Perşembe, Mayıs 2, 2024
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 24

Dersimliler Yeni Yaşam İçin Yürüdü

Dersim’de binlerce kişi yaşam alanlarını savunmak için yürüdü. Yürüyüş sonrasında düzenlenen mitingde, doğa katliamına “dur” demek için ortak mücadele çağrısı yapıldı.

Dersim’de ekosiste ve yaşam alanlarını korumak için binlerce kişinin katıldı bir miting düzenlendi. Dersim Emek ve Demokrasi Platformu’nun, “Biz kazanacağız, yaşam alanlarını savunuyoruz” sloganıyla düzenlediği mitinge Halkların Demokratik Partisi (HDP) Dersim Milletvekili Alican Önlü, HDP Ekoloji Komisyonu Eş Sözcüleri Menekşe Kızıldere, Naci Sönmez, Özgür Kadın Hareketi (TJA), Demokratik Alevi Dernekleri (DAD), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), HDP Bingöl İlçe Örgütleri, Bölge illerinden ekoloji aktivistleri, CHP Dersim İl Örgütü ve çok sayıda çevre örgütü katıldı.

BİNLERCE KİŞİ YÜRÜDÜ

Seyit Rıza Meydanı’nda yapılan miting öncesinde binlerce kişi davul zurna ve zılgıtlarla yürüyüşe geçti. Yürüyüş sırasında “Madene hayır Dersim’e sahip çık”, “Dersim’de maden istemiyoruz” sloganları atıldı.

Mitingde ilk olarak konuşan Emek ve Demokrasi Platformundan Kenan Çetin konuştu. Çetin konuşmasında, “Ülkemizde doğa alanları şirketlere peşkeş çekiliyor. Karadeniz’deki direnişi de Dersim’den selamlıyoruz. Kaz Dağlarında, İliç’te bölge halkı tehlike altında. Ege’de zeytin ağaçları da saldırı altında. Ege’ye de selamlarımızı iletiyoruz” dedi.

Dersim’de aylardır ağaç kesimleri ve doğa katliamı yapıldığını belirten Çetin, buna ancak örgütlü mücadele ile “dur” denilebileceğini söyledi.

‘EKOLOJİ MÜCADELESİ POLİTİKTİR’

HDP Ekoloji Komisyonu Eş Sözcüsü Naci Sönmez de yaptığı konuşmada ekolojik mücadelenin de politik olduğunu vurguladı ve şöyle dedi:

“Dünyada da Türkiye’de de kapitalizm özellikle ekolojik alanlarda sürdürdüğü rantçı talancı siyasetiyle yer edinmeye çalışıyorlar. Kürdistan’da ise ekoloji talanı savaş tahribatı olarak kendini gösteriyor. Bu iki mücadeleyi dikkate alarak, harekete geçmeliyiz. Bu siyasal politik bir mevzudur. Sadece yeşili koruma meselesi değildir. Bu saldırılar politik saldırı olduğu için, bizde politik olarak cevap verebiliriz. Bu mücadeleyi merkezine almış partilerle birlikte birleşik mücadeleyi vereceğiz, bu ülkede özgürlük ve demokrasi mücadelesi için bedel ödemeye hazırız”

Ekolojik Birliği’nden Hatun Esen de konuşmasında çevre için örgütlü mücadele çağrısı yaptı:

“Doğa yok olduğu zaman bizlerin yaşamı olmayacak. Doğamızı sahip çıkmak için local direnişleri bırakalım örgütlü direnişe geçelim. İklim krizi kapıda, sular azalıyor. Munzur’u da Dicle’yi de Zilan’ı da koruyalım. Biz kazanacağız”

Konuşmaların ardından Dersim Doğa ve Kültür Derneği’nin ekolojik talanlara dikkat çeken skeci oynanıp, ardından miting halay ve zılgıtlarla sonlandı. (MA)

EKOLOJİ MÜCADELESİNİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ GÜCÜ Ekoloji Politik Çalıştayı’na Giderken

0

9-10 Kasım 2019 da ekoloji mücadelesi yürütenlerle gerçekleştirdiğimiz, Ekoloji Politik Başlangıç Konferansı’nda yaşamı, yaşam alanlarını özgürleştirmenin, doğal ve kültürel varlıkları korumanın önemini ve birlikte politik tutum almamızın gerekliliğini duyurduk. Ekoloji Politik Başlangıç Konferansında ortaklaştığımız özgüvenle ve ortak tartışmanın verdiği güçle, birlikte hareket etmeye, Konferansın önümüze koyduğu bütün görevleri ve önerileri geliştirmeye, tartışmaya, örgütlü olduğumuz alanlara taşımaya ve mücadelenin içinde sınamaya devam edeceğimize söz verdik.

Bugün Dünya Halklarının, kadınların, işçilerin kapitalizme, patriyarkal sisteme, ulus devletlere karşı yürüttükleri mücadele kapitalizmin saldırılarına, sömürülerine son verecek boyutta sistemi zorlamakta. Bolivya’dan, Şili’ye kent ve ekoloji örgütleri kadın örgütleri, çiftçiler, işçiler alanlarda, sokaklarda özgürlük mücadelesini yükseltmekte.  Orta Doğu’da-Rojova’da kadınlar ekolojiye dayalı yaşamı örmekte.

Bu süreci yaşarken biliyoruz ki; Dünya ülkelerinde yükselen ekoloji mücadelesinin; sosyalist hareketle ve sınıf mücadelesi ile arasındaki açının giderek kapatması yaşamı hızla özgürlüğe taşıyacaktır. Bu da ekoloji mücadelesinin politik başarısı olacaktır.  Siyaseti dönüştürmenin ekoloji politik tutumu siyasallaştırmaktan geçtiğini düşünüyoruz, yaşadığımız siyasi kriz ikliminde bunu sınamaya kararlıyız. Türkiye siyasi krizinin derinleştiği günlerde bunu yapmanın politik sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz. Muhalefet ve siyasi iktidar partilerinin kilitlendiği bu siyasi kriz sürecinde yapacağımız ekoloji politik çalıştayda, Yaşamakta olduğumuz kapitalizmi, patriyarkal, otoriter, demokrasiyi yok eden, eşitsizlikleri çoğaltan, faşizmi kurumsallaştıran siyaset yapısını dönüştürecek, özgür yaşamı kuracak siyaseti tartışacağız.

Siyaseti dönüştürücü özne olmanın stratejilerini tartışacağımız çalıştay; kendini ekoloji politik perspektifte tanımlayan politik örgütlere, partilere, alanlarda yaşam alanlarını koruyan ekolojistlere açıktır.

Ekoloji hareketinin siyaseti dönüştürme işlevinin gündemleştirilmesi ve kurucu özne olma iradesinin pekiştirilmesinin EP’in önündeki en önemli güncel görev olduğunun altını bu nedenle ısrarla çiziyoruz. Dönüştürmeye çalıştığımız bu alanı parti, örgüt siyasi hareketler somutunda konuşmak kendi içimizde de kavram birliği yaratmamıza yardımcı olacak. Ekolojinin kavram ve perspektifi ile yerleşik siyasi zeminler arasındaki mesafe ve ilişkilenme sorunlarını aktüel bir tartışmaya dönüştürebiliriz. Ekoloji Politik farklı siyasi eğilimlerle bir arada çalışma deneyimi açısından önemli bir birikim yarattı. Dışımızda kalan siyasi yapılarla da bu yapıcı pratik içinde buluşabiliriz. Bu sayede politik bir ekoloji mücadelesi yaratma hedefimizi mevcut sosyalist siyasetler zeminine nasıl tercüme edeceğimize dair giriş niteliğinde bir tartışma yapmayı hedefliyoruz.

Ekoloji Politik Tutum

Bugün sermaye “doğal sınırlarına” gelmiş durumdadır. Her bir kuruş daha fazla kar elde etmek için gereken enerji, türsel yokoluşları hızlandırmaktadır. Üstelik üretilen ürün, mal ve hizmetin ne kadarının gerekli olduğunun sorgulanması, yani planlama, kapitalizmin kaosa dayalı yapısında mevcut değildir. Sermaye planlamaz, kar için yıkar geçer. Geçtiğimiz yıl yapılan Glasgow Zirvesi, herşeyin sadece biz antikapitalistler için değil, herkes için berraklaştığı bir örnek daha oldu. Bize inanmıyorsanız kendilerine inanın: Zirve Başkanı kapanış konuşmasında umdukları noktadan çok uzak olduğunu ağlayarak anlattı.

Kapitalizme dair iyimser, naif umutlar gençler için çoktan son buldu. Bu tüketimcilik ve bu baş döndürücü hızla yeşil dönüşümün mümkün olmadığını, yeşil bir kapitalizmin mümkün olmadığını dost da düşman da biliyor artık. Ama yeşil boyama devam ediyor, edecek. Bu yıl yapılacak İklim Zirvesini ekolojik ayak izi birçok ülkeden bile büyük olan Coca Cola destekliyor. Ülkeler yine ekoyıkıma yaptıkları makyajları yarıştıracaklar. Ama bunlara inanmaya devam edersek yine kazanan onlar, yine kaybeden bizler olacağız.

Ekoloji Politik, kapitalizmin derinleşen krizinin doğanın sermaye birikimine sokulması   ile kendini yeniden var etti. Ekoloji mücadelesinin sadece doğaya sahip çıkmak olmadığı aynı zamanda kapitalizmi karşıtı olma ve ekolojik perspektifli alternatif bir toplumsal düzen mücadelesini önüne koyan bir politik ekoloji hareketi yaratma arzusuyla yola çıktı. Kapitalizme içkin ekolojik krizinin dünyanın her yerinde doğanın geri alınamaz yıkımı ile karşımıza çıktığı talan gerçeğini Türkiye ve Kürdistan’ın her karışında da yaşıyoruz. Derinleşen kriz her yönüyle sarmallanıyor. Krizinin vurduğu her alanda kendiliğinden mücadele dinamikleri ortaya çıkıyor. Yaşamakta olduğumuz bu süreçte toplumsal alan mücadelelerinin yerelden bölgesele, bölgeselden ulusala, ulusaldan yakın coğrafyalarla evrensel ile buluşması kritik önemde.

Kadın mücadelesi bu süreçte patriyarkal kapitalizmi karşısına koyup kapitalizm karşıtı doğası ile de öne çıkmakta, sömürü ve özgürlük mücadelesi olarak dönüştürücü işlev görmektedir. Ekoloji mücadelelesi de benzer dinamiklerle bir öbekte yükselen mücadelenin siyasal olarak dönüştürücü dinamiklerine sahiptir. Bu gerçekle günümüzde Türkiye ve Kürdistan’da yürütülen her bir mücadelenin dönüştürücü yönünün öne çıkartılması ve kolektifleştirilmesi kritik önemdedir. Bu mücadelenin sadece karşıtlık içermediği ve yeni bir toplumun oluşturulmasında da itici güç olacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Günümüzde her türlü ekoloji mücadelesi farklı boyut ve derinlikte sermaye ve devlet ile karşı karşıya geliyor.

Ekoloji hareketi sermaye, devlet ve eril zihniyetin hukuk, kamu yönetimi, özel alan dahil çok yönlü engelleri ile karşılaşıyor ve bunların üstesinden gelmeye çalışıyor. Bu karakteristikler ekoloji mücadelesinin aynı zamanda siyasal mücadele özelliği taşıdığı gerçeğini gözler önüne seriyor. Ekoloji Politik (EP) hem kuruluş süreci hem konferans hem de sonuç bildirgesi ile yukarıda tanımlanan perspektifte kendini örmüş ve ciddi çekim merkezi olmuştur. EP yakaladığı bu ivmeyi daha da yükseltme kurucu özne olma işlevini öne çıkarma, görünür kılma ve derinleştirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Bu amaçla ekoloji alanında yaşanan her bir sorunun ve yürütülen bir mücadelenin ortak yönlerinin öne çıkartılması ve ekoloji politik perspektifi ile buluşturulması kritik önemdedir. Siyasal alanda yükseltilecek sesin talepler manzumesiyle dile getirilmesi ve dönemsel vaatlere dönüştürülmesi ile sınırlı kalınmamalıdır. Geçtiğimiz seçim dönemlerinde de tanık olduğumuz talep-vaat ikilisine daralma ekoloji hareketi için en büyük tehdittir. Yine feminist mücadeleden öğrendiğimiz kuruculuk ve özne olma misyonu ekoloji hareketi içinde yol göstericidir. Sadece seçim sürecine sınırlı olmayan seçim sonrasını da gören bir anlayışın yaratılması ekoloji hareketi için kritik önemdedir. Kurucu özne olma misyonu, genel siyasetin dönüştürülmesi ve yerel siyasetin dönüştürülmesi için de geçerlidir. Bu alanın politikalarının belirlenmesi ve yaşama geçirilmesinde asli unsur olduğu gerçeği ile hareket eden bir tarzın yaratılması yönlü atılan adımları daha da büyütmeliyiz. Ekoloji hareketinin siyaseti dönüştürme işlevinin gündemleştirilmesi ve kurucu özne olma iradesinin pekiştirilmesinin EP’in önündeki en önemli güncel görev olduğunun altını bu nedenle ısrarla çiziyoruz.

Yaklaşan seçimlerin Türkiye ve Kürdistan için ciddi kırılma yaratma potansiyeli olduğundan hareketle EP, ekoloji alanında yürütülen her bir mücadele öbeğinin potansiyel dönüştürücü gücünü harekete geçirme görevini önüne koymalıdır. Şili, Bolivya, Kolombiya, Fransa ve en son Brezilya seçimlerinde toplumsal muhalefetin bütünü içinde ekoloji hareketlerinin kurucu ve ivmelendirici bir inisiyatifinin olduğu somut olarak görülmüştür. Seçim süreci ve sonrasında yeni bir anayasa ve rejim tartışmaları eşzamanlı olarak şekillenmektedir. Ekoloji hareketleri bütün dünyada son dönem toplumsal sözleşmel doğanın hak öznesi olarak tanındığı, insan merkezli toplum ve hukuk anlayışlarının eleştirisiyle katkı sunmaktadır.  Tek adam rejiminin yıkılmasında ve yeni bir rejimin oluşturulmasında ekoloji mücadelesi kendi üstüne düşen kurucu sorumluluğu alacaktır.

“Emeğin ve doğanın sömürüsüne son” şiarıyla gerçekleştirdiğimiz konferansımızda ekoloji mücadelesi ile emek mücadelesi arasındaki makasın kapanması yönünde politika ve mücadele pratikleri gerçekleştirme görevini üstlenmiştik. Bu görev halen önümüzde duruyor. Bu yarılmanın en azından siyaset düzleminde ve sistem eleştirisi temelinde aşılması için çaba sarfetmeliyiz.

Yukarıda özetlenen çerçevede ekoloji mücadelesinin siyaseti dönüştürücü gücünü ve potansiyelini açığa çıkartmak için ekoloji hareketleriyle birlikte bir sempozyum/konferans gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz. Bu sempozyum/konferans sürecini örgütlerken son üç ayda yoğunlaştığımız başlıkları toparlamayı hedefleyen çalıştayımızı 15 Ekim 2022 tarihinde Ankara’da gerçekleştireceğiz.  

EKOLOJİ MÜCADELESİNİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ GÜCÜ  

ÇALIŞTAY – 15 Ekim 2022

(Ankara, Jeoloji Mühendisleri Odası)

EKOLOJİ POLİTİK

Açılış ve Birinci oturum (Saat: 9.30-11.30)   Neden çalıştay  Siyaseti dönüştürmenin ekoloji politik stratejileri  Kolaylaştırıcılar: Beyza Üstün Mehmet Zencir  
İkinci Oturum (Saat: 11.45-12.45) Ekoloji mücadelesi ile kesişen mücadeleler: Ekoloji-Kadın  Kolaylaştırıcılar: Belgin Ayrancı Jineoloji  
Üçüncü Oturum (Saat: 13.30-14.30) Ekoloji mücadelesi ile kesişen mücadeleler: Ekoloji-Emek  Kolaylaştırıcılar: Emel Dalfidan Yusuf Üçay  
Dördüncü Oturum (Saat: 14.45-15.45) Ekoloji mücadelesi ile kesişen mücadeleler: Ekoloji ve Özgürlük mücadelesi – Ezilen halklar mücadelesi  Kolaylaştırıcılar: Nüve Gönültaş Güner Yanlıç Volkan Bulut  
Beşinci Oturum (Saat: 16.0-18.00) Ekolojik Yaşamı Örme Sonuç Bildirgesi  Kolaylaştırıcılar: Belgin Ayrancı Mehmet Horuş  

285 maden sahası ihaleye çıkıyor

0

MAPEG, 285 maden ruhsatı ihalesine 10 Ekim’de başlayacak. İhale edilecek ruhsatların 168’i ağırlıklı olarak metalik ürünlerden oluşuyor. TMMOB Maden Mühendisleri Odası Başkanı Ayhan Yüksel, “Planlı bir madencilik politikasına sahip değiliz. Kamusal denetimde de yaşanan sorunlar nedeniyle madencilik bu koşullarda yürüyor ve haklı olarak yurttaşların tepkisine yol açıyor” dedi.

285 maden sahası ihaleye çıkıyor

Türkiye’nin doğal güzellikleri maden projerinden kaynaklı olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Madenlerin ekolojik olarak verdiği tahribatların yanı sıra, projeler genelde iktidara yakın sermaye grupları alıyor.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünce (MAPEG) 285 maden ruhsatı ihaleleri 10 Ekim’den itibaren yapılmaya başlanacak. MAPEG tarafından ihale edilecek ruhsatların 168’i altın, gümüş, bakır ve kurşun gibi ağırlıklı metalik ürünlerden oluşuyor. 168 ruhsat, 1.5 milyon hektarın üzerinde alanı kapsıyor. TEMA Vakfı tarafından yapılan araştırmaya göre, 24 ilde yaklaşık 20 bin maden ruhsatı bulunuyor.

‘SORUN DENETİM KAYNAKLI’

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Maden Mühendisleri Odası Başkanı Ayhan Yüksel, “Daha önce ruhsat verilmiş ama daha sonra ruhsat alanların gerek maden bulamaması veya kanunlara uymadıkları için iptal olmuş sahalar. Bu sahalar yasa gereği ihaleye çıkmak zorunda” dedi.

Madencilikteki sorunun denetim kaynaklı olduğunu belirten Yüksel, “Madenciliğin kamu yararı dikkate alınarak, doğayı ve çevreyi koruyarak yapılması gerekiyor. Enerji Bakanlığı’nın gerekli çalışmaları öncesinde yapması gerekiyor. Kısıtlı alanların önceden belirlenmesi ve ruhsat verilmemesi lazım. Ruhsat veriliyor, sonra da kısıtlı alan olduğu ortaya çıkınca iptal ediliyor” ifadelerini kullandı.

Planlı bir madencilik politikası olmadığını da söyleyen Yüksel, “Kamusal denetimde de yaşanan sorunlar nedeniyle madencilik bu koşullarda yürüyor ve haklı olarak yurttaşların tepkisine yol açıyor” diye konuştu.

Siyanür sızıntısını yalanlayan TRT hakkında suç duyurusunda bulunuldu.

Şirketin dahi kabul ettiği siyanür sızıntısını TRT’nin “yalan haber” olarak nitelendirmesine ilişkin şikâyette bulunuldu.

BirGün‘ün haberine göre, Amerikalı ve Kanadalı Anagold Madencilik ile Çalık Holding‘in ortağı olduğu Erzincan’ın İliç ilçesinde faaliyet gösteren Çöpler Altın Madeni’nde 21 Haziran’da siyanürlü solüsyon boruları patlamış, sızıntı sonucu 20 ton saf siyanürün Fırat Nehri’ne karıştığı belirtilmişti.

TRT’nin yayınında ise herhangi bir şekilde Fırat Nehri‘ne ve Urfa içme suyu şebekesine karışmadığı belirtilerek buna kanıt olarak kamu kurumlarının bölgede yaptığı incelemelerde siyanüre rastlanmadığının ifade edildiği tespitler gösterildi.

Bölgede uzun yıllardır madene karşı mücadele eden Sedat Cezayirlioğlu ve avukatı İsmail Hakkı Atal TRT’ye Anagold’u aklamaya yönelik olarak 28 Temmuz 2022’de yaptığı yayın nedeniyle tazminat davası açtıklarını duyurdu. Ayrıca TRT Genel Müdürü Prof. Dr. Mehmet Zahid Sobacı ve Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Ahmet Albayrak hakkında da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikâyette bulunuldu.

Sobacı ve Albayrak “Görevi kötüye kullanma”, “kamu görevine ait araç ve gereçleri suçta kullanma”, “temel milli yararlara karşı faaliyette bulunmak için yarar sağlama”, “TRT kanununa muhalefet” ve “bir zümreye, bir sınıfa imtiyaz tanımak” gerekçeleriyle şikâyet edildi.

Anne sütünde ilk kez plastik bulundu

İlk kez anne sütünde mikroplastik bulundu. Araştırmacılar bu durumun bebeklerin sağlığına olası etkileriyle ilgili endişeli.

Araştırma İtalya’nın başkenti Roma’da, yeni doğum yapmış sağlıklı 34 anneden alınan süt örnekleri üzerinde yapıldı.

Süt örneklerinin yüzde 75’inde mikroplastik tespit edildi.

Bebekler kimyasal içeriğe karşı daha hassas olsa da emzirmek onları beslemek için en iyi seçenek. Bu nedenle bilim insanları acilen daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söyledi.

Daha önce yapılan araştırmalar, mikroplastiklerin insan hücrelerinde, laboratuvar hayvanlarında ve vahşi deniz canlılarında nasıl kötü etkiler yarattığını göstermişti.

İtalya’daki araştırmayı yürüten bilim insanları, annelerin plastik paketlerideki hijyen ürünlerini kullandıklarını, plastik paketlerdeki yiyecek ve içeceklerle deniz ürünü tükettiklerini kaydetti. Ancak bununla mikroplastikler arasında doğrudan bir bağ bulamadı.

Bu nedenle insanların çevreye yayılmış olan mikroplastiklere kaçınılmaz olarak maruz kaldığı düşünülüyor.

Ancak daha geniş kapsamlı çalışmalar belli risk faktörlerini ortaya koyabilir.

Bulgular Polymers araştırma dergisinde yayımlandı.

Guardian gazetesine konuşan Marche Politeknik Üniversitesi’nden Dr. Valentina Notarstefano, “anne sütünde mikroplastik bulunmasının, çok daha hassas olan bebeklerle ilgili endişeleri artırdığını” söyledi; ancak anne sütünün avantajlarının, mikroplastiklerin dezavantajından çok daha büyük olduğunu ekledi. Notarstefano, bu tarz araştımaların, anne sütü kullanımını azaltmaması gerektiğini vurguladı.

Su şişelerinden plastik poşetlerde satılan yiyeceklere kadar paketli ürün kullanımının artmasıyla plastik atıklar da arttı.

Bu da doğada var olan mikroplastik miktarını yükseltti.

Dr. Notarstefano, bu kirliliği azaltmak için kamu farkındalığı yaratılması gerektiğini belirtti. Ayrıca hamile kadınlara plastik içinde bulunan yiyecek ve içecek tüketirken, kozmetik ürünler ve diş macunu kullanırken, sentetik kumaştan kıyafetler giyerken dikkat etmeleri gerektiği konusunda uyardı.

Son dönemde yapılan başka bir araştırma, biberonla beslenen bebeklerin her gün milyonlarca mikroplastik yutma ihtimali olduğunu ve inek sütlerinde de mikroplastik bulunduğunu ortaya koymuştu.

Mart ayında Hollanda’da yapılan bir araştırmada insan kanında mikroplastik bulunmuştu.

Bağırsak mikrobiyotası ve pestisitler

ABD’de halkın glifosata ne ölçüde maruz kaldığını belirlemeye yönelik çalışmanın ülkemizde de yapılması gerekiyor

Vücudumuzun ağız, burun, sindirim sistemi gibi çeşitli bölgelerinde bakteriler ve virüsler başta olmak üzere çok çeşitli mikroorganizmalar bulunur.

Mikroorganizmaları en fazla içeren bölüm bağırsaklardır.

Bağırsaklarda bulunan bakteriler üzerine olan bilgilerin virüslere kıyasla daha fazla olduğu söylenebilir.

İnsanlarda bağırsaklarda bulunan bakteri topluluğu (bağırsak mikrobiyotası), çoğunlukla Firmicutes ve Bacteroidetes filumlarına (canlıların sınıflandırılmasında kullanılan ve sınıfların bir araya gelmesi ile oluşan birlik, şube ya da dal) ait 400-1000 arasında bakteri türünü içeren dinamik bir ekosistemdir.

Yetişkinlerin sahip olduğu mikrobiyotanın bileşiminin nispeten sabit kaldığı, mikrobiyal çeşitliliğin yaşamın çok erken dönemlerinde, doğumdan sonraki ilk saatlerde kazanıldığı, zamanla diyet daha karmaşık hale geldikçe ve bağışıklık sistemi olgunlaştıkça şekillendiği iyi bilinmektedir.

Diyabet ve karaciğer hastalığı

Bu nedenle, genetik, doğum şekli, yaşamın erken dönemlerinde antibiyotiklere maruz kalmak, diyet kompozisyonu, yaşam tarzı, sosyal etkileşimler ve çeşitli ksenobiyotiklere (besin maddeleri dışında kalan, ilaç ve zehir gibi bir organizmanın normal biyokimyasına yabancı olan maddeler) çevresel maruziyet gibi birçok faktörün kombinasyonu her bireyin bağırsak mikrobiyotasını şekillendirir ve benzersiz kılar.

Bağırsak mikrobiyotası patojenlere karşı koruma, bağışıklık sistemiyle etkileşim, sindirilemeyen diyet liflerinin fermantasyonu, peptitlerin-proteinlerin metabolize edilmesi ve ksenobiyotiklerin biyodönüşümü gibi insan metabolizması için kritik önemde çeşitli işlevleri yerine getirir.

Bu karmaşık işlevleri yerine getirmek, büyüklüğü insan genomundan yüz kat daha büyük olan bir mikrobiyal genetik havuzun yönlendirdiği dikkate değer bir metabolik aktivitenin sonucudur.

Dolayısıyla bu aktivitenin dengeli olması, zarar görmemesi önemlidir. Mikrobiyota bileşimindeki ve/veya optimal işlevlerindeki değişikliklerin (disbiyoz olarak adlandırılır) metabolik aktivite sürecine zarar vererek obezite, inflamatuar bağırsak hastalığı, diyabet, karaciğer hastalığı, Crohn hastalığı, kolorektal kanser ve alerjilerle yol açtığı düşünülüyor

Bağırsaklarımızdaki mikrobiyota üzerinde en etkili faktörlerin başında beslenme şeklimiz geliyor. Beslenme sadece kendi sağlığımız üzerinde değil mikrobiyota üzerinde de etkili.

Örneğin, yediğimiz gıdalarda bulunan toksik kimyasal maddeler bağırsak mikrobiyotasında bulunan bakterilerin tür çeşitliliğini, kompozisyonunu değiştirebiliyor ve yiyeceklerin metabolize edilme süreçlerini olumsuz etkileyebiliyor.

Pestisitler ve mikrobiyota

Gıdalardaki toksik kimyasal maddelerin bağırsak mikrobiyotası üzerindeki etkileri son yılların en önemli araştırma konularının başında geliyor. Gıdalarda ve sularda yaygın bir şekilde bulunan pestisitler, yani tarım zehirleri de tartışılan meselelerden biri.

Pestisitlerin insan sağlığı üzerindeki etkileri hakkındaki tartışmalar, pestisitlerin sağlık üzerindeki kronik olumsuz etkilerini tahmin etmek için kullanılan mevcut risk değerlendirme prosedürlerinin sınırlı yeteneğinden kaynaklanıyor. Bir başka deyişle, pestisitlerin toksik etkileri her zaman doğru bir şekilde tespit edilemiyor.

Örneğin, nörogelişimsel toksik etkiler, yaşamın erken dönemlerinde maruz kalmanın yol açtığı kanserler, endokrin bozucuların neden olduğu metabolik bozukluklar ve üreme sağlığı sorunları için durum böyle. Bu durum, aynı zamanda pestisit maruziyetinin bağırsak mikrobiyotası üzerindeki olumsuz etkileri için de geçerli.

Bağırsak mikrobiyotası da toksik kimyasallardan olumsuz etkileniyor ve bu mesele pestisitlerin yol açtığı sağlık risklerini belirlemeye yönelik çalışmalarda dikkate alınmayan bir husus.

Bazı Örnekler: Glifosat ve Klorpirifos

Glifosat dünya tarımında en çok kullanılan herbisitlerden (ot öldüren pestisit) biri. Ülkemiz tarımında ne miktarda kullanıldığı belirsiz, ancak tahıllar başta olmak üzere çok çeşitli gıda ürünlerinin üretiminde glifosat kullanılıyor. Tarımda çok kullanılan bir diğer pestisit ise klorpirifos. Glifosat kanserojen, klorpirifos ise nörodavranışsal ve hormonal gelişim bozucu etkilere sahip bir pestisit.

Glifosat ve klorpirifos’un mikrobiyota üzerindeki etkilerini ele alan çalışmalar ise bu iki pestisitin olumsuz etkilerinin daha da fazla olabileceğini gösteriyor.  

Örneğin, standart çevresel konsantrasyonlarda glifosata maruz kalan arıların bağırsak mikrobiyotalarında bulunan baskın bakterisi türlerin bolluğunun azaldığı ve böylece fırsatçı patojenlerde artışa yol açtığı belirtilmiştir. Arılara yönelik zararın doğal hayattaki çok sayıda canlı türü için de geçerli olduğu düşünülmeli.

Farelerde yürütülen çalışmalarda da benzeri etkiler gösterilmiş ve ek olarak glifosata kronik maruziyetin bağırsakların morfolojik yapısında bazı değişimlere yol açtığı da vurgulanmıştır. Son zamanlarda, bağırsak mikrobiyotasındaki anormal bileşim, otizm spektrum bozukluğu (OSB) olan hastalarla ilişkilendirilmiştir, bu da hamilelik sırasında herbisit maruziyetinin OSB geliştirme riskinde artışa yol açabileceğini düşündürmektedir.

Bununla birlikte, bu bozuklukların arkasındaki mekanizmalar henüz açıklığa kavuşturulmamıştır. Sıçanlar ve fareler üzerinde yürütülen birçok çalışmada, klorpirifosa kronik maruz kalmanın sadece bağırsak mikrobiyotasını olumsuz etkilemediği hormonal sistem üzerinde de ciddi etkilere sahip olduğu gösterilmiştir.

Geçen ay içinde Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) yabani ot öldürücü tarım zehirlerinden biri olan ve Roundup gibi çeşitli markalarda kullanılan glifosat ile ilgili yürüttüğü araştırmada, çocuk ve yetişkinlerin yüzde 80’inin idrar örneklerinde adı kanserle anılan glifosata rastlandığını açıklamıştı. CDC’nin ABD’de insanların glifosata ne kadar maruz kaldığına dair son araştırması, su ve gıdadaki tarım zehirlerinin insan ve çevre sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin ne kadar yaygın olduğunu gösteriyor.

ABD’de halkın glifosata ne ölçüde maruz kaldığını belirlemeye yönelik çalışmanın ülkemizde de yapılması gerekiyor.

Bağırsak mikrobiyotasının insan fizyolojisi üzerindeki kritik etkileri dikkate alındığında pestisit kullanımından doğan zararlarla ilgili tartışmalara insan bağırsak mikrobiyotasında oluşan zararların da dâhil edilmesi gerekiyor. Bağırsak mikrobiyotasına, sağlığımıza ve doğal hayata zarar veren pestisitlerin kullanımı durdurulmalı.

Pestisitlere maruziyeti azaltmak, toprak sağlığını iyileştirmek ve besin kalitesini arttırmak için agroekolojik gıda üretim sistemlerine geçiş kamu politikalarının ana amacı olmalıdır.

(BŞ/EMK)

ASSA ABLOY’da insanca yaşayacak ücret için toplu sözleşme hakkımızı istiyoruz. ALACAĞIZ

Hevsel Bahçeleri Raporu: Canlı türleri endüstriyel tarım riski altında

Mimarlar Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, Diyarbakır Barosu ve Ekoloji Derneği, Hevsel Bahçeleri’ndeki son duruma ilişkin raporu açıklandı. Raporda, çok sayıda endemik bitki ve canlı türüne rağmen endüstriyel tarıma geçilmesi eleştirildi.

Remzi BUDANCİR


Artı Gerçek – Diyarbakır’da Dicle Nehri kenarında bulunan Hevsel Bahçeleri, tarihten bugüne hem kent için önemli bir yaşam kaynağı hem de yaban hayatının yaşam alanı. Mezopotamya’nın tahıl ambarı olarak nitelendiren Hevsel Bahçeleri, Evliya Çelebi başta olmak üzere birçok seyyahın anlatımlarına konu oldu.

Ancak kent kimliği ve tarihi ile özdeşleşen, ‘Cennet Bahçeleri’ olarak da nitelendirilen Hevsel Bahçeleri risk altında. Zira Diyarbakır Sur İçi ve surlar gibi tahribata maruz bırakılıyor.

2013’TE DÜNYA MİRASI İLAN EDİLDİ

Hevsel Bahçeleri 2013’te Dünya Mirası listesine girmesi için UNESCO’ya aday gösterilmişti. 2015’te de UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edildi. Ancak buna rağmen korunması için herhangi bir önlem alınmadığı gibi, tahribat sürdü. Dicle Nehri’nde kurulan kum ocakları, On Gözlü Köprü başta olmak üzere nehir kenarında yapılan işletmeler, örneklerden sadece birkaçı… İktidarın yapılaşmaya ilişkin aldığı kararlar da tahribatı derinleştirdi.

Mimarlar Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, Diyarbakır Barosu ve Ekoloji Derneği, Hevsel Bahçeleri’ndeki son duruma ilişkin raporunu, TMMOB Diyarbakır Şubesi’nde düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Raporda, tarihten günümüze Hevsel Bahçeleri’nin önemi, kent ekonomisi ve sosyal yaşamına katkısı, ekolojik açıdan önemi ile ilgili bilgiler ve tahribata ilişkin tespitler yer aldı.

‘HEVSEL’DE ENDÜSTRİYEL TARIMA GEÇİLDİ’

Raporu okuyan Ziraat Mühendisleri Odası Diyarbakır Şubesi Başkanı Samet Ucaman, uluslararası sözleşmeler ve kanunlara rağmen söz konusu doğal ve kültürel miras alanlarının onarılamaz tahribatla karşılaştığını söyledi. Hevsel Bahçeleri’nde mısır ekimiyle birlikte endüstriyel tarıma geçildiğini ifade eden Ucaman, bu nedenle geleneksel bahçe alanlarının yapısının yok edildiğini söyledi.

‘KURUL ONAYI OLMADAN MİLLET BAHÇESİ YAPILDI’

Millet Bahçesi’nin ve On Gözlü Köprü etrafındaki çevre düzenlemesinin Bölge Koruma Kurulu onayı olmadan yapıldığını hatırlatan Ucuman, “Bölge Koruma Kurulu onayı olmadan surlar ile Hevsel Bahçeleri arasında millet bahçesi, On Gözlü Köprü etrafında çevre düzenlemesi, DSİ tarafından nehir yatağını bozmak suretiyle taş tahkimatları yapılmıştır” dedi.

Ucuman, sözlerine şöyle devam etti: “Taş tahkimatları ve çevre düzenlemesi başta olmak üzere bütün aykırılıklara karşı davalar açılmıştır. DSİ tarafından yapılan tahkimat daha sonra durdurulmuş, On Gözlü Köprü çevre düzenlemesinin aykırılıkları mahkeme kararıyla onaylanmış ve düzenleme kaçak duruma düşmüştür. Tarihi On Gözlü Köprü ve çevresi tamamen işgal edilmiş ve bu işgal Hevsel Bahçeleri içine yayılmıştır. Kayyımlar kentliden, kent tarihinden ve kültüründen bağımsız, kanunları hiçe sayarak Hevsel Bahçelerinde rekreasyon alanları yaratma girişimlerinde bulunmuş, dünya mirasını yok etmeye çalışmıştır.”

189 KUŞ TÜRÜ YAŞIYOR

Hevsel Bahçeleri çevresisin 607 flora ve 635 fauna bileşenini barındıran zengin bir yaşam döngüsüne sahip olduğunun belirtildiği raporda, Hevsel’in 189 kuş türü, endemik Fırat Kaplumbağası, Dicle Güzeli kelebeği yanı sıra tilki, su samuru, sincap, çok sayıda böcek ve sürüngen için uygun kalıcı ve geçici bir yaşam alanı sağladığı bilgisi yer aldı. Hevsel ve Dicle nehirlerinde yaşayan canlıların ayrıntılı bir şekilde yer aldığı raporda, devam eden tahribat başlıklar halinde sıralandı.

UNESCO KARARINDAN SONRA YÖNELİM OLDU

Raporun “Biyoçeşit üzerindeki etkiler” başlığında insanların Hevsel Bahçeleri üzerindeki olumsuz etkisi ele alındı. Nehrin batı kesiminin uzun bir zaman boyunca rağbet görmediği, çok küçük çiftçilerin tarlalarda mütevazı parseller içerisinde tarım yaptığı bir alan olduğu bilgisinin yer aldığı raporda, UNESCO’nun Hevsel alanını surlara birlikte kültürel peyzaj alanı olarak nitelendirmesinden sonra tüm dikkatlerin buraya çekildiği aktarıldı. Vadideki beşeri faaliyetlerin sadece belirli türlere değil, yaşam alanın tümüne yönelik tehdit teşkil ettiğinin vurgulandığı raporda, tahribat ve tahribata neden olan uygulamalar başlıklar halinde sıralandı.

NEHRİN BİR BÖLÜMÜ DERE STATÜSÜNE ALINDI, TAHRİBAT ARTTI

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 2015’ten sonra Hevsel Bahçelerinin bulunduğu alandan bazı parselleri imara açmak istemişti. Ancak bu girişim şimdilik durmuş gibi. Bununla birlikte, On Gözlü Köprü başta olmak üzere, Hevsel Bahçelerinin bulunduğu alanda Nehir Boyu kafe, restoran gibi birçok işletme açıldı.

Ayrıca nehir yatağında sayısız kum ocağı da bulunuyor. Hem işletmeler, hem de kum ocakları nehir kıyısını tahrip etmiş durumda. Raporun, kıyı boyunca yaşanan tahribata ilişkin bölümü dikkat çekici. Bu tahribatın nedeninin “Dicle nehrinin statüsüz” olmasına dayandırıldığı rapora göre, Dicle’nin bir bölümü 2013 yılında Resmi Gazete’de yayımlanan kararla, Nehir Statüsü’nden çıkarılarak dere statüsüne alındı. Bu alan, Nehir Statüsü’nde olması durumda Kıyıları Koruma Kanunu uygulanacağı için ısrarla bu statüye alınmıyor.

Raporda, nehrin Bismil ilçesine kadar olan 63 kilometrelik kısmının bu statüden muaf tutulduğunun belirtilen kısım şöyle: “Nehir statüsüne alınmasıyla beraber mevzuat kapsamında kıyı kenar çizgileri çizilecek. Kıyı kenar çizgisi belirlendiğinde o sınırda herhangi bir işlem yapılamaz. Ama dere olduğunda bütün bunlar devre dışı kalıyor. Kıyı kenar çizgisi tespit edilen yerlerde kum ocağı dahil her türlü faaliyet yasak. Özellikle şu anda Dicle Nehrinde ciddi anlamda kum alımı söz konusudur. Kıyı kenar çizgisi belirlendiğinde ana suyun aktığı yatakta kum ocağından, belli bir takım kirletici tüm faaliyetlere yasal olarak herhangi bir ruhsat verilmez. On Gözlü Köprü civarı nehir kıyı koruma bandı resmiyette olmadığı için yapılaşmaya açılabilmiş, nehir kıyı şeridi çay bahçeleri tarafından işgal edilmiştir.”

AĞAÇLAR SÖKÜLDÜ, SURLARIN DİBİNE BETON DÖKÜLDÜ

Raporun “Yapılaşma, Kültürel ve Sosyal Etkinlikler” başlığında ise işletmelerin yarattığı olumsuz etkiler yer alıyor. Kentsel yerleşim alanlarının genişlemesi, nehir kıyısı ve civarının lokanta, piknik amaçlı kullanılmasının doğanın insan ihtiyaçlarına yönelik dönüşümüne yol açtığı belirtilerek, bunun çevre ve biyoçeşitlilik üzerinde doğrudan olumsuz etkilere neden olduğu vurgulandı.

Bir diğer başlık, ‘Kanal Yapımı ve Diyarbakır Surları dibinde yapılan Millet Bahçeleri’ ile ilgili. Restorasyon yerine yetkili kurumların “Dicle Nehri Islah Projesi” adı altında nehrin 21 kilometrelik kısmını ağır iş makinalı çalışmalarla kanal içine almaya giriştiklerinin belirtildiği raporda, yaratılan tahribata ilişkin şu tespitler yer aldı:

– Silvan Köprüsü ile On gözlü Köprü arasında, Hevsel Bahçesinin bulunduğu alanın UNESCO Dünya Kültür Mirası olduğunu gözetilmedi. Kültürel Miras Etki Değerlendirme raporu alınmadan bu alanda doğrudan çalışmalar yapıldı. 4 kilometrelik bir hat boyunca kanal yapılarak alan tahrip edildi. Beton ve taş istinat duvarları yapıldı. Canlıların habitatları olan kumul ve sazlıklar yok edildi. Nehir tabanı adeta ütülendi. Millet Bahçesi yapımı adı altında doğal bahçeler ve küçük üreticiler alandan çıkarıldı, ağır iş makinalı çalışmalar yapılarak ağaçlar söküldü. Alana yabancı ağaçlandırma ve çimlendirme yapıldı. Surların dibine beton dökülerek, kırsal peyzaj niteliğinde olan bu alana kentsel peyzaj uygulandı. Alanın otantikliği, özgünlüğü ve bütünlüğü tahrip edildi.

AĞAÇ KESİMİ, BATAKLIK VE SAZLIKLARIN YOK EDİLMESİ

– Dicle Nehri Arazi Islah Projesi adı altında yapılan kanal projesi ile nehir kıyı bandındaki bütün bitkiler tıraşlanıp yok edildi. Islah etme bahanesiyle nehir yatağı ağır iş makineleriyle kazıldı, nehir içindeki canlı türleri ev bu alanda yer alan, aynı zamanda bir çok canlıya ev sahipliği yapan sazlıklar ve bataklık yok edildi. Dicle Üniversitesinde binlerce ağaç kesildi. Son yıllarda monokültür tarzında mısır tarımı yapmak amacıyla ÜNESCO koruma alanında bulunan yüzlerce dönümde ağaç kesimi devam etmektedir.

HEVSEL’DE ENDÜSTRİYEL TARIM

– Tarihsel gelişim sürecinde küçük alanlarda yapılan geçimlik aile çiftliği yerine son zamanlarda endüstriyel mono kültür (tek çeşit ürüne dayanan tarım ) tarımı usulüyle mısır ekimi yapılmaya başlanmıştır. Küçük bahçelerin sınırlarındaki ağaçlar kesilmekte ve büyük parseller halinde tek tip ve toprağı kirleten, yoran aşırı gübre ve kimyasallara bağlı hibrit tohumlarla tarım yapılmaya başlanmıştır. Mısır hasadı sonrası tarlada birkaç kere çıkarılan yangınlar nedeniyle alanda yaşayan canlı türleri ve yavruları ölüme terkedilmektedir. Vahşi sulama ile mısır ve pamuk üretiminde kullanılan gübre ve zirai ilaçlar (insektisitler, fungusitler ve herbisitler) Dicle nehir suyunun fiziksel ve kimyasal özelliklerinin değişmesine yol açar. Başta balıklar olmak üzere tüm sucul yaşamlar tehlike altında.

adsiz-tasarim-5.jpg

HES VE BARAJLAR VE KİRLİLİK

– HES ve Barajlar nehir ekosistemlerini değiştirerek canlılar üzerinde geri dönüşümmüşüz etkilere neden olacaktır. Barajlar ekosistem çeşitliği açısından en büyük tehditlerden birini oluşturur. Dicle nehrine çok ayıda küçük yerleşim birimlerinin ve kısmen de sanayi tesislerinin atıkları akmaktadır. Tarihi On Gözlü Köprü çevresinde yoğunlaşan kafelerin katı ve sıvı atıkları da nehri sürekli kirletmektedir. Hevsel’den üreticilerin çekilmesi ile birlikte piknikçiler, uyuşturucu bağımlıları tarafından ziyaret edip atıklarını da alanda bırakmaktadır.

KUM OCAKLARI

– Kumullar, Dicle ve Fırat nehir sistemine özgü olan Fırat Kaplumbağası için yumurtlama ve yavruların korundukları yegane habitatlardır. Kum ocaklarının faaliyetleri Fırat Kaplumbağası üzerinde en önemli tehditlerden biridir. İş makinalarıyla nehrin tabanının kazılarak kum çekilmesi nehir yatağında yapının bozulmasına, su kirliliğine ve su canlılarının yaşam kalitesinin bozulmasına neden olmaktadır. Dicle boyunca özellikle Bismil’in Kuzeyinde yer alan hatta çok sayıda ruhsatlı veya ruhsatsız kum ocağı bulunmaktadır. Bu kum ocakları uzun yıllardan beri nehir kıyı ekosistemi üzerinde büyük baskı oluşturmaktadır. Normal şartlarda bu işletmeler belirli bir süre için işletip kapatıldıktan sonra alanda restorasyon çalışmaları yapılması gerekirken, Dicle boyundaki kum ocaklarının açtığı alanlar olduğu gibi bırakılmaktadır.

“MUSİLAJ”, COĞRAFYAMIZDAKİ KAPİTALİST EKOLOJİK YIKIMININ YANSIMASIDIR.

Temmuz 2021
Kapitalizmin doğayı, yani hava, su, toprak gibi yaşamsal varlıklar üzerindeki yok sayılan sömürüsünü kabul etmiyoruz. Ekolojik yıkıma karşı yukarıdan emirleri değil, toplumun karar vericiliğinin öne çıkartılmasını esas alıyoruz. Bunun politik bir sorun olduğunu, çözümlenmesi için politik bir çıkışı, kapitalizmin hukuku dışında, basmakalıp (teknik) savunma mekanizmalarından arınmış bir mücadele hattını örmeyi öneriyoruz.

Marmara Denizinde onlarca yıldır canlı bir sorun olarak duran gündem olan “musilaj” sorunu, bir coğrafyanın ekolojik yıkımının görünür yansımasıdır. Siyasal açıdan Boğazlar konusu; Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı’nı kapsayan bir alan olarak bilinir. Yeniden gündem olan musilaj, bu siyasi kapsama bir de Ege Denizi ve bu denizleri çevreleyen doğanın tamamını (atmosferi de içerecek şekilde), bütün jeolojik tabakaları dâhil etmektedir. Sorunun ekolojik açıdan bu bütünlük içinde değerlendirilmesi zorunludur.

Musilaj olarak deniz yüzeyinde gözle görünen kısmı ile gündem olan sorun, aslında tüm kapsamıyla belirttiğimiz fiziki alanın ekolojik yıkımının göstergesidir. Sadece yüzeyde görünen kısmı değil, bütün coğrafya, dağlarından başlayarak akarsuları, yeraltı suları, atmosferi ile ele alınmalıdır. Nitekim, son duraklama ve birikim alanı olarak denizlerin bütünlüklü olarak nasıl kirletildiğinin görünen yüzü olarak, deniz sularının daha durağan olduğu yerlerde gözle görünür kılmıştır.

Gözle görünmeyen deniz derinlikleri, yaşamsal olarak milyonlarca canlı ile yaşam savaşını asırlardır sürdürmeye çalışıyor. Ancak yüklenen kirliliği kaldırmaz olmuş ve yaşamsal olarak sona gelmiştir. Siyasal iktidarlar yıllardır denizlerin yüzey renkleri üzerinden, çeşitli görsel araçlarla, temizleme operasyonlarını prestij propagandası olarak kullanmayı sürdürdüler. Ancak denizleri “derin deniz deşarjı” denilen boşaltma sistemi ile fosseptik çukuru gibi kullanmaktan geri kalmadılar. Dağlardan gelen akarsuların taşıdığı kirlilik, yeraltı derelerinin yok edilmesi, her yandan yüklenen kimyasal, biyolojik, fiziksel maddeler ile başta Marmara olmak üzere denizler bir çöp deposuna dönüşmüştür. Bir de jeolojik olarak yeraltına müdahale, topografik yapıların değişimi, bitki örtüsünün yok oluşu ile birlikte, besleme hatlarının önleyici kısmı yok olmuştur.

Bu sorunlar Karadeniz ile başlayan Türkiye coğrafyasında güneyden oluşan sorunların yanında, Karadeniz’e kuzeyden ve diğer yönlerde bütün ülkelerin yüklediği kirlilik de dâhildir. Özellikle Avrupa’dan Balkanlar’dan Karadeniz’e dökülen “akarsular” diyemeyeceğimiz, içeriği ne olduğu belli olmayan, her an değişim gösteren kirlilikleri göz ardı edemeyiz.

Marmara Denizi’ne Trakya coğrafyasının, doğu kısmında Kocaeli Körfezi’nin, güneyde Yalova ve Bursa olmak üzere Balıkesir ve Çanakkale’ye kadar uzanan coğrafyanın yükü bindiğinde; sorunun boyutunun gösterilenden daha da büyük olduğu daha net görülecektir. Bu kirlilik yüklerinin aynı zamanda hem Biga Yarımadası hem de Ege için sorun oluşturduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu yükün denizlerin dönüştürme kapasitenin kat kat fazlası olduğu ve yaşamını sürdürebilmesinin mümkün olmadığı artık görünmüştür. Buradaki yük, sermaye etkinliğinin bir sonucudur. Sadece evsel ya da kanalizasyon atıklarının boşaltılması değil, devasa boyutlarda endüstriyel tesislerin sıcaklığı yükseltilmiş sularının, insanların kullanım suyundan çok daha büyük miktarların denizlere verildiği ortadadır. Öte yandan denizleri yüzeyden besleyen akarsular akamaz olmuş, yeraltı besleme kanalları ve akiferler yok olmuştur. Bir de buna kirli yükleme eklenince denizler yaşamsal olarak dönüştürebileceği kapasitenin üzerinde yükle karşılaşmış ve ekolojik yıkıma uğramıştır. Dahası mevsimsel yağışların tarihlerinin kayması ya da yeterince düşmemesi, nerdeyse bütün akarsuların çeşitli projeler ile önü kesilerek akış rejiminin değiştirilmesi denizlerdeki sirkülasyonu da kesmiştir. Artan kirliliğe karşın dönüştürme kapasitesi azalarak yaşamsal ortamları koruyamaz olmuştur.

Temizleme ile ilgili geçmiş dönem siyasal iktidarların tümü, diğer ülkelerde olduğu gibi bizde de deniz yüzeyinde çeşitli göstermelik çalışmalar ile toplumsal kandırmaca içerisinde oldular. Bugün de benzer şekilde “kozmetik”, “gübre hammaddesi kullanımı” olarak saçma bir prestij söylemi ile temizleme aldatmacası var karşımızda. Bir de yağmurlar gelir, yüzeyde bir temizlenme olur ise; bunu da topluma çalışma başarısı olarak sunma hazırlıklarını yutmamalıyız. Görüntü kurtarılacak, derinlerdeki kirlenme unutturulacaktır. Bizler çürümeye dönen bu kirlenmenin tüm boyutları ile deşifre edilmesi çabamızı sürekli kılmalıyız. Turizm sezonu olması ve kamuoyu tepkisi nedeniyle yapılan yüzeysel “temizleme” işlemleriyle sorunun unutturulmasına izin verilmemelidir.

Denizlerin yüzeysel değil, derinlikli topografyasıyla, çevreleyen kara parçalarıyla birlikte ele alınması gerektiğini biliyoruz. Bütüncül bu kirliliğin, kapitalizmin kâr ve biriktirme ana amacındaki hırstan kaynaklandığını biliyor ve yeniden vurguluyoruz. Bu gidişat durdurulmaz ise birçok yaşam alanı daha da beter yaşanmaz olacaktır. Büyük göçlerin bile gündeme geleceği ve emekçi, yoksul ve orta gelirli kesimleri köle konumuna sokacağı, kapitalizmin bu kitle üzerine çökeceği gerçeğini de dile getirmeliyiz. Yeni çitlemeler olarak tanımlayacağımız bu durum karşısında şimdiden sesimizi yükseltmeliyiz.
Kapitalizmin doğa, yani hava, su, toprak gibi yaşamsal varlıklar üzerindeki sayılmayan sömürüsünü kabul etmiyoruz. Ekolojik yıkıma karşı yukarıdan emirleri değil, toplumun söz kurmasını gündem olarak görüyoruz. Bunun politik bir sorun olduğunu, çözümlenmesi için politik bir çıkışı, kapitalizmin hukuku dışında, basmakalıp savunma mekanizmalarından arınmış bir mücadele hattını örmeyi öneriyoruz.

EKOLOJİ POLİTİK

COVID-19 Pandemisinin Ekoloji Politik Değerlendirmesi

Nisan 2020
Sistemin dayattığı gibi pandemiyi tıbbileşmiş olarak karşılamak yerine altında yatan gerçekleri deşifre ederek ekoloji-politik mücadeleyi genişletmenin ve daha örgütlü hale getirmenin yollarını önümüze koymalıyız. Ekoloji Politik perspektif ile kapitalizme karşı yeni yaşamın inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya zorunluyuz.

COVID-19 pandemisi ulusal ve bölgesel sınırları yerle bir ederek tüm gezegene yayıldı. Yayıldığı pek çok ülkede, Türkiye’de olduğu gibi, devletler salgını hafife aldı ve geç müdahale etti; salgın yönetimi yerine vaka yönetimini (hastane merkezli tedaviyi) esas aldı, salgını sokağa çıkma yasakları ile, gönüllü-karantina ile yönetmeye; insanları bulundukları binaya, beton yapıların içine ve bireyselliğe hapsederek aşmaya çalışmakta. Pandeminin yıkıcılığı halklar, cinsler, sınıflar ve bölgeler arasındaki eşitsizliği ve ayrımcılığı hem gözler önüne seriyor hem de derinleştiriyor.
Yaşamakta olduğumuz sağlık krizi; devam eden kapitalizmin krizi, ekolojik kriz, siyasal kriz, toplumsal kriz ve patriyarkal krizin bir parçası. Kapitalist sistem ve ulus devletler yaşamı, yaşam alanlarını baskıladıkça, krizler derinleştikçe yaşam için baş edilmeyecek durumlarla karşı karşıya kalınmakta. Ayrımcılığın, eşitsizliğin daha fazla yaşandığı ülkelerde kapitalizmin yarattığı krizler daha derin yaşanmakta.
Ekolojik yıkımın bulaşıcı olmayan hastalıklarla ilişkisi ve bu ilişkinin zamana yayılan sorunları, gıda kaynaklı hastalıkların, zoonotik (hayvanlardan insanlara bulaşan ve her iki canlı türünde de etkili olan) hastalıkların artış eğiliminde olduğu; ekoloji ve sağlık politikaları temelinde bugüne değin çok tartışıldı.
Doğal alanların, ormanların, derelerimizin üzerine konuşlanan kapitalist yapılanma bizi zehirli atıklara, hormonlu, pestisitli, GDO’lu gıdaya mahkum etti, temiz su kaynaklarımızı tüketti. Hem yoksulluk, hem de endüstriyel tarımın sonucu olarak yeterince beslenemeyenler, pandeminin sonuçlarından en çok etkilenecek olanlardır.
Sermayenin ekosistemi altüst eden müdahaleleri sadece insanların değil, tüm canlıların barınma, beslenme ve üreme koşullarını yok etmekte ve insan ile doğa arasındaki metabolik yarılmayı büyütmekte.
Kâr merkezli ve tüm yaşam alanlarımızı içine almış olan kapitalist sistem krizleri, eşitsizlikleri ve ayrımcılığı daha da derinleştirmek üzere kuruludur. Görünen o ki; endüstriyel tarım ve hayvancılık, ormansızlaştırma, kentsel dönüşüm, madenler, enerji santralleri ile doymak bilmeyen, yapısal olarak da doyması mümkün olmayan kapitalizm, patriyarkal kapitalizm, kapitalist modernite, devletli uygarlık vb. farklı politik kavramlarla tanımlanan sistem; bizleri daha fazla sağlık krizi ile meşgul edecek. Hem bulaşıcı olmayan hastalıkların hem de bulaşıcı hastalıkların yaşanacağı dönemi daha yakıcı yaşayacağız, yaşamaktayız.
Yaşadığımız bu döneme “salgınlar çağı” diyebiliriz. 21. yüzyılın başından itibaren maalesef tanışmak zorunda kaldığımız SARS, MERS virüslerinin etkilerinden sonra yaşadığımız COVID-19 insanlığı uzağında olduğumuzu zannettiğimiz gerçeklerle tanıştırdı. Bulaşıcı hastalığı ötekinin hastalığı olarak gören algımızı da altüst etti. Oysa Afrika başta olmak üzere birçok yeni sömürge ülke hâlâ AIDS, sıtma, tüberküloz, son dönemde bir de Ebola salgını ile karşı karşıya. Buna ishal ve ASYE de (Akut Solunum Yolu Enfeksiyonları) eklenirse, önlenebilir / tedavi edilebilir bu hastalıklardan her yıl milyonlarca insanın ölmesi insanlık için büyük bir utanç kaynağıdır.
COVID-19 pandemisi önlenebilir miydi, bu soruyu sürekli gündemde tutmalıyız: Kapitalizmin kar hırsının sağlık alanında tırmanışı sürerken, bireysel ve toplumsal olarak halkların iyi olma halinin yaşanması, COVID-19’a ve salgınlara karşı koruyucu önlem alınması, doğayı yok sayan kapitalist sistemde mümkün değildir.
Önceki virüslere karşı gerekli önlemin alınmayışı, özelleştirmelerle birlikte sağlık alanında kar hırsının yaygınlaşmasıyla, salgının kontrol altına alınması gecikmiş, etkisi pandemi boyutuna ulaşmıştır.
Bu süreçte; eşitsiz koşullarda yaşamaya mahkûm edilen mültecilerin, “evde kalın” çözümünün üretildiği noktada çalışmaya zorlanan işçilerin, ev içi yükü daha da artan kadınların, şiddet uygulayan erkeklerle aynı ortamda yaşamaya mahkûm edilen çocuk ve kadınların, kapitalist üretimin atıkları yüzünden sağlığını yitirmiş yoksulların, çiftçilerin, köylülerin, işçilerin, siyasî ve hasta tutsakların yaşam hakkı yok sayılmaktadır.
Salgın koşullarında, kadınların ev içi yükü daha da artarken, kürtaj, doğum kontrolü gibi konularda özgür karar ve hakları da sağlık müdahaleleri kapsamı dışında tutulmaktadır. Kadınların bakım emeğinin daha da merkezileştiği bir dönemde ve kadınlar bu bakım emeği yükü altında paramparça olurken, karısını bıçakladığı için cezaevine atılan adamın İnfaz Yasası ile çıkartılıp dokuz yaşındaki kızı Ceylan’ı döverek öldürmesine neden olacak ortamın yaratılması, patriyarkal kapitalizmin kadınlara karşı savaşını bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Pandemi süreci bir kez başladıktan sonra da eşitsizlikler derinleşerek devam etmektedir. Örneğin, testlerin de hangi bölgelerde uygulandığı, her bir insanın hayatını değerli gören bir yaklaşımla, yaşlı-genç, kadın-erkek, yoksul-zengin, Türk-Kürt, göçmen-vatandaş gibi ayrımcılıkları aşacak bir adalet duygusuyla yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir. 20-65 yaş arasındaki vatandaşlara maske dağıtılırken, kronik hastalık sahibi yaşlıların hastaneye gitmesinin gerekip gerekmeyeceği, onkoloji hastalarının kod bekleyip bekleyemeyeceği düşünülmemektedir. Yoğun bakım yataklarının, ilaçların, solunum cihazlarının, aşının kimin için öncelikle kullanılacağına kim ve nasıl karar veriyor? Bugün için dünyadaki temel sorulardan biri de budur.
Pandemi sürecinde kent mekânı belirleyicidir. Kentte insanlar yalnızlığa; işsiz kalanlar, evsiz olanlar, göçmenler, gündelik, güvencesiz çalışanlar çaresizliğe mahkûm edilmektedir. Topraktan koparılmış, kendi kendini doyuracak yiyeceği sağlamanın bilgisini de unutmuş olan kentsel nüfus, sınırlı kent mekanında çaresizlik içinde çözümü devletten beklemektedir. Bu da göstermektedir ki, bizler bundan sonraki dönemde otoriter, kâr odaklı anlayışlara ve yalnızlaştırılmaya karşı dayanışmanın yapılandırıldığı komünal yaşam tarzlarını daha fazla gündemimize almalıyız. Kentsel ölçeğin değiştirilmesini sorgulamamız gerekir.
Pandemi kontrol altına alınmadan turizm vb. gerekçelerle karantinanın bitirilebilecek olması başka bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bu durum için yapılacakları tartışmalı, olabilecek gelişmelere hazırlıklı olmalıyız. Öbür yandan da sokak alerjisini, bireyselliği besleyen “evde kal” siyasetini yenecek yöntemleri düşünmeliyiz. Dayanışmaya kriz anlarında değil, her zaman ihtiyacımız var.
Hâl böyle iken, maalesef işçi sınıfının en önemli örgütleri olan sendika bürokrasileri bu süreçte etkili olamamıştır.. Oysa pandemi döneminde de, diğer dönemlerde olduğu gibi, sendikalar her şeyden önce işçilerin hiç olmazsa çalışmama hakkı başta olmak üzere hukukî haklarını korumakla sorumludur. Bu süreçte;
-İşçilere ücretli izin verilmeli, bunun için gereken kaynak da, işçilerin kendi ücretlerinden biriktirdiği işsizlik sigortası fonundan değil, işçilerin emeğini kâra dönüştürerek biriktiren zenginlerden alınan vergilerin artırılması ile sağlanmalıdır.
– İşsiz kalan değil, işsiz olan herkese asgarî yaşam ücreti ödenmelidir.
– Bakım emeği sosyal sigorta kapsamına alınmalı, kadına ve çocuğa yönelik şiddete karşı acil yanıt sistemi öncelikli olarak geliştirilmeli, faal tüm sektörlerde ebeveynlik izni uygulamasına geçilmelidir.
– Zorunlu sektörler hariç, çalışma durdurulmalıdır.
– Zorunlu sektörlerin hangileri olacağına da devlet ve piyasa değil, işçiler karar vermelidir.
Ekoloji Politik Başlangıç Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde altını çizdiğimiz gibi; ekolojik yıkımın önüne geçmek için kapitalistlerin ve devletlerin taahhütlerine bel bağlayamayacağımız bir kez daha görülmüştür. Dünyanın tamamını tehdit eden büyük bir kriz karşısında devletler korsanvari çarelere başvurmakta, ilaç sektörü başta olmak üzere şirketler kriz fırsatçılığına soyunmaktadır. Krizden salt tıbbi çarelerle kurtulamayacağız. Toplumsal yaşamın topyekûn ekolojik bir eleştirisiyle radikal bir dönüşümüne ihtiyacımız var. Ancak meslek örgütlerinin, sendikaların ve uzmanlık derneklerinin bu süreçte aldığı tutumlar konunun çok boyutlu ele alınması ve önlemlerin toplumsal boyutlarının öne çıkmasının önüne geçmiştir. Özetle, bu tutumlar COVID-19 salgınını tıbbileştirmiş, uzmanlık bilgisine hapsetmeye çalışmıştır. Bu dönemde toplumsal muhalefetin politik mevzisi de, TTB’nin taleplerinin sınırında kalmış ve bütünlüklü bir sistem eleştirisiyle birleşen siyasal taleplere dönüşmemiştir.
Bu zaaf nedeniyle örneğin; verilerin şeffaflığı konusundaki talebin hem Sağlık Bakanlığı hem de İBB gibi kurumlar tarafından yerine getirilmesi, işçi mahallelerinin etiketlenmesinin yolunu da açmaktadır. Benzer şekilde çalışmama hakkı, genel grev gibi taleplerin öne sürülmemesi toplumsal muhalefetin bu geri konumlanışı içinde bir konfor alanı doğurmaktadır.
Bizim, bu konfor alanından çıkıp işçi sınıfı ve tüm ezilenler olarak, yaşam hakkımızı savunmak için bir araya gelmeye, direnmeye ve değiştirmeye ihtiyacımız var. Çünkü artık açıkça, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”la, “yarın çok geç olacak” arasında bir noktadayız. Bu süreçten toplumsal dayanışmayla çıkılmazsa şirketleşmiş ve ırkçı, ayrımcı, otoriter bir devlet, halkın “rızasını” da alarak güçlenebilir.
Şurası açıktır; kapitalist üretim sistemi değişmedikçe bu krizleri yaşamaya devam edeceğiz. COVID-19 pandemisinin birinci dalgasını bekleyen güçlü ekonomik buhran, Suriye’de savaşın yeni hal alması vb. siyasi müdahaleler çok daha da derinleşecektir.
Bugünlerde, her şeyden önce arkası gelecek salgınlar gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Dahası, çıkacak salgınlar konusunda kapitalistleşen tıbbın ve sağlık hizmetlerinin sorunlarının da işimizi daha da zorlaştıracağı açıktır. Sağlık alanının sermayeleşmesi ile doğa üzerinde kurulan tahakkümün ardındaki saiklerin aynı olduğu gerçeğini yakaladığımızda daha da berraklaşan bir mücadele hattı oluşturma olasılığı artacaktır.
Sistemin dayattığı gibi pandemiyi tıbbileşmiş olarak karşılamak yerine altında yatan gerçekleri deşifre ederek ekoloji-politik mücadeleyi genişletmenin ve daha örgütlü hale getirmenin yollarını önümüze koymalıyız. Ekoloji Politik perspektif ile kapitalizme karşı yeni yaşamın inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya zorunluyuz.
Dayanışmayı büyütelim.
Örgütlenelim.