir saatli bombanın üzerine oturtuyor. Rusya ile Türkiye arasında yapılan anlaşmaya göre bu alan aynı zamanda 60-70 yıl boyunca bir Rus askeri limanı da olacak” dedi.
Yeşil Sol Milletvekili Mersin Milletvekili Adayı Perihan Koca, Çernobil’in yıl dönümünde iktidarın halka yeni bir katliam projesi müjdelediğini belirterek “Emperyalist şirketlere ülkemizin peşkeş çekilmesine, emperyalist şirketlerin işgal politikalarının üssü haline getirilmesine izin vermeyeceğiz. Bugün Akkuyu Nükleer Santrali Rusya ile işbirliği içerisinde yapılıyor ama sadece Rusya ile işbirliği içerisinde değiller. Emperyalizmin çıkarları neyi gerektiriyorsa bunu yapıyorlar. Ama nükleer yakıta da Akkuyu’nun nükleer çöplüğe dönüştürülmesine izin vermeyeceğiz” dedi.
Sol Parti Mersin Milletvekili Adayı İlknur Başer, “Memeleketin her yerini emperyalist şirketleri çöplüğü haline getirdiniz. Akkuyu Nükleer Santrali de emekçi halkın hayatını zehirleyecek. Ama Akkuyu Çernobil olmayacak. ” dedi. (Mersin/EVRENSEL)
26 Nisan 1986 da, o dönem Sovyetler Birliği’ne bağlı olan, Ukrayna’nın başkenti Kiev’in 130 km. kuzeyindeki Çernobil kenti, insanlık tarihinin en korkunç çevre felaketlerinden birine sahne oldu.
Çernobil nükleer santralinin dördüncü reaktöründe meydana gelen patlama sonucu çevreye, 1945 yılında Hiroşima’ya atılan atom bombasının 50 katına eşit miktarda radyasyon yayılmıştır. Patlama yaklaşık 10 gün kadar gizlenmiş, Avrupa ülkelerinde yapılan radyasyon ölçümleri sonucu, yüksek dozda radyasyonun tespit edilmesiyle dünyaya duyurulmuş ve alınacak önlemler gecikmeli olarak alınmaya başlanmıştır.
Alanın temizleme çalışmalarına katılan 200 bin kişi yüksek dozda radyasyondan etkilenmiş ve ölenler olmuştur. Daha sonra temizleme çalışmalarına katılanların sayısı 600 bine ulaşmış olup, bunların da radyasyondan etkilendiği bilinmektedir. Patlamadan 20 yıl sonra, 17 bin Ukraynalı aile, babaları tahliye görevlisi olarak çalıştığı ve hayatını kaybettiği için devlet yardımı almaya başlamışlardır. Yapılan radyasyon ölçümlerinin yüksek çıkması nedeniyle Pripyat şehri 27 Nisan’da boşaltılması planlanmış. 116 bin insanın yaşadığı 30 km. çapa sahip bölge 14 Mayısta boşaltılmaya başlanmıştır. Facia nedeniyle kaç insanın hayatını kaybettiği günümüzde de tartışma konusudur.
Patlamanın ardından radyoaktif madde yüklü bulutlar Türkiye dâhil, Avrupa’nın bir bölümü ile birlikte birçok ülkeyi etkilemiştir.Bazı bağımsız araştırmalara göre, Çernobil Nükleer faciasının yaklaşık 200 bin kişinin doğrudan ya da dolaylı olarak ölümüne sebep olduğu görülmüştür. Facianın etkileri nedeniyle 100 binlerce çocuk engelli olarak dünyaya gelmiş, kanser vakalarının arttığı tespit edilmiştir. 1990 ile 2000 yılları arasında Belarus’da kanser oranı yüzde 40 artmıştır. Dünya sağlık örgütünün tahminlerine göre, sadece Gomel bölgesinde yaşayan 50 binin üzerinde çocuk tiroit kanserine yakalanmış, kürtajlar, erken doğumlar ve ölü doğan bebek oranları çarpıcı şekilde artmıştır. Reaktörün yakınında yaşayan 350 bin insan evlerini sonsuza kadar terk etmek zorunda kalmışlardır. Türkiye de de Çernobil’den yayılan radyasyon nedeniyle kanser vakalarında artış olduğu Türk Tabipler Birliği’nin yaptığı araştırmaya göre belirlenmiştir.Bu araştırmaya göre Çernobil kazasından en ağır şekilde etkilenen Karadeniz bölgesinde bulunan Hopa’da ölümlerin %47,9 unun kansere bağlı olduğu da tespit edilmiştir. Kazanın etkilerinin nesiller boyunca sürmesi de beklenmektedir.
Facianın günümüzdeki en olumsuz etkilerden birisi, Ukrayna ve Belarus sınırları içinde yer alan yaklaşık bir milyon hektarlık toprağın radyo aktif kirliliğin etkisi altında olmasıdır.
Nükleer yakıt ve radyoaktif maddelerin kalıntılarının kontrol altında tutulması ve gömülmesi günümüzde de temel sorunlardan biri olarak önemini korumaktadır.
Yine 11 Mart 2011 yılında Japonya’da yaşanan deprem ve tusinami ile birlikte Fukuşima nükleer santralinin 3 reaktöründe çekirdek erimesi meydana gelmiş, Felaket sonrası etrafa yayılan radyoaktif maddelerden binlerce canlı etkilenmiş, binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Bölgeye giriş çıkışlar yasaklanmış, denizdeki radyasyon seviyesi normalin çok üstünde ölçülürken kaza sonrası reaktörlerin peş peşe kapatılması fayda sağlamamıştır. Fukuşima kazası tüm dünyanın sorunu haline gelmiştir.Tehlikenin farkına varan bazı ülkeler santralleri kapatma kararı almışlardır. Alınan bu karar ölüm karşısında yaşam için umut verse de, kapitalizmin bitmez tükenmez kâr hırsı bir kez daha insanlığın baş belası bir sorunu olarak gündeme gelmiştir.Hiç bir tehlike kapitalizmi sermaye birikiminden alı koymadı/koyamadı. Yine yaşamın kazanması mücadelesi, insanlığın önünde en önemli sorun olarak durmaktadır.
Çernobil’de 4 Nisan 2020 de başlayan ve yaklaşık iki hafta sonra ancak kontrol altına alınabilen orman yangını, nükleer facianın izlerinin günümüzde de ne derece risk taşıdığını bizlere göstermiştir.
Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş ile de nükleer enerjinin, insanlığın geleceği için çok büyük bir tehdit oluşturması bir kez daha düşünülmesini gerekli hale getirmiştir. Çernobil nükleer santralinin bulunduğu bölgeyi işgal ederek caydırıcı güç nükleer silahları kullanmaya hazır olduğunu da duyurmuştur. Saldırının 9. Gününde ise Avrupa’nın en büyük santrali olan Zaporijya’yı vurarak tüm dünyayı büyük bir felaketin eşiğine getirmiştir.Nükleer santrallerin savaşın tam ortasında kalması, nükleer silah kullanma olasılığı korku yaratmış, Nükleer santrallerin barındırdığı tehlike potansiyeli yeniden sorgulanmaya başlanmış, Almanya son iki santralı da kapatmıştır.
YAŞANMIŞ KAZALARDAN DERSLER ÇIKARTARTALIM, DÜNYAMIZI BUZUL ÇAĞA DÖNÜŞTÜRECEK OLAN NÜKLEER FELAKETLERE İZİN VERMEYELİM:
Yaşanan bunca felaketlere rağmen, nükleer atıklarda bulunan plütonyum elementinin yarılanma ömrünün 24 bin yıl, etkisinin 240 bin yıl sürdüğü bilim insanlarınca kanıtlanmış, doğayı kirleten, insanlığa ve tüm canlı yaşama ölüm kusan nükleer santrallerden vazgeçmemek taammüden cinayet işlemek, katliam, tür kırımı yapmak demektir.
Mersin-Akkuyu ve Sinop-İnceburun’da kurulacak nükleer santrallerin zehir akıtmaktan ve insanlığı felakete sürüklemekten başka bir etkisinin olmayacağı, bir avuç enerji lobilerinin ve büyük sermaye guruplarının daha çok kazanma hırsından başka bir yarar sağlamayacağı ortadadır. Akkuyu’da iş kazalarından kaynaklı işçi ölümleri şimdiden başlamıştır. Çevrede kirlilik yaratılmış, santral inşaat zemininde toprak yarılmaları yaşanmaktadır.
Çernobil felaketinin yıl dönümü olan 26 Nisan sonrası 27 nisanda Akkuyu’yu nükleer saha haline getirmek üzere nükleer yakıt çubukları getirilerek, seçim sürecinde bir “açılış töreni” ile olay bir seçim yatırımı haline dönüştürülmektedir. Akkuyu Nükleer Güç santralına yakıt yükleme işleminin normal şartlarda Eylül-Ekim aylarında yapılması gerekirken propoganda amaçlı açılışın erkene alınması da ayrıca düşündürücü ve bir o kadar da ürkütücüdür. Santrala yakıt çubuklarının yerleştirilmesinin taşıdığı tehlikeler, riskler bilinmesine rağmen, siyasi çıkar uğruna adeta felakete davetiye çıkarılmaktadır. Çernobil ve Fukuşima felaketlerinden hiçbir ders alınmamış olması akıl tutulmasıdır. Derhal Akkuyu ve Sinop Nükleer santrallerinin yapılması durdurulmalı ve yakıt çubukları Mersin Akkuyu’ya getirilmemelidir.
Sinop’ta yapılması planlanan santral ile ilgili Samsun 3. İdare mahkemesinin Çed iptal istemini red kararı üst mahkeme tarafından bozulmuştur. Şimdi idare mahkemesi ya yeniden bilirkişi heyeti oluşturup keşif yaptırarak duruşma yapacak ya da üst mahkemenin kararını uygulayacaktır. Mahkeme kararı ne yönde olursa olsun, kararlıyız, Sinop’ta ya da dünyanın neresinde olursa olsun nükleer santrallerin kurulmasına karşı mücadelemizi sürdüreceğiz.
Nükleere karşı mücadelemiz çoğalarak, güçlenerek sürdürülecektir.
İnançlıyız, kararlıyız kazanacağız.
Nükleer santral yaptırmayarak, doğadan, yaşamdan yana olacağız.
İnşaatı devam eden Akkuyu Nükleer Güç Santraline nükleer yakıt yüklemesi yapılmak istenmesine karşı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz tarafından 24 Nisan 2023 tarihinde basın açıklaması yapıldı.
AKKUYU NÜKLEER GÜÇ SANTRALINA YAKIT YÜKLEMESİ YAPILMAMALIDIR
Siyasi iktidar yaklaşan seçimler öncesinde yapımı devam eden tüm projeleri bir bahaneyle seçim propagandasına çevirmek için elinden geleni yapıyor. Proje aşamasından itibaren toplumun büyük itirazlarıyla karşılaşan, inşaat süreçlerinde hatalı imalatlar nedeniyle endişeleri artıran Akkuyu Nükleer Güç Santrali de bu seçim propagandasının malzemelerinden birisi haline getirilmiş durumda. Yapılan açıklamalara göre santralin birinci ünitesine ilk nükleer yakıt yüklemesi 27 Nisan 2023 tarihinde yapılacak. Bu yükleme Akkuyu NGS sahasına nükleer yakıt getirilmesi reaktörün devreye alınması anlamına gelmemekle birlikte, inşaatı süren büyük bir şantiyede yapılmak istenen bir nükleer faaliyet olması nedeniyle önemlidir.
Bilindiği gibi 1970’li yıllardan beri nükleer santral lobilerinin büyük uğraşlarına karşın ülkemizde nükleer santral kurma girişimler sonuçsuz kalmıştı. Ancak 2010 yılında Rusya ile yapılan bir milletler arası anlaşma ile Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’de sahibi olacağı bir nükleer santral kurmasını ve bu santralda üretilecek elektriğin %50’sine 15 yıl boyunca satın alma garantisi verilmesini, AKP hükümetleri kabul etti ve 2015 yılında temeli atılan Akkuyu NGS çalışmaları başladı. Bu anlaşma, Türkiye’nin Rus nükleer santralından elektrik alması zorunlu kılmaktaydı. Anlaşma, ülkemizi enerji kaynakları temininde Rusya’ya doğal gaz, petrol ve kömüre ek olarak , bir de nükleer yakıt açısından bağımlı hale getiriyor ve enerjide dışa bağımlılık oranını arttırıyordu. Bununla da sınırlı kalınmadı ve 12,35 dolar cent/kwh gibi yüksek bir fiyattan 15 yıl boyunca Akkuyu nükleer santralının üretiminin %50’sini, yani yaklaşık 290 milyar kwh elektriği satın almayı garanti ederek Türkiye’yi 35,8 milyar dolar bedelinde bir elektrik alım yükümlülüğü altına soktu. Böylece Rosatom şirketine, Akkuyu için yaptığı yatırımın kat ve kat fazlasını almasını garanti edilerek ilk 15 yılda geri kalan 290 milyar kwh elektriği de piyasada satarak ilave karlar elde edeceği özel bir imtiyaz verilmiş oldu. Yurttaşlarımız güneş, rüzgâr veya öteki yerli ve yenilenebilir kaynaklardan elektrik elde etmek yerine dünyanın en tehlikeli tip enerji üretim tesisinden çok pahalı elektrik almak zorunda kalmasının yolu açılmış oldu.
Günümüzde yapımına devam edilen bu tesisin Türkiye için gerekli bir tesis olmadığı, projenin siyasal niteliğinin ön planda olduğu, Türkiye tarafında yeterli hazırlık olmadığından projenin denetiminin gereken düzeyde yapılamayacağı, toplum açısından çok yüksek maliyetli olduğu ve bir kaza durumunda ayni Çernobil ve Fukuşima kazalarında olduğu gibi çok büyük felaketlere neden olacağı başta TMMOB olmak üzere birçok kuruluş tarafından yıllarca dile getirildi ve ilgililer uyarıldı. Tüm bu uyarıları kulak arkası eden AKP hükümetlerinin teşvikleri ile Akkuyu nükleer güç santralı yakıt yüklemesi yapılacağı söylenen bir aşamaya getirildi. TMMOB ve bilim insanlarının uyarılarının dikkate alınmamasının ne denli büyük felaketlere yol açtığını çok kısa süre önce acı biçimde deneyimledik.
Akkuyu NGS şantiyesi çalışmaları şeffaf bir şekilde yapılmadığı için birinci ünitenin yakıt yüklemesi yapılabilecek seviyeye gelip gelmediği bilinmemektedir. Resmi makamlar tarafından yayınlanan şantiye görüntü ve videolarından anlaşıldığı kadarı ile Akkuyu NGS inşaat sahası nükleer tesis niteliği kazanabilecek durumda değildir. Öncelikle devreye alınacağı söylenen birinci reaktör bölgesinin her kısmında çalışmalar devam etmektedir. Bu durumdaki bir şantiyeye nükleer taze yakıt nasıl, hangi özel güvenlik önlemleri ile nereden ve ne yolla getirilecektir, getirilmesi durumunda nerede ve ne şekilde depolanacaktır, nükleer yakıtın depolandığı bir şantiyede güvenlik nasıl sağlanacaktır? Tüm bu hususlar belirsizdir. Şantiyede çalışanların nükleer tesiste çalışanlarında bulunması gereken niteliklere kavuşması için eğitimler yapılmış mıdır, yapılmamış ise bu birkaç gün içerisinde ne şekilde ve nasıl yapılacaktır? Sayısı on binlere vardığı söylenen çok sayıda taşeron şirket çalışanının nükleer tesis şantiyesine uyumunun sağlanıp sağlanamayacağı kuşkuludur.
Gerek nükleer yakıtların nakliye, santral sahasına indirme ve depolanma süreçlerinin, gerekse yakıtların reaktörlere yüklenmesi işlemlerinin öncesinde belirlenmiş ve onaylanmış bir program dahilinde ve ilgili teknik düzenlemelere uygun olarak yapılması gerekir. İnşaat çalışmalarının hızla sürdüğü, Akkuyu NGS şantiyesinde, bu tür özel bir hazırlık yapıldığını gösterir bir işaret de yoktur.
Akkuyu NGS projesinin başlangıcında siyasi sebep ve beklentiler belirleyici olmuştu. Şimdi Akkuyu NGS şantiyesinde yapılacak gösterişli bir şov ile gerçekler karartılacak, yurttaşlar sahte bir başarı hikayesi ile yanıltılacaktır. Nükleer gibi çok önemli ve riskli bir konunun aceleyle ve tedbirler göz ardı edilerek seçim propagandası haline getirilmesi kabul edilemez. Bir ülkeye nükleer santral yaparak elektrik üretmek övünülecek değil ancak çaresizlikten yaptık denecek bir iştir. Başka kaynaklardan elektrik üretmek varken nükleer santrala yönelmek hiçbir ülke için doğru bir seçenek değildir. Başka olanaklar varken ülkemizi nükleer risk altına sokmak sorunları arttırmak anlamındadır.
Akkuyu nükleer güç santralı ülke için daha büyük sorunlara neden olmadan bu projeden vazgeçilmelidir.
Tarım, Üst Paleolitik Dönem’den itibaren çok değişkenli ancak çizgisel olmayan süreçlerin sonunda, bazı toplumların çevrelerindeki canlılarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişiminin taşmasıdır.
Çiler Çilingiroğlu
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sadece enerji alanında değil tahıl tedariki alanında da büyük bir risk yarattı. Ukrayna’da üretilen buğdaya bağımlı hale gelmiş ve bu bağımlılığın taşıdığı risklere karşı hiçbir B planı olmayan birçok ülke bu ani savaşın etkilerine maruz kaldılar. Buğdayın anavatanı ve ilk ıslah edildiği coğrafya olan Türkiye de bu ülkelerden biriydi. Tahıl koridoru açılması için yapılan diplomatik müdahalelerle Avrasya steplerinin tonlarca buğdayı yeniden gemilerle Güney’e taşınmaya başlandı.
Bu krizin tetiklediği buğday kıtlığı ve olası açlık senaryoları bizi insanlığın en temel besin kaynaklarından birinin tarihini yeniden düşünmeye teşvik etti. Arkeologlar için bu en önce Neolitik dönemi düşünmek anlamına geliyor, yani insanların avcı-toplayıcılığı bırakıp yiyecek üretimciliğine geçtiği, diğer bir deyişle, tarım ve hayvancılığa başladığı dönemi.
Bu yazıda benim sormak istediğim soru şu: Tarım tarihsel bir zorunluluk olarak mı ortaya çıktı? Yoksa biricik ve olumsal süreçlerin akışı içinde insanın kültürel tercihlerinin bir sonucu muydu?
Böylesi büyük bir soruyu bu kadar kısa bir yazıda yanıtlamak kolay değil, kabul ediyorum; ancak benim önerim sizinle arkeolojik düşünce tarihi içinde kısa bir gezintiyle bu tartışmayı serimlemeye çalışmak olacak.
Geleneksel yöntemle çapa yapan kadın çiftçi.
TARIM DEVRİMİ’NE İLİŞKİN İLK ÖNERİLER
Daha henüz arkeoloji diye bir bilim dalı ortaya çıkmamışken tarihçiler tarımın ortaya çıkışı üzerine kafa yormuştur. Önce Antik Yunan’da insanların gelişim aşamaları incelenmiştir. Daha sonra İncil’de Adem’in Yakındoğu’da tarım yaptığı, önce tunçtan sonra da demirden aletler kullandığı söylenmiş, insanlığın çeşitli teknolojik gelişmelerden geçerek bugüne geldiği konusunda genel bir resim çizilmişti.
Ancak adına “insanlık tarihi” denilen bütüncül bir anlatının gelişmesi için Aydınlanma Devrimi’nin yaşanması gerekiyordu. Aydınlanma Çağı’nın önemli düşünürlerinden Turgot ve Condercet tarımın ortaya çıkışını Avrupa-merkezci, ilerlemeci ve çizgisel tarihsel kavrayışıyla ele almışlar; onu insanlığın medeniyete doğru ilerleyen süreçler içinde geçirdiği zorunlu aşamalardan biri olarak tespit etmişlerdir. 1750 tarihli ‘İnsan Zihninin Gelişmeleri Üzerine’ yapıtında Turgot tarımı, çobanlık ve göçebelik aşamasından sonra gelen zorunlu bir ilerleme olarak kaydeder. 1794 tarihli “İnsan Zekasının İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı” metninde Condercet benzer olarak avcılık-balıkçılık ve göçebelik aşamasının sonrasına yerleştirir “çiftçi milletler”i.
19. yüzyıla geldiğimizde, evrensel tarih anlayışını en çok etkileyen Lewis Henry Morgan’ın ‘Ancient Society’ kitabı olur. Kitabında Morgan tarımın başlangıcını barbarlık aşamasının ilk evresine yerleştirmeyi uygun bulmuş. Ondan ziyadesiyle etkilenerek ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ kitabını yazan Friedrich Engels de Avrupa-merkezci, ilerlemeci ve çizgisel anlatıya son şekillerini vererek bilim ve düşün dünyasında tarımın evrensel tarihin zorunlu bir aşaması olduğu fikrini iyice yerleştirmiştir. Buraya kadar saydığımız herkes tarımın ortaya çıkışı sorusuna arkeolojik veriler olmaksızın yanıtlar vermiştir.
TARIMA İLİŞKİN BELİRLENİMCİ KURAMLAR
20. yüzyıldan itibaren ise arkeolojik veriler de kuramsal düşünüşte yerini alır. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar olan tarım devrimine ilişkin kuramları “belirlenimci kuramlar” genel başlığı altında ele almak mümkün. Bu teoriler kendilerine ekoloji, ekonomi veya nüfus baskısı gibi göstergeleri temel alıyor ve tarihsel süreçleri bu belirlenimler içinden açıklıyorlardı.
Ne var ki, ilk başlarda sadece arkeoloji değil paleoekoloji verileri de henüz yeterli değildi bu konuya doyurucu cevaplar sağlamak için. Bunun en güzel örneği Pumpelly’nin “vaha kuramı” önerisidir. Buzul Çağı sonunda gelişen büyük bir kuraklığın tüm canlıları sulak alanlara sıkışmaya zorladığı ve bunun sonucunda yoğunlaşan türler arası etkileşimin yiyecek üretimciliğine yol açtığı yönündeki önerisi bugünkü paleoiklim bilgilerimizle taban tabana çelişmektedir. Bugün biliyoruz ki, asıl kurak dönem Buzul Çağı’ydı. Holosen’le birlikte iklim bol yağışlı ve ılıman hale gelmiş, bu ani değişimle de dünya yüzünde bitki ve hayvan toplulukları hiç olmadığı kadar çoğalmış, serpilmiş ve yayılmıştı.
Pumpelly gibi, Childe da tarıma ilişkin önerilerini şekillendirirken doğal olarak kendi zamanının paleoiklim verilerini temel almış, Holosen’in kurak olduğu yönündeki yanlış kanıyı yenilemiştir. Ayrıca Nil Vadisi’ni tarımın kökeni olarak önererek başka bir hataya daha imza atmış olduğunu görüyoruz. Hâlbuki ta 1884’de tarımın ortaya çıkışını dört farklı disiplinin bilgileriyle sentezleyen Alphonse de Candolle buğdayın ilk olarak Fırat Havzası’nda ıslah edildiği önerisini geliştirmişti bile. Yine daha 1927’de H. Peake ve H. J. Fleure yabani buğdayın coğrafi dağılımına dayanarak Güneydoğu Anadolu’yu buğdayın evcilleştirildiği bölge olarak tespit etmişlerdi.
Neolitik Devrim kavramının yaratıcısı Avustralyalı arkeolog Gordon Childe.
Pumpelly’den farklı olarak ise, Childe tarıma geçişi ekolojik belirlenimle açıklamaktan kaçınmış, onun yerine kendi teorik çerçevesine uygun olarak üretim tarzındaki değişimi bu süreç için başat etken olarak belirlemiştir. Marksist materyalist felsefenin tınısını kendinde barındıran yaklaşımıyla Childe, ekonomik belirlenimi Neolitik Dönem araştırmalarının temel sorusu ve sorunu haline getirdi. 1952 tarihli kitabındaki ünlü pasajında şöyle diyordu Childe:
Gıda üretimi -gıda bitkilerinin, özellikle de tahılların bilinçli olarak yetiştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi, ıslah edilmesi ve seçilmesi ekonomik bir devrimdi, ateşin kontrolünden sonra insanlık tarihindeki en büyük devrim. Bu devrim insanlığın kendi çabalarıyla elde ettiği daha zengin ve daha güvenilir bir gıda kaynağının önünü açtı.
Gelelim 20. yüzyılın ikinci yarısına. Leslie White, Neolitik için nüfus baskısının önemine daha 1959’da değinen ilk araştırmacılardan biridir. Sonrasında Cohen’in 1977 tarihli ‘Food Crisis in Prehistory’ kitabı gelir. Cohen’in anlattığı üzere, insanlık tarihinin yüzde 99’u avcı-toplayıcı olarak geçmiştir ve bu esasen insanın geliştirdiği en başarılı adaptasyondur. O nedenle tarım ancak ve ancak bir itici neden sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Cohen’e göre, Holosen Dönemin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkan yerleşik yaşam insan nüfusunun aniden ve hızla çoğalmasına yol açmıştı. Göçebe yaşam biçiminde sadece tek çocuk sahibi olan aileler, şimdi kısa aralıklarla çok daha fazla çocuğa sahip olabiliyordu. Birden artan nüfusla baş edebilmek için insanlık tarım ve hayvancılığı geliştirmiş, öngörülebilen hasat zamanları ona güven vermiş, yiyeceğini depolayarak ve uzun süre saklayarak besin ihtiyacını gidermiştir.
Dünyada buğdayın ilk ıslah edildiği yer: Karacadağ (Diyarbakır)
Bu ekonomik belirlenimli modellerin Neolitik araştırmalarını 20. yüzyılın sonlarına kadar etkisi altına aldığını belirtmek mümkün. Neolitik çalışmaları, geleneksel olarak, flora, fauna, iklim, tarım teknikleri ve evcilleştirme eksenli bilimsel ürünler vermeyi sürdürmüş; sosyal, kültürel ve ideolojik etmenler uzun zaman görmezden gelinmiştir. Sözgelimi, Jarmo ve Çayönü’nde kazılar yürüten Robert ve Linda Braidwood Toros-Zagros yayını çevreleyen bol yağışlı dağ eteklerinde ilk tarımın ortaya çıkabileceği önerisini arazide test eden ilk araştırmacılardandır. “Bereketli Hilal’in dağlık yamaçları” olarak adlandırdıkları bu ekolojik nişin Batı Asya’daki tarımın çekirdek bölgesini oluşturduğunu isabetli bir biçimde öne sürmüşlerdir. Ayrıca zooarkeoloji ve arkeobotani gibi disiplinleri araştırmanın olmazsa olmaz bileşenleri haline getirerek geçim ekonomisine ve evcilleşmeye odaklanan Neolitik metodolojisini kurmuşlardır.
Bugün baktığımızda, Neolitik yaşam biçiminin ortaya çıkışında ne ekolojik ne ekonomik ne de nüfus baskısı belirlenimli kuramlara ilişkin destekleyici somut veriler buluyoruz. İklim değişikliği tek başına tarıma geçişi açıklamak için yetersiz. Üretim biçiminin ve araçlarının değişimi Holosen başındaki insan toplumlarını anlamak için çok mekanik, hatta sığ bir bakış açısı sunuyor. Nüfus baskısı Batı Asya’da tarih boyunca hiçbir zaman büyük dönüşümleri tetiklemiyor: coğrafya çok geniş, insan sayısı az. Bugünkü bakış açımız 20. yüzyılın sonlarından itibaren bambaşka tarihsel düşünüşlere doğru evrildi.
EKOLOJİ-İNSAN ETKİLEŞİMİ OLARAK TARIMA GEÇİŞ
Ana akım Neolitik araştırmaları geçim modeline odaklanmaya devam etsin, 1960’lardan itibaren çizgisel ve ilerlemeci tarih felsefeleri arkeoloji ve antropoloji içinden tam olarak eleştiriye açılmıştı. Diğer yandan, ekolojik belirlenim bazı araştırmacılar tarafından sorgulanmaya başlanmış ve insanın faillik kapasitesinin çok fazla geri planda bırakıldığı vurgulanmıştır. Bu noktada önemli figürlerden biri kuşkusuz “kültürel ekoloji” anlayışına “ekolojik olanakçılık” diye yeni bir soluk getiren Marshall Sahlins’tir. İnsanın pasif, doğal çevresinin aktif olarak sunulduğu bir teorik yaklaşımın karşısında insanın aktif, çevrenin pasif olduğu yeni bir bakış açısı getirmiştir. 1964 tarihli ‘Culture and Environment’ kitabı ekoloji-insan arasındaki diyaloğun önemine vurgu yapan önemli bir çalışma olarak duruyor.
Amerikalı antropolog Marshall Sahlins.
Kültürel ekolojinin Neolitik araştırmaları bağlamındaki önemli bir kahramanı Kent Flannery’e geldi sıra. Burada Flannery’nin, botanikbilimci Hans Helbaek’in çalışmalarından etkilenerek geliştirdiği Neolitik kuramını hakkını vererek anlatmaya yerimiz yok. Yine de şöyle özetlemeye çalışayım: Flannery, insanın tahılları toplarken bilinçli bir şekilde omurgaları (rakisleri) kırılgan olan bitkileri değil de tam tersine sert olup kendiliğinden kırılıp etrafa tohumunu saçmayanları seçtiğini belirtir. Evrimsel süreçte dezavantajlı konumda olan sert omurgalı bitkiler, insanların müdahalesi sonucunda avantajlı hale gelmiş, insan-bitki arasında ortaya çıkan bu yeni ilişki biçimi tarımın ortaya çıkışını hazırlamıştı. Artık tahılların gen havuzunda sert omurgalı mutantlar sayıca artmıştı. Her hasat dönemi, insan eliyle yaratılan bu müdahaleyi güçlendiriyordu. İnsanlar ayrıca aynı süreçler içinde tahılları kavuz ve kapsüllerinden ayırmaya yarayan teknolojileri de geliştirmiş, ezgi ve öğütme taşlarıyla tohumları işlemiş, böylece hasat edilen bitkiler besin olarak tüketilebilmiştir. Flannery bu öngörüleri sonucunda Yukarı Mezopotamya’nın meşe-fıstık yayını tarımın ilk geliştiği ekolojik ortam olarak ortaya atmış ve bunda da yanılmamıştır.
NEOLİTİK ARAŞTIRMALARINDA İNSANIN KEŞFİ
Görüldüğü gibi, tarımın ortaya çıkışında Flannery’e kadar insanın bu sürece katkısı neredeyse tamamen ikinci plana atılmıştır. İklim, nüfus, ekoloji, dağlar, meşeler, fıstıklar, buğdaylar, mercimekler konuşulurken, insan kendi dışındaki her türlü etmenin etkisinde mekanik ve rasyonel hareket eden bir çeşit siborg gibi hayal edilmeye devam ediyordu. İnsanın failliği bu devrimsel sürecin tam olarak neresinde kalıyordu? Bu soruyu sorabilmek için insanı ve kültürü yeniden arkeolojinin teorik dünyasına taşımak gerekliydi. Post-süreçsel arkeoloji tam olarak bunu başardı diyebiliriz. Toplumları, ekolojik veya termodinamik sistemler olarak tasavvur eden Yeni Arkeoloji, 1970’lerin sonundan itibaren kendi sorduğu sorulara cevap veremez olmuş, koymak istediği evrensel yasalara ulaşamamıştı. Post-modern düşüncenin Aydınlanma düşünüşünün karşısındaki tavrıyla birlikte de arkeoloji daha önce hiç olmadığı kadar zengin ve renkli bir çoğulculuğa kavuştu. Tüm iyi bilindiği sanılan tarihsel süreçler sil baştan sorgulanmaya başlandı.
Bu teorik gelişim Neolitik araştırmalarını doğrudan etkiledi. Neolitik Devrimin ortaya çıkışı ilk defa olarak Avrupa-merkezci, teleolojik ve çizgisel olmayan bir görüyle tartışmaya açıldı. Ayrıca disiplinin geleneksel yapısındaki erkek-merkezli ve erkek-merkezci bakış açısının sorgulanmaya başlaması Neolitik Devrim’de, özellikle bitki bilgisinin derinliği nedeniyle kadınların tarımın ortaya çıkışındaki büyük payının teslim edilmesine yol açtı. Son olarak, insanlık tarihindeki önemli dönüm noktalarında ideolojinin, yani kültürlerin kozmolojik kavrayışlarının onların doğayla kurdukları ilişkilerdeki rolü ilk defa olarak ciddiyetle ele alındı.
Bu yeni teorik açılımlar içinde üç önemli figürden bahsetmek istiyorum: Barbara Bender, Brian Hayden ve Jacques Cauvin.
ANA FAİLLER EKOLOJİ DEĞİL TOPLUMSAL YAPILAR
Bender’in ‘Gatherer-Hunter to Farmer: A Social Perspective’ başlıklı 1978 tarihli makalesi bu konuda en sevdiğim yazılardan. Bender sadece erkeği önceleyen “avcı-toplayıcı” terimini “toplayıcı-avcı” yapmakla kalmıyor, aynı zamanda tarıma geçişi toplumsal dinamikleriyle bir arada incelemeye alıyor. Bunu yaparken ekoloji, iklim ve nüfus gibi dışsal etmenleri değil, içsel toplumsal dinamikleri önceliyor. Antropolojik ve etnografik kayıtların bize net olarak gösterdiği bir şey vardır ki, o da tarihsel süreçlerdeki ana faillerin ekoloji değil toplumsal yapılar olduğudur. O halde, arkeologların eğilmesi gereken nokta toplumların yapılarıdır.
Bender’in sosyal perspektifini geliştirirken başvurduğu kaynaklar, yaklaşımının teorik çerçevesini bize anlatmaya yetiyor. Marshall Sahlins’in “hane üretim modeli” veya “domestic mode of production” görüşü bunların başında geliyor. Bu modelde amaç zenginliği biriktirmek değil, kendini yeniden üretebilmektir. Dolayısıyla Neolitik hane böyle bir açıdan ele alınmalıdır.
Fransız post-Marksist antropologları da Bender’in faydalandığı diğer kaynaklar arasında. C. Meillassoux ve M. Godelier’in devlet öncesi geleneksel toplumların işleyişine ilişkin geliştirdikleri ve Marksist teorinin bu alandaki eksik ve gediklerini kapatmaya giriştikleri proje, Bender’in sosyal bakış açısını kurmasında önemli bir yer tutuyor. Takas, dayanışma ağları, eş bulma pratikleri, yeniden üretimin denetimi, mobilite, sosyal eşitlik ve statü gibi konular Neolitik araştırma dünyasına adımlarını atıyor. Bender makalesini şu güçlü sözlerle bitirmiş: “Nihayetinde toplumu ifade eden ve evrimsel modeli belirleyen sosyal ilişkilerdir.”
Brian Hayden, Bender’in sosyal içerikli kuramına “rekabetçi şölen” kavramını eklemleyerek tarımın ortaya çıkışında içsel sosyal nedenlerin etkisini daha da perçinledi diyebiliriz. Bender gibi, Hayden da sosyal yapıdaki değişim ve dönüşümlerin yiyecek üretimciliğini ortaya çıkaran temel etmen olduğunu savunuyor; ancak, Bender’den farklı olarak Hayden eşitlikçi ve dayanışmacı pratiklerden ziyade, toplum içindeki kimi bireylerin statü kazanmak için gösterişli törenlerle varsıllıklarını kamusal ortamda paylaştıkları şölen etkinliklerine odaklanıyor. Hayden’a göre, bu türde rekabetçi bireylerin toplumsal arenada hareket etme özgürlüğü dünyadaki ender sayıda yerde ortaya çıkıp serpilme şansı buluyor. Bu toplumlar da eşitlikçi hiyerarşik örgütlenmeden çıkarak “transegaliter” toplumlar olma yolunda gelişiyorlar.
TARIM BİR ZORUNLULUK DEĞİL
Tarım, bu anlamda insanların daha güvenli besine erişme çabasını değil, kafa yapıcı içeceklerin statü sembolü olarak belirdiği coğrafyalardaki olumsal bir tarihsel gelişimi ifade ediyor. Tarım, rekabetçi bireylerin statü uğruna yoğunlaşan ritüellerinin beklenmeyen bir sonucu. Batı Asya’da bira, Doğu Asya’da pirinç rakısı (sake), Orta Amerika’da ise çikolata gibi fermente içecekler bu dönüşümde katalizör görevi üstlenen ürünler. Bu bakış açısına göre, tarım bir zorunluluk değil. O daha çok bir aykırılık, bilmeden ve istemeden “keşfedilen” bir teknoloji, hatta bilinçsiz bir devrim olarak beliriyor.
Son olarak Jacques Cauvin’e gelelim. Fransız arkeolog Cauvin ‘The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture’ adlı kitabını 1994 yılında kaleme alıyor. Kitap 2000 yılında İngilizce yayımlanıyor. Cauvin, tüm determinist kuramları ret ederken, insanın toplumsallığındaki ideolojik dönüşümün tarihsel süreçleri yönlendirmedeki rolünü ön plana çıkarıyor. Ona göre devrimsel olan ekonomik değişim değil; sembollerin dönüşümüdür. Annales Okulu’nun mentalite tarihçiliği kolundan etkilenen Cauvin için Neolitik Devrim’i mümkün kılan insan formunda doğaüstü, aşkın varlıkların yaratılmasıdır. Neolitik öncesinde hayvan sembolizminin ağır bastığını belirten Cauvin, Neolitik dönemle birlikte tanrı ve tanrıçaların icat edildiğini bildirir. “Psiko-kültürel yaklaşım” olarak adlandırılan bu görüş, ideolojik dönüşümlerin toplumsal olanı kurma yönündeki gücünü göstererek, önce fikir, sonra eylem olarak tanımlayabileceğimiz idealist felsefeye göz kırpmaktadır. Ayrıca ideolojinin tarihsel süreçlerdeki önemini vurgulayan Frankfurt Okulu da burada aklımıza gelir ister istemez.
Cauvin, Neolitik kozmolojiyi, birbiriyle karşıtlık içindeki eril ve dişil sembollerin içerildiği yeni bir din olarak tarif eder. Eril semboller özellikle fallik imgeler ve boğa ile temsil edilirken; dişil simgeler şişman, doğum yapmış kadın figüriyle özdeşleşir. Üretimi ve yeniden üretimi simgeleyen bu ikili sistemde güç, kudret, bereket, doğurganlık gibi toplumların dayandığı biyolojik ve ekonomik sisteme ilişkin tahayyüllerin bilinçdışında işgal ettiği önemli yer vurgulanır. Elbette Cauvin’in teorisi tartışmaya ve eleştiriye fazlasıyla açık. Hatta bugünkü bilgilerimizle bu hipotezin yer yer arkeolojik veriyle çeliştiğini de rahatlıkla görebiliyoruz. Ancak bu başka bir yazının konusu olsun.
OLUMSAL BİR TAŞMA OLARAK NEOLİTİK
Sonuç olarak, Neolitik Devrimi dışsal etkenlerle açıklamaya meyilli güçlü bir modernist gelenek içinden sıyrılmayı başardıkları için sosyal ve ideolojik kuramları bugün daha fazla önemsiyoruz. Bu teoriler bize insanın failliğinin tarihsel süreçlerdeki başat önemini hatırlatmıştır. İnsan-dışı veya insan-üstü failleri görünür kılan ve tarihte onların edindiği rolleri vurgulayan modernite-öncesi ve modernite gelenekleri, Marksizm ve post-modernizmden sonra artık yüzünü insana ve insanın toplumsal, bilişsel, psikolojik ve ideolojik dünyasına çevirmek zorunda kalmıştır.
Bu bağlamda, tarım dışsal etmenlerin insana dayattığı ve evrensel tarihin olmazsa olmaz bir gelişim “aşaması” değil; oldukça özelleşmiş ve çatallaşmış tarihsel süreçlerin olumsal bir uğrağıdır. Sürecin kendisi toplumsal arenada statü biriktirmek isteyen rekabetçi bireylerin yapıp etmeleri olarak başlamış olabilir veya dayanışmacı ittifaklar kurarak geniş bir ağ içinde yaşamlarını sürdüren, yerleşikliği seçen toplumların doğal çevreyle girdikleri yeni ilişkilerin bir sonucu olabilir. Kozmolojik kavrayışı dönüşüme uğrayan Holosen Dönemin yerleşik insanının yeni semboller ve inançlar yaratma çabasının içine gömülü bir yan sonuç bile olabilir tarım. Bu önerilerden hangisi geçerli olursa olsun tarımın tarihin zorunlu bir gidişatı olmadığı gün geçtikçe belirginleşiyor.
BUĞDAYIN TARİHİ YAZILMAYA DEVAM EDİYOR
Tarihin yüzde 99’u toplayıcı-avcılıkla ve tarımdan sonraki zamanın büyük bir bölümü de yine toplayıcı-avcılıktan vazgeçmeyen toplumlar tarafından oluşturulmuş. Eski toplumlar “doğal olarak” veya “kaçınılmaz olarak” tarıma geçmezler. Bir toplum ancak ve ancak bilinçli tercihler sonucunda tarımcı olmayı benimsemiştir. Tarımcı toplumlarla ilişki içinde olup hiçbir zaman tarıma geçmeyen toplayıcı-avcıları anımsayalım.
O halde, benim başta sorduğum soruya verdiğim cevap şudur: Tarım, tarihin zorunlu bir yönelimi değildir; Üst Paleolitik Dönem’den itibaren özelleşmiş, çok değişkenli ama çizgisel ya da ereksel olmayan süreçlerin sonunda belli coğrafyalardaki toplumların bilinçli bir şekilde çevrelerindeki bitki ve hayvanlarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişimidir. Bu insanlar, ne var ki, kendi eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını elbette hiç ama hiç tahayyül etmemiştir. Kafa yapıcı fermente içeceklere olan Neolitik ilgi bugün tarıma tümüyle bağımlı ulus devletlerin küresel bir açlık ve kıtlık krizine gelmesinde bir kelebek etkisi yarattı dersek yanılmış olmayız sanırım. Buğdayın tarihi bitmedi, devam ediyor.
Maraş merkezli iki büyük depremden arılar da etkilendi. Deprem olduğunda kış salkımı pozisyonunda olan arılar sarsıntıyla paniğe kapıldı. Panik sonrası strese giren arılar bal üretmede yetersiz kaldı.
Fatma Keber
URFA – 6 Şubat’ta Maraş merkezli iki büyük deprem 11 ilde yıkıma neden oldu. Bu kentlerde yaşayan milyonlarca insan depremden sonra hem fiziki hem de ruhsal olarak hayata adapte olmakta zorlanırken diğer canlılar da depremden etkilendi.
‘ARILAR PANİĞE KAPILDI VE STRESE GİRDİ’
Deprem arılarda da paniğe neden oldu. Arılar depremin yaşandığı günlerde; toplu halde ısınmak ve kış mevsimini geçirmek için geliştirdikleri sosyal bir dayanışma örneği olan kış salkımı pozisyonundaydı. Bu halde depreme yakalanan arılar panik nedeniyle strese girdi ve bir süre bal yapamadılar.
Seyyar olarak arıcılık yapan Osman Çetiner “Isısını korumak için salkım olan arılar, sallanma ve titreme ile strese girdi. Depremleri his ettikleri için arıların psikolojisi çok etkilendi” dedi.
Depremin ardından yaşanan soğuk hava dalgası ve sel de arıların yaşamını olumsuz etkiledi.
Osman Çetiner
SOĞUK HAVA ARILARI KÖTÜ ETKİLİYOR
Soğuk havaların bu dönemde arılar için iyi olmadığını söyleyen arıcı Çetiner, yaşanan yağışların ardından daha güzel havalar umduklarını söyledi ve şöyle devam etti:
“Yağışların fazla olması arıcılık için iyidir. Bu dönemden sonra hava sıcaklığı normal olursa arılar için çok iyi olur. Soğuk havadan dolayı arılar gelişmedi bizim bölgede. Adana’ya gittim, orada hava şartları normal gittiği için arıların gelişmesi iyiydi.”
Arıcılık yaparken çeşitli illeri gezdiklerini anlatan Çetiner “Bazen gittiğimiz yerlerde bizi istemiyorlar. Sıkıntılar çıkarıyorlar. Gelmeyin buraya diyorlar. 2 yıl önce Urfa’da kuraklık vardı yağış azdı. Doğu Anadolu’da bir ilimize gittim, istediğim gibi şartlar olmayınca zarar ettim” diyerek, yaşadıkları sorunlara dikkat çekti.
YAĞIŞ ARILARA YARIYOR
Çetiner büyük emek ve uğraş vererek yaptıkları işteki risklere değinirken, sezonun ve bitki florasının iyi olması halinde geçimini sağlayabilecek kadar bal elde edebildiğini söyledi.
Soğuk havalarda bitkilerin de veriminin düştüğünü belirten Çetiner “Soğuk hava olunca bitkiler nektar vermiyor, arı da nektarı çekemeyince bal yapamıyor. 21 günde yumurtası çıkan arılar soğuk hava olunca yumurta çürüyor. Hastalık giriyor. Arılar için yağış iyidir” diye konuştu.
‘ESKİDEN BAL DEĞERLİYDİ’
Türkiye’de bal piyasasının son zamanlarda sıkıntıya girdiğini aktaran Çetiner “Eskiden bal değerliydi, bir teneke bal ile bir cumhuriyet altını eş değerdi. Tabii o zaman verim de çok yüksekti, sahtecilik bu kadar yaygın değildi. Şimdi fabrikasyon ürünler var, piyasa çok düzgün değil. Bir teneke balı bin 500 TL’ye satıyoruz. Benim 700 kovanım var, gelirse, 700 teneke alırsam 1500’den hesap edin. Tabii bu kazandığımın yarısı masraf olarak gidiyor” ifadelerini kullandı.
‘BİTKİYİ TAKİP EDİYORUZ’
Yavruların gelişmesi için ilkbaharın başında arılara kristal toz şeker verdiklerini kaydeden Osman Çetiner “Kovan başı 10-15 kilo şeker gidiyor. Yavruların gelişmesi için yapmamız lazım. Nakliye ücreti var. Biz gezgin arıcı olduğumuz için yılda 5-6 defa yer değiştiriyoruz. 20 gün sonra havaya bağlı olarak Diyarbakır bölgesine gideceğiz. 2 ay kaldıktan sonra Karacadağ yaylarına gideceğiz, orada 1 ay kaldıktan sonra da Adana tarafına pamuğa gitmeyi planlıyoruz” dedi.
Gezmelerinin nedeni olarak “Bitkileri takip ediyoruz” diyen Çetiner sözlerini şöyle bitirdi: “Diyarbakır’da üç gül var, o bitkiyi takip ediyoruz. Arıdan yılda 3-4 defa sağım işlemi yapıyoruz. 3-4 defa sağım yapınca bir teneke, 26-27 kilo elde ediyoruz.”
15-16 Nisan 2023 tarihinde sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, bilim insanları ve yerel halkın katılımıyla “Phaselis Koruma Çalıştayı” düzenlenmiştir. Çalıştayda Phaselis ziyarete açık ören yeri, Phaselis Bostanlık Koyu ve Phaselis Alacasu (Cennet) Koyu’nda çok değerli arkeolojik ve kültürel miras bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Ayrıca bölgenin çok değerli ve hassas bir flora ve faunaya sahip olduğu da vurgulanmıştır. Endemiklerin bir bölümünün yüzeyde, çok sığ köklü olduğu ve bu nedenle yüzeye yapılacak müdahalelerin kabul edilemez olduğu, geri dönülmez zararlara yol açacağı belirtilmiştir.
Bununla ilgili bir durum raporu hazırlanmaktadır. Bu rapor ve bildirge kitapçık olarak yayınlanacaktır.
Çalıştayda elde edilen sonuçlara göre öncelikli eylem planı aşağıda sıralanmıştır:
Topografik ve kıyı bütünlüğü arz eden birinci derece sit sahası içinde bulunan Phaselis Güney Limanı, devamı Phaselis Bostanlık Koyu, Phaselis ziyarete açık ören yeri ve Alacasu (Cennet) Koyu’nda yoğun ve kontrolsüz kullanımlar söz konusudur. Bu nedenle doğal ve kültürel değerler büyük zarar görmektedir. Ziyaretçi yönetimi de sağlanamamaktadır. Dolayısıyla, bu değerli alanlarda bir yönetim planına ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştır.
Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarındaki inşaatlar derhal durdurulmalı, hâlihazırda yapılmış olan tüm alt ve üst yapı kontrollü olarak sökülmeli ve alanın onarımı gerçekleştirilmelidir. Tüm bu işlemler, ilgili uzmanlar denetiminde alana daha fazla zarar verilmeden yapılmalıdır.
Yasal süreç sonuçlanana kadar Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarındaki plaj projesine ait bütün işlemler durdurulmalıdır.
“Koruma ve kullanma” dengesi yerine “koruma ve korumaya uyumlu kullanma” yaklaşımı öngörülmelidir.
Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koyları ziyaretçilere yönelik özel araç trafiğine kapatılmalıdır.
Başta sit alanındaki koylar (Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu) olmak üzere bütün sit alanının korunması için yeterli sayıda bekçi görevlendirilmelidir.
Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarında arkeolojik kazıların bir an önce başlaması için gereken destek sağlanmalıdır.
Phaselis ziyarete açık ören yeri içinde araçların rastgele park etmesine engel olunmalı ve araçlar gişelerin yakınında park edecek şekilde düzenleme yapılmalıdır.
Hem Phaselis ziyarete açık ören yeri hem de Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarında kara ve deniz ekosistemlerinde taşıma kapasitesi analizleri yapılmalı ve taşıma kapasitesi tabanlı ziyaretçi yönetim planı hazırlanmalıdır.
Phaselis ziyarete açık ören yeri, Güney Limanı içinde Phaselis Koyu, Phaselis Bostanlık Koyu ve Phaselis Alacasu koylarında halk sağlığının, deniz canlılarının ve ekosistemin korunması için deniz suyu kalitesinin korunması sağlanmalıdır.
Korunacak hedef türlerin ve özel yaşam alanlarının korunması ve geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Gürültü ve ışık kirliliğine neden olacak hiçbir uygulama yapılmamalıdır.
Orta ve uzun vadede sit alanının güvenliğini sağlayacak çevre düzenlemesi ve kontrollü giriş düzenlemesi yapılmalıdır.
Bu bağlamda, yönetim planını hazırlamak amacıyla Phaselis Sivil Denetleme Kurulu kurulmuştur. Bu kurul bünyesinde sivil toplum kuruluşları ve yerel inisiyatifler yer almaktadır. Bu kurulun amaçlarından biri yerel inisiyatiflerle birlikte bir alan yönetimi planı hazırlamaktır. Phaselis Koruma Çalıştayı’nda alınan kararların temelinde, Phaselis ören yeri ve birinci derece sit alanının kullanılması ve korunması amacıyla yapılacak faaliyetler belirlenecektir. Phaselis Sivil Denetleme Kurulu alanın korunması için bir gönüllülük sistemi oluşturacaktır.
Phaselis Sivil Denetleme Kurulu, milli parkta yapılacak tüm işlemlerin uluslararası anlaşmalara uygun olmasını sağlayacak ve bugüne kadar yapılan tüm hukuksuz uygulamaların ve ilgili cezai işlemlerin de takipçisi olacaktır.
Phaselis Sivil Denetleme Kurulu Phaselis birince derece arkeolojik sit alanında ve Beydağları Sahil Milli Parkı’nda yapılacak bütün işlemlerin, BM Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması Sözleşmesi ve Türkiye’nin de üyesi olduğu ICOMOS kuralları başta olmak üzere ulusal ve uluslararası sözleşmelere uygun bir şekilde korunması için çalışmalar yapacaktır.
Phaselis Arkeolojik Sit Alanının ve Beydağları Sahil Milli Parkı’nın daha fazla zarar görmesine engel olmak için Phaselis Sivil Denetleme Kurulu olarak, Antalya ve Türkiye’deki tüm sivil toplum örgütlerini, ilgili kurumları ve bireyleri sorumluluk almaya çağırıyoruz!
6 Şubat depreminin hemen ertesi haftasında başlayan, 1.derece sit alanı ve Beydağları Mili Parkı içerisinde yer alan Phaselis Antik Kenti’ndeki inşaat çalışmaları maalesef Kültür ve Turizm Bakanlığı eliyle devam ediyor.
Dokunulmayan en son milli parklar kalmıştı, şimdi sıra oralara geldi. Kapadokya, Uludağ ve Phaselis hedefte ve bu inşaat makinasını durduramazsak diğer milli park ve sit alanları da aynı kaderi paylaşacak.
20 Şubat’ta ağır iş makinalarıyla Alacasu Koyu’nda başlayan inşaat şimdi Bostanlık Koyu’na da sıçramış durumda. Alacasu’da beton atmak da dahil yapılan tahribata halkın verdiği tepki sonucunda Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, betonlar tamamen sökülecek ve kazık sistemiyle sadece duş ve tuvalet yapacağız demişti. Oysa atılan 480 metrekarelik betonun, söküleceği sözü verilmesine rağmen 270 metrekaresi üzerinde inşaat yükseliyor. Ve buna birde beton künkler üzerinden demir profillerle yapılan büfe eklendi. Yani ticari işletme söz konusu. Bütün ısrarlarımıza rağmen verili proje iptal edildikten sonra yeni proje bize verilmiyor. Bostanlık Koyu’ndaki rastgele ve hiç bir plana dayanmayan gecekondu tarzı çalışmaları da görünce bizde ellerinde bir proje olmadığı şüphesi de oluştu. Ayrıca Bostanlık Koyu’na çekilen güçlü şebeke elektiriği burada büyük bir işletme yapılacağını da düşündürtüyor.
Bakan Ersoy emir veriyor inşaat başlıyor, emir veriyor betonların bir kısmı sökülüyor. Bütün bu değişikliklerin ne müze müdürlüğünün ne koruma kurulunun ne de kazı başkanlığının dikkate alınmadan yapıldığı çok açık. Zira bu kurumların böyle ucube yapılaşmalara izin vermesi mümkün değil diye düşünüyoruz. Çünkü danıştığımız arkeologlar ve mimarlar her iki koyda da yapılanların hiçbir koruma kuralına uymadığını söylüyor. Zaten ne zaman inşaat sahasında olsak bulunması zorunlu olan arkeoloğa rastlamıyoruz. Ve bunu tutanakla da tespit ettirip suç duyurusunda bulunduk. Ayrıca, yasak olmasına rağmen çalışmaların mesai saati bitiminden sonra hatta geceleri de devam ettiğini biliyoruz. Bunların elimizde video kayıtları var ve basında yayınlamış bulunuyoruz.
Bir de çelişik davranışlarla dolu bir bakanlıkla karşı karşıyayız. Örneğin 2014 yıkında şu an bulunduğumuz Bostanlık Koyu’nun biraz arkasına kiraladığı araziye Fettah Tamince otel yapmak istemişti. Bunun üzerine çevreciler ve bölge halkı tepki göstermiş ve Kültür ve Turizm Bakanlığı da burası 1.derece sit alanı diyerek otele izin vermemişti. Yine Bakan Ersoy’un kendisi iki yıl önce Tarım Orman Bakanlığı’nın bu koylarda yapmak istediği bir projeye sit alanında inşaat olmaz diyerek karşı çıkmıştı. Bunun görüntüleri de var ve sosyal medya hesaplarımızdan yayınladık. Şimdi ise yangından mal kaçırır gibi bayrama yetiştirme telaşıyla yürüyen bu gecekondu nitelikli inşaatları anlamakta güçlük çekiyoruz. Oysa beklerdik ki bir sorun varsa, bu koylarda tuvalet olmamasına dair, bilim insanlarına, çevrecilere sorularak bir proje üretilsin. Gününmüz teknolojisiyle, kültürel ve doğal mirasımızın dünyada az rastlanır örneği olan Phaselis Antik Kenti’nin koruma kullanma dengesini gözeterek bir proje oluşturmak çok kolaydı. İşte bu nedenle elimizi taşın altına koyup, alanında uzman biliminsanlarının katılımıyla iki gün süren bir çalıştay gerçekleştirdik. Geç de olsa yanlıştan dönülür de bilimin sesine kulak verilir belki.
Phaselis hepimizin, tüm canlıların ve korunması gereken kültürel mirasın Phaselisi. Tam da bu nedenle kimse burayı ben yaptım oldu şeklinde kullanma hakkına sahip değildir. Yapılacak en küçük bir müdahale defalarca düşünülmeli, fikir alınmalı ve danışılmalıdır.
Ayrıca ihale süreci ile ilgili şüphelerimiz artarken, az evvel aldığımız habere göre; Gazeteci Yusuf Yavuz’un bugün yayınlanan haberine göre; TURAŞ’ın eski genel müdürü Taylan Şimşek ; ‘Biz Phaselis’i 25 milyona ihaleye çıkaracaktık şimdi 47.7 milyona çıkmış, bu araştırılmalıdır ‘dedi.
Alacasu ve Bostanlık Koyları’ndaki bu tahribat abidesi projelerin iptal edilmesinin mücadelesini bırakmayıp, takipçisi olacağımıza söz veriyoruz.