TOPRAK KAYMASI DEĞİL SİYANÜR FELAKETİ, KAZA DEĞİL KATLİAM!
Erzincan İliç’teki Çöpler Altın Madeni’nde yaşanan felaket göz göre göre gelen bir katliamdır. Yıllardır ekoloji örgütlerinin, bilim insanlarının ve meslek örgütlerinin uyarıları bunun bir cinayet olduğunun delilidir.
Kapitalizm aç gözlülükte sınır tanımıyor. Bu felaket karşısındaki tepkimiz bir sonraki felaketin sınırını belirleyecek. Uşak-Kışladağ altın madeninde yaşanan binlerce insanın siyanürden zehirlenmesinden sonra Kütahya-Etigümüşte, Fatsa’da, Giresun’da, Gümüşhane’de, Kangal-Bakırtepe’de ve Kazdağları’ındaki ekolojik felaketler İliç’te yeni bir aşamaya erişti.
Şimdiden toprak kayması ve heyelan diyerek en resmi ağızlardan karartma açıklamaları yapılmaya başlandı. Resmi rakamlara göre dokuz emekçi kardeşimizin göçük altında kaldığı açıklansa da çok daha büyük bir kayıp yaşandığını tahmin etmek zor değil. Milyonlarca ton siyanür başta olmak üzere kimyasal içerikli atık çamuru, doğal ortama salınmış durumda. Havaya salınan insan sağlığı üzerinde öldürücü içeriği sahip bu bileşiklerin toprak ve su üzerindeki zehirleyici etkisi yıllarca sürecek. Felaketin bu boyutunu görünür kılmamak için arama kurtarma ekiplerinin hiçbir koruyucu ekipman olmadan sahada çalışmaları sağlanıyor.
İçinden fay hattı geçen bir maden sahasında daha geçtiğimiz yıl 80 ton siyanürlü çözelti toprağa taşmış ve Fırat havzasına karışmıştı. Kamusal denetim şirketler için hiçbir şey ifade etmiyor. Altının ışıltısı yol açtığı kan ve gözyaşını gizlemeye yetmiyor. Kanada-ABD ve Çalık Holding ortaklığının Erzincan’daki hangi iktidar oyunlarının aktörü olduğunu kamuoyu yakından biliyor. Pandemi, ardından yaşanan deprem ve yaşanacak depremler derken şimdi de siyanür felaketiyle sermaye doğayı ve insanlığı hızla yok oluşa sürüklüyor. Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ekoloji mücadelesini yükselterek bu saldırılara gereken yanıtı vereceğiz.
Siyanürlü altın madenciliği yasaklanmalıdır.
Altın madenlerinde çalışan işçiler madenin kapatılmasında çalıştırılsın ve erken emekli olsun.
Verilecek para cezaları ile toplumun tepkisini azaltma politikaları sadece daha büyük felaketlere kapı aralayacaktır.
İçişleri Bakanı, Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı ile Erzincan Valisi başta olmak üzere sorumlu kamu idarecileri derhal istifa etmeli ve yargılanmalıdır. Felaketin sorumlusu olanlar bundan sonra insan ve doğadaki kayıpları azaltmaya dönük en küçük fayda sağlayamazlar.
Anagold madenciliğin malvarlığına el konulsun ve felaketin tazmin edileceği bir bütçede kullanılsın. Şirket yetkileri hakkındaki adli soruşturmada hukuki her türlü tedbir alınsın.
Ekoloji örgütlerinin, bilim insanlarının ve meslek örgütlerinin içinde yer aldığı bağımsız bir heyetin sahada inceleme yapması ve sonrasında yapılan çalışmaları denetlemesi için her türlü aktif tutumu geliştireceğiz.
EkolojiPolitik
Muğla Su İnisiyatifi’nden DSİ’ye dava
Muğla Su İnisiyatifi Bileşenleri yurttaşlar ve sivil toplum örgütleri bugün Muğla İdare Mahkemesi’ne giderek DSİ Genel Müdürlüğü’ne dava açtılar. Daha önce Yeniköy ve Yatağan termik santrallerine su tahsisi protokollerinin iptali için DSİ’ye verdikleri dilekçelere yanıt verilmemesi üzerine yurttaşlar bu kez hukuksal süreç başlattılar. Mahkemeye dilekçenin verilmesinden sonra Muğla’nın farklı ilçelerinden gelen MSİ gönüllüleri ve gönüllü avukatların katılımı ile İdare Mahkemesi önünde bir basın açıklaması yaptılar. Sedat Yağcıoğlu tarafından okunan basın açıklamasının ardından davacıların gönüllü avukatı Arzu Alper de davanın ayrıntısı hakkında bilgi verdi.













COP vb. organizasyonlar, yaşama yüklenenler
Kapitalist sistemin yürüttüğü stratejiler ile son yıllarda ekolojik krizler (iklim değişikliği, sağlık, gıda, su, barınma krizleri vb.) artar, birbirine sarmallanıp etkileri şiddetlenirken, bir diğer ifade ile ekosistemler, yaşam yıkıma, yok oluşa sürüklenirken, sürecin etkilerine halkların yerinden yurdundan edilişi, esaretin, yoksulluğun, yoksunluğun her geçen gün derinleşmesi, kentlerin, yaşamın kimliğinin ortadan kaldırılması da eklendiğinde, açığa çıkan gerçekler bizlere -halklara, emekçilere, amacı yaşamın özgürlüğü olan tüm demokratik ve politik hareket ve örgütlere (ekoloji, kadın, emek ve meslek örgütlerine)- bu sisteme karşı yaşamı koruma, mücadele etme, enternasyonal mücadeleyi güçlendirme, patriarkal kapitalizmin ve faşizmin olmadığı özgür bir yaşamı kurma sorumluluğu vermekte.
Kapitalizmi yapısal krizlerinden/açmazlarından çıkaran ekonomi politik kararların sonuçları bugün ekolojik krizler olarak yaşamı tehdit etmekte. Kapitalist sistem açığa çıkan ekolojik krizlere çözüm iddiası ile uluslararası zeminlerde (BM, AB organizasyonları ile) duyurduğu, WHO, UNDP, IMF, Dünya Bankası vb. yapılarının desteğinde ulus-devletler dolayımıyla uygulamaya soktuğu, yaygınlaştırdığı ekonomi politik kararları ile kendisini yeniden üretmekte. Üretilen her yeni kapitalist çözüm, emekçiler, geçimlik yaşamından, yerinden yurdundan edilen halklar, kadınlar, çocuklar, yoksullar için daha derin sömürüleri de üretmekte.
Ekoloji Politik olarak kapitalist sistemin yürüttüğü sürecin karşısında politik tutum alma sorumluluğunu üstleniyoruz. Bu nedenle COP28 örneğine yakından bakarak, süreci planlayan güncel buluşma ve kararları, organizasyonun dayanağı olan uluslararası konferansları, bu konferanslarda alınan kararları ve bu kararlarla ulus devletlere verilen görevleri, katılımcı devletlerin sürece katkısını gözden geçirmek istedik.
28’incisi bu yıl yapılan BM Uluslararası İklim Değişikliği/Kirlilik Komitesi-Taraflar Konferansı, ilk kez 1995 yılında Berlin’de toplandı. Konferans bu yıl, 30 Kasım- 12 Aralık tarihleri planlanarak, Dubai’de COP28 BAE adıyla sürdürüldü, 13 Aralık’ta sona erdi. Yeşil ve Mavi ayrımı ile dokuz ayrı konu kapsamında alınan kararlar katılan ülkelerin onayına sunuldu.
İklim zirvelerinin ekonomi politik altyapısı, hedefi
1995 yılından bu yana karbon azaltmayı hedefleyen stratejiler her yıl yapılan iklim zirvelerinde uluslararası alanda işbirliği ile sürdürülmeye çalışılıyor, organize olarak güçlendiriliyor.
1970’li yıllardan beri yapılan BM su, çevre, iklim organizasyonlarında alınan uluslararası kararlarla, kapitalizmin tarihsel süreçlerinde sistemin kendini yeniden üreteceği sermaye alanları belirlenmekte. Ulus-devletlerin yapısındaki değişiklikler (yürütmenin yönetişim sistemine dönüştürülmesi, oluşturulan idari yapılanmalar[1]) ile birlikte yeni üretilen sermaye alanlarının yürütme ajandası ortaya koyulmakta.
1992 Rio de Janeiro’da BM Çevre ve Kalkınma Kongresi’nde kabul edilen “sürdürülebilir kalkınma stratejisi” ile 1994’te imzalanan hükümetler arası iklim değişikliği sözleşmeleri, 1997’de Kyoto‘da İklim Değişikliği Protokolü ve organizasyonu ile doğal varlıkların kaynak olarak kullanımı, bu kullanımın etkileri kabul edildi. Doğal alanların kullanımının sürdürülebilirliği karara bağlandı, her türlü atık deşarjı meşrulaştırılmış oldu. 2009‘da BM Kopenhag iklim zirvesinde atmosfere atılan karbon emisyonunun ticareti, karbon emisyonu salmadığı kabul edilen, “yenilenebilir” enerji üretimleri alternatif sermaye politikaları olarak benimsendi, karbon borsasının yolu açıldı. 2000‘li yıllarda ve yaşanan her kapitalist kriz sonrasında (2001, 2008, 2020) ekosistemin, doğal ve kültürel varlıkların, yaşamın, yaşam alanlarının yok edilişi ivmelendi. Geçimlik yaşam, tarım alanları, bağlar, bahçeler, meralar, hızla yenilenebilir üretimleri destekleyen maden işletmeleri ve yenilenebilir olduğu kabul edilen enerji üretimlerinin kullanımına sokuldu.
COP organizasyonlarında, iklim değişikliği ajandasının kalıcı etkisinin katılımcıların[2] işbirliğiyle sağlanacağı belirtilmekte. İşbirliği alanının, sürdürülebilir kalkınma perspektifi ve Paris İklim Anlaşması temelinde enerji, finans, teknoloji, gıda güvenliği, biyolojik çeşitlilik için stratejiler belirlenmesi, küresel ve yerel ölçekte katılımcıların koordinasyonu ile sürdürülmesi ve kararların yaygınlaştırılması olduğu vurgulanmakta.
2016 yılında yürürlüğe konulan Paris iklim Anlaşması, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne (UNFCCC, 2015) dayandırılıyor, AB ülkeleri ve aday ülkeleri için düzenlenen iklim eylem planını kapsıyor.
Paris İklim Anlaşması’nın ardından AB Komisyonu tarafından 2019‘da Avrupa Yeşil Mutabakatı açıklandı. Mutabakat “2050 yılında net sıfır sera gazı emisyonları” hedefiyle “ekonomik büyümenin kaynak kullanımından ayrıştırıldığı, modern, kaynak-verimli ve rekabetçi bir ekonomiye sahip, AB’yi adil ve müreffeh bir topluma dönüştürmeyi amaçlayan yeni bir büyüme stratejisi” olarak tanımlanıyor. Mutabakatın temel amacı, Paris İklim Anlaşması hedeflerine ulaşılması ve ekonomik ve sosyal anlamda büyük çaplı bir dönüşümün başlatılması olarak özetleniyor.
2 Şubat 2022’de de AB Komisyonu tarafından nükleer enerji üretiminin düşük karbonlu üretim olduğu kabulüne dayanılarak nükleer üretimler ve doğalgaza dayalı enerji üretimleri sürdürülebilir üretim kapsamına sokuldu, atmosfere karbon emisyonu salmayan üretimler kapsamı genişletildi.
2023 yılı Aralık ayı başında ise Avrupa Parlamentosu Başkanı Ursula von der Leyen tarafından kritik hammaddeler bildirgesi/düzenlemesi[3] ile bu süreci destekleyen yeni bir karar deklare edildi. Yeşil ve dijital geleceğin başarılması için kritik hammadde düzenlemesinin gerekli olduğu belirtildi. Kritik elementlerin AB’nin iklim hedeflerine ulaşılmasını sağlayacak anahtar önemde teknolojiler -rüzgâr santralleri vb. yenilenebilir enerji üretimleri, hidrojen depolama veya aküler/bataryalar gibi anahtar üretim teknolojileri- için gerekli ve zorunlu olduğu vurgulandı.
Tüm organizasyonlarda ve uluslararası düzeyde yapılan açıklamalarda, kapitalist sistemin kendi krizlerinden çıkış çözümlemelerinde sıkça başvurulan temel perspektifler sermayenin sürdürülebilirliği, sistemin verdiği zarar ve yıkımların kabullenilmesi ve restorasyonu ile sistemin yeniden üretilmesi, ulus devletlerin fonlarla desteklenerek teşvik edilmesi ve sürecin yürütülmesi amaçlarını içeriyor.
BM iklim organizasyonlarında ve iklime dayalı AB organizasyonlarında CO2 emisyonunun sera etkisi yaratan temel emisyon olduğu kabul edilmekte. Karbonsuzlaştırma iddiası ile düzenleyici kararlar alındı. Küresel ortalama sıcaklık artışının sanayileşme döneminin öncesine göre 2°C’yi geçmemesi ve 1,5°C’nin altında tutulması için eylem planları yapılmakta ve onaylayan ülkelerle yürürlüğe sokulmaya çalışılmakta.
COP 28’de[4] yıllardır inşa edilen -yaşamı koruma, yaşanan yıkımları onarma ile maskeledikleri- kullanma ve kapitalist sistem için ürettikleri stratejiler sağlık, su, doğal alanlar, tarım gibi farklı sermaye birikim alanları için detaylandırıldı, bu alanları içeren ajandalar belirlendi.
BM iklim eylemliliği ve AB 2050 net sıfır vizyonu sürecinde Türkiye’nin öncü tutumu:
2003 yılından itibaren su kullanım anlaşmaları ile siyasi iktidar tarafından başlatılan suyun ticarileştirilmesi ve 2009 yılında 5’incisi İstanbul’da yapılan Dünya Su Forumu ile başlatılan HES‘lerle suyun kullanım hakkının şirketlere verilmesinin ardından JES ve RES’lerle yenilenebilir enerji yatırımları hızlandırıldı. Son yılda NES ve GES’leri de kapsamına alan yatırımlar arttırıldı, yaygınlaştırıldı. Örneğin, Rusya ve Rus şirketi Rosatom ile yapılan anlaşmalarla Akkuyu Nükleer Santrali yapımına hız verildi.
11 Aralık 2019’da Avrupa Yeşil Mutabakatı kapsamında yatırımları yürürlüğe sokacak ülkelere ayrılan yaklaşık 1,8 trilyon avro tutarındaki fonu almak için Türkiye 2021 yılından itibaren sürecin önünü açacak “yasal” ve idari düzenlemeleri hızlandırdı. 6 Ekim 2021’de Paris İklim Anlaşması TBMM’ye onaylatıldı.
Aynı gün TBMM aracılığı ile yakıt, radyoaktif atıklar ve nükleer enerji ile ilgili iki ayrı düzenleme daha yapıldı.
İlk düzenleme (7336 sayılı “Kullanılmış Yakıt İdaresinin ve Radyoaktif Atık İdaresinin Güvenliği Üzerine Birleşik Sözleşme’ye Türkiye Cumhuriyeti’nin Beyanlarla Birlikte Katılmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun) ile nükleer atıkların üretime sokulabilmesi, radyoaktif atıkların başka ülkelerden alınabilmesi, depolanabilmesi, satılabilmesi yasallaştırıldı.
Diğer düzenleme (7337 sayılı “…29 Temmuz 1960 Tarihli Nükleer Enerji Alanında Üçüncü Şahıslara Karşı Hukuki Mesuliyete Dair Sözleşmeyi Değiştiren Protokolün Onaylanmasının Uygun Bulunduğuna Dair Kanun”) ile nükleer enerji alanında olası bir iş cinayetinde cinayete uğrayan işçiler de dâhil 3. şahıslara hukuki sorumluluk tanındı.
TOBB’un hazırladığı iklim yasasını yürürlüğe sokma, emisyon ticaret sistemini/karbon ticaret kurulunu oluşturma vb. girişimlerine başlandı.
Türkiye 30 Kasım 2023’te COP28 organizasyonuna, siyasi iktidar ve şirketlerin yetkilileri ve STK’larla birlikte 1.045 delegesi olan en kalabalık 3. ülke ve Paris İklim Anlaşması’nı ve sürdürülebilir kalkınma stratejisini uygulayan bir devlet olarak katıldı.
Konferansta tartışılan 9 işbirliği alanından, Avrupa yeşil fonundan, Dünya Bankası ve diğer finans kuruluşlarından alacağı fon desteğini kendisine sağlayacak birkaç maddeyi imzalayarak ve COP31 için ev sahipliği yapmaya hazır olduğunu bildirerek COP28’den ayrıldı.
COP28’den döner dönmez Türkiye’de doğal alanların “temiz/ yenilenebilir” üretimler için 10 yıl süreyle BAE’nin kullanımına tahsis edilmesini içeren anlaşma TBMM’ye getirildi.
Türkiye’nin COP28‘de imzalayarak taraf olduğu deklerasyonlar
COP28 başkanlığı, ATACH (İklim ve Sağlıkta Dönüştürücü Eylem İttifakı) finans çalışma grubu ve Kalkınma Bankası ortak grubu tarafından açıklanan İklim ve Sağlık Deklarasyonu’nda; iklim – sağlık ilişkisinin güçlendirilmesi, bu kapsamda ülke liderliğindeki proje ve programlara desteklerin artırılması için yöntemler belirlendi. İklim değişikliğinin halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerini en aza indirmek amacıyla sağlık konularıyla ilgili Paris Anlaşması ve BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi süreçleri temelinde Dünya Sağlık Örgütü de dâhil olmak üzere küresel sağlık çalışma programlarının ulus-devletler tarafından yaygınlaştırılmasına karar verildi.
İklim Eylemi İçin Yüksek Hedefli Çok Düzeyli Ortaklıklar Koalisyonu (CHAMP): İmzacı devletlerde, kent ve ilçe yerel yönetimleri ile birlikte iklim eylemi kararlarının en üst düzeye çıkarılmasını hedefleyen bu deklarasyonda UNFCCC’ye katılım, Ulusal Uyum Planları (NAP’ler), Ulusal Biyoçeşitlilik Stratejileri ve Eylem Planları (NBSAP’ler) ve Uzun Vadeli Düşük Emisyon Kalkınma Stratejileri (LT-LEDS) ile, NDC Ortaklığı gibi koalisyonlar aracılığında bu amacın sürdürülmesi, Yerel Yönetimlerin ve Belediye Otoritelerinin (LGMA) seçim bölgesinin BM İklim Değişikliği Çerçeve Programı’na yönelik çalışmalara, yatırım önceliklerine dâhil edilmesi öngörülüyor. Türkiye deklarasyonu imzalayan 71 ülke içinde yer aldı.
Sürdürülebilir Tarım ve Dayanıklı Gıda Sistemleri ve İklim Değişikliği Deklarasyonu’na Türkiye 159 ülke ve ülke statüsünde olmayan 2 katılımcı ile beraber imza verdi. Çözümün sürdürülebilir gıda güvenliği, üretimi ve beslenmeyi teşvik eden erken uyarı sistemleri ile sürdürülebilirliğin sağlanmasında olduğu belirlendi. Tarım ve gıda sistemlerinde suyun entegre yönetiminin her düzeyde güçlendirilmesi, gıda kaybı ve israfının azaltılması ve sürdürülebilir mavi su gıdalarının teşvik edilmesi de dâhil olmak üzere daha sürdürülebilir üretim ve tüketim yaklaşımlarıyla bu amacını gerçekleştirilebileceği belirtildi.
Tarım ve gıda sistemlerini iklime yanıt verecek şekilde uyarlamak ve dönüştürmek için kamunun, hayırseverliğin ve özel sektörlerin (kamu-özel ortaklıkları ve diğer -STK’lar, bilim organizasyonları vb.- uyumlu kurumların) her türlü finans desteğinin sağlanması öngörüldü. Bu kapsamda Dünya Ticaret Örgütü’nün de parçası olduğu, “ayrımcı olmayan, açık, adil, kapsayıcı, eşitlikçi ve şeffaf” kurallara dayalı çok taraflı ticaret sisteminin güçlendirilmesinde ortaklaşıldı.
Sağlık, yerel yönetimlerle iklim eylemlerinin güçlendirilmesi, tarım, gıda ve yerel yönetimler açılımlarında verdiği onaylar ile Türkiye; * sağlık politikalarında sermayenin etkisinin iklim eylemliliği gerekçesi ile artırılacağına,
* önümüzdeki süreçte yapılması planlanan yatırımların iklim eylemliliği gerekçe gösterilerek yerel yönetimler aracılığı ile güçlendirileceğine,
* suyun tarım sektörü ile entegre edileceğine, suyun ve tarımın ticarileştirilme süreçlerinin uygulamaya sokulacağına ve endüstriyel tarımın destekleneceğine,
* suyun metalaştırılmasının, maden ve enerji yatırımları için su havzalarının bütünleşik olarak sermaye birikimine sokulmasının sürdürüleceğine ilişkin ipuçları vererek COP28‘den ayrıldı.
Türkiye’nin imzalamadığı deklarasyonlar
Küresel Karbonsuzlaşmayı Hızlandırma Girişimi kapsamında dünyanın enerji üretiminde fosil yakıtların payını azaltmanın bir yolu olduğu iddia edilen yenilenebilir enerji kapasitesini 2030’a kadar üç katına ve enerji verimliliğinin ilerleme hızını ise iki katına çıkarma taahhüdünü imzalamadı.
Türkiye; COP28’de gerçekleştirilen Küresel Durum Değerlendirmesi (Global Stocktake) çalışma grubu toplantısında, fosil yakıtların kademeli azaltımına ve fosil yakıtlardan kademeli çıkış seçeneklerine karşı çıktığını açıklamış oldu.
Bu deklarasyonla, küresel sıcaklık artışını 1,5°C’de sınırlama hedefine karbon tutma teknolojisine sahip olmayan yeni kömür santralleri geliştirmeyerek, karbon tutma teknolojisine sahip olmayan mevcut kömür santrallerinden aşamalı olarak çıkılarak ulaşılacağı taahhüt edilmekte.
Uluslararası İklim Finans Çerçeve Deklarasyonu 2030 yılına kadar küresel ekonomiyi yeşillendirmek için yılda 5-7 trilyon dolar yatırım yapmayı, yerel, bölgesel ve küresel düşük karbonlu, iklime dayanıklı ve “doğaya olumlu” büyümeyi ve kapsayıcı ekonomileri hızlandırma fırsatını sunarak “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri”nin (SDG’ler) uygulanmasını içeriyor. Yeşil fona, uyum fonuna, yıkım ve hasarlara müdahale etmek için yeni finansman düzenlemeleri ulus devletlerden talep ediliyor. Enerji ve sanayi sektörlerinde sürdürülebilir kalkınma için iklim eylemliği dönüşümleri, sürdürülebilir ulaşım ve tarım sistemlerinde yeni stratejiler ve net sıfır ekonomilerine adil geçiş hedeflenmekte. Deklarasyon 13 ülke tarafından imzalandı.
Uluslararası Yardım, Onarım ve Barış Deklarasyonu’nda, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde iklim değişikliğine bağlı kırılganlık, eşitsizlik, çatışma tehdidi altında yaşayan veya bunlardan etkilenen ya da ciddi insani ihtiyaçlarla karşı karşıya olan yüksek düzeyde savunmasız toplulukların desteklenmesi, finansın yerel düzeyde yapılması önemsemekte ve kabul edilmekte. Türkiye’nin imzalamadığı deklarasyona 82 ülke ve bankaları, mülteci kuruluşları ve fon kuruluşları imza verdi.
Yenilenebilir Enerji Kaynakları ve Enerji Verimliliğinin yaygınlaştırılmasını içeren, fosil yakıtlardan arınmış enerji sistemlerine doğru küresel hareket, içlerinde Türkiye’nin olmadığı 15 ülke tarafından kabul edildi.
Cinsiyete Duyarlı Adil Geçişler ve İklim Eylem Planı Deklarasyonu’nu 18 Ülke imzaladı. Türkiye cinsiyete dayalı eylem planını onaylamadı. Deklarasyon, Paris Anlaşması hayata geçirilirken imzacıların toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan, kadınların ve kız çocuklarının liderliğini ve kararlara anlamlı katılımını, karar alma sürecini, kapasitelerini ve geçimlerini güçlendiren, toplumsal cinsiyete duyarlı adil geçişleri kararlılıkla teşvik etmesini ve adil geçiş planlamasını kapsamakta.
Küresel Soğutma Taahhüdü’nü Türkiye imzalamadı. İmzalayan 15 ülke bu borcu yerine getirmek için söz verdi. Bu söze göre sürdürülebilir soğutma sağlama bilinci ile gıda kaybının azaltılması, sağlık hizmetlerine ve ilaçlara erişimin artırılması ve adil enerji geçişleri desteklenecek. İmzacı 15 ülke tarafından yenilenebilir enerjiye dayalı soğutma teknolojilerinin teknik olarak uygulanabilir, ekonomik olarak yapılabilir ve kırsal, uzak ve şebekeden bağımsız konumlarda uygun ölçekte hızlı bir şekilde konuşlandırılabilir olduğu kabul edilmekte.
Yenilenebilir ve Düşük Karbonlu Hidrojen ve Hidrojen Türevleri Sertifika Programı, hidrojenin üretimi ve taşınmasıyla ilişkili sera gazı (GHG) emisyonlarının belirlenmesi, hidrojen ve hidrojen türevlerine ilişkin sertifikasyonunun, sınır ötesi ticaretin önünü açmak üzere 16 ülke tarafından kabul edildi. Deklarasyona ABD’nin politik olarak betimlediği “temiz hidrojen” kabulü eklendi. Fosil enerjiyle üretilen hidrojen bu kapsamın dışında tutuldu.
COP28 tamamlandığında tartışmaları yürüten sorumlular ve COP28 başkanları tarafından konferansta alınan kararların hedefi
· Ulusal iklim, biyolojik çeşitlilik ve arazi yenileme, onarma stratejilerinin belirlenmesi, planlanması,
· Yerel bütçelerin, çok taraflı kalkınma bankaları, çok taraflı iklim ve biyolojik çeşitlilik fonları, ikili kalkınma ajansları, özel sektör aktörleri ve hayırsever kaynaklar da dâhil iklim ve doğaya yönelik finansman ve yatırımların planlanması,
· İklim ve biyolojik çeşitlilik planlarının ve stratejilerinin oluşturulmasına yerli halkların, yerel toplulukların, kadınların, kız çocuklarının, gençlerin ve diğer hassas toplulukların tam, eşit ve etkili temsil ve katılımının sağlanması,
· İnsan haklarına saygı gösteren, arazi mülkiyeti güvenliğini artıran ve geleneksel bilgiyi kullanan bir tutumla planlamaların yapılması ve uygulanması,
· İklim değişikliği, biyoçeşitlilik ve sürdürülebilir arazi yönetimi çabaları için veri kaynakları ve veri toplama, ölçümler ve yöntemler ile ilgili gönüllü raporlama çerçeveleri arasında tutarlılık ve birlikte çalışabilirliğin sağlanması için uluslararası, sivil toplum kuruluşları ve özel sektör kuruluşları, bilimsel ve akademik kuruluşlarla işbirliği özetlendi.
Türkiye COP28 deklarasyonlarında
· iklim değişikliği nedeniyle halkların yaşadığı eşitsizlikleri ve yaşamın yıkımını ve bunun onarılacağı planların yapılmasını,
· fosil yakıtlardan arınmış enerji ve endüstriyel yatırım politikalarını,
· tüketicileri güçlendirmeyi ve vasıflı yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği iş gücünü geliştirmeyi ve desteklemeyi,
· enerji geçişi nedeniyle yerinden edilme riskiyle karşı karşıya olan mevcut enerji çalışanlarını desteklemeyi,
· toplumsal cinsiyete dayalı politikaların iklim eylemliliği çerçevesinde uygulanmasını, teşvik edilmesini, kadınların ve çocukların insani hak ve geçiş programlarına dâhil edilmesini kabul etmedi.
Karbon borsası ve yenilenebilir enerji sertifikasyonu süreçlerine eşlik eden Türkiye hidrojen ve hidrojen türevlerinin sertifikasyonu ile ilişkili deklarasyonu imzalamadı.
COP yapısı
28 yıldır süren uluslararası iklim organizasyonuna, seri buluşmalara ulus devletlerin yetkilileri, endüstrilerin, şirketlerin yetkilileri ve alınan kararlar hakkında lobi faaliyeti yürütecek olan kuruluşlar katılmakta, katılımcı olarak yer almakta.
Karbonsuzlaştırma yol haritaları belirleyen, araştıran, finanse eden, fon desteği alan Türkiye’de aktif STK’lar, sürdürülebilir ekonomi, finans araştırma dernekleri[5], bu konuda taraf olan bilim insanları, geçiş stratejilerinin kapitalizmin varlığında da sürdürülebileceğini savunan çevre ve kent örgütleri ise COP iklim hedefi sürecini desteklemekte. Alınan kararların kapitalizmin varlığından uzaklaştırıcı çözümler olduğunu savunmakta, sera etkisinin kapitalist üretimlerden sadece birine ilişkin çözümlerle önleneceğini düşünmekte, olumlamakta, yaşanmakta olan krizlerin bu kapsamda azaltılacağını düşünerek iklim eylemlerinde adil geçiş iddiasını destekleyerek mücadele yürütmekte.
COP’la kabul edilen gerçekler, sistemin ürettiği yeni, yeniden stratejiler
COP 28’de yapılan tartışmalarda iklim değişikliğinin, çatışmanın, krizlerin; yaşamları, geçim kaynaklarını, altyapıyı, suyu, insan sermayesini, gıdayı, sağlığı ve kültürel kimliği olumsuz etkilediği,
İklim değişikliğinin kadınlar, kız çocukları, çocuklar, gençler, yerli halklar ve yerel topluluklar, engelliler, yaşlılar, mülteciler ve diğer yerinden edilmiş olanlar üzerindeki orantısız ve kesişen etkilerinden alarma geçilerek ve diğer popülasyonların yanı sıra onlara ev sahipliği yapılan ortamlarda toplumsal cinsiyet eşitsizliğine uğradıkları kabul ediliyor ve eşitsizliklerin, kırılganlıkların, yaşanan yıkımların desteklerle onarılacağı düşünülüyor.
İklim değişikliğinin tarım ve gıda üzerindeki etkileri de COP28‘de kabul edilen gerçekler arasında. Geçimlik çiftçilerin, aile çiftçilerinin, balıkçıların, diğer üreticiler ve gıda işçilerinin, milyarlarca insanın yaşamının, beslenmesinin ve geçiminin olumsuz etkilendiği kabul edilmekte.
COP organizasyonlarında ve BM iklim zirvelerinde sera etkisi yaratan emisyonlardan sadece CO2 üzerinde durularak, sonuçları tarım üretiminden atmosferik olaylarındaki değişikliğe kadar uzanan sera etkisi ve küresel ısınmanın CO2 azaltım ve kontrol stratejileri ve net sıfır stratejisi ile kademeli ve kontrollü olarak azaltılacağı belirtilmekte. Bu amaçla gıda, tarım, arazi kullanımı ve suya ilişkin sermaye üretim modellerinde ortaklaşılıyor. BM ile yürütülen organizasyonlarda 1700‘lü yıllarda başlayan endüstrileşmeden bugüne sera etkisinin ve ekolojik krizlerin giderek arttığı, sera etkisini büyük ölçekli ormansızlaştırmanın ve fosil yakıt kullanımının daha da arttırdığı belirtilerek yeni sermaye birikim süreçleri ve stratejileri tartışılmakta.
OXFAM’a göre zengin ülkelerdeki nüfusun %1’lik kesiminin karbon kaynaklı kirlenmeye katkısı yoksul ülkelerdeki nüfusun katkısından %66 daha fazlayken, küresel sıcaklık artışından en çok etkilenen kesim ise yoksul ülkeler. Bu zararın ortadan kaldırılması için yeni finans yapıları tanımlanıyor. Örneğin, COP28’de, yoksul ülkelerin yıllardır talep ettiği kayıp ve zarar fonu bu gerekçeyle kuruldu.
Kapitalizmin süreçlerinin yürürlükte olduğu sistem içi çözümler arayan politik yaklaşımlar doğrultusunda, adil geçiş, adil paylaşım stratejilerini uygulamaya sokacak uluslararası yeni çözümler de üretilmiş oldu. İklim krizini de içeren tüm ekolojik krizlerin halkların yaşamında yarattığı eşitsizlikler ve yıkımlar kabul edilmiş, bu zararların sürmesine rağmen bedelinin fon desteği ile karşılanarak bu kırılganlığın ve yoksunluğun onarılabileceği karara bağlanmış oldu.
Onarma ile kırılganlıkların giderilmesi!
COP28 deklarasyonunda, kapitalist sistemin yarattığı yıkımlar, kayıp zarar fonu ile karşılanması yoluyla aklanmaya çalışılıyor. Sistemin yarattığı yıkımlar ve etkileri sürerken yoksul halkların, yoksul ülkelerin bu etkilere razı edilmesi için yıkım etkisiyle belirginleşen eşitsizliğin ve ortaya çıkacak şiddetin görünür boyutu kabul edilir hale getirilmekte. Böylece sistemin 300 yılı aşkındır yarattığı ve giderek krizlere dönüşen yıkım ve eşitsizlik meşrulaştırılıyor. Kapitalizmin tarihsel süreçlerinde kendini yeniden üretmek için belirlediği stratejiler bu organizasyonlarda detaylandırılarak komitelerin katılımcıları ile katılımcı devletler ve destekleyen şirketler tarafından planlamaya ve uygulama sokularak yürütülen süreçlerle dünya halklarının ve tüm canlıların yaşamı, bugünü ve yarını belirlenmekte.
COP ve benzeri iklim zirvelerinde sera etkisinin fosil yakıt kullanımına bağlı olduğu, insanların fosil yakıt yakmadaki ısrarının bu etkiyi artırdığı iddia ediliyor, fosil yakıt kullanmayan, sera gazı üretmekte olan kapitalist üretimler iklim değişikliğinin sorumlusu olarak gösterilmiyor.
Sera etkisi yaratan emisyonlar ve sera gazı yayan üretimler
Endüstriyel üretimlerden, tehlikeli atık yakma tesislerinden açığa çıkan hidroflorokarbonlar (HFC), perflorokarbonlar (PFC) sülfürheksafloritler (SF6), küresel ısınma potansiyeli karbon emisyonundan 27.000 kat büyük olan ve sera gazlarının atmosferde yutulumunu arttıran su buharı[6] iklim için yapılan stratejik tartışmalarda, organizasyonlarda göz ardı edilmekte. İklim değişikliğine neden olan sera etkisine karşı iklim koruma stratejileri ile bilinçli olarak yıkım süreçlerine etki eden emisyonları yayan sermaye birikim süreçleri devre dışı bırakılıyor, etkileri yok sayılıyor. Bu üretimler yenilenebilir olarak yeniden tanımlanıyor, bu yatırımların hızla yürürlüğe sokulmasına devam ediliyor. Yaşamı sömüren, kırılganlıklara, yıkıma yol açan, atmosfere pek çok kompleks emisyonu içinde barındıran su buharını yayan jeotermal enerji üretimlerinin yenilenebilir enerji üretimi sayılması gibi, su buharı atımı olan endüstriyel pek çok üretimin kirletici sayılmaması, denetlenmemesi, önemsenmemesi gibi, maden atık havuzlarından yayılan emisyonların, bunları yayan maden işletmelerinin yok sayılması gibi, tehlikeli atık yakma tesislerinden açığa çıkan kompleks emisyonların, bunu yayan yakma tesislerinin konu edilmemesi gibi…
Dijital tekniklerin, yenilenebilir enerji olarak kabul edilen enerji üretimlerinin temel hammaddelerinden olan toryum, bakır, lityum, nikel, mangan, kobalt, krom, çinko vb. maden işletmelerinin iklim eylemliği içinde hiç tartışılmaması gibi…
Paris İklim Anlaşması ve Avrupa Yeşil Mutabakatı ile hedeflenen dijital ve yenilenebilir enerji politikaları ile AB Komisyonu’nun kritik madenler deklarasyonu ile yaygınlaştırılan madenlerin tartışmada, politik mücadelede, araştırmalarda görünmez kılınması gibi…
Yeşil mavi stratejilerle desteklenen sürdürülebilir yatırım hedeflerinin ardındakiler:
COP zirvelerinde, AB Komisyonu deklarasyonlarında iklim krizinin çözümü olarak amaçlanan yenilenebilir, sürdürülebilir üretimler tanımının diğer sermaye birikim alanları da eklenerek genişletilmesinin yanı sıra, yenilenebilir üretim olduğu iddia edilen ve böyle tanımlanan üretimlerin sürdürülmesi için gereken maden işletmeleri de AB Komisyonu kararları vb. ile aynı hızda yürürlüğe sokulmakta ve desteklenmekte.
Uluslararası Enerji Ajansı, 2022 Mart ayında yaptığı revizyonda (Şekil 1) 2050 yılında hedeflenen net sıfır sera etkisinin sağlanabilmesi amacıyla yeni enerji üretimleri için zincir rolü olan ve bu hedeflere ulaşmak için gerekli üretimler olarak belirlediği güneş, rüzgâr, elektrik iletim hattı, hidrojen enerjisi ve düşük karbonlu güç ünitelerinin, akü ve batarya üretimlerinin projeksiyonunu gösteriyor. Bu projeksiyona ulaşmak için 2020’den 2040’a kadar lityum, grafit, kobalt, nikel ve diğer toprak elementlerine duyulacak gereksinim ve AB Komisyonu’nun kritik hammadde bildirgesi, gelecek 30 yılda doğal alanlara temiz enerji üretimleri ile birlikte bu madenlerin elde edilmesi için el konulacağını haber veriyor.

Şekil 1:Uluslararası Enerji Ajansı – Temiz Enerji sistemleri için kritik madenler, Mart 2022 revizyonu[7]

Şekil 2. IEA “Temiz” teknolojiler için mineral gereksinimi: 1MW enerji üretimi için element miktarı (kg)[8]
Türkiye’nin süreci kendi siyasi hedeflerine göre kullanımı:
Maden-enerji alanında yapılan açıklamalar:
- 14 Kasım 2023’te Madencilikte İş Sağlığı ve Güvenliğinin Geliştirilmesi Projesi’nin (MİSGEP) kapanış toplantısında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı tarafından “milli enerji ve maden politikası” kapsamında Türkiye’nin yüksek yerli kaynak potansiyeline işaret edildi, yeraltındaki kaynakların çıkarılarak ülke ekonomisine kazandırılacağı, yerli kömür çıkarılmasına da devam edileceği, hedefin Türkiye’yi madenler konusunda net ihracatçı konuma getirmek olduğu açıklandı.
- 12 Aralık 2023’te Malatya’da Türkiye’nin dış borcunu kapatacak toryum rezervinin keşfedildiği açıklandı.
Hazine ve Maliye Bakanı tarafından
- Türkiye Yeşil Fonu adında bir girişim sermayesi yatırım fonunun kurulduğu ve Dünya Bankası ile geliştirilen Yeşil Finans Projesi için AŞ’ye sağlanacak 155 milyon dolar kredinin onaylandığı,
- Dünya Bankası’nın Türkiye’ye sağladığı finansman imkânının 2023 yılında 3,3 milyar dolarla rekor seviyeye ulaştığı,
- Banka’nın Türkiye’ye yönelik kaynak tutarını 18 milyar dolar ilaveyle 35 milyar dolara yükselttiği açıklandı.
Uluslararası İşbirlikleri:
Türkiye AB yeşil fonundan yararlanmaya çalışırken, COP28’in organizatörü BAE ile yenilenebilir enerji ve yerli kömür yatırımlarını artıracak üretimler için anlaşma yapmaya devam etti.
Aralık 2023’ün son günlerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Temmuz ayında Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) ziyaretinde imzalanan işbirliği anlaşmalarından biri TBMM Dışişleri Komisyonu’na gönderildi.
İkili anlaşma gereği BAE’li şirketler Türkiye’de önemli yatırımcı haline getiriliyor.
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un imzasıyla TBMM Başkanlığı’na sunulan kanun teklifine göre Türkiye ve BAE hükümetleri “Enerji ve Doğal Kaynaklar Alanında Stratejik Ortaklık Çerçeve Anlaşması”na göre 10 yıl boyunca
- temiz, yenilenebilir ve yerli kömür yakıtlı enerji santral projesi/projeleri
- 2.500 MW’a kadar deniz üstü rüzgâr projesi/projeleri
- 3.000 MW’a kadar optimize batarya depolamalı karasal rüzgâr ve güneş enerjisi projesi/projeleri
- Yeşil hidrojen ve/veya yeşil amonyak üretmek için 5.000 MW’a kadar yenilenebilir ve temiz enerji projeleri
- 2.000 MW’a kadar pompaj depolamaları,
- Şebeke ve İletim projeleri
- 1000 MW’a kadar batarya depolama projesi/projeleri
- Üçüncü ülkelerde enterkoneksiyon projeleri
- Termik Santraller
- İstanbul Ambarlı’da yer alacak 1.200 MW-1.800 MW kombine çevrim enerji santrali de dâhil olmak üzere, 3.000 MW’a kadar kombine çevrim gaz türbini enerji santrali projesi / projeleri
- 3.000 MW’a kadar temiz ve yerli kömür yakıtlı enerji santral projesi/projeleri
yapılacak.
BAE ile yapılan anlaşma ile Türkiye sınırları içinde topraklarda, denizlerde enerji yatırımları -nükleer enerji santralleri (NES), deniz üstü ve karada rüzgâr enerji santralleri (RES), tarım alanlarında güneş panelleri (GES), diğer ülkelerle enerji iletim projeleri, termik santraller (TES)- ve maden arama ve işletme tesisleri yapımı hızlanacak.
Sadece enerji ve maden alanında değil sağlık ve tarım alanında da BM iklim zirvelerinde, COP organizasyonlarında belirlenen stratejilere yönetişim sisteminde yapılan düzenlemelerle (örneğin, yeni idari mekanizmalar tanımlanarak) hızla katılım sağlanıyor.
İliç madeni ile Fırat Nehri madenin siyanür çözeltileri ile, ağır metal atıkları ile zehirlenmeye devam ederken, Diyadin’de Zilan’ı yok edecek, Van Gölü’nü zehirleyecek altın işletmelerine onay verilirken, yıllardır Bergama’dan Murgul’a, Çaldağ’a, Bakırtepe’den, Manisa Turgutlu’ya, İda Dağları’ndan Cerattepe’ye, Küre’den, Uşak Eşme’ye yaşamı yok eden “değerli” ya da “kritik” madenler yeraltından çıkarılarak siyanürle ya da siyanürsüz (örn. asitle) parçalanarak posalarının, içindeki istenmeyen ağır metalli atıksuların doğaya verilmesi sürdürülecek. Üstelik bu maden işletmeleri yeşil kapitalizmin gereği olarak uluslararası teşviklerle doğal alanlarda sermaye biriktirmeye ve yaşamı zehirlemeye, yok etmeye devam edecek.
Türkiye’de bu süreç COP28 ve Paris İklim Anlaşması’na verilen onayların ardından her geçen gün daha hızlandırılacak, yaşanacak yıkımlara, sömürüye uluslararası kararlar ve uyum yasaları gerekçe gösterilecek.
COP28 vb. BM konferansları ve alınan kararlarla,
Kirlenme, sağlıksızlık, yıkım, yok oluş, tükenme sonucunda kırıma giden sürecin sorumlusu olan kapitalist sistem dönüştürdüğü ulus-devlet yapıları ve uluslararası organizasyonlarla yaşam üzerindeki baskıyı, yıkımları kabul ettirerek yaşanan ekolojik krizlerden kendisini yeniden üreterek çıkmakta.
AB protokolleri ile doğal alanların sermaye birikim alanı olarak kullanılması ve kirletme hakkının meşrulaştırılması için belirlenen uluslararası anlaşmalarla (ticaret anlaşmaları, sürdürülebilir kalkınma kararları, suyun ve havzalarının bütünleşik olarak kullanılması) doğal ve kültürel varlıkların sermaye birikimine maden, enerji, inşaat, su sektörleri ile sokulması hız kesmeden sürdürülmekte, geçimlik tarım sonlanmakta. ”Temiz”, “yenilenebilir” tanımları ve sermaye uygulamaları iyileştirme, adil geçiş kurgusu da eklenerek kabul edilebilir kılınmakta. Yeşil iddiasındaki üretimlere maviye dayalı üretimler de eklenerek kapitalizmin sermaye birikim alanları genişletilmekte.
Bu sürecin tamamı sürdürülebilir kalkınma stratejilerine, Paris İklim anlaşmalarına, Avrupa Yeşil Mutabakatı’na dayandırılarak uluslararası kapitalist sistemin kontrolü, planlaması ve yapılandırmaları ile sürdürülüyor. Uluslararası organizasyonlarda alınan kararlar ulus-devletler tarafından uygulamaya sokuldukça, yaşamın yıkımına yol açan, ekolojik krizleri şiddetlendiren kapitalizmin stratejileri meşrulaştırılmış ve aklanmış olacak. Sürdürülebilir kalkınma stratejisi ile kapitalist üretimler için yaşama geçirilen kirletme hakkı (deşarj standardı, kirlet-öde teşviki, karbon kotası, karbon borsasında sanal karbon alışverişi), koruma-kullanma dengesi kavramıyla kullanmanın olumlanmasına dayandırılarak süreç işletilmeye devam edecek. Ekolojik krizlere kapitalizmin stratejileri ile çözüm arayışları sürdürüldükçe yeşil, mavi, adil onarıcı, adil paylaşımcı tanımı ile kapitalizmin yeni politikaları öncekilere eklenerek sistem işletilecek. Sermaye birikim süreçlerine tanınan kirletme hakkı farklı tanım ve mekanizmalarla sürdürülecek. Yaşam üzerindeki baskı, sömürü artmaya, doğal ve kültürel varlıklar sermaye birikimine sokulmaya devam edecek, bölgeler, ülkeler arası eşitsizlikler daha derinleşecek.
Karbon net sıfır yaklaşımı ile sera gazları içinde sadece CO2 üreten üretimlerde yapılacak iyileştirmeler ve CO2 üretmediği belirtilen (NES, GES, RES, HES, JES) enerji üretimlerinden ve yeşil/mavi stratejilerine sokulan diğer endüstriyel üretimlerden salınan sera emisyonu artmaya devam ederken iklim eyleminde hedeflenen 1,5°C artış dengesine ulaşmanın mümkün olamadığı, sera etkisinin kapitalist sistemin varlığında çözülemeyeceği açıkça görülüyor.
Türkiye için durum açık. Türkiye beyan ettiği ve uygulamaya soktuğu gibi maden işletmelerinden de, kapitalist diğer üretimlerden de (enerji üretimlerinden sağlığın, suyun ticarileştirilmesine, fosil yakıta dayalı üretimlere kadar), BM organizasyonlarında alınan “temiz” tanımlı “yeşil”, “mavi” alan projeleri için sermaye birikimini arttırmaktan vazgeçmeyecek. COP28’e gitmeden tartışmaya açtığı iklim yasasının politik hedefi ve içeriği, bu sürecin “yasal”laştırma çabası ve TOBB desteğinde süreceğinin açık göstergesi. Yeni dönemde almak istediği yeşil, mavi mutabakat fonlarıyla, BAE ve Rusya ile başlattığı, uluslararası şirketlerle ülkeler arası anlaşmalarla sürdüreceği diplomatik girişimlerle bu ekonomi politik tutumunu uygulamaya sokacağı tüm açıklığı ile görülmekte. Cop26-28 hedeflerinde işaret edilen akıllandırılmış yapılandırmalar (akıllandırılmış binalar, araçlar, ulaşım, kentler) ve buna uygun teknolojiler bu yeni süreçte enerji ve dijital hamle olarak enerji, inşaat, ulaşım, tarım, maden şirketleri ile birlikte planlanacak ve yürütülecek.
Görüldüğü gibi sömürü ve yıkım süreci Türkiye’de ve dünyanın pek çok sömürge coğrafyasında giderek yoğunlaşacak. Tüm kırılganlıklar, yıkımlar uluslararası organlarda alınan kararlarla onarılacakları iddia edilerek meşrulaştırılacak. Ve her alanda ekoloji mücadelesine gereksinim giderek artacak. Yaşam alanları üzerinde, halkların kırılganlıkları üzerinde inşa edilen bu sürece karşı ekoloji politik perspektifiyle sistem karşıtı mücadele ihtiyacı Bizleri – halkları, yaşamın özgürlüğünü savunan ekoloji, emek, meslek, kadın örgütlerini, siyasi yapıları…- enternasyonal dayanışmaya ve mücadeleye çağırmakta.
Hepimizin temel sorumluluğu bu çağrıyı ortaklaşa yapmak, sermayenin yıkım stratejilerini ayrıştırmadan enternasyonal mücadeleyi ve dayanışmayı büyütmektir.
[1] 658 sayılı KHK ile 2 Kasım 2011 tarihinde kurulan 15 Temmuz 2018 tarihinden itibaren Tarım ve Orman Bakanlığı’na bağlı olarak yetkilendirilen Türkiye Su Enstitüsü gibi.
29 Ekim 2021 tarihli 85 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kurulan İklim Değişikliği Başkanlığı, buna bağlı İklim Değişikliğine Uyum ve Yerel Politikalar Dairesi, Emisyon ticaret sistemi başta olmak üzere piyasa temelli mekanizmalar ve ekonomik araçlara yönelik çalışmalar yapan Karbon Fiyatlandırma Dairesi Başkanlığı, Teknoloji ve Yeşil Dönüşüm Dairesi gibi
[2] https://www.cop28.com/en/partnerships Dubai holding; HSBC, IBM, Siemens, M2 sağlık partneri olarak, BAE eğitim bakanlığı, BAE sanayi Teknoloji Bakanlığı, bank Amerika, octobus enerji, Gold rüzgar şirketi, BMW, Microsoft, Schindler vd katılımcı/ ortak kuruluşlar
[3] https://single-market-economy.ec.europa.eu/publications/european-critical-raw-materials-act_en
[5] Örneğin; Sürdürülebilir ekonomi ve finans araştırmaları derneği, covid döneminde enerji sektörüne ilişkin bilgileri derleyen energypoliciytraker.org, 350Türkiye.org vb.leri gibi
https://sefia.org/hakkimizda göre;Türkiye’nin düşük karbonlu ekonomiye geçişi ve iklim değişikliği ile mücadelesi başta olmak üzere, sürdürülebilir ekonomi ve sürdürülebilirliğin finansmanı alanlarında bağımsız çalışmalar yapmak üzere kurulmuş, araştırma odaklı bir sivil toplum kuruluşudur. Araştırma konuları arasında alternatif düşük karbonlu ekonomi politikalarının etki analizi, küresel finans akımlarındaki iklim değişikliği ile mücadele doğrultusunda yaşanan dönüşümün takibi ve analizi, iklim değişikliği ve enerji dönüşümü kaynaklı ekonomik ve finansal riskler gibi konular yer alır. İşbirlikçileri: wwf, Energy policy tracker, TEPAV (IISD,IGES,ınternational oil change, Columbia /SIPA, Stocholm Env. Ins)olarak belirtilmekte.
[6] Kiehl, J. T.; Trenberth, Kevin E. (Şubat 1997). “Earth’s Annual Global Mean Energy Budget”. Bulletin of the American Meteorological Society, 78 (2): 197-197
Akkuyu NES; yaşamın katliamı
19 Ocak 2024 Beyza Üstün
2018’den beri tüm mücadele örgütleri, ekoloji politik örgütler nükleer (NKP) sendikalar, meslek örgütleri, kadın meclisleri olarak Akkuyu Nükleer Santrali’nin yapılmasını önlemek için toplumsal alandan sürekli yaptığımız açıklamalarda, “Bu bir yıkım ve katliam projesidir, sadece bugünü değil sadece Mersin’i değil tüm yaşamı yok edecek bir girişimin sürecidir” dedik, hala demeye, bu santralın vd yaşamı yok edecek siyasi girişimlerin uygulanmaması için mücadeleye devam ediyoruz.
Israrla ve ısrarla sırf nükleer enerji santrali yapımı ile nükleer endüstri süreçlerini de Türkiye’de gerçekleştirebileceklerini düşündükleri ve planladıkları için. Daha fazla reaktör yapmak için gereken toryum vb madenlerin bu topraklardan çıkartılmasının önünü açmak, gerekli kılmak için. Sırf Avrupa’da, komşu ülkelerde terk edilen nükleer santrallerinin atıklarının Türkiye ve çevresinde gömülebilmesini, bertaraf edilebilmesini sağlamak, radyoaktif atık ticaretine katılabilmek için. Rusya ile ve diğer ülkelerle diplomasi girişimlerini bu toprakların denizlerin üzerinden pazarlamak için. Avrupa yeşil mutabakatın ve COP süreçlerinin yaygınlaştırdığı, desteklediği yeşil mavi fonlardan alabilmek için siyasi iktidar ısrarla ve ısrarla tüm yaşamı yok etmeye devam ediyor.
Eminim hatırlarsınız, 2022 Kasım ayında Ankara Avdan’da Akkuyu NES’in radyoaktif atıkları için bir mera alanı tahsis edilmişti. Şimdi derin bir sessizlik hakim olsa da, bu tahsis hala varlığını sürdürüyor. 4 milyon metrekarelik mera alanı bu iş için tahsis edilerek süreç başlatıldı. Ekoloji örgütlerinin, Polatlı halkının tüm karşı duruşuna ve itirazına rağmen Avdan’daki mera radyoaktif gömü sahası olarak yaşamdan “resmi” olarak koparıldı. Atıkların depolanması başladığı andan itibaren yaşamı katletmeye devam edecekler, üstelik bugün var olan canlıların, ekolojik sistemin çöküşü olmayacak bu katliam, deponiyer olarak kullanılacak mera sahası öncesinde yaşama besin ve barınak iken, o günden sonra yüzlerce yıl etkisi devam edecek radyonükleidlerin yayılımı ile tüm canlıların genetik yapılarını bozarak gelecek nesilleri ölüme mahkum edecek. Soykırım yüzlerce yıl sürecek.
Tehlikeli atıkların bu topraklarda, sucul sistemlerde gömülmesi, bertaraf edilmesi için ilk adımdı, ilk fiili adımdı Akkuyu NES ve Avdan Tehlikeli Atık Sahası ilişkili girişim. Nükleer atık ticareti için nükleer enerji üretim sürecinin başlamasını bekliyorlar. Gene hatırlarsınız, Akkuyu şantiyesinde Ekim ayında Muharrem Çolak’ı kaybetmiştik, 33 yaşındaydı, ardından, birkaç gün sonra İlyas Bulut’u kaybettik. Bulut uzun süre beyin kanaması ile mücadele etti ve yaşamını yitirdi. İngilizce öğretmeniydi. Her iki işçi de yaşamlarını emekleriyle kazanmaya çalışıyorlardı, tıpkı 3 havalimanında onlarcasını kaybettiğimiz, Akkuyu şantiyesinde, İstanbul Üçüncü Havalimanı şantiyelerinde ve inşaat şantiyelerinde yüzlercesinin iş göremez hale geldiği iş cinayetlerinde yitirdiklerimiz, yaşamdan koparılanlar gibi. İnşaat şantiyelerinde sömürülerek güvencesiz çalışıyor, evlerinden, barklarından uzak uzun çalışma saatlerinin dışında kötü koşullarda barınmaya çalışıyorlar. Eminim hafızanızdadır, Üçüncü Havalimanı inşaat işçileri işi bıraktıkları zaman çok temel insani taleplerde bulunmuşlardı. Kurtlu yemekler yemek istemiyoruz, servis kazalarında ölmek istemiyoruz, çamurlu ıslak yataklarda dinlenmek, uyumak istemiyoruz diye. İsteklerinin en sonundaydı emekleri karşısında alamadıkları ücretin talebi. Şimdi o havalimanından uluslararası uçuşlar devam ediyor, kanların, yok edilen canların üzerine inşa edilmiş bir havaalanının üzerinden, yaşam alanları yok edildiği, Kuzey Ormanları’nın, sulak alanlarının katledildiği bir alanda akıyor hava taşımacılığı. Üçüncü Havalimanı ve diğer inşaat şantiyelerinde olduğu gibi işçilerin aynı sömürü koşullarında çalıştırıldığı, Nazi kampı disiplininde yürüyen bir başka şantiyede, yıllardır ekoloji örgütlerinin, meslek örgütlerinin, NKP’nin ve bütün demokratik kitle örgütlerinin itirazına, halkların tepkisine, kabul etmeyişine rağmen sürdürülen bir inşaat ve projede, Akkuyu’da nükleer santraldeki kötü koşullarda sadece çalışmak değil yaşamak zorunda olan işçilerin yaşamdan nasıl koparıldığı bu hafta oldukça acı bir duyumla açığa çıktı. Nazi kampı gibi dışarıya çıkışın ve girişin yasak olduğu şantiyeden hastanelere taşınan işçilerin yaşam savaşı gerçekliğinde çalışma ve yaşam koşullarının insanlık dışı boyutunu önleyememenin çaresizliği ile bir kez daha öğrendik.
İSİG (İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği) Meclisi’nin 2023 yılında en az 1932 işçiyi iş cinayetlerinde yitirdik diye belirttiği, bu katliamlara karşı yaşamak için örgütlenmek ve direnmek zorundayız, diye duyurduğu cinayetlere yenileri eklendi Akkuyu’da ve Sultanbeyli şantiyesinden. Geçtiğimiz yılın iş cinayetlerinin en az %20’sinin inşaat şantiyelerinde gerçekleştiğini duyurduğu raporundan birkaç gün sonra, Akkuyu Nükleer Santral şantiyesinde güvencesizliğin katliam boyutu hastaneye taşınan işçilerin yaşamlarını arka arkaya yitirmesi ile ülke geneline kadar ulaştı. Sömürünün boyutu yaşam koşullarının en kötüsünün sonuçlarını vere vere toplumsal alana yayıldı; menenjit salgını. TTB açıklamasına göre kötü koşullarda yaşamanın, beslenememenin, gerekli sağlık müdahalesini alamamanın sonuçları bunlar. Ne yazık ki, iki genç işçinin yaşamını yitirdiğini Türkiye halkları öğrendi.
Mersin Gülnar Akkuyu Nükleer Santrali şantiyesinde menenjit salgınında yitirdiğimiz Mustafa Avşar 26 yaşında, Harranlıydı ve iki çocukluydu.
Muhittin Oral, 22 yaşındaydı. O da Mersin Gülnar Akkuyu Nükleer Santrali’nde çalışırken Avşar gibi rahatsızlanarak hayatını kaybetti. Şırnak Güçlükonak Şıkeftêspî Köyü’ndendi.
Duyumlara göre, bildiğiniz gibi şantiyeden dışarıya kuş uçmuyor, yaşamını yitirenlerin arttığı belirtiliyor. 5 işçinin daha getirildiği ve tedavileri geciktikleri, yeterince tedavi edilemedikleri, hastalandıktan sonra ve kötü koşullarda yaşadıkları için yaşamını yitirdikleri belirtiliyor. Şantiyede salgın tüm işçilere yayıldı. Arka arkaya ölümler sürüyor ve Sağlık Bakanlığı gerekli müdahaleyi yapmak yerine, “denetim yapılıyor” açıklamaları yapıyor ve sağlık personelinin şantiyeye gönderildiği söyleniyor. İşçiler güvencesiz koşullarda salgına terk edilerek ölmeye devam ediyor, dahası bu koşullarda, hasta olarak çalışmaya mahkum ediliyor.
Sağlık Bakanı, Enerji Bakanı, AKP Başkanı vd.’leri salgın koşullarında önlem olarak önerdikleri maskeyi takıp şantiyede işçilerle birlikte yaşasın. Bakalım o koşullarda yaşarken, beslenemezken, soğuk koğuşlarda rutubetli yataklarda yaşarken, hastalandıklarında gerekli tedaviyi alamazken bakalım hastalandıklarında nasıl iyileşecekler. O koşullarda yaşanamazken, güvencesizliğin, Nazi zulmüne dönüştüğü koşullarda çalışmanın mümkün olmadığını çok iyi bilirler. O sömürü koşullarının mimarı oldukları için sadece yaşasınlar bakalım, sonuç ne olacak.
Bu katliamın sorumluları olarak Akkuyu katliam projesini durdurun, şantiyede çalışmayı sona erdirin, işçileri tedavi altına acil olarak alın ve yaşam güvencelerini sağlayın. Bedeli tüm yaşam tarafından yok oluşla ödenen, ödenecek olan Akkuyu NES’ten vazgeçin.
Diversification from Russian nuclear fuel requires market-oriented solutions
By Yanliang Pan, January 15, 2024
On the first anniversary of Russia’s invasion of Ukraine in February 2023, the United States and the United Kingdom imposed unprecedented sanctions on subsidiaries of Russia’s state-owned nuclear corporation, Rosatom. Less than two months later, a group of G7 countries issued a joint statement pledging to “undermine Russia’s grip” on the world’s nuclear fuel supply chains (UK Department for Energy Security and Net Zero and Shapps 2023). Intentions aside, the pledge was overly optimistic: Western countries find themselves deeply dependent on Russian-origin nuclear fuel due to market and government failures in the past. And no present policy could bring about immediate diversification due to physical capacity constraints that will take producers time to overcome. Nor is accumulating a large stockpile of uranium going to solve the problem. To understand why, it is necessary first to survey the complex market for nuclear fuel.
Natural uranium takes the form of an oxide powder referred to as “yellowcake” when first extracted and refined. To turn it into the low-enriched uranium (LEU) suitable for use in a typical commercial reactor, the material must first become uranium hexafluoride (UF6) through a process known as “conversion” before going through enrichment. The enrichment process produces uranium with a higher concentration of the fissile uranium 235 isotope—the product that suppliers then use to fabricate fuel for specific reactors.
Rosatom currently meets 22.4 percent and 30 percent, respectively, of the European Union’s conversion and enrichment requirements (World Nuclear News 2023c). Meanwhile, US operators purchased 24 percent of their enrichment service requirements from Russia in 2022, or a total of 3.4 million separative work units (SWU), where SWU measures the amount of enrichment work done (US Energy Information Administration 2023, 2, 45). Such dependence not only prevents the application of full sanctions on the Russian nuclear industry, but it also subjects Western countries to various supply risks.
One risk is that Russia may interfere with the regular delivery of nuclear fuel for geopolitical leverage. Another risk comes from Western sanctions, which may hamper physical shipments. As an example, Canada’s revision in 2022 of its “special economic measures” on Russia led to delays in a Canadian carrier’s shipments of Russian LEU to the United States (Wood 2022). It took a waiver from the Canadian government to allow shipments to continue—and only for one year.
To mitigate these risks, Western governments have scrambled to subsidize domestic fuel cycle capacity and increase their strategic reserves. Months after the start of the war, the United Kingdom announced a Nuclear Fuel Fund providing “£75 million in grants to help preserve the UK front-end nuclear fuel cycle capability, in support of the British energy security strategy” (UK Department for Energy Security and Net Zero and Department for Business, Energy & Industrial Strategy 2022). Meanwhile, the US government is spending $75 million on the acquisition of a strategic uranium reserve (World Nuclear News 2022c), with the administration seeking an additional $1.5 billion to purchase backup LEU “to address potential future shortfalls in access to Russian uranium and fuel services” (White House 2022). Congress, for its part, has considered multiple bills to phase out imports of Russian nuclear fuel altogether.
Given the urgency of diversification from Russian supply, governments are understandably eager to accelerate the process using all means at their disposal. But not all such means are equally necessary or effective. Some target the wrong bottlenecks, such as by providing financing where the constraint is physical, or targeting the supply of natural uranium when the supply of conversion and enrichment services are tightest. Others simply duplicate adjustments that the market is already making, starting from market players’ voluntary severing of business ties with Rosatom due to reputational risks and supply uncertainties. As Tim Gitzel, the CEO of Canada-based uranium producer Cameco (formerly known as the Canadian Mining and Energy Corporation) noted: “It’s not a matter of ‘if’ Western markets will turn their backs on Russian nuclear fuel supply – but rather, ‘when,’ and how quickly” (World Nuclear News 2022b).
The key question therefore is not whether—or how—Western governments should compel companies to pivot away from Rosatom, but whether Western countries have sufficient fuel cycle capacity to enable such a pivot. The answer varies based on stages of the nuclear fuel cycle, and it is crucial to identify where the Western nuclear fuel supply capacity would be most constrained with Russia out of the picture.
Locating the bottlenecks
Russia is not among the world’s leading uranium miners. Most of its natural uranium comes from neighboring Kazakhstan, a former Soviet republic that declared independence after the collapse of the Soviet Union and as such is a source of supply to which Western companies have equal access—at least in theory. After years of oversupply, improving market conditions have enabled major uranium producers like Cameco and Kazatomprom to ramp up their output (Cameco 2022; Kazatomprom 2022). Even then, production at the largest uranium mines remains below full capacity, meaning there is more than enough potential for supply to expand alongside demand (World Nuclear News 2023a).
It is further downstream in the conversion and enrichment segments of the nuclear fuel cycle that Western countries are grappling with a potential shortfall. Such is Euratom’s prognosis, after analyzing the 10-year projected capacity and requirements of the “global West” (World Nuclear News 2023c). Industry analysis suggests that a shortfall may result from a disruption in Russian supply, which existing capacity is insufficient to replace (Euratom 2022). In quantitative terms, the European Union, excluding the United Kingdom, purchased 10.3 million SWU in 2021 whereas US nuclear operators have consistently acquired an annual 14 million SWU since 2020 (US Energy Information Administration 2023). Their requirements therefore add up to approximately 24.3 million SWU. On the supply side, the two main Western enrichers, France-based Orano and the British-German-Dutch consortium known as Urenco boast a combined 25.5 million SWU (Orano 2023; Urenco 2023a). However, part of their capacity is committed to long-term contracts with customers elsewhere, including in Asia, Africa, and Latin America (see Figure 1).

Uranium conversion supply is no less tight. Western conversion output is expected to add up to around 34,000 tons of uranium (tU, in the form of UF6) per year after ConverDyn’s Metropolis plant ramps up to its nominal capacity of 7,000 tU (Orano 2023; Chaffee 2022a) and Cameco’s Port Hope plant ramps up to 12,000 tU as pledged (Cameco 2023a) (see Figure 2). On the consumption side, however, natural uranium requirements in the United States and Europe alone add up to approximately 30,000 tU (World Nuclear Association 2023b; Euratom 2022). The actual conversion demand may be much higher with such operational adjustments as overfeeding—the practice of enriching more natural UF6 feed less intensively to reduce enrichment requirements. According to market sources, Urenco alone is expected to consume up to 10,000 tU of extra UF6 per year with the transition to overfeeding (Chaffee 2022a). The shortfall is obvious.
The war in Ukraine, which prompted diversification from Russian supply, has brought additional stresses upon Western capacity. For instance, Bulgaria’s two Soviet-design VVER reactors recently switched to Westinghouse- and Framatome-supplied fuel assemblies, requiring Urenco to supply the LEU necessary for the fabrication of such fuel and Cameco to provide the UF6 feed for enrichment (Urenco 2023b; World Nuclear News 2023d). In addition, Cameco has committed to supplying between 15,300 and 25,700 tU as UF6 to cover all of Ukraine’s conversion requirements from 2024 to 2035 (Cameco 2023a; 2023b). Cameco CEO Tim Gitzel called the supply contract “one of the largest and most important” in the company’s history (Nuclear Engineering International 2023). Like Bulgaria and Ukraine, the Czech Republic is set to begin receiving Western fuel assemblies for its six VVER reactors next year (Westinghouse Electric Company 2023). Finland and Sweden have also renounced Russian supply for their reactors, turning to US-based Westinghouse and France-based Framatome instead (Westinghouse Electric Company 2022; Vattenfall 2022).

The market responds
As the demand for Western conversion and enrichment grows, producers have taken market-driven decisions to expand their capacity. The two main Western enrichers, Orano and Urenco, are bringing their joint centrifuge fabrication facility back online to add new centrifuges to their enrichment plants. While Orano is planning to increase the capacity of its Georges-Besse II enrichment plant from 7.5 million to 11 million SWU (Nuclear Engineering International 2022b), Urenco, whose portfolio of orders grew by 25 percent during in 2022 alone (World Nuclear News 2023c), has said its priority for 2023 is to “refurbish and potentially expand” capacity at all four of its enrichment plants to meet its long-term supply obligations (Urenco 2023a, 9). In the view of the company, the investment in capacity is justified by “improving market fundamentals” for nuclear energy as well as diversification-driven demand.
There is just one catch. The delay in centrifuge fabrication means that the expansion of capacity will not materialize until 2028 (Chaffee 2022b; Wald 2023).
Meanwhile, US efforts to restore indigenous enrichment capacity are taking place at the initiative of Centrus, a US company that last produced its own LEU in 2013 at a now shuttered gaseous diffusion plant in Paducah, Kentucky. Centrus has since relied on Russian imports and inventories to satisfy its supply obligations. According to Centrus’ latest annual report, Russia’s Tenex is still the company’s largest enrichment supplier (Centrus Energy Corp. 2023). Under its contract, the US company is bound to purchase or pay for a minimum quantity of SWU from the Russian supplier every year until the end of 2028. In case of a supply disruption, alternative sources would only partially mitigate the near-term impact.
For now, market players are balancing supply and demand via short-term instruments such as the drawdown of inventories and overfeeding. Urenco has acknowledged engaging its inventories to satisfy additional purchase requests (Jennetta and Adelman 2022), saying there are still substantial “excess stocks” of enriched UF6 at its disposal (Wald 2023). Meanwhile, nuclear power plant owners and operators claim their own inventories are sufficient to provide a one- to two-year buffer (World Nuclear News 2022a)—not much in the slow-moving nuclear fuel business. Although government-held stocks, such as the US Energy Department’s 230-metric-ton stockpile of LEU, could provide a cushion of last resort, their volume is too small to respond to a prolonged disruption. The Department also maintains a stock of highly enriched uranium (International Panel on Fissile Materials 2023), though down-blending capacity is limited (Wald 2023). Moreover, only a small portion of the stock is available for civilian use, and high-assay, low-enriched uranium (HALEU) production takes precedence (US Department of Energy 2021).
In view of these tight margins, uranium enrichment producers are rushing to shift from underfeeding to overfeeding to save on their constrained enrichment capacity. For instance, Urenco says it is now “aggressively reversing the underfeeding which had consumed up to 30 percent of enrichment capacity previously” (Jennetta 2023b). Similarly, the buyers of enrichment services are instructing producers to flood their centrifuges with natural UF6 and enrich it less intensively to achieve the same LEU output with less SWU. The cost is higher requirements for conversion, the process that produces UF6. This reversal in market dynamics, in turn, has made conversion the hidden “bottleneck” to Western diversification and security of supply (World Nuclear News 2023e).
Past market and government failures
The Fukushima accident in 2011 precipitated a wave of reactor shutdowns as well as cancellations and delays in new reactor construction. The consequent fall in demand for nuclear fuel hit the suppliers of uranium conversion services especially hard. Prices remained low for many years due to an excess of supply in the conversion market. In 2017, US-based ConverDyn decided to suspend production at the country’s only conversion plant, located in Metropolis, Illinois, after the price of UF6 fell below the cost of production. To cover its long-term supply obligations, the company reportedly purchased some 45,000 tU of UF6 from the market between 2016 and 2021 (Jennetta 2021). Part of the volume came from the French nuclear fuel producer Orano, whose own conversion plant was delayed in its ramp-up to full capacity due to equipment issues.
The resulting UF6 supply gap was filled by the inventories of utilities, converters, and enrichers that had accumulated large stockpiles of UF6 in previous years. The consequence was a dramatic contraction of inventories. According to the US Energy Information Administration’s 2022 uranium market report, the volume of natural UF6 held by US nuclear power operators stood at 12,000 tU (US Energy Information Administration 2023), down more than 40 percent from 2016 (US Energy Information Administration 2020) and significantly below the country’s annual reactor requirement. A large portion of that volume is considered pipeline inventory, meaning the material already has somewhere to go, and only a small portion is actually available to enter the spot market. Earlier this year, ConverDyn president Malcolm Critchley indeed acknowledged that such mobile inventories of conversion and UF6 were already “gone” (Jennetta 2023b). Substantial excess stocks may only still exist in Asia (World Nuclear Association 2023a), though it is unknown for how long they will remain excess as Japan accelerates the restart of its shut down reactors and China continues to expand its civil nuclear fleet.
Government-held inventories offer even less insurance against possible supply disruptions. Much of the US government’s excess UF6 has gone to private contractors to pay for enrichment plant cleanup and HEU down-blending services. In 2008, the Energy Department’s excess uranium stockpiles included over 17,500 tU of natural UF6 (Moniz 2015). By the end of 2016, however, that number had declined to less than 5,300 tU, and transfers on an annual scale of 1,200 tU continued thereafter (Perry 2017). US uranium producers fiercely protested the transfers as they made already-poor market conditions worse. In fact, ConverDyn sued the Energy Department over the transfers, saying it would cause more than $40 million in income loss between 2014 and 2016 (Ostroff 2015), before it had to shut down its Metropolis conversion plant in 2017. Ironically, the department was responsible for more “dumping” in the US conversion market than Rosatom.
The latter has abided by a voluntary quota agreement that most US uranium producers and nuclear power operators favored extending as recently as December 2022, though some producers have called for further import restrictions in the past (International Trade Administration 2023; Majerus 2022). In April 2019, the US Commerce Department determined in response to a petition by US-based Ur-Energy and Energy Fuels that excessive imports of foreign-origin uranium products constituted a threat to national security. However, the Trump administration disagreed with that assessment and took no action other than the appointment of a nuclear fuel working group to investigate the matter (Fefer and Larson 2019). With little surprise, the working group suggested no drastic import restrictions, although it did recommend a build-up of government-held inventories starting in 2020 (US Department of Energy 2020, 16).
But it was not until late 2022 that the procurement of U3O8—a mixture of uranium oxides which is then converted to UF6—for the strategic reserve began (World Nuclear News 2022c). The Energy Department awarded a $14 million conversion contract to ConverDyn shortly after (Jennetta 2023a). But it was too little, too late. Conversion prices had shot up 400 percent by 2021, right when the Energy Department’s UF6 stockpiles had reached their minimum (TradeTech 2021). The war in Ukraine then doubled conversion prices once again (Cameco 2023a, 22). Procuring a strategic reserve now meant sequestering precious material amidst an acute shortage of supply.
The same applies to current initiatives to expand US strategic stockpiles of LEU. Following the passage of the Inflation Reduction Act in August of 2022, the Biden administration asked Congress to allocate another $1.5 billion for “the acquisition and distribution of low-enriched uranium (LEU) and high-assay LEU (HALEU) … to reduce the reliance of the United States and friendly foreign countries on nuclear fuels from the Russian Federation and other insecure sources of LEU and HALEU” (White House 2022). Meanwhile, members of Congress have advanced multiple bills seeking a similar sum to expand the 230-metric-ton American Assured Fuel Supply (Chalfant 2022; McMorris Rodgers 2023). It is unclear what purpose such acquisitions would serve other than sequestering precious material from the market. Major operators will not be able to rely on the federal government’s highly limited reserve to shield themselves against a prolonged supply disruption any time soon. And even if reserves were to quickly expand to form a meaningful cushion, there is no guarantee it would enhance supply security, especially if the government releases its stocks in ways that disrupt the market or create a moral hazard problem that renders nuclear operators less diligent in ensuring their own continuity of supply.
To be sure, there was a time for expanding strategic reserves—such as when supply outstripped demand and domestic producers needed the demand assurance provided by government purchases to make the necessary investment in capacity. But this rationale is no longer as relevant today. Western enrichment companies have made clear that no capacity expansion can materialize before 2028 regardless of the demand picture. This means their ability to replace Russian supply will be constrained in the near term. Meanwhile, conversion suppliers have already made ambitious capacity commitments in response to market signals, obviating the need for demand assurance. Cameco, for instance, plans to raise the UF6 output at its Port Hope facility to 12,000 tU to satisfy long-term contracts, which have grown by record volumes (Cameco 2023a).
Help the market adjust itself
Producers can make market-driven decisions to satisfy their supply obligations. Similarly, utilities know what risks of supply shortage they face, what degree of diversification they need, and what instruments of insurance are available. One effective approach therefore is for governments to offer the incentives and certainty that producers need to address their own supply risks via industry best practices, just as they have always done. After all, geopolitics is a challenge that nuclear fuel market players have long had to navigate (Nuclear Engineering International 2022a). Whether through inventories, options, loans, swaps, or a flexible combination of these instruments, industry players know how they can best hedge against supply disruptions, provided governments offer the right incentives and sufficient certainty for them to do so.
Incentives can take the form of inventory requirements—or clear signals that the government’s bailout reserves will go first to those players that have done their own due diligence to ensure security of supply.
Meanwhile, policy forecasts can serve to inject more certainty into the market. Governments should keep industry clearly informed as to the range of possible restrictions against Russian fuel supply ahead of time, sharing ongoing deliberations both within and beyond the executive branch. If restrictions are forthcoming, producers will need reasonably certain forecasts on how much Russian supply will be allowed back into the Western market once the geopolitical crisis expires so as to avoid excess capacity investment (Coyne 2023). Any forecasts of future policy actions should be moderate and steady insofar as market panic would be counterproductive to supply security.
An additional instrument is macro guidance. Through the publication of advisories that highlight prominent supply risks while providing accurately surveyed production, demand, and inventory statistics across the global market, governments can enable industry players to make rational market-balancing decisions.
Future supply and demand in the conversion and enrichment markets will depend on a host of factors. These include the evolution of the war in Ukraine, the expansion of non-Western fuel cycle capacity, the schedule of reactor outages due to lifetime extension, and the rate at which advanced reactors, fuel, and fuel production technologies enter commercial service, just to name a few. Given these complex dynamics, governments should not assume they know better than the market does about when, how much, and in which stage of the nuclear fuel cycle investments are needed.
To be sure, the production of HALEU, for which market demand is still highly uncertain, will continue to require public investment (World Nuclear News 2023b). However, when it comes to traditional uranium conversion and enrichment, not only are government funds unlikely to accelerate capacity expansion in the short term, but any knee-jerk supply subsidy in response to the Ukraine shock risks creating excess long-term capacity that will atrophy in the absence of sustained demand on the market. Recognizing the limits of what they can—and can’t—accomplish via stockpiles and subsidies, Western governments would do well to incentivize and assist market players protecting their conversion and enrichment supply chains until new capacity can be added. Only then will they be able to really do something about Russia’s “grip” on the world’s nuclear fuel supply chains without putting their own energy security at risk.
Acknowledgments
This article benefitted immensely from the comments of Miles Pomper at the James Martin Center for Nonproliferation Studies. Experts at the Carnegie Russia Eurasia Center contributed additional background information. The author takes responsibility for all factual claims and views presented.
References
Cameco. 2022. “Cameco Produces First Packaged Pounds Following McArthur River/Key Lake Restart.” November 9. https://www.cameco.com/media/news/cameco-produces-first-packaged-pounds-following-mcarthur-river-key-lake-res
Cameco. 2023a. 2022 Annual Report. https://s3-us-west-2.amazonaws.com/assets-us-west-2/annual/cameco-2022-annual-report.pdf
Cameco. 2023b. “CCO and Energoatom Agree on Commercial Terms to Supply Ukraine’s Full Natural UF6 Needs through 2035.” February 8. https://www.cameco.com/media/news/cco-and-energoatom-agree-on-commercial-terms-to-supply-ukraines-full-natura
Centrus Energy Corp. 2023. Centrus Form 10-K. https://investors.centrusenergy.com/static-files/9c69d593-1dbd-4b90-98d6-47232a99426d
Chaffee, P. 2022a. “Nuclear Fuel: Western Suppliers Prepare for Sudden Bull Market.” Energy Intelligence. March 25. https://www.energyintel.com/0000017f-9d96-db3b-a9ff-bdfe14e90000
Chaffee, P. 2022b. “Interview: Orano’s Peythieu on Navigating Market in ‘Fog of War.’ ” Energy Intelligence. September 23, 2022. https://www.energyintel.com/00000183-59a2-db08-a79f-59f7ecc60000
Chalfant, M. 2022. “White House Asks Congress for $13.7B in Ukraine-Related Funding.” The Hill. September 2. https://thehill.com/homenews/administration/3625876-white-house-asks-congress-for-13-7b-in-ukraine-related-funding/
Coyne, E. 2023. “Uranium Update from Per’s Cabin.” Sprott. June 27. https://sprottetfs.com/insights/podcast-uranium-update-from-pers-cabin/
Euratom. 2022. Euratom Supply Agency Annual Report 2021. Luxembourg: Publications Office of the European Union. https://euratom-supply.ec.europa.eu/system/files/2022-12/Euratom%20Supply%20Agency%20-%20Annual%20report%202021%20-%20Corrected%20edition.pdf
Fefer, R.F., and L.N. Larson. 2019. Section 232 Investigation: Uranium Imports. Washington, D.C.: Congressional Research Service. https://crsreports.congress.gov/product/pdf/IN/IN11145
International Panel on Fissile Materials. 2023. “Fissile Material Stocks.” April 29. https://fissilematerials.org/
International Trade Administration. 2023. “Uranium From the Russian Federation; Final Results of the Expedited Fifth Sunset Review of the Suspension Agreement.” Federal Register. January 3. https://www.federalregister.gov/documents/2023/01/03/2022-28532/uranium-from-the-russian-federation-final-results-of-the-expedited-fifth-sunset-review-of-the
Jennetta, A. 2021. “Metropolis Restart Decision Driven by Conversion Supply Gap: Official.” Platts Nucleonics Week 62 (18).
Jennetta, A. 2023a. “US DOE Awards $14 Million to US Uranium Converter for Reserve Program.” Platts Nuclear Fuel48 (1).
Jennetta, A. 2023b. “Recent Trends in Uranium Conversion, Enrichment Markets Will Continue in 2023: Executives.” Platts Nucleonics Week 64 (4).
Jennetta, A., and O. Adelman. 2022. “Uranium Enrichment Capacity Expansion Program Top Priority for 2023: Urenco.” Platts Nucleonics Week 63 (51).
Kazatomprom. 2022. “Kazatomprom 3Q22 Operations and Trading Update.” October 26. https://www.kazatomprom.kz/en/media/view/operatsionnie_rezultati_deyatelnosti_ao_nak_kazatomprom_za_3_kvartal_2022_goda
Majerus, R. 2022. Issues and Decision Memorandum for the Final Results of the Fifth Sunset Review of the Agreement Suspending the Antidumping Investigation on Uranium from the Russian Federation. Washington, D.C.: International Trade Administration. https://access.trade.gov/public/FRNoticesListLayout.aspx
McMorris Rodgers, C. 2023. Prohibiting Russian Uranium Imports Act. https://www.congress.gov/bill/118th-congress/house-bill/1042/text
Moniz, E.J. 2015. Analysis of Potential Impacts of Uranium Transfers on the Domestic Uranium Mining, Conversion, and Enrichment Industries. Washington, DC: US Department of Energy. https://www.energy.gov/ne/articles/2015-secretarial-determination
Nuclear Engineering International. 2022a. “World Nuclear Fuel Conference Report.” June 22. https://www.neimagazine.com/features/featureworld-nuclear-fuel-conference-report-9793490/
Nuclear Engineering International. 2022b. “Orano to Increase Uranium Enrichment Capacity.” October 14. https://www.neimagazine.com/news/newsorano-to-increase-uranium-enrichment-capacity-10086612/
Nuclear Engineering International. 2023. “Ukraine’s Energoatom Signs Agreements with Cameco for Fuel Supplies.” March 22. https://www.neimagazine.com/news/newsukraines-energoatom-signs-agreements-with-cameco-for-fuel-supplies-10694716/
Orano. 2023. “Tricastin.” https://www.orano.group/en/nuclear-expertise/orano-s-sites-around-the-world/uranium-transformation/tricastin/expertise
Ostroff, J. 2015. “DOE Uranium Transfer Plan Fails to Assess Economic Harm: ConverDyn.” Platts Nucleonics Week 56 (23).
Perry, R. 2017. Analysis of Potential Impacts of Uranium Transfers on the Domestic Uranium Mining, Conversion, and Enrichment Industries. Washington, DC: US Department of Energy. https://www.energy.gov/ne/articles/secretarial-determination-april-2017
TradeTech. 2021. “Nuclear Market Review.” Sprott. August 20. https://sprott.com/media/4209/nmr210820.pdf
UK Department for Energy Security and Net Zero and Department for Business, Energy & Industrial Strategy. 2022. “Nuclear Fuel Fund (NFF): Request for Information (Closed).” July 19. https://www.gov.uk/government/publications/nuclear-fuel-fund-nff
UK Department for Energy Security and Net Zero, and Grant Shapps. 2023. “New Nuclear Fuel Agreement alongside G7 Seeks to Isolate Putin’s Russia.” April 16. https://www.gov.uk/government/news/new-nuclear-fuel-agreement-alongside-g7-seeks-to-isolate-putins-russia
Urenco. 2023a. Annual Report and Accounts 2022. https://www.urenco.com/cdn/uploads/supporting-files/Urenco_AR2022.pdf
Urenco. 2023b. “Urenco Signs Nuclear Fuel Agreement to Support Bulgaria Diversification Efforts.” April 20. https://www.urenco.com/news/global/2023/urenco-signs-nuclear-fuel-agreement-to-support-bulgaria-diversification-efforts
US Department of Energy. 2020. “Restoring America’s Competitive Nuclear Energy Advantage: A Strategy to Assure U.S. National Security.” https://www.energy.gov/sites/prod/files/2020/04/f74/Restoring%20America%27s%20Competitive%20Nuclear%20Advantage-Blue%20version%5B1%5D.pdf
US Department of Energy. 2021. “Request for Information (RFI) Regarding Planning for Establishment of a Program To Support the Availability of High-Assay Low-Enriched Uranium (HALEU) for Civilian Domestic Research, Development, Demonstration, and Commercial Use.” Federal Register. December 14. https://www.federalregister.gov/documents/2021/12/14/2021-26984/request-for-information-rfi-regarding-planning-for-establishment-of-a-program-to-support-the
US Energy Information Administration. 2020. 2019 Uranium Marketing Annual Report. Washington, DC: US Department of Energy. https://www.eia.gov/uranium/marketing/archive/umar2019.pdf
US Energy Information Administration. 2023. 2022 Uranium Marketing Annual Report. Washington, DC: US Department of Energy. https://www.eia.gov/uranium/marketing/pdf/2022%20UMAR.pdf
Vattenfall. 2022. “Vattenfall Secures Long-Term Nuclear Fuel Supply.” May 5. https://group.vattenfall.com/press-and-media/pressreleases/2022/vattenfall-secures-long-term-nuclear-fuel-supply
Wald, M. 2023. “On the Verge of a Crisis: The U.S. Nuclear Fuel Gordian Knot.” Nuclear Newswire. April 15. https://www.ans.org/news/article-4909/on-the-verge-of-a-crisis-the-us-nuclear-fuel-gordian-knot/
Westinghouse Electric Company. 2022. “Helping Finland to Secure Its Energy Future.” November 22. https://info.westinghousenuclear.com/news/helping-finland-secure-energy-future
Westinghouse Electric Company. 2023. “Westinghouse Reinforces Its Commitment to Energy Security in Czech Republic.” March 29. https://info.westinghousenuclear.com/news/westinghouse-reinforces-its-commitment-to-energy-security-in-czech-republic
White House. 2022. “FY 2023 Continuing Resolution (CR) Appropriations Issues.” https://www.whitehouse.gov/wp-content/uploads/2022/09/CR_Package_9-2-22.pdf
Wood, J. 2022. “A Global Realignment.” Nuclear Engineering International. October 20. https://www.neimagazine.com/features/featurea-global-realignment-10102424/
World Nuclear Association. 2023a. “Supply of Uranium.” May. https://world-nuclear.org/information-library/nuclear-fuel-cycle/uranium-resources/supply-of-uranium.aspx
World Nuclear Association. 2023b. “World Nuclear Power Reactors & Uranium Requirements.” July. https://world-nuclear.org/information-library/facts-and-figures/world-nuclear-power-reactors-and-uranium-requireme.aspx
World Nuclear News. 2022a. “Calm Approach the Right Strategy for Energy Security, Says Panel.” April 28. https://world-nuclear-news.org/Articles/Calm-approach-the-right-strategy-for-energy-securi
World Nuclear News. 2022b. “Cameco Promises Patience as Uranium Market Realigns.” May 5. https://www.world-nuclear-news.org/Articles/Cameco-promises-patience-as-uranium-market-realign
World Nuclear News. 2022c. “First Contracts Awarded for US Strategic Uranium Reserve.” December 16. https://www.world-nuclear-news.org/Articles/First-contracts-awarded-for-US-strategic-uranium-r
World Nuclear News. 2023a. “Cameco Reaps Benefits of ‘best-Ever’ Fuel Market Fundamentals.” February 10. https://www.world-nuclear-news.org/Articles/Cameco-reaps-benefits-of-best-ever-fuel-market-fun
World Nuclear News. 2023b. “Centrus on Track for HALEU Demonstration by Year-End.” February 10. https://www.world-nuclear-news.org/Articles/Centrus-on-track-for-HALEU-demonstration-by-year-e
World Nuclear News. 2023c. “Market Dynamics under Spotlight at WNFC 2023.” April 20. https://www.world-nuclear-news.org/Articles/Market-dynamics-under-spotlight-at-WNFC-2023
World Nuclear News. 2023d. “Urenco, Cameco Sign Supply Deals for Bulgaria’s Kozloduy.” April 21. https://www.world-nuclear-news.org/Articles/Urenco,-Cameco-sign-10-year-deals-with-Bulgaria-s
World Nuclear News. 2023e. “Fuel Cycle Players Need Certainty to Support Future Nuclear Growth: Panel.” September 8. https://www.world-nuclear-news.org/Articles/Fuel-cycle-players-need-certainty-to-support-futur
Türkiye’nin iklim politikasına “çok düşük” not
İklim Değişikliği Performans Endeksi’nde Türkiye bir önceki yıla göre dokuz sıra gerileyerek 63 ülke içinde 56’ncı sırada yer aldı.
Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Konferansı’na katılan ülkeler fosil yakıtların kullanımından vazgeçilmesi için çaba gösterirken 2024 yılı İklim Değişikliği Performans Endeksi (CCPI) yenilenebilir enerji kullanımının yaygınlaşmasına rağmen küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlandırılması hedefinin hâlâ uzak olduğunu ortaya koydu.
Yaklaşık 450 uzmanın analizi sonucu hazırlanan rapora göre, dünyanın önde gelen bütün ekonomileri artık rüzgar, güneş ve sudan elde edilen enerjiye yatırım yapıyor. Ancak karbondioksit emisyonunun hızlı bir şekilde azaltılması ve fosil yakıtların yerini alması için yenilenebilir enerji kaynaklarının katlanarak büyümesi gerekiyor.
Sivil toplum kuruluşları Germanwatch, Yeni İklim Enstitüsü ve İklim Eylem Ağı (CAN) tarafından hazırlanan İklim Değişikliği Performans Endeksi, her yıl güncellenerek BM iklim zirvesi sırasında açıklanıyor. Raporda dünyadaki sera gazının yüzde 90’ından sorumlu olan, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 63 ülkenin iklim performansı, sera gazı emisyonları, enerji tüketimi, yenilenebilir enerjinin kullanımı ve iklim politikası kategorilerinde değerlendiriliyor.
Türkiye dokuz sıra geriledi
2023 yılı İklim Değişikliği Performans Endeksi’nde 47’nci sırada bulunan Türkiye, bu yıl dokuz sıra gerileyerek 56’ncı sıraya düştü. Bu şekilde Türkiye, “çok düşük performans” gösteren ülkeler arasında sınıflandırıldı.
Türkiye, Yenilenebilir Enerji kategorisinde “orta”, Sera Gazı Emisyonları ve Enerji Kullanımı kategorilerinde “düşük” ve İklim Politikası kategorisinde ise “çok düşük” derece aldı.
Raporda, Türkiye’nin 2038 yılına kadar sera gazı emisyonlarını artırmayı planladığı ve 2053 yılına kadar da net sıfır emisyon hedeflediği hatırlatıldı. CCPI uzmanları sera gazı emisyonlarını azaltma politikasındaki temel eksikliğin, hesaplamanın mevcut durum çerçevesinde yapılması ve bu nedenle de gerçekte net sıfır emisyonu hedeflememesi olduğunu vurguladı.
Uzmanlar, Türkiye’nin Nisan 2023’te açıkladığı Güncellenmiş Ulusal Katkı Beyanı’nın da net sıfır emisyon ve küresel ısınmanın 1,5 derece ile sınırlanması hedefiyle uyuşmadığına dikkat çekti.
Fosil yakıtlardan vazgeçme çağrısı
Raporda, Türkiye’nin hâlâ fosil yakıtlardan elde edilen enerjiye bağımlı olduğu da hatırlatıldı. Fosil yakıtları aşamalı olarak terk etme politikasının olmadığı ifade edilerek farklı bölgelerde doğal gaz ve petrol arama faaliyetlerinin hâlâ sürdürüldüğü kaydedildi.

CCPI uzmanları, Türkiye’ye fosil yakıt arama ve çıkarma faaliyetlerine son verilmesi ve kömürlü termik santrallerin kapatılması çağrısında bulundu.
Raporda, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Ocak 2023’te yayımladığı Ulusal Enerji Planı’na da değinildi. Bu plana göre, fosil yakıtların elektrik üretimindeki payının kademeli olarak azaltılması öngörülse de bu nükleer enerjinin kullanımını içerdiği için CCPI uzmanları tarafından eleştirildi.
Yenilenebilir enerji hedefleri iddialı değil
Raporda, Ulusal Enerji Planı’na göre güneş enerjisi başta olmak üzere yenilenebilir enerji kapasitesinin artırılmasının öngörüldüğü belirtildi. Ancak rüzgar enerjisi ile ilgili hedeflerin iddialı olmadığı ifade edilerek aşamalı olarak kömürden vazgeçilmesini içermediği kaydedildi. Ayrıca yenilenebilir enerji üretiminin hâlâ merkezi düzeyde gerçekleştirilmesi de eleştirildi. Uzmanlar, yenilenebilir enerjiden küçük ölçekte yararlanılabilmesi için kamu binaları, otoparkla ve açık pazar yerlerinin çatılarına güneş panelleri kurulmasının zorunlu hale getirilmesini önerdi.
Uzmanların önerileri
CCPI uzmanları, Türkiye’ye iklim politikasına ilişkin değişiklik önerilerinde de bulundu. Buna göre, sera gazı emisyonunun iddialı bir şekilde azaltılması hedefiyle Ulusal Katkı Beyanı’nın güncellenmesi çağrısı yapıldı. Kömürden çıkış için politika belirlenmesi ve kömüre verilen sübvansiyonların yenilenebilir enerjiye aktarılması gerektiği vurgulandı. Tüm sektörlerin karbonsuzlaştırılması için gereken politikaların devreye sokulması önerilirken, hazırlanmakta olan iklim değişikliği yasasında daha şeffaf olunması talep edildi.
İlhan: Türkiye’nin geriye düşmesi normal
Raporu kaleme alan uzmanlardan Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) Türkiye İklim ve Enerji Politikaları sorumlusu Elif Cansu İlhan, Türkiye’nin iklim performansını değerlendirirken Türkiye’nin açıkladığı Ulusal Katkı Beyanı’nın bir emisyon azaltımı planı olmamasını eleştirdi. Türkiye’nin BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 28’inci Taraflar Konferansı’ndaki (COP28) performansını da değerlendiren İlhan, “Türkiye iklim eyleminde geri kalma konusunda ısrarcı olduğunu gösterdi” dedi.
Türkiye’nin kömürden çıkış planı yapmamasını da eleştiren İlhan, “COP28’de ise kömür bağımlılığı Türkiye’den çok daha yüksek ülkeler kömürden çıkış için ve yeni kömüre karşı adımlar atarken Türkiye müzakerelerde fosil yakıtlardan hem çıkışa hem de fosil yakıtların azaltımına karşı çıkan dört ülkeden biri oldu. Türkiye bunun yanında COP’un olumlu çıktıları arasında olan yenilenebilir enerji, enerji verimliliği, sağlık gibi alanlardaki taahhütlerin henüz hiçbirine katılmadı. Türkiye’nin geçtiğimiz yıllarda Paris Anlaşması’nı onaylayarak yükseldiği sıralamada, bu sene geriye düşmesi normal görünüyor” ifadelerini kullandı.
STK’lardan kömür raporu

03:46
Endekste ilk üç sıra boş kaldı
İklim Değişikliği Performans Endeksi’ne göre dünyada hiçbir ülke küresel ısınmayı 1,5 derece ile sınırlandırma hedefine ulaşamadığı için endekste ilk üç sıra geçen yıl olduğu gibi bu sene de boş. Endekste dördüncü sırada yer alan Danimarka’da elektrik ve ısınma için gereken enerjinin yenilenebilir enerjiden sağlanması için son yıllarda çabanın artırıldığı ve sera gazı salımının azaltıldığı ifade edildi. Ancak ülkede Ekim 2022’de yapılan seçimler sonrasında iklim politikasında yavaşlama kaydedildiğine dikkat çekildi. Endekste Danimarka’yı Estonya ve Filipinler takip etti.
BM iklim zirvesine ev sahipliği yapan Birleşik Arap Emirlikleri İklim Değişikliği Performans Endeksi’nde sondan üçüncü sırada yer aldı. Yüksek emisyonlar ve yenilenebilir enerjilerin toplam enerji üretimindeki payının yüzde 1’den az olması Körfez ülkesinin alt sıralara yerleşmesine neden olarak gösterildi. Suudi Arabistan ile İran, Rusya, Kanada ve ABD de sıralamanın sonlarında yer alan ülkelerden oldu.
Hatay Deprem Çalıştayı Sonuç Bildirgesi: “Umudu ve Dayanışmayı Büyütüyor, Kentlerimizi Yeniden Kuruyoruz!”
İktidarın Ekolojik Yıkım, Rant, Talan ve Özelleştirme Politikaları Öldürüyor!
6 Şubat ve 20 Şubat depremlerinde; sonuçların ağır olmasının ve müdahalede geç kalınmasının ölümcül sonuçlar doğurmasında; devletteki neoliberal dönüşüm politikalarının, kamu hizmetlerinin piyasaya açılmasının, özelleştirmelerin, devletin bir şirket gibi yönetilmesinin, iktidarın devleti adeta inşaat şirketlerine teslim etmesinin, denetimsizliğin, KÖİ (kamu özel işbirliği) projelerinin, kamuya ve yatırımlara yeterince bütçe ayrılmamasının temel faktör olduğu görülmüştür. Eğer bugün kamu hizmetleri çökme noktasına gelmişse ve müteahhitler bu kadar pervasızca ve kontrolsüzce binalar dikmiş, bu binalar on binlerce insanımıza mezar olmuşsa, bu yıkım ve ölümlerde her şeyden önce bu sistemi kuranlar ve bu sistemden nemalananların kar hırsları ve iktidarın ranta dayalı politikaları sorumludur.
Bilim insanlarının bölgeye yönelik yıllardır dile getirdikleri deprem tespitlerine rağmen deprem gerçeğini görmezden gelen kent planlaması, imar ve yapı denetim çalışmaları, iktidarın çıkardığı imar afları, yaşadığımız büyük felakete adeta davetiye çıkarmıştır.
Yine iktidarın izlediği neoliberal politikalar tarım alanları, dere yatakları ve biyoçeşitlilik açısından önemli olan alanların imara açılması felakete çağrı olmuştur. Yıllardır izlenen rant-talan ve betona dayalı inşaatlar ekolojik yaşam alanlarını yok etmiştir.
En son 1999 depremi sonrasında oluşan toplumsal duyarlılığı da değerlendirerek ülke genelinde deprem gerçeğine uygun kentleşme politikaları ile buna bağlı imar planları ve yapı denetim faaliyetlerinin hayata geçirilmesi gerekirken; depremden sonra iktidara gelen AKP hükümetleri bunun tam tersini yapmış, kentlerimizi deprem gerçeğinden uzak sadece ranta dayalı plansız yapılaşma ve imar uygulamalarıyla beton yığınlarına dönüştürmüş, göstermelik yapı denetim faaliyetleriyle inşaat sektörünü gerekli bilimsel denetimden adeta muaf tutmuştur. Bu anlamda deprem nedeniyle yaşadığımız bu acılar takdiri ilahi değil takdiri siyasidir.
Kamu adına gerekli düzenleme ve denetimleri yapmak yerine TOKİ eliyle rant odaklı yapılaşmalara öncülük eden siyasi iktidar, her üç dört yılda bir ilan ettiği “imar af”larıyla kentlerimizin plansız yapılar çöplüğüne ve beton yığınları halinde dönüştürülmesine göz yumarak depremin büyük bir felakete dönüşmesine sebep olmuştur. 2002 yılından bugüne, 2023 yılına kadar tam 9 defa imar affı yasaları çıkarılmıştır. En sonuncusu 2018 yılında yapılan imar aflarının ağır sonuçlarını deprem bölgesinde görmek mümkündür. Hatay-Gaziantep, Adıyaman ve Kahramanmaraş başta olmak üzere 300 bine yakın binaya yapı kayıt belgesi verilmesi, fen ve yapı tekniğiyle ilgili zorunlu statik projeleri ve zemin etütleri gibi zorunlu teknik incelemelerin göz ardı edilmesi, sonuçların bu kadar ağır olmasını doğurmuştur.
Devletin denetim yetkisinin özele devri ile mühendislik hizmetlerinin hiçleştirilmesi sadece rant üzerine kurulu bir yönetsel anlayışın coğrafyamıza ve insanlarımıza yaşattığı bu acı tabloyu bir kez daha yaşamamıza neden olmuştur.
Bilim insanlarının yıllardır dile getirdiği deprem tahminlerinin umursanmaması kentlerimizin altyapı olarak deprem gerçeğine göre hazırlıklı hale getirilmemesinde de görülmüştür. Deprem sonrasında elektrik, içme suyu, kanalizasyon ve doğalgaz şebekelerinin çökmesi hem can kayıplarının artmasına hem de enkazdan çıkanların sağlıksız koşullarda kalmasına neden olmuştur.
Deprem gibi doğal afet durumlarında devletin hızlı ve aktif müdahalede bulunabilmesi için kurulmuş AFAD’ın bilim insanlarının yıllardır dile getirdiği deprem tahminlerine rağmen hemen hiçbir ciddi hazırlığının olmaması deprem sonrası müdahalelerin gecikmesine ve yetersiz kalmasına bağlı olarak can kayıplarının çok daha fazla olmasına neden olmuştur.
İktidarın kadrolaşma politikasının ve liyakatsizliğin 85 milyonun canının emanet edildiği AFAD’da da yaşanmasının ağır sonuçlarını bugün canımızla, yıkılan binalarımızla, haritadan silinen kentlerimizle ödüyoruz.
Doğal afetle de dayanışma faaliyetlerinde bulunması gereken Kızılay, ilk günlerde afet illerine gelmemiş, sonrasında kamuoyuna da yansıdığı üzere yardım kuruluşlarına çadır satmış, soğuk kış günlerinde depremzedelerin barınma, ısınma, giyecek, yiyecek başta olmak üzere en temel insani ihtiyaçları deprem illerine ilk ulaşan gönüllü demokratik kitle örgütlerinin oluşturduğu dayanışma çalışmaları ile karşılanmıştır.
Depremden hemen sonra ülke genelinde halkların dayanışma ruhuyla başlatmış olduğu yardım toplama ve destek kampanyaları karşısında kamu adına bu yardımların ihtiyaç olan yerlere ulaşması konusunda koordinasyon görevi ve desteği vermesi gereken siyasi iktidarın bunun yerine, AFAD eliyle bu yardım araçlarına el konulması, demokratik kitle örgütlerine ve yerel yönetimlere müdahalelere varan engellemelerde bulunması, başta köyler ve ilçeler olmak üzere deprem nedeniyle yıkılmış birçok yere yardımların ulaşmasında gecikme ve yetersizliklerin yaşanmasına neden olmuştur.
Deprem bölgesindeki arama, kurtarma ve yardım faaliyetlerinin tek elde AFAD üzerinden yürütülmeye çalışılması, AFAD’ın ve valiliklerin demokratik kitle örgütleri hatta belediyelerle dahi yeterli koordinasyon ve işbirliği içinde olmaması; hem bölgeye giden sivil arama kurtarma ekipleri, sağlık çalışanları ve yardım kuruluşlarının etkin çalışma yürütememesine hem de yardım faaliyetlerinin gerekli yerlere zamanında ulaşamayıp, zayi olmasına neden olmuştur.
AFAD ve Kızılay özellikle Hatay, Maraş ve Adıyaman da köylere ve mahallelere yardım götürürken ayrımcılık yapmış ve özellikle Alevi köyleri başta olmak üzere kendisince öteki gördüğü kesimlere yardım ve hizmet götürmekte yetersiz kalmıştır.
Deprem sonrasında karşı karşıya kalınan en acı ve çaresizlik dolu durumlardan biri de yıkılan binalardan çıkarılan cenazelere dairdir. Bölgedeki cenazeler, günlerce sokakta bekletilmiş, cenazelerden örnek alınmadan, çoğunun kimlik tespiti yapılmadan ve bazen toplu olarak defnedilmiştir. Yakınlarını kaybetmiş aileler açısından geçen onca güne rağmen halen cenazelere ulaşamamış olmak, en az deprem kadar ağır bir yük olmuştur. Birçok yere arama kurtarma ekiplerinin çok geç gelmiş olması enkaz altında onlarca yurttaşımızın soğuktan, açlıktan ve havasızlıktan ölmesine neden olmuş, cenazelerin örnek alınmadan defnedilmesi tüm bu bulguların yok olmasına ve ilerde olası hukuksal süreçlerde ciddi hak kayıplarının yaşanmasına neden olmuştur. Günler sonra başlayan enkaz kaldırma çalışmalarındaki özensizlik de birçok cenazenin bulunmasını güçleştirmiştir.
Mültecilere Yönelik Linçe Karşı Yaraları Birlikte Sarmak
Deprem bölgelerinden sadece depremden kaynaklı ölümler, acılar, trajik haberler gelmedi. Deprem illeri aynı zamanda çok fazla mültecinin de yaşadığı bir bölge. Depremde hayatını kaybeden, yaralanan ve evleri yıkılan çok sayıda mülteci olmuştur.
Depremzede mülteci ve göçmenler çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalmıştır:
Nefret Söylemi Ve Düşmanlaştırma
Deprem sonrasında mültecilere karşı tetiklenen nefret söylemi, özellikle sosyal medyada kışkırtılmış, barınma ihtiyacı ve yardımlar konusunda mültecilerin dışlanması söz konusu olmuştur. Depremin ardından mülteciler ilk günlerde, Gaziantep ve Diyarbakır’da camilere, Mersin’de otogara sığındılar. Daha sonra Göç İdaresinin yol izin belgesini kaldırarak seyahat serbestisi vermesiyle, mülteciler de diğer depremzedeler gibi başka illere gitmeye başladılar. Ancak gittikleri illerde barınma sorununu kendilerinin çözmesi beklenmiş, geçici barınma yerlerinde ve çadır bölgelerinde mülteciler dışlanmıştır. Deprem sonrasında karşı karşıya kaldıkları nefret söylemleri ve ötekileştirme karşısında evleri yıkılan mülteciler yardımlara erişim noktasında da ciddi sorunlar yaşamışlar, olası saldırı ve çatışmalardan çekindikleri için yardım talebinde bulunurken geri planda durmayı tercih etmişlerdir.
Deprem İllerinde Emek Ve Çalışma Hayatı
Deprem bölgesinde 3,8 milyon insan çalışmaktaydı ve bu toplamın 1,5 milyonu kayıt dışı istihdamdaydı. İstihdamın çoğunluğu tarım, imalat ve ticaret ve düşük katma değerli hizmetler sektörlerindeydi (HHİA 2021).
Depremle birlikte, deprem illerinde; kitlesel işsizlik, istihdam yetersizliği, kayıt dışı istihdamda artış, sosyal güvenlik açıkları ve hane halkı yoksulluğunun artması gibi durumlar açığa çıktı.
Konut ve işyerlerinin yıkımı, kiralardaki aşırı artış, işçilerin göçü ve özellikle inşaat işçileri için insani barınma ihtiyacını ortaya çıkardı
Ücretli çalışanların sayısı %23,6 (226 bin), işyeri sayısı %20,2 (66 binden fazla) düşmüş, (TEPAV) En yüksek düşüşler ise; Adıyaman, Hatay, Malatya ve Kahramanmaraş’ta gerçekleşmiştir.
Enkaz kaldırma, yıkım ve inşaat işlerinde ciddi İSG (işçi sağlığı ve iş güvenliği) riskleri (asbest, zararlı kimyasallar ve gazlara maruz kalma, elektrik kaynaklı tehlikeler, ergonomik riskler), engelli birey sayısında artış, kadınlar, gençler ve çocuklara özgü kırılganlıklar, kentsel ve kırsal alanda değişen yoksulluk etkisi ve istenmeyen baş etme mekanizmaları: çocuk işçiliği, kayıt dışı istihdam, çalışma standartlarında düşüş, kilit çalışma hayatı kurumlarının gördüğü hasar ve hizmetlerin sekteye uğraması (İŞKUR, SGK, işçi ve işveren örgütlerinin yerel şubeleri) gibi birden fazla sorun derinleşmiş durumdadır.
İktidar, Ekolojik Yıkım Ve Talan Politikalarına Deprem Sonrasında Da Devam Ediyor!
Deprem bölgesinde deprem öncesi açılan maden ocakları ve enerji santralleri için ÇED (çevresel etkileri değerlendirme) raporu alamayan firmalar deprem sonrasında ilan edilen OHAL’i fırsat bilerek çevre bakanlığının oluru ile maden ocaklarını ve enerji santrallerini kurduklarını gördük. Maden ocakları ve enerji santrallerinin Tarım alanları ve halk sağlığı üzerinde yarattığı risklerin dikkate alınmadığı bilinmektedir.
Hukuk Sistemi, Sağlığa Erişim ve Sağlık Hakkı Enkaz Altında Kalmıştır!
Deprem öncesi de kötü olan hukuk anlayışı deprem sonrasında çok daha kötü durumu gelmiş durumda. Mahkeme kararların uzaması, yoksulluk karşısında hukuka erişimin maliyetinin çok artmış olması, yasaların çok hızlı değişmesi, fiziki ortamların yetersizliği, yurttaşların hak arama ve hukuksal süreçleri işletme ile ilgili ciddi güvensizlik yaşamalarına neden olmuş, yüksek maliyet ve hukuka olan güvensizlik davaların açılmasında, hak arayışlarında düşüklük arz etmiştir.
Yıkılan hastaneler, verilemeyen koruyucu sağlık hizmetleri, kaotik çalışma rejimi vb. sağlık sisteminin depreme dayanıklı olmadığının göstergeleri olmuştur. Sağlıksızlığı yaratan her şey halk sağlığı sorunu olup sağlıklı olma hali de toplumsal sağlıkla doğrudan ilişkiliyken 9. Aya geldiğimiz bugünlerde barınma, beslenme, alt yapı, hijyen sorunları ilk günkü gibi devam etmekte. Deprem sonrasında toplumsal sağlık hizmetlerinin halka ulaşabilmesi için sağlık emekçilerinin yanı sıra; barınma, beslenme, temiz su, giyim, ulaşım, eğitim konularında yerelde oluşturulan dayanışma ağları, demokratik kitle örgütleri de ciddi katkılar koymuş, yeni ve alternatif bir kamusallığın öncüleri olmuştur. Neoliberal sağlık reformları iflas etmiş olup sağlık toplumun öz gücü ve dayanışma ile vücut bulmuştur. Demokratik kitle örgütleri tarafından yürütülen her türlü deprem çalışmaları yerelliğin önemini ortaya koyarken çalışmalarımızda ön açıcı olan geçmiş deneyimlerimizin belleğini oluşturmakta bir kez daha önemini ortaya koymuştur.
Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliği Depremde Daha Da Derinleşmiştir!
Depremin en dezavantajlı gruplarından biri olan kadınların sağlık hakkı, erkek devlet aklıyla kurgulanmaya bağlı olarak karşımızda ciddi bir sorun olarak durmakta.
Kadınlar için kamu otoritesi tarafından üreme politikalarına sıkıştırılmış kurgu, kadınlar açısından ciddi bir sağlık krizi yaratmakta. Güvenli ve hijyen olmayan tuvalet kullanımı, temiz suya ve yeterli temiz iç çamaşırına erişememeye bağlı kadınlarda vajinit sistit gibi sorunlar çok sık ortaya çıkmakta, kamu otoritesinin üreme politikasına sıkıştırılan kurgunun devamında takipsiz gebe, takipsiz bebeklerin yarattığı kaygı ile kadınların kendi kendine başa çıkması beklenmekte.
Çocuk, engelli ve yaşlı bireylerin bakımının kadınların sırtına bırakılmış olması her temasta kadınların kendileri için değil bakım verini olduğu bireyin yaşamı için soru sormasına neden olmakta. Hem bakım veren kişi olmak hem gözetilmeme hali öz bakımda yetersizlik ve devamında depresyonun oluşması ve derinleşmesine neden olmaktadır. Kadınlar bir yandan depremde yaşadıkları travmatik durum, kayıplar ve yıkımların etkisiyle baş etmeye çalışırken, bir yandan da bakım sorumluluğunu üstlendikleri tüm aile bireylerinin de kaygılarını taşımaktadır.
Yetersiz ve güvenliksiz olarak sağlanan barınma imkânları kadınların zaman zaman boşandıkları ya da boşanma aşamasında oldukları erkeklerin yanına dönmesine neden olup kadınları tekrar bir şiddet sarmalının içine çekmektedir. Şiddete maruz kalan kadınların başvurabilecekleri bir mekanizmanın olmaması ve kadınların geçici sığınacağı yerlerin olmaması ise kadınların şiddet sarmalının içerisinden çıkamamasına neden olmaktadır. Depremin üzerinden geçen bunca zamana rağmen kadınların hala yaşam hakkı güvence altına alınabilmiş değil.
Depremin dezavantajlı olan bir diğer grubu LGBTİ+ ‘lar ise; depremden önce resmî kurumların, üst düzey yetkililerin ve Diyanet Başkanlığı’nın hedef gösteren, nefret yayan açıklamalarının sonucu olarak deprem döneminde barınma ve sağlık hakkı başta olmak üzere pek çok ayrımcılığa maruz kaldılar. Beraber yaşamı paylaştıkları bireylerle yaşadıkları derin çatışmalara maruz kaldılar.
Kadınların ve LGBTİ+’ların yaşadığı sorunlarının temelinde toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve kadınlar özelinde devletin üreme politikalarına sıkıştırılmış sağlık politikaları yatmaktadır. Bu nedenle kadınların ve LGBTİ+’ların güçlendirileceği, istihdam olanaklarının yaratılacağı, karşı karşıya kaldıkları şiddet, taciz ve ayrımcılığa karşı çözüm üreten mekanizmaların kurulması elzemdir.
Engelsiz Yaşamı Birlikte Örelim!
Deprem bölgelerinde afete bağlı engelli birey sayısının artmış olmasını da bilmekteyiz. Toplumsal yaşamın olanaklarından eşit düzeyde faydalanmak, toplumsal yaşama tam ve etkin katılım sağlamak her yurttaş gibi engelli bireyler için de en temel anayasal haklarından biridir. Engelli bireylerin, toplumsal yaşama etkin katılımı çoğunlukla diğer bireylerle aynı ve eşit gerçekleşmemekte; sosyal ve kentsel yaşam alanlarının engelli bireylere sunduğu eşitsizlikler ve engeller, afet gibi kriz durumlarında engelli bireylere yönelik etkin çözümlerin ortaya konulmasını zaruri hale getirmektedir.
Deprem Sonrası Eğitim
Maraş merkezli depremler öğrenciler, veliler, aileler, öğretmenler ve eğitim kurumları üzerinde uzun süreli etkiler bırakmaya devam etmektedir. 2020 yılında başlayan pandemi dünya genelinde tüm okulları etkilerken, iklim kriziyle birlikte yaşanan seller, anormal sıcaklık artışları, insan merkezli afetler çoklu krizler karşısında eğitim sisteminin dayanıklılığını ölçen ölçütler haline gelmiştir. Teknolojisi ve araçlarıyla yaşadığımız modern çağ çoklu krizlere çözüm üretmemekte ve yeni krizlerin de kapısını açmaktadır. Kara dayalı sermaye üretimi, servet bölüşümündeki adaletsizlikler, sanayi üretimlerinin doğayı hiçe sayan uygulamaları, barınma hakkının apartman imparatorluklarına dönüşmesi eğitim alanını parçalamaya devam etmektedir. Yaşanan son depremler diğer birçok alanda olduğu gibi eğitim alanının da krizlere karşı hazırlıklı olmadığını ortaya çıkarmıştır. Afet dönemleri çocukların nitelikli eğitime ulaşma imkânlarını kısıtlayan ortamlardır. Çocukların eğitim hakkından mahrum kalması çocuklara dönük ihmal, istismar gibi vakaların artmasına sebep olacaktır. Okulların, yurtların barınma alanına dönüşmesi, çocukların ve gençlerin (deprem bölgesinde olmayanlarda dâhil) eğitim hakkına ulaşımını engellemiştir. Bu engel kız çocuklarının hane içindeki emek sömürüsünü arttırmış, kadınların yeniden toplumsal üretime kaynak sağlayan emeklerini görünmez kılmıştır. Okulların, hastanelerin birçok kamu kurumlarının fiziki altyapısının yetersiz oluşu eğitime katılımı olumsuz yönde etkilemiştir.
Yıkılan okulların yerine depreme dayanıklı okullar inşa edilmeden, hasarlı binalar onarılıp eğitim öğretime uygun fiziki koşulları sağlanmadan ve en önemlisi başta eğitim emekçileri olmak üzere barınma, hijyen sorunları çözülmeden bir normalleşme sürecine girip okulların eğitim öğretime başlaması çocukların psikososyal gelişim ve deprem sonrası travmalarla baş etme konusunda içinde bulunulan durumu daha da bir çıkmaza sokmuştur. Bir yandan enkaz kaldırma çalışmalarında sorumsuz davranışlar çocukların okul yollarında güvenliksiz binaların içinden veya yanından geçmelerine neden olmakta, çadırkent ve konteynır kentlerin şehir merkezinden uzakta olması ulaşım konusunda ciddi sorunlar açığa çıkarmakta ve fahiş servis ücretleri karşısında depremzede aileler, veliler zor durumda kalmaktadır.
Kültürel Zenginliklerimizi, Halklar Mozaiğini Ve Şehirlerin Hafızasını Yeniden İnşa Edeceğiz!
Deprem bölgesi tarihe beşiklik etmiş gerek kültürleri gerek manevi değerleri açısından çok farklı özelliklere sahip kentlerden oluşmakta halklar ve kültürler mozaiği tarihi ve kültürel niteliği olan kentlerin, somut ve somut olmayan varlıklarıyla korunmasının yolu, onları tanımak ve sahiplenmekten geçmektedir. Depremin yıkıcı etkisi başta Antakya olmak üzere şehirleri ve kültür mirasımızı yerle bir etmiştir. Ancak asıl mesele, sit alanlarında enkaz kaldırma çalışmalarında iktidarın, binlerce yıllık kültür mirasını ve kentlerin hafızasını, kültür ve inanç mozaiği olan yapıları yok eden yaklaşımıdır. Kent halklarında özellikle SİT alanından kepçe ve kamyonlarla kaldırılan molozun ait olduğu yere bir daha geri dönmeyeceği endişesi, bunlardan yalnızca biridir. Farklı dil, din, mezhep ve statüden insanlardan oluşan yurttaşlar, kültürlerinin zenginliği ve çeşitliliği ile birlikte yaşamaktan gurur duyan, kadim kentleri üzerinden ortak bir noktada buluşan topluluklardır. Kültürel miraslarımız farklılıklarımızın kabulü, geçmişimizin, müşterek tarihimizin zenginliğinin ifadesidir. O yüzden kültürümüzün, üzerine titrediğimiz yapılaşmaya ve bu yapılaşmanın çevresine daha hassas yaklaşılmalıdır. Çünkü deprem sonrasında şehri terk etmek zorunda kalanların geri dönüşü ve şehri yeniden ayağa kaldırma inancı için en güçlü motivasyon kaynaklarından biri de kadim kentlerin muhtevası, özgünlüğü ve dokusu ile korunmuş olmasıdır.
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın paylaştığı bilgilere göre Hatay Antakya kent merkezinde hasar tespit çalışmaları sonrasında Vakıf eserleri de dâhil olmak üzere 587 Tescilli Kültür Varlığı yapının; 186’sı yıkık, 175’i ağır hasarlı, 84’ü orta hasarlı, 67’si az hasarlı, 72’si ise hasarsız durumdadır. Söz konusu yapıların enkazı yerinde korunup, etrafı çevrelenmiş ve korunaklı hale getirilmiş, ihaleleri yapılmış olup restorasyonlarına başlanmıştır. Ancak aynı özenin tescilli birçok kültür varlıkları için gösterilmediğini görüyoruz. Ağır hasarlı ve yıkık durumdaki her yapının sadece rekonstrüksiyonu yapılmak üzere enkazının kaldırılması koruma ve mimarlık açısından doğru bir yaklaşım olmamakla birlikte, mülk sahiplerinin bu süreçler içerisinde çok yüksek maliyetlerle karşı karşıya kalacağının da bilinmesi gerekmektedir.
Ağır iş makinelerinin, enkaz kaldırma çalışmaları sırasında “kültür yıkıntısı” olarak nitelendirilen yığının üzerinde çalışmasının korumak gerektiğinde tüm kurumların uzlaştığı, değerlerin yok olmasına sebebiyet verdiği unutulmamalıdır. Ayrıca birçok yapının zemin kotunun altında hem kendi dönemlerine hem de kendinden önceki dönemlere ait mahzenleri ve bodrum katları, su kuyuları ve sarnıçları da mevcuttur. Yapıların zemin katlarının üzerinde çalışan ağır iş makineleri, toprak altındaki arkeolojik yapılara ve bu yapıların alt kotlarındaki uzantılarına zarar vermektedir. Bu alanlardaki enkaz kaldırma çalışmalarının hassasiyetle ve bilimsel yöntemlerle gerçekleştirilmesi hem bugünün hem de binlerce yıllık tarihi tanıklıkları, medeniyetin inşası ve kadim kültürlerin yaşaması ve geleceğe aktarılması açısından hayati önemdedir.
Kentlerimizi Yeniden Kuracağız!
İki gün olarak gerçekleştirdiğimiz çalıştay sonucunda açığa çıkan en temel nokta; iktidarın neoliberal politikalarla kamusal hizmetleri tasfiye ettiği gerçekliği ile var ettiği kamusuz devletin yapmadığı/ yapamadığı; sağlık, eğitim hakkı, barınma, gıda, hijyen ve temiz suya ulaşma gibi en temel insani ihtiyaçların depremin üzerinden tam 9 ay geçmesine rağmen yeterince karşılanmadığı tespit edilmiştir. Yine ranta dayalı politikalar sonucunda enkaz kaldırma çalışmaları belli şirketlere verilmiş bu faaliyetler insan hayatını tehdit eden tarzda devam etmekte, kaldırılan moloz yığınları yaşam alanlarına boşaltılarak tarım arazileri yok edilmektedir. İktidarın çıkardığı zorunlu kamulaştırma düzenlemeleri ile yüzlerce yıllık zeytinlikler yerine binalar yapılmak suretiyle, depremin ağır faturası iktidarın bu rant politikaları ile bir kez daha bölge halkına kesilmek istenmektedir.
İktidarın bu yaklaşımı karşısında depremin ilk anından itibaren dayanışma çalışmaları demokratik kitle örgütleri, sendikalar, emek meslek örgütleri ve yerel inisiyatifler tarafından yürütülmüştür. Yürütülen her türlü çalışmanın gerek belleğini oluşturmak gerek ortak mücadeleyi yükseltmek gerekse daha sonrasında oluşacak olağanüstü afet süreçlerinde de işbirliği kurulması için demokratik kitle örgütleri ve yerel inisiyatiflerle koordinasyon kurulması elzemdir.
Bilimsel ve teknik esaslar çerçevesinde yürütülmediği için deprem bölgesinde yaşayan insanlara, bölgenin bitki örtüsüne, su kaynaklarına, tarım alanlarına ve doğal yaşamına telafisi imkansız zararlar verecek enkaz kaldırma ve depolama çalışmalarına derhal son verilmeli, bu çerçevede devam eden çalışmaların teşhiri kamuoyunda yapılmalı ve sorumlular hakkında hukuki süreç başlatılmalıdır.
Deprem ve depreme dayanıklı bina, binaların deprem sonrası hasar durumu çalışmalarında farklı bilim dalları önemli katkılar sağlarlar. Depreme dayanıklı bina tasarımı için yer incelemeleri, yapı imalatı sırasında yapının denetiminde beton dayanımın ve donatıların projeye uygunluğunun hasarsız incelemesinde, deprem sonrası bina incelemesi gibi problemlerin mühendislik çözümünde, merkezi ve yerel yönetimlerin ilgili kurum ve kuruluşlardan oluşan koordinasyon ile yeniden yapılaşma çalışmaların yürütülmesi gerekmektedir.
Deprem bölgelerinde hukuksal mücadele ortaklaştırılmalı bütünlüklü bir süreç yürütülmeli diğer deprem bölgelerindeki yerellerle ortak bir çalışma yürütülmeli ve açılan davaların paylaşımı ve bilgilendirilmesi yapılmalıdır.
ÇED raporunun kaldırılmasına dair bir ortak çalışma yapılmalı ekoloji örgütleri ile birlikte buna dair bir eylemlik programı oluşturulmalı, hukuksal takibi için ortak bir koordinasyon kurulmalıdır.
Toplumsal hafıza, ileriye dönük yaşamın taşıyıcısıdır. Yaşadığımız deprem dahil öncesi ve sonrasındaki tüm toplumsal hafızanın yok edilmemesi gerekmektedir, bunun için tarihi ve kültürel yapılar korunmalı ve yaşam alanının tarihi yapısına uygun mimari anlayış benimsenmelidir.
Meydanlar kentlerin hafızası ve ortak yaşam ve mücadele alanları olan meydanlar yapılmalı, bu meydanlar toplumlar arası kültürel çeşitliliği korumak, etkileşimi sağlamak ve demokratik işleyişi çoğaltmak için kullanılmalıdır.
Kırsal alanlarda yaşayan köylüler geçici barınma gerekçesiyle bile olsa topraklarından koparılmamalı, doğayla organik bağları zedelenmemelidir. Köydeki yaşamın sürdürülebilirliği için köylerdeki hayvanlara yem teminine öncelik verilmelidir.
Engele duyarlı afet yönetimi; önleme, risk azaltma, hazırlık, arama-kurtarma, acil yardım, rehabilitasyon, zararları azaltma ve yeniden inşa süreçlerini içeren afet öncesi, afet sırası ve afet sonrasının planlanması ve koordine edilmesi için afet ve acil durum yöneticileri, acil müdahale ekipleri, sosyal hizmet uzmanları, psikologlar gibi profesyonelleri ve engelli bireye bakım veren yakın çevresini kapsayan çok boyutlu ve bir engelli yurttaşlarımıza yönelik bir eylem planı yapılması zaruridir. Bu nedenle gerek engelli bireylerin katılımı açısından mekânsal düzenlemeler, gerekse engelli bireye bakım veren katılımcıların yaşadığı öznel sorunları gören ve çözüm üreten mekanizmaları kurmanın deprem bölgelerinde yaşamı ve kentleri yeniden kurarken oldukça önemli ve öncelikli duyarlılığımız olmalıdır.
Deprem öncesinde ve deprem sonrasında Ana dilde kamu hizmeti taleplerimizin ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunu gördük. 6 Şubat depremlerinin gerçekleştiği coğrafyada anadili farklı olan yurttaşlarımızın sağlık, eğitim başta olmak üzere kamusal hizmetlerinden faydalanmada sıkıntı yaşadıkları tespit edilmiştir. Dolayısıyla başta eğitim ve sağlık olmak üzere tüm kamusal hizmetlerin anadilinde sunulması, afet durumlarında daha fazla hayat kurtarmak ve yaşama bağlanmak, dayanışmayı büyütmek açısından kaçınılmazdır.
Deprem sonrasında yardım ve dayanışma faaliyetlerinin organize edilmesi ile ilgili olarak merkezi yönetim kadar yerel yönetimlerin de yetersiz kaldığına tanık olduk. Bu yüzden yerel yönetimlerin güçlenmesi yönünde de çalışmalar yapılması önemlidir.
Deprem illerinde ilk günden itibaren oluşturulan yerel dayanışma ağlarının koordineli çalışabilmesi ve dayanışma faaliyetlerinin daha güçlü kılınabilmesi açısından 11 deprem ilinde bütünlüklü bir mücadelenin örgütlenmesi, yaşanan sorunların ortak çözümü açısından önemlidir. Bu anlamda bu çalıştayı düzenleyen kurumlar olarak deprem illerini kapsayacak şekilde merkezi bir koordinasyonun oluşturulması için bir çağrı yapılmalıdır.
Mevcut çadır kentler ve konteynır kentlerde gerekli güvenlik önlemlerinin alınması noktasında ve mevcut cinsiyet eşitsizliğini gözeten bir yerden kadınlar açısından ücretsiz ulaşım olanaklarının sağlanması için yerel yönetimlerle çalışmalar yürütülmelidir.
Kadınların, çocukların ve LGBTİ+ların şiddet, taciz ve istismara maruz kalmaları durumunda başvurabilecekleri birimlerin oluşturulması ve geçici olarak barınabilecekleri olanakların sağlanması için çalışmalar yürütülmelidir.
Kentlerin inşası tamamlanıncaya kadar ortak yaşam alanlarının oluşturulması önemlidir. Bu ortak yaşam alanlarında çocuk oyun parkları, psikososyal destek birimleri, sağlık hizmetleri ve kooperatifler gibi ortak yaşamı güçlendirecek alanları oluşturulmalıdır.
Kültürel mirasın korunması için her yapının ağır hasarlı veya yıkık da olsa kendi içerisinde bilgi ve detay barındırdığı gerçeği ile hareket edilmeli, sit alanları içerisindeki hiçbir yapıdan, tespitler yapılmadan enkaz kaldırılmamalıdır. Bu yapılar “Tescilli Kültür Varlığı” ya da “Çevre Uyumlu Geleneksel Yapı” da olsa aynı hassasiyet gösterilmelidir. Çünkü Antakya tarihi kent merkezi içindeki her yapı, tarihi dokuyu tamamlayan bir unsurdur. Yapıdan çok dokuyu koruyan bir yaklaşım içerisinde olunmalıdır.
Her yapı için ayrı kararlar alınmalı, hasar durumuna göre topyekûn enkaz kaldırılmamalıdır. Mümkün olduğunca parsel sınırları içerisinde ayrıştırma yoluna gidilmelidir. Bunun mümkün olmadığı durumlarda ise, son çare olarak enkaz başka bir alana ayrıştırılmak üzere kaldırılmalıdır.
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK)
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB)
Türk Tabipleri Birliği (TTB)
İklim Kanunu- İklim Adaleti Perspektifinden Bakış 1. Toplantı
İklim Adaleti Çarşamba Toplantıları kapsamında İklim Adaleti Perspektifinden Bakış Toplantıları’ndan birincisinde buluştuk. “İklim adaletini devletlerden ve şirketlerden bekleyemeyiz, beklediklerimiz biziz” diyerek yola çıkanlar olarak bu toplantılarda iklim adaletinin ne olduğunu adaleti kurmanın olanaklarını, yol ve yöntemlerini birlikte değerlendiriyoruz. Meclis gündemine getirilmesi planlanan iklim yasası ile ilgili olarak gerçekleştirdiğimiz bu ilk toplantıda iklim kanunu ile ne amaçlandığını ve kanunun nasıl olması gerektiğini konuştuk.
Dayanışmayla…
İklim Adaleti Koalisyonu