Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 26

MADENCİLERE SİT ALANI VE DİRENİŞ ENGELİ

Denizli ili Tavas ilçesi Gümüşdere köyünde temmuz 2022 tarihinde mermer ocağına karşı başlatılan yaşam alanlarının savunulması mücadelesinde maden şirketi tarihi sit alanı ve köylünün direniş engeline takıldı.

Gümüşdere köylülerinin maden ocağı alanında kaya mezarlar ve tarihi alanların olduğu bildirimi üzerine bölgede inceleme yapan il kültür turizm müdürlüğüne bağlı arkeoloğlar bölgenin daha detaylı incelenmesi için bölgede her türlü faaliyeti yasakladı.

Bölgeden alınan bilgiye göre sit alanı yönünden faaliyet yürütemeyen şirket orman içerisinden yol açma girişiminde bulundu. Bu girişime karşı köy halkı eylemlere başladı.

EkolojiPolitik Haber Merkezi

Ecehan Balta; Ekolojik Kriz, Sınıf ve Cinsiyet Meselesi

Dünyanın oluşumundan bu yana çok büyük “doğal felaketler”, “ekolojik krizler” yaşandı. “Tamamen doğal” ve “insan yapısı / insan tarafından hızlandırılmış” olarak ikili şekilde sınıflanabilecek bu krizler pek çok canlı türünü dünya yüzeyinden sildi. İnsan türü “doğal” olan küresel ekolojik krizler karşısında son derece kırılgan. Bir tsunami ya da bir deprem, insanlığı küresel olarak etkilemese de bölgesel olarak etkiliyor ve ciddi can kayıplarına neden olabiliyor. Ancak hemen eklemek gerekir ki, bir “doğal” felaketin kimi, nasıl etkilediği de kaynaklara erişilebilirliğine göre epey değişkenlik gösteriyor. Örneğin, yoksul bir ülkede bir tsunami tarlaları ziyan etmemek için okyanus kıyısında yapılmış kerpiç evleri alıp götürürken, zengin bir Batı ülkesinde tsunamiye karşı güçlendirilmiş duvarlar, felaketin daha az etki yapmasını sağlayabiliyor. Aynı kentin içinde yoksulların barınma sorunu daha az göze batsın diye sahiller doldurularak yapılan toplu konutlar ufak bir depremde bile kumsala karışırken, hemen yanı başındaki kayanın üzerine inşa edilmiş zenginlere ait olanlar sapasağlam durabiliyor. Dünyanın her yerinde istihdamda daha fazla yer alan erkekler görece sağlam kamu binalarında gündüz vakti depremi hissetmezken, deprem bölgesinden çocuklu ve yaya kaçmak, bir kadın için kolay olmayabiliyor. Sonuç olarak “felaket” doğal olsa bile toplumsal eşitsizlikler, o felaketin sonuçlarının nasıl yaşanacağını değiştiriyor. Yoksul ülkeler, işçi sınıfı ve yoksullar, yoksulların içinde en yoksullar olarak kadınlar, bu felaketlere daha fazla maruz kalıyor. Bu, yoksulluk kadar eski bir hikâye.

Son iki yüzyıldır, kapitalist üretim tarzının doğa üzerindeki tüm yıkıcı etkileriyle birlikte Avrupa ve Kuzey Amerika’da başlayıp, oradan dünyaya yayılmasına tanık oluyoruz. Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, “Kısa Yirmi Birinci Yüzyıl”, kapitalist yaşam biçiminin tekleştiriciliği ve mutlaklığıyla, insanla insan ve insanla doğa arasındaki ilişkiyi hiyararşikleştirici biçimiyle belirledi. Bu belirlenim, iki dünya savaşı ve gezegenin savaşsız geçirdiği günlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmeyecek ölçüde az olmasına yol açan bir vahşiliği içeriyordu. Kapitalizmi alt etmeye yönelik girişimler ise ne yazık ki eşitlik, kardeşlik ve demokrasi ile sonuçlanmadı. Rusya’nın mafya kapitalizmine, Çin’in ise devlet merkezli pazar ekonomisine geçişi, özel mülkiyete dayanmayan rejimlere inanmanın boş inançtan öteye gitmediği propagandasını güçlendirdi.

Son yirmi yıla damgasını vuran bu sürecin sonunda, ekolojik hareket içinde doğanın sınırsız sömürüsünün yarattığı felaketlerle kırdaki kentteki emek sömürüsünün, doğanın temellüküyle doğrudan üreticilerin mülksüzleşmesinin iç içe geçmişliğini kavrayan yeni bir damarın doğuşuna şahit oluyoruz. Doğanın talanına karşı, nükleer karşıtı hareket, baraj ve siyanür karşıtı mücadele, bugün Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde emek hareketinin bir bileşeni olarak ortaya çıkıyor ve doğa ve insan ilişkisini yeniden tanımlama mücadelesi veriyor.

Kapitalizmin iki yüzyıllık serüveni, tam bir kaos ve yıkım süreci olarak ortaya çıktı. Toprağın aşırı sömürüsü gıda krizini yarattı, okyanuslar nükleer atıklarla doldu, ormansızlaştırma genişledi, türler yok oldu. Bunların en sarsıcısı ise, uzun zamandır devam eden ama niteliksel bir dönüşüme uğradığı için insanlığın varoluş-yokoluş mücadelesi haline dönüşen iklim krizi oldu. Yani, devasa toplumsal sorunlarla çevrilmiş bir dünyada, eşi benzeri görülmemiş bir kriz içinde yaşıyoruz.[1] Bu kriz, kapitalizmin yarattığı ayrımcılık ve eşitsizliklerden besleniyor ve onları besliyor.  Ancak geldiğimiz noktada insanlığı, doğayı, dolayısıyla tüm türleri etkisi altına alan “mükemmel bir sefalet fırtınasıyla” karşı karşıyayız.

Birleşmiş Milletler verilerine göre son 100 yılda su kullanımı nüfusun 2 katı hızda arttı. Şu anda dünya üzerinde 700 milyon kişinin temiz içme suyuna erişimi yok. Gıdaya erişimle birlikte temiz içme suyu meselesi, Arap devrimlerini de tetikleyen unsurlardan bir tanesi olmuştu.

Temiz içme suyuna erişimin azalması, aynı zamanda bölgesel eşitsizliklerin de artması, bazı bölgelerin daha da yoksullaşması anlamını taşıyor. 2030’da dünya nüfusunun yüzde 47’si susuzluk tehdidiyle karşı karşıya olacak. Aynı zamanda su kaynakları üzerindeki kontrol gerekçesiyle halihazırda bulunan savaşların da sayıca artması ve şiddetlenmesi, askeri gücü elinde bulundurulanların yeni sömürgeler icat etmesi söz konusu olacak. Örneğin Suriye’deki savaş bir milyondan fazla çiftçinin şehirlere göç etmesine neden olan, Suriye tarihi boyunca gerçekleşen en kurak dönemin sonunda başladı. Su, aynı zamanda savaşlarda bir silah olarak da kullanılıyor. Barajlar üzerindeki kontrolün ele geçirilmesi, yerel halkın desteğini sağlamak için baraj kapaklarının açılması ya da halkı dize getirmek için kapakların kapatılması, savaş tarihi boyunca kullanılan yöntemler.

Günümüzde elektrik tüketiminin çok büyük bir kısmı sanayi tarafından mal üretiminde kullanılıyor. Peki üretilen malların hepsi satılıyor mu? Hayır. Ne kadar mal üreteceğine kim karar veriyor? Piyasa. Bu malları üretirken elektriği rasyonel tükettiğini bilebiliyor muyuz? Hayır. Oysa kadınlara “Enerji Teyze”, “lüzumsuzsa söndür!” diye sesleniliyor.

Bu durum öyle bir hale geldi ki, şu anda iklim krizi dediğimiz gerçekliğin görüngüleri olarak su ve gıda konusunda ciddi bir kriz yaşıyoruz ve bir felaket söylemi olarak değil, ama durduramazsak daha da büyük bir felaketle karşı karşıya olacağımızı bilmemiz gerekiyor.

Bu manzara, doğal dönüşümlerin bir sonucu değil, doğal kaynakların aşırı sömürüsünün bir sonucu. Dolayısıyla bu yıkımın örneğin alternatif enerjilere yönelerek ya da “yeşil işler” yaratarak ortadan kalması da mümkün değil. Hatta bu tip “çözümler” krizin sürdürülebilirliğini sağlayan, yapay önlemler. GDO’lu bir mısırı yeşil paketlere koyarak algıyla oynamak gibi düşünün siz bunu.

Bugün bize gerekli olan, tamamen farklı bir üretim, tüketim ve yaşam biçimi. Bu ise, basitçe meta üretimine dayalı kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılmasını gerektiriyor. Daha çok ve daha fazla üretim, yapay ihtiyaçlar yaratılması ve son kalan fosil kaynaklarının da çıkartılıp satılması, 2010’da Meksika Körfezi’nde gözlemlediğimiz gibi ekolojik felaketler, uzun vadeli toplumsal ve ekolojik planlama doğasına aykırı olan kapitalizmin yapımı. Kapitalizmin uzun vadeli planlama yapabildiği tek alan, doğal kaynakların ve pazarların, enerji kaynaklarının ve ucuz emeğin, yani karına ne kar katacaksa onun, varlığını devam ettirmesini sağlamak. Bu planların uygulanması için de “ekonomik diplomasiyi”, gerekirse de Ortadoğu ve Afrika’da gördüğümüz gibi, savaşları devreye sokmak. Yani, kapitalizmden farklı bir medeniyete, onun rasyonalitesinden farklı bir mantığa geçmek, genelde doğa, özelde insanlık için bugün yakıcı bir ihtiyaç halini almıştır.

Peki bunu kim yapacak?

Her şeyden önce, toptan nesneleşme ve şeyleşme karşısında “gerçekliği ancak bir bütün olarak anlamak ve ona o haliyle nüfuz etmek mümkündür ve nüfuz etmeyi de ancak kendisi bir bütün olan özne becerebilir”. Parçalanmış mücadeleler ve parçalanmış benlikler, bunu yapamaz. Bir yandan cinsiyetçiliğe karşı mücadele ederken, örneğin ırkçılıkla ilgili söyleyecek hiçbir lafı olmayan, hatta bununla ilgili düşünmeye dahi zahmet etmemiş bir toplumsal hareket, kaybedecektir. Çünkü ırkçılık, cinsiyetçiliği de sürekli yeniden üretmektedir. İkisinin birden ortadan kalkmadığı bir toplum, hem ırkçı hem de cinsiyetçi olmayı sürdürecektir. Aynı biçimde, ekoloji meselesini gündemine almayan bir toplumsal hareket de bugün, üzerinde yeni bir toplum inşa edeceği bir toprak parçası dahi bulamama tehdidi ile karşı karşıyadır.

Sırf bu nedenle bile, kadın hareketinin de acil bir biçimde ekoloji meselesini gündemine alması gerekiyor. Ama hemen eklemek gerekir ki kadınlar, bu mücadelenin çok özgül bir biçimde, birincil öznesidir.

Her şeyden önce, yukarıda bahsettiğimiz iklim krizinin görüngülerinden gıda ve su krizinden kadınlar, erkeklere oranla farklı ve daha fazla etkilenir.

Kadınlar, tarih boyunca doğum fonksiyonlarından dolayı doğa ile eş görüldükleri için, kadın emeğinin aynı doğa gibi üretim sürecine sıfır maliyetli etmen olarak katılması, yani yeniden üretim emeğinin (ev işleri, “rahim emeği”, bakım emeği vs.) ücretsiz olarak kalabilmektedir. Ucuz doğa algısı, ücretsiz kadın emeğini de mümkün ve meşru hale getirir. O nedenle kadınlar kendi kaderlerini tersine çevirme mücadelesinde ekolojiyi de dikkate alan, hatta merkeze alan bir perspektif geliştirmelidir.

Bunun yanı sıra, bu aşırı üretim, hız ve tüketimciliğin; köyün ve tarım-hayvancılığın tasfiyesinin gittikçe yoksullaştırdığı kadınların da içinde bulunduğu geniş emekçi kesimler ekoloji mücadelesinde birincil bir rol oynamaktadır ve oynamak durumundadır.

Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması yolu ile insanın üzerindeki egemenliğinin son bulması, toplumun kendi kendini yönetmesi ve adalet fikrinin yeniden gündemleştirilmesi ve insan ve doğa arasındaki etkileşim alanının sömürüden adalete doğru yer değiştirmesi gerekiyor. Hiç kuşkusuz, böyle bir toplumun temeli üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkması olacak. Kâr güdüsü ortadan kalktığında ve ekolojik gereklilikler ve insan ihtiyaçları arasında bir denge söz konusu olduğunda, toplam olarak da değişim değeri değil, kullanım değeri ön plana çıktığında yeni bir üretim tarzından söz edilebilir olacak. Yine kuşkusuz, bunun için “ihtiyacın” demokratik bir ortamda yeniden tanımlanması gerekiyor. Bu demokratik ortamın varlığının önkoşulu ise, zaman. İnsanların kolektif düşünmeye zaman ayırması, ancak iş saatlerinin azaltılması ile mümkün olabilir. Diğer yandan katılımcı bir demokratik sürecin örgütlenmesi, “yaşam boyu öğrenmenin” gerçek anlamını kazanması ile mümkün hale gelecek. Öğrenme, kapitalizmin sürekli değişen ihtiyaçlarına bir yanıt verme çabası olmaktan çıkacak, toplumun gerçek ihtiyaçlarını karşılama anlamı kazanacak.

Bize düşen, gündelik düzeyde inşa edilen sıradan ve sahicinin gerçekliğini kavramak, ona bir ontoloji atfetmeyip dönüştürmeyi düşünmek ve harekete geçmek: Ancak bu bütünlük ve eylem içinde gündelik yaşam dönüştürülebilir ve ancak bu şekilde ütopya, bir kez daha mümkün hale gelebilir.

[1] https://iklimadaleti.org/?p=makale&n=21-yuzyilin-en-radikal

Şık: “İklim krizi meselesini çözsek dahi, toksik madde kirliliği kalacak”

BÜLENT ŞIK İLE “NE YİYORUZ, NE BİLİYORUZ?” WEBİNAR SERİSİ

IPS İletişim Vakfı/ bianet’in gıda mühendisi Dr. Bülent Şık ile birlikte düzenlediği webinar serisinin ilki olan “Pestisitler ve Halk Sağlığı” webinarı, 10 Ekim Pazartesi günü (dün) yapıldı.

IPS İletişim Vakfı/bianet ve Atölye BİA’nın gıda mühendisi Dr. Bülent Şık ile birlikte düzenlediği “Ne Yiyoruz, Ne Biliyoruz? Gıda Güvenliğinde Güncel Meseleler” başlıklı webinar dizisinin ilk bölümünde “Pestisitler ve Halk Sağlığı” konuşuldu. 

Webinar serisi, Ekim ayı boyunca her hafta Pazartesi günü 19.00- 20.00 saatleri arasında yapılacak. Webinar serisi gazeteciler, medya çalışanları, sivil toplum örgütü üyeleri, hak örgütü çalışanları, gıda-tarım-çevre aktivistlerine ve ilgilenen herkese açık.

“Pestisitler ve Halk Sağlığı” başlıklı ilk bölümün kolaşlaştırıcılığını, Atölye BİA Yerel Haber ve Ağ Koordinatörü Nazan Özcan yaptı.

Webinar dizisi içerisinde; iklim krizi odağında gıda ve beslenme sorunları ve çözüm yolları konuşulacak; halk sağlığı, gıda güvenliği ve pestisit gibi konularda ilgili tartışmalar yürütülecek.

Pestisitleri tanımlayarak başlayan Şık, pestisitleri, toksik madde kirliliğini anlatarak bu maddelerin çevreye ve topluma zararlarından bahsetti.

“En çok çocuklar maruz kalıyor”

Konuşmasının devamında pestisitlerin insanları nasıl etkilediğinden bahseden Şık’ın, anlatımlarından öne çıkan bazı noktalar şöyle:

“İklim krizi gibi bir meseleyi çözsek dahi, toksik madde kirliliği kalıcı olacak. Bu yüzden çok ciddi bir mesele.  

“Pestisitler, kronik bir zehirlenme yaratıyor. Suya bulaşır, toprakta kalır, havaya karışır, soluruz. İçtiğimiz su, soluduğumuz havadan ötürü kronik bir maruziyet yaratır. Ve bu kendini belli etmez. Bazı toksik etkiler, ancak zaman geçtikçe fark edilir. 

TIKLAYINIZ – Bülent Şık’ın Tüm Yazıları

“Diğer taraftan toksik kimyasallar, en çok yaşlılar ve çocukları etkiliyor. Özellikle yaş küçüldükçe etkilerin arttığına dair çalışmalar var. Çocukların toksik maddelere maruz kalmasından kaynaklı sorunlar, yetişkinlerden daha fazla. En çok çocuklar maruz kalıyor. Çocukları koruyabilecek bir sistem geliştirmek lazım. Agroekolojik bir bakış açısı geliştirilmeli.

TIKLAYINIZ – Türkiye tarımında kullanılan yasaklı pestisitlerin listesi

“Bazı kimyasal maddeler, nörolojik sistemde hasarlar açıyor ve bunlar çok ciddi hasarlar. Çocuklarda öğrenme güçlüğü, dikkat eksikliği gibi durumlara sebep oluyor. Klinik bir test, uzun vadeli bir izleme ile ancak çocuklardaki bu hasarları görebiliriz. Ama tüm bunların arka planında toksik kimyasallara maruz kalmanın olduğunu biliyoruz.   

“Türkiye’de pestisit kullanımı, 80’lerden günümüze baktığımızda, arttı. İl bazında kıyaslama yaptığımızda Antalya, Mersin, Manisa, Denizli, Bursa gibi tarımsal üretimin olduğu yerlerde pestisit kullanımı çok fazla. Bazı illerde, ilçe bazında bile kullanımın farklılık gösterdiği durumlar söz konusu.”

TIKLAYINIZ – Çocuklarda kurşun maruziyetini azaltmak için ulusal program uygulanmalı

Peki ne yapmalıyız?  

“İki bakış açısı var. Biri bireysel, biri kamusal-toplumsal. Bireysel olarak yapacaklarımız sınırlı. Ülkede Tarım ve Sağlık Bakanlıklarının ürünlerde az kalıntı bırakacak şekilde bir sistem oluşturması lazım. Yasaklı maddelerin kalıntıları artık ürünlerde karşımıza çıkmamalı. Kontrol eden mevcut bir sistem olsa, o zaman en azından kalıntı miktarların oranında bir düşme olurdu. Toplumsal maruziyet çok fazla çünkü” diyen Şık, “Peki ne yapmalıyız?” sorusuna şu cevapları verdi:

  • Olabildiği kadar, mutfağa giren ürünlerde ürün çeşitliliği oluşturmak lazım. Periyodik beslenme sorun içerebilir. Toksik maddelere maruziyete karşı, mutfakta çeşitlilik yelpazesini geniş tutmak gerekiyor.
  • Aldığımız ürünleri yıkamak önemli. En azından yüzen pestisitleri azaltır bu durum.
  • Meyveleri soyarak yemek, aslında özü, besleyiciliği kabukta derler ama soyarak yemek, maruziyeti azaltır. 
  • Ekolojik tarımı desteklemek gerekiyor. 
  • Gıda okuryazarlığı geliştirmemiz lazım.  

“Kamuyu tekrar oluşturmak zorundayız. Yoksa bu topraklarda yaşayamayacak hale geleceğiz” diyen Şık, kurşundan ve etkilerinden de bahsetti.  

Webinar, soru-cevapların ardından sona erdi.

Webinar serisi, “İklim Krizi, Mikroorganizmalar ve Gıda Güvenliği” başlığıyla 17 Ekim Pazartesi günü devam edecek.

Bülent Şık hakkında

Gıda Mühendisi. Akademisyen. Çevre dostu analiz yöntemleri geliştirilmesi üzerine doktora yaptı. Tarım ve Orman Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren çeşitli laboratuvarlarda çalıştı. 2009’da öğretim üyesi olarak Akdeniz Üniversitesi’ne geçti. Üniversitede Gıda Güvenliği ve Tarımsal Araştırmalar Merkezi’nin kurulumu ve faaliyete geçmesi çalışmalarını yürüttü. Gıdalarda ve sularda katkı maddelerinin ve çeşitli toksik kimyasal maddelerin kalıntılarının belirlenmesi üzerine çalışmalar yaptı. Gastronomi ve Mutfak Sanatları Bölümü’nde öğretim üyeliği yaparken 22 Kasım 2016’da çıkarılan 677 sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile kamu görevinden çıkarıldı. Türk Toraks Derneği Çevre ve İklim Sorunları Savunuculuk Ödülü, Türk Tabipleri Birliği (TTB) Nusret Fişek Halk Sağlığı Hizmet Ödülü, Vefik Kitapçıgil Kamu Hizmeti Ödülü ve Halkevleri ‘Hakikatın Peşinde’ Ödülü’ne layık görüldü. Mutfaktaki Kimyacı ve Bizi Yeryüzüne Bağlayan Hikâyeler adlı iki kitabı bulunuyor.

(SO/NÖ)

Bakanlıktan doğal ve kültürel felakete davet: Mermer ocağı için ÇED raporu bile istenmedi

0

N GRİ Maden Enerji İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti.’nin ‘ÇED Gerekli Değildir’ denilerek izin verilen mermer ocağı projesine karşı çiftçiler Konya Valiliği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne kararını geri çekmesi için başvuruda bulundu. Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi ve TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası, Türkiye Barolar Birliği Çevre Komisyonu üyesi gönüllü avukat Seyda Afyoncu’nun desteğiyle Konya İdare Mahkemesine projenin durdurulması ve iptali için dava açtı.

Konya’nın Hadim ilçesi sınırları içinde kalan Şaban dağında, çevreye, doğaya, tarihe, ormana, tarıma, hayvancılığa, arıcılığa ve su kaynaklarına zarar verecek mermer ocağı projesine “Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporu gereksizdir” denilerek izin verildi.

Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, Hadim Çevre Koruma Derneği’yle ilgili muhtar ve üreticilerle çiftçiler, N GRİ Maden Enerji İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından açılmak istenen mermer ocağı projesinin durdurulması için , “ÇED raporu gereksizdir” izni veren T.C. Konya Valiliği Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği İl Müdürlüğü’ne iptal isteminde bulundu. Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi ve TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası’yla birlikte ikinci adım olarak Konya İdare Mahkemesinde Konya Valiliği aleyhine dava açtı. Başvuruda, “ÇED Gerekli Değildir” kararının açıkça hukuka aykırı ve telafisi imkansız zararlar doğuracak olması nedeniyle dava sonuçlanıncaya kadar yürütmesinin durdurulması, neticeten dava konusu işlemin iptali istendi.

Kooperatifin ve mermer ocağından zarar görecek Hadimli üreticilerin bu mücadelesine TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası davaya ortak olarak, Türkiye Barolar Birliği Çevre Komisyonu üyesi gönüllü avukat Seyda Afyoncu hukuken destek oldu.

‘ÇED İPTAL EDİLSİN, YÜRÜTME DURDURULSUN’

Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi (HAKÜPAK) Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Orhan konuya ilişkin şu açıklamayı yaptı:

Basına ve kamuoyuna,

Hadim Çaldağı -Gerez köyü sınırında Şaban dağı eteklerinde açılmak istenen mermer ocağı için Konya Valiliğinin “ÇED gerekli değildir” kararına karşı, Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, Gerez köyü muhtarı, merkez Aşağıhadim mahallesi muhtarı, merkez Hocalar mahallesi muhtarı, Arıcılar Birliği Hadim temsilcisi, Kadir BAŞ üretim çiftliği, Hadim Çevre Koruma Derneği Başkanlığı ve 33 çiftçi ile birlikte Konya İdare Mahkemesi’ne ÇED raporunun iptal edilmesi, yürütmenin durdurulması için 30/09/2022 tarihinde dava açtık.

Şaban dağındaki bu proje dışında Akdağ’ın Hadim’e bakan tarafında da 6 yerde daha mermer ocağı ruhsatı alma çalışmaları devam etmektedir. Ruhsatı alınan, ruhsat çalışması yürütülen mermer ocakları, Hadim için tam bir felakettir.

Bölgede 30 bin ton kiraz üretilmekte yarısı ihraç edilmektedir. Mermer ocakları çalışmaya başladığı zaman kiraz üretimi duracak, Hadimli üretici 1 milyar 200 milyon lira zarar edecektir. Bölgede 20 bin kovanda 250 bin kilogram bal üretilmektedir. Arıcılık yok olacaktır. Hadim arıcılarının kaybı 500 milyon liraya yaklaşmaktadır. Bölgede 49 bin ton üzüm üretilmektedir. Üzüm bağları yok olacaktır. Üzüm üreticisinin kaybı bölgede 500 milyon liradır. Bölgede, küçük ve büyükbaş hayvancılığı yok olacaktır.

Konya ve Hadim’deki tüm siyasi partilerimizi, Ziraat ve Esnaf odalarını, Sivil toplum örgütlerini, herkesi dava sürecini takip etmeye demokratik tepkilerini göstermeye davet ediyoruz. Hadim Belediye Başkanlığı, Ziraat odası, Esnaf odası, Arıcılar birliği, Hayvancılar birliği, Hadim Çevre Koruma Derneği birlik olmalı bu felaketi önlemelidir.

Hadim Belediye Başkanlığı, 21/09/2022 tarihinde Çevre İl Müdürlüğü’ne yazdığı dilekçe ile mermer ocağını istemediğini belirtmektedir. Hadim belediye meclisi karar alarak dava sürecine katılmalı, Hadim belediyesi davaya müdahil olmalıdır.

Bu dava, mermer tozuna karşı Hadim Kirazı’nın,

Mermer tozuna karşı Hadim Balının,

Mermer tozuna karşı Hadim Üzümü’nün,

Kardelen, çiğdem, lale, navruz ve binbir çeşit çiçeklerimizin davasıdır.

Kiraz bahçelerimizin, ormanlarımızın, arılarımızın, dağlarımızda otlayan keçi ve koyunlarımızın bin bir çeşit kuşlarımızın davasıdır.

Endemik bitkilerimizin, yaban hayatımızın, yaylalarımızın, İsaura Krallığı dönemine tarihlenen antik kentimiz Astra’nın korunması davasıdır.

Su deposu olan Akdağ’ı, Çaldağı’nı, Geyik dağını, su yataklarımızı, göletlerimizi, barajlarımızı, pınarlarımızı, çadır havuzlarımızı koruma davasıdır.

Açılacak olası mermer ocağında yapılacak patlamaların yol açacağı gürültü ve çevre kirliliğini önleme davasıdır.

Konya’nın içme suyu Hadim Bağbaşı, Hadim Dedemli (Bozkır) ve Taşkent Afşar barajlarından sağlanmaktadır. Barajlar kirlilikle karşı karşıya kalacak, Konyalılar kirli su içecektir.

Bu dava tüm Konyalıların, çocuklarımızın geleceğinin davasıdır. Herkesi hukuki davayı izlemeye, desteklemeye, uyanık olmaya, güçlerimizi birleştirmeye davet ediyoruz.


Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi (HAKÜPAK) Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Orhan
‘HADİM AKDAĞ’DA 6 MERMER OCAĞI DAHA RUHSAT PEŞİNDE’

DUYURU: Hadim Çaldagı Gerez sınırında Şaban Dağı eteklerinde açılması istenilen Mermer Ocağı için Konya Valiliğinin “ÇED gerekli değildir” kararına karşı Hadim ilçesi Tarımsal Kalkinma Kooperatifi, Gerez Muhtarı, Aşağıhadim Muhtarı, Hocalar Muhtarı, Arıcilar Birliği, Kadir Baş Üretim Çiftligi, üreticiler 33 vatansever çiftci ile birlikte Konya İdare mahkemesine davamızı açtık.
Davamız,
Mermer tozuna karşı kiraz,
Mermer tozuna karşı bal
Mermer tozuna karşı yesil üzüm, kecimen üzümü
Mermer tozuna karşı kardelen, çiğdem, lale, navruz,
Kiraz bahçelerimiz, ormanlarımız, arılarımız, dağlarımızda otlayan keçi ve koyunlarımız, kuşlarımız, içindir….
Su deposu olan Akdağı, Geyik Dağını, su yataklarımızı, Göletlerimizi, pınarlarımızı, çadır havuzlarımızı, Konya içme suyunu içen çocuklarımızın geleceğini savunmak içindir.
KUTLU OLSUN…
Bu süreçte davamızı takip edecek Türkiye Barolar Birliği Çevre Komisyonu üyesi gönüllü avukat Av. Seyda Afyoncu, Ziraat Mühendisleri Odası Genel Merkezi, Av. Zuhal Sirkecioglu Dönmez, Ankara Barosu Av. Hacer Filiz Orhan, Konya Barosu Av. Cafer Ünal takip edeceklerdır.
Avukatlarımıza çok teşekkür ederiz. İyi ki varlar.
Hadim Halkı olarak bu süreçte kenetlendik.
Başaracağız…
Haberlerimiz devam edecek….
Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Baskanı
Mustafa Orhan

Dersimliler Yeni Yaşam İçin Yürüdü

Dersim’de binlerce kişi yaşam alanlarını savunmak için yürüdü. Yürüyüş sonrasında düzenlenen mitingde, doğa katliamına “dur” demek için ortak mücadele çağrısı yapıldı.

Dersim’de ekosiste ve yaşam alanlarını korumak için binlerce kişinin katıldı bir miting düzenlendi. Dersim Emek ve Demokrasi Platformu’nun, “Biz kazanacağız, yaşam alanlarını savunuyoruz” sloganıyla düzenlediği mitinge Halkların Demokratik Partisi (HDP) Dersim Milletvekili Alican Önlü, HDP Ekoloji Komisyonu Eş Sözcüleri Menekşe Kızıldere, Naci Sönmez, Özgür Kadın Hareketi (TJA), Demokratik Alevi Dernekleri (DAD), Ezilenlerin Sosyalist Partisi (ESP), HDP Bingöl İlçe Örgütleri, Bölge illerinden ekoloji aktivistleri, CHP Dersim İl Örgütü ve çok sayıda çevre örgütü katıldı.

BİNLERCE KİŞİ YÜRÜDÜ

Seyit Rıza Meydanı’nda yapılan miting öncesinde binlerce kişi davul zurna ve zılgıtlarla yürüyüşe geçti. Yürüyüş sırasında “Madene hayır Dersim’e sahip çık”, “Dersim’de maden istemiyoruz” sloganları atıldı.

Mitingde ilk olarak konuşan Emek ve Demokrasi Platformundan Kenan Çetin konuştu. Çetin konuşmasında, “Ülkemizde doğa alanları şirketlere peşkeş çekiliyor. Karadeniz’deki direnişi de Dersim’den selamlıyoruz. Kaz Dağlarında, İliç’te bölge halkı tehlike altında. Ege’de zeytin ağaçları da saldırı altında. Ege’ye de selamlarımızı iletiyoruz” dedi.

Dersim’de aylardır ağaç kesimleri ve doğa katliamı yapıldığını belirten Çetin, buna ancak örgütlü mücadele ile “dur” denilebileceğini söyledi.

‘EKOLOJİ MÜCADELESİ POLİTİKTİR’

HDP Ekoloji Komisyonu Eş Sözcüsü Naci Sönmez de yaptığı konuşmada ekolojik mücadelenin de politik olduğunu vurguladı ve şöyle dedi:

“Dünyada da Türkiye’de de kapitalizm özellikle ekolojik alanlarda sürdürdüğü rantçı talancı siyasetiyle yer edinmeye çalışıyorlar. Kürdistan’da ise ekoloji talanı savaş tahribatı olarak kendini gösteriyor. Bu iki mücadeleyi dikkate alarak, harekete geçmeliyiz. Bu siyasal politik bir mevzudur. Sadece yeşili koruma meselesi değildir. Bu saldırılar politik saldırı olduğu için, bizde politik olarak cevap verebiliriz. Bu mücadeleyi merkezine almış partilerle birlikte birleşik mücadeleyi vereceğiz, bu ülkede özgürlük ve demokrasi mücadelesi için bedel ödemeye hazırız”

Ekolojik Birliği’nden Hatun Esen de konuşmasında çevre için örgütlü mücadele çağrısı yaptı:

“Doğa yok olduğu zaman bizlerin yaşamı olmayacak. Doğamızı sahip çıkmak için local direnişleri bırakalım örgütlü direnişe geçelim. İklim krizi kapıda, sular azalıyor. Munzur’u da Dicle’yi de Zilan’ı da koruyalım. Biz kazanacağız”

Konuşmaların ardından Dersim Doğa ve Kültür Derneği’nin ekolojik talanlara dikkat çeken skeci oynanıp, ardından miting halay ve zılgıtlarla sonlandı. (MA)

EKOLOJİ MÜCADELESİNİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ GÜCÜ Ekoloji Politik Çalıştayı’na Giderken

0

9-10 Kasım 2019 da ekoloji mücadelesi yürütenlerle gerçekleştirdiğimiz, Ekoloji Politik Başlangıç Konferansı’nda yaşamı, yaşam alanlarını özgürleştirmenin, doğal ve kültürel varlıkları korumanın önemini ve birlikte politik tutum almamızın gerekliliğini duyurduk. Ekoloji Politik Başlangıç Konferansında ortaklaştığımız özgüvenle ve ortak tartışmanın verdiği güçle, birlikte hareket etmeye, Konferansın önümüze koyduğu bütün görevleri ve önerileri geliştirmeye, tartışmaya, örgütlü olduğumuz alanlara taşımaya ve mücadelenin içinde sınamaya devam edeceğimize söz verdik.

Bugün Dünya Halklarının, kadınların, işçilerin kapitalizme, patriyarkal sisteme, ulus devletlere karşı yürüttükleri mücadele kapitalizmin saldırılarına, sömürülerine son verecek boyutta sistemi zorlamakta. Bolivya’dan, Şili’ye kent ve ekoloji örgütleri kadın örgütleri, çiftçiler, işçiler alanlarda, sokaklarda özgürlük mücadelesini yükseltmekte.  Orta Doğu’da-Rojova’da kadınlar ekolojiye dayalı yaşamı örmekte.

Bu süreci yaşarken biliyoruz ki; Dünya ülkelerinde yükselen ekoloji mücadelesinin; sosyalist hareketle ve sınıf mücadelesi ile arasındaki açının giderek kapatması yaşamı hızla özgürlüğe taşıyacaktır. Bu da ekoloji mücadelesinin politik başarısı olacaktır.  Siyaseti dönüştürmenin ekoloji politik tutumu siyasallaştırmaktan geçtiğini düşünüyoruz, yaşadığımız siyasi kriz ikliminde bunu sınamaya kararlıyız. Türkiye siyasi krizinin derinleştiği günlerde bunu yapmanın politik sorumluluğumuz olduğunu düşünüyoruz. Muhalefet ve siyasi iktidar partilerinin kilitlendiği bu siyasi kriz sürecinde yapacağımız ekoloji politik çalıştayda, Yaşamakta olduğumuz kapitalizmi, patriyarkal, otoriter, demokrasiyi yok eden, eşitsizlikleri çoğaltan, faşizmi kurumsallaştıran siyaset yapısını dönüştürecek, özgür yaşamı kuracak siyaseti tartışacağız.

Siyaseti dönüştürücü özne olmanın stratejilerini tartışacağımız çalıştay; kendini ekoloji politik perspektifte tanımlayan politik örgütlere, partilere, alanlarda yaşam alanlarını koruyan ekolojistlere açıktır.

Ekoloji hareketinin siyaseti dönüştürme işlevinin gündemleştirilmesi ve kurucu özne olma iradesinin pekiştirilmesinin EP’in önündeki en önemli güncel görev olduğunun altını bu nedenle ısrarla çiziyoruz. Dönüştürmeye çalıştığımız bu alanı parti, örgüt siyasi hareketler somutunda konuşmak kendi içimizde de kavram birliği yaratmamıza yardımcı olacak. Ekolojinin kavram ve perspektifi ile yerleşik siyasi zeminler arasındaki mesafe ve ilişkilenme sorunlarını aktüel bir tartışmaya dönüştürebiliriz. Ekoloji Politik farklı siyasi eğilimlerle bir arada çalışma deneyimi açısından önemli bir birikim yarattı. Dışımızda kalan siyasi yapılarla da bu yapıcı pratik içinde buluşabiliriz. Bu sayede politik bir ekoloji mücadelesi yaratma hedefimizi mevcut sosyalist siyasetler zeminine nasıl tercüme edeceğimize dair giriş niteliğinde bir tartışma yapmayı hedefliyoruz.

Ekoloji Politik Tutum

Bugün sermaye “doğal sınırlarına” gelmiş durumdadır. Her bir kuruş daha fazla kar elde etmek için gereken enerji, türsel yokoluşları hızlandırmaktadır. Üstelik üretilen ürün, mal ve hizmetin ne kadarının gerekli olduğunun sorgulanması, yani planlama, kapitalizmin kaosa dayalı yapısında mevcut değildir. Sermaye planlamaz, kar için yıkar geçer. Geçtiğimiz yıl yapılan Glasgow Zirvesi, herşeyin sadece biz antikapitalistler için değil, herkes için berraklaştığı bir örnek daha oldu. Bize inanmıyorsanız kendilerine inanın: Zirve Başkanı kapanış konuşmasında umdukları noktadan çok uzak olduğunu ağlayarak anlattı.

Kapitalizme dair iyimser, naif umutlar gençler için çoktan son buldu. Bu tüketimcilik ve bu baş döndürücü hızla yeşil dönüşümün mümkün olmadığını, yeşil bir kapitalizmin mümkün olmadığını dost da düşman da biliyor artık. Ama yeşil boyama devam ediyor, edecek. Bu yıl yapılacak İklim Zirvesini ekolojik ayak izi birçok ülkeden bile büyük olan Coca Cola destekliyor. Ülkeler yine ekoyıkıma yaptıkları makyajları yarıştıracaklar. Ama bunlara inanmaya devam edersek yine kazanan onlar, yine kaybeden bizler olacağız.

Ekoloji Politik, kapitalizmin derinleşen krizinin doğanın sermaye birikimine sokulması   ile kendini yeniden var etti. Ekoloji mücadelesinin sadece doğaya sahip çıkmak olmadığı aynı zamanda kapitalizmi karşıtı olma ve ekolojik perspektifli alternatif bir toplumsal düzen mücadelesini önüne koyan bir politik ekoloji hareketi yaratma arzusuyla yola çıktı. Kapitalizme içkin ekolojik krizinin dünyanın her yerinde doğanın geri alınamaz yıkımı ile karşımıza çıktığı talan gerçeğini Türkiye ve Kürdistan’ın her karışında da yaşıyoruz. Derinleşen kriz her yönüyle sarmallanıyor. Krizinin vurduğu her alanda kendiliğinden mücadele dinamikleri ortaya çıkıyor. Yaşamakta olduğumuz bu süreçte toplumsal alan mücadelelerinin yerelden bölgesele, bölgeselden ulusala, ulusaldan yakın coğrafyalarla evrensel ile buluşması kritik önemde.

Kadın mücadelesi bu süreçte patriyarkal kapitalizmi karşısına koyup kapitalizm karşıtı doğası ile de öne çıkmakta, sömürü ve özgürlük mücadelesi olarak dönüştürücü işlev görmektedir. Ekoloji mücadelelesi de benzer dinamiklerle bir öbekte yükselen mücadelenin siyasal olarak dönüştürücü dinamiklerine sahiptir. Bu gerçekle günümüzde Türkiye ve Kürdistan’da yürütülen her bir mücadelenin dönüştürücü yönünün öne çıkartılması ve kolektifleştirilmesi kritik önemdedir. Bu mücadelenin sadece karşıtlık içermediği ve yeni bir toplumun oluşturulmasında da itici güç olacağı gerçeği göz ardı edilmemelidir. Günümüzde her türlü ekoloji mücadelesi farklı boyut ve derinlikte sermaye ve devlet ile karşı karşıya geliyor.

Ekoloji hareketi sermaye, devlet ve eril zihniyetin hukuk, kamu yönetimi, özel alan dahil çok yönlü engelleri ile karşılaşıyor ve bunların üstesinden gelmeye çalışıyor. Bu karakteristikler ekoloji mücadelesinin aynı zamanda siyasal mücadele özelliği taşıdığı gerçeğini gözler önüne seriyor. Ekoloji Politik (EP) hem kuruluş süreci hem konferans hem de sonuç bildirgesi ile yukarıda tanımlanan perspektifte kendini örmüş ve ciddi çekim merkezi olmuştur. EP yakaladığı bu ivmeyi daha da yükseltme kurucu özne olma işlevini öne çıkarma, görünür kılma ve derinleştirme sorumluluğu ile karşı karşıyadır. Bu amaçla ekoloji alanında yaşanan her bir sorunun ve yürütülen bir mücadelenin ortak yönlerinin öne çıkartılması ve ekoloji politik perspektifi ile buluşturulması kritik önemdedir. Siyasal alanda yükseltilecek sesin talepler manzumesiyle dile getirilmesi ve dönemsel vaatlere dönüştürülmesi ile sınırlı kalınmamalıdır. Geçtiğimiz seçim dönemlerinde de tanık olduğumuz talep-vaat ikilisine daralma ekoloji hareketi için en büyük tehdittir. Yine feminist mücadeleden öğrendiğimiz kuruculuk ve özne olma misyonu ekoloji hareketi içinde yol göstericidir. Sadece seçim sürecine sınırlı olmayan seçim sonrasını da gören bir anlayışın yaratılması ekoloji hareketi için kritik önemdedir. Kurucu özne olma misyonu, genel siyasetin dönüştürülmesi ve yerel siyasetin dönüştürülmesi için de geçerlidir. Bu alanın politikalarının belirlenmesi ve yaşama geçirilmesinde asli unsur olduğu gerçeği ile hareket eden bir tarzın yaratılması yönlü atılan adımları daha da büyütmeliyiz. Ekoloji hareketinin siyaseti dönüştürme işlevinin gündemleştirilmesi ve kurucu özne olma iradesinin pekiştirilmesinin EP’in önündeki en önemli güncel görev olduğunun altını bu nedenle ısrarla çiziyoruz.

Yaklaşan seçimlerin Türkiye ve Kürdistan için ciddi kırılma yaratma potansiyeli olduğundan hareketle EP, ekoloji alanında yürütülen her bir mücadele öbeğinin potansiyel dönüştürücü gücünü harekete geçirme görevini önüne koymalıdır. Şili, Bolivya, Kolombiya, Fransa ve en son Brezilya seçimlerinde toplumsal muhalefetin bütünü içinde ekoloji hareketlerinin kurucu ve ivmelendirici bir inisiyatifinin olduğu somut olarak görülmüştür. Seçim süreci ve sonrasında yeni bir anayasa ve rejim tartışmaları eşzamanlı olarak şekillenmektedir. Ekoloji hareketleri bütün dünyada son dönem toplumsal sözleşmel doğanın hak öznesi olarak tanındığı, insan merkezli toplum ve hukuk anlayışlarının eleştirisiyle katkı sunmaktadır.  Tek adam rejiminin yıkılmasında ve yeni bir rejimin oluşturulmasında ekoloji mücadelesi kendi üstüne düşen kurucu sorumluluğu alacaktır.

“Emeğin ve doğanın sömürüsüne son” şiarıyla gerçekleştirdiğimiz konferansımızda ekoloji mücadelesi ile emek mücadelesi arasındaki makasın kapanması yönünde politika ve mücadele pratikleri gerçekleştirme görevini üstlenmiştik. Bu görev halen önümüzde duruyor. Bu yarılmanın en azından siyaset düzleminde ve sistem eleştirisi temelinde aşılması için çaba sarfetmeliyiz.

Yukarıda özetlenen çerçevede ekoloji mücadelesinin siyaseti dönüştürücü gücünü ve potansiyelini açığa çıkartmak için ekoloji hareketleriyle birlikte bir sempozyum/konferans gerçekleştirmeyi amaçlıyoruz. Bu sempozyum/konferans sürecini örgütlerken son üç ayda yoğunlaştığımız başlıkları toparlamayı hedefleyen çalıştayımızı 15 Ekim 2022 tarihinde Ankara’da gerçekleştireceğiz.  

EKOLOJİ MÜCADELESİNİN DÖNÜŞTÜRÜCÜ GÜCÜ  

ÇALIŞTAY – 15 Ekim 2022

(Ankara, Jeoloji Mühendisleri Odası)

EKOLOJİ POLİTİK

Açılış ve Birinci oturum (Saat: 9.30-11.30)   Neden çalıştay  Siyaseti dönüştürmenin ekoloji politik stratejileri  Kolaylaştırıcılar: Beyza Üstün Mehmet Zencir  
İkinci Oturum (Saat: 11.45-12.45) Ekoloji mücadelesi ile kesişen mücadeleler: Ekoloji-Kadın  Kolaylaştırıcılar: Belgin Ayrancı Jineoloji  
Üçüncü Oturum (Saat: 13.30-14.30) Ekoloji mücadelesi ile kesişen mücadeleler: Ekoloji-Emek  Kolaylaştırıcılar: Emel Dalfidan Yusuf Üçay  
Dördüncü Oturum (Saat: 14.45-15.45) Ekoloji mücadelesi ile kesişen mücadeleler: Ekoloji ve Özgürlük mücadelesi – Ezilen halklar mücadelesi  Kolaylaştırıcılar: Nüve Gönültaş Güner Yanlıç Volkan Bulut  
Beşinci Oturum (Saat: 16.0-18.00) Ekolojik Yaşamı Örme Sonuç Bildirgesi  Kolaylaştırıcılar: Belgin Ayrancı Mehmet Horuş  

285 maden sahası ihaleye çıkıyor

0

MAPEG, 285 maden ruhsatı ihalesine 10 Ekim’de başlayacak. İhale edilecek ruhsatların 168’i ağırlıklı olarak metalik ürünlerden oluşuyor. TMMOB Maden Mühendisleri Odası Başkanı Ayhan Yüksel, “Planlı bir madencilik politikasına sahip değiliz. Kamusal denetimde de yaşanan sorunlar nedeniyle madencilik bu koşullarda yürüyor ve haklı olarak yurttaşların tepkisine yol açıyor” dedi.

285 maden sahası ihaleye çıkıyor

Türkiye’nin doğal güzellikleri maden projerinden kaynaklı olarak yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Madenlerin ekolojik olarak verdiği tahribatların yanı sıra, projeler genelde iktidara yakın sermaye grupları alıyor.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğünce (MAPEG) 285 maden ruhsatı ihaleleri 10 Ekim’den itibaren yapılmaya başlanacak. MAPEG tarafından ihale edilecek ruhsatların 168’i altın, gümüş, bakır ve kurşun gibi ağırlıklı metalik ürünlerden oluşuyor. 168 ruhsat, 1.5 milyon hektarın üzerinde alanı kapsıyor. TEMA Vakfı tarafından yapılan araştırmaya göre, 24 ilde yaklaşık 20 bin maden ruhsatı bulunuyor.

‘SORUN DENETİM KAYNAKLI’

Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) Maden Mühendisleri Odası Başkanı Ayhan Yüksel, “Daha önce ruhsat verilmiş ama daha sonra ruhsat alanların gerek maden bulamaması veya kanunlara uymadıkları için iptal olmuş sahalar. Bu sahalar yasa gereği ihaleye çıkmak zorunda” dedi.

Madencilikteki sorunun denetim kaynaklı olduğunu belirten Yüksel, “Madenciliğin kamu yararı dikkate alınarak, doğayı ve çevreyi koruyarak yapılması gerekiyor. Enerji Bakanlığı’nın gerekli çalışmaları öncesinde yapması gerekiyor. Kısıtlı alanların önceden belirlenmesi ve ruhsat verilmemesi lazım. Ruhsat veriliyor, sonra da kısıtlı alan olduğu ortaya çıkınca iptal ediliyor” ifadelerini kullandı.

Planlı bir madencilik politikası olmadığını da söyleyen Yüksel, “Kamusal denetimde de yaşanan sorunlar nedeniyle madencilik bu koşullarda yürüyor ve haklı olarak yurttaşların tepkisine yol açıyor” diye konuştu.

Siyanür sızıntısını yalanlayan TRT hakkında suç duyurusunda bulunuldu.

Şirketin dahi kabul ettiği siyanür sızıntısını TRT’nin “yalan haber” olarak nitelendirmesine ilişkin şikâyette bulunuldu.

BirGün‘ün haberine göre, Amerikalı ve Kanadalı Anagold Madencilik ile Çalık Holding‘in ortağı olduğu Erzincan’ın İliç ilçesinde faaliyet gösteren Çöpler Altın Madeni’nde 21 Haziran’da siyanürlü solüsyon boruları patlamış, sızıntı sonucu 20 ton saf siyanürün Fırat Nehri’ne karıştığı belirtilmişti.

TRT’nin yayınında ise herhangi bir şekilde Fırat Nehri‘ne ve Urfa içme suyu şebekesine karışmadığı belirtilerek buna kanıt olarak kamu kurumlarının bölgede yaptığı incelemelerde siyanüre rastlanmadığının ifade edildiği tespitler gösterildi.

Bölgede uzun yıllardır madene karşı mücadele eden Sedat Cezayirlioğlu ve avukatı İsmail Hakkı Atal TRT’ye Anagold’u aklamaya yönelik olarak 28 Temmuz 2022’de yaptığı yayın nedeniyle tazminat davası açtıklarını duyurdu. Ayrıca TRT Genel Müdürü Prof. Dr. Mehmet Zahid Sobacı ve Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Ahmet Albayrak hakkında da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na şikâyette bulunuldu.

Sobacı ve Albayrak “Görevi kötüye kullanma”, “kamu görevine ait araç ve gereçleri suçta kullanma”, “temel milli yararlara karşı faaliyette bulunmak için yarar sağlama”, “TRT kanununa muhalefet” ve “bir zümreye, bir sınıfa imtiyaz tanımak” gerekçeleriyle şikâyet edildi.

Anne sütünde ilk kez plastik bulundu

İlk kez anne sütünde mikroplastik bulundu. Araştırmacılar bu durumun bebeklerin sağlığına olası etkileriyle ilgili endişeli.

Araştırma İtalya’nın başkenti Roma’da, yeni doğum yapmış sağlıklı 34 anneden alınan süt örnekleri üzerinde yapıldı.

Süt örneklerinin yüzde 75’inde mikroplastik tespit edildi.

Bebekler kimyasal içeriğe karşı daha hassas olsa da emzirmek onları beslemek için en iyi seçenek. Bu nedenle bilim insanları acilen daha fazla araştırma yapılması gerektiğini söyledi.

Daha önce yapılan araştırmalar, mikroplastiklerin insan hücrelerinde, laboratuvar hayvanlarında ve vahşi deniz canlılarında nasıl kötü etkiler yarattığını göstermişti.

İtalya’daki araştırmayı yürüten bilim insanları, annelerin plastik paketlerideki hijyen ürünlerini kullandıklarını, plastik paketlerdeki yiyecek ve içeceklerle deniz ürünü tükettiklerini kaydetti. Ancak bununla mikroplastikler arasında doğrudan bir bağ bulamadı.

Bu nedenle insanların çevreye yayılmış olan mikroplastiklere kaçınılmaz olarak maruz kaldığı düşünülüyor.

Ancak daha geniş kapsamlı çalışmalar belli risk faktörlerini ortaya koyabilir.

Bulgular Polymers araştırma dergisinde yayımlandı.

Guardian gazetesine konuşan Marche Politeknik Üniversitesi’nden Dr. Valentina Notarstefano, “anne sütünde mikroplastik bulunmasının, çok daha hassas olan bebeklerle ilgili endişeleri artırdığını” söyledi; ancak anne sütünün avantajlarının, mikroplastiklerin dezavantajından çok daha büyük olduğunu ekledi. Notarstefano, bu tarz araştımaların, anne sütü kullanımını azaltmaması gerektiğini vurguladı.

Su şişelerinden plastik poşetlerde satılan yiyeceklere kadar paketli ürün kullanımının artmasıyla plastik atıklar da arttı.

Bu da doğada var olan mikroplastik miktarını yükseltti.

Dr. Notarstefano, bu kirliliği azaltmak için kamu farkındalığı yaratılması gerektiğini belirtti. Ayrıca hamile kadınlara plastik içinde bulunan yiyecek ve içecek tüketirken, kozmetik ürünler ve diş macunu kullanırken, sentetik kumaştan kıyafetler giyerken dikkat etmeleri gerektiği konusunda uyardı.

Son dönemde yapılan başka bir araştırma, biberonla beslenen bebeklerin her gün milyonlarca mikroplastik yutma ihtimali olduğunu ve inek sütlerinde de mikroplastik bulunduğunu ortaya koymuştu.

Mart ayında Hollanda’da yapılan bir araştırmada insan kanında mikroplastik bulunmuştu.

Bağırsak mikrobiyotası ve pestisitler

ABD’de halkın glifosata ne ölçüde maruz kaldığını belirlemeye yönelik çalışmanın ülkemizde de yapılması gerekiyor

Vücudumuzun ağız, burun, sindirim sistemi gibi çeşitli bölgelerinde bakteriler ve virüsler başta olmak üzere çok çeşitli mikroorganizmalar bulunur.

Mikroorganizmaları en fazla içeren bölüm bağırsaklardır.

Bağırsaklarda bulunan bakteriler üzerine olan bilgilerin virüslere kıyasla daha fazla olduğu söylenebilir.

İnsanlarda bağırsaklarda bulunan bakteri topluluğu (bağırsak mikrobiyotası), çoğunlukla Firmicutes ve Bacteroidetes filumlarına (canlıların sınıflandırılmasında kullanılan ve sınıfların bir araya gelmesi ile oluşan birlik, şube ya da dal) ait 400-1000 arasında bakteri türünü içeren dinamik bir ekosistemdir.

Yetişkinlerin sahip olduğu mikrobiyotanın bileşiminin nispeten sabit kaldığı, mikrobiyal çeşitliliğin yaşamın çok erken dönemlerinde, doğumdan sonraki ilk saatlerde kazanıldığı, zamanla diyet daha karmaşık hale geldikçe ve bağışıklık sistemi olgunlaştıkça şekillendiği iyi bilinmektedir.

Diyabet ve karaciğer hastalığı

Bu nedenle, genetik, doğum şekli, yaşamın erken dönemlerinde antibiyotiklere maruz kalmak, diyet kompozisyonu, yaşam tarzı, sosyal etkileşimler ve çeşitli ksenobiyotiklere (besin maddeleri dışında kalan, ilaç ve zehir gibi bir organizmanın normal biyokimyasına yabancı olan maddeler) çevresel maruziyet gibi birçok faktörün kombinasyonu her bireyin bağırsak mikrobiyotasını şekillendirir ve benzersiz kılar.

Bağırsak mikrobiyotası patojenlere karşı koruma, bağışıklık sistemiyle etkileşim, sindirilemeyen diyet liflerinin fermantasyonu, peptitlerin-proteinlerin metabolize edilmesi ve ksenobiyotiklerin biyodönüşümü gibi insan metabolizması için kritik önemde çeşitli işlevleri yerine getirir.

Bu karmaşık işlevleri yerine getirmek, büyüklüğü insan genomundan yüz kat daha büyük olan bir mikrobiyal genetik havuzun yönlendirdiği dikkate değer bir metabolik aktivitenin sonucudur.

Dolayısıyla bu aktivitenin dengeli olması, zarar görmemesi önemlidir. Mikrobiyota bileşimindeki ve/veya optimal işlevlerindeki değişikliklerin (disbiyoz olarak adlandırılır) metabolik aktivite sürecine zarar vererek obezite, inflamatuar bağırsak hastalığı, diyabet, karaciğer hastalığı, Crohn hastalığı, kolorektal kanser ve alerjilerle yol açtığı düşünülüyor

Bağırsaklarımızdaki mikrobiyota üzerinde en etkili faktörlerin başında beslenme şeklimiz geliyor. Beslenme sadece kendi sağlığımız üzerinde değil mikrobiyota üzerinde de etkili.

Örneğin, yediğimiz gıdalarda bulunan toksik kimyasal maddeler bağırsak mikrobiyotasında bulunan bakterilerin tür çeşitliliğini, kompozisyonunu değiştirebiliyor ve yiyeceklerin metabolize edilme süreçlerini olumsuz etkileyebiliyor.

Pestisitler ve mikrobiyota

Gıdalardaki toksik kimyasal maddelerin bağırsak mikrobiyotası üzerindeki etkileri son yılların en önemli araştırma konularının başında geliyor. Gıdalarda ve sularda yaygın bir şekilde bulunan pestisitler, yani tarım zehirleri de tartışılan meselelerden biri.

Pestisitlerin insan sağlığı üzerindeki etkileri hakkındaki tartışmalar, pestisitlerin sağlık üzerindeki kronik olumsuz etkilerini tahmin etmek için kullanılan mevcut risk değerlendirme prosedürlerinin sınırlı yeteneğinden kaynaklanıyor. Bir başka deyişle, pestisitlerin toksik etkileri her zaman doğru bir şekilde tespit edilemiyor.

Örneğin, nörogelişimsel toksik etkiler, yaşamın erken dönemlerinde maruz kalmanın yol açtığı kanserler, endokrin bozucuların neden olduğu metabolik bozukluklar ve üreme sağlığı sorunları için durum böyle. Bu durum, aynı zamanda pestisit maruziyetinin bağırsak mikrobiyotası üzerindeki olumsuz etkileri için de geçerli.

Bağırsak mikrobiyotası da toksik kimyasallardan olumsuz etkileniyor ve bu mesele pestisitlerin yol açtığı sağlık risklerini belirlemeye yönelik çalışmalarda dikkate alınmayan bir husus.

Bazı Örnekler: Glifosat ve Klorpirifos

Glifosat dünya tarımında en çok kullanılan herbisitlerden (ot öldüren pestisit) biri. Ülkemiz tarımında ne miktarda kullanıldığı belirsiz, ancak tahıllar başta olmak üzere çok çeşitli gıda ürünlerinin üretiminde glifosat kullanılıyor. Tarımda çok kullanılan bir diğer pestisit ise klorpirifos. Glifosat kanserojen, klorpirifos ise nörodavranışsal ve hormonal gelişim bozucu etkilere sahip bir pestisit.

Glifosat ve klorpirifos’un mikrobiyota üzerindeki etkilerini ele alan çalışmalar ise bu iki pestisitin olumsuz etkilerinin daha da fazla olabileceğini gösteriyor.  

Örneğin, standart çevresel konsantrasyonlarda glifosata maruz kalan arıların bağırsak mikrobiyotalarında bulunan baskın bakterisi türlerin bolluğunun azaldığı ve böylece fırsatçı patojenlerde artışa yol açtığı belirtilmiştir. Arılara yönelik zararın doğal hayattaki çok sayıda canlı türü için de geçerli olduğu düşünülmeli.

Farelerde yürütülen çalışmalarda da benzeri etkiler gösterilmiş ve ek olarak glifosata kronik maruziyetin bağırsakların morfolojik yapısında bazı değişimlere yol açtığı da vurgulanmıştır. Son zamanlarda, bağırsak mikrobiyotasındaki anormal bileşim, otizm spektrum bozukluğu (OSB) olan hastalarla ilişkilendirilmiştir, bu da hamilelik sırasında herbisit maruziyetinin OSB geliştirme riskinde artışa yol açabileceğini düşündürmektedir.

Bununla birlikte, bu bozuklukların arkasındaki mekanizmalar henüz açıklığa kavuşturulmamıştır. Sıçanlar ve fareler üzerinde yürütülen birçok çalışmada, klorpirifosa kronik maruz kalmanın sadece bağırsak mikrobiyotasını olumsuz etkilemediği hormonal sistem üzerinde de ciddi etkilere sahip olduğu gösterilmiştir.

Geçen ay içinde Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC) yabani ot öldürücü tarım zehirlerinden biri olan ve Roundup gibi çeşitli markalarda kullanılan glifosat ile ilgili yürüttüğü araştırmada, çocuk ve yetişkinlerin yüzde 80’inin idrar örneklerinde adı kanserle anılan glifosata rastlandığını açıklamıştı. CDC’nin ABD’de insanların glifosata ne kadar maruz kaldığına dair son araştırması, su ve gıdadaki tarım zehirlerinin insan ve çevre sağlığı üzerindeki olumsuz etkilerinin ne kadar yaygın olduğunu gösteriyor.

ABD’de halkın glifosata ne ölçüde maruz kaldığını belirlemeye yönelik çalışmanın ülkemizde de yapılması gerekiyor.

Bağırsak mikrobiyotasının insan fizyolojisi üzerindeki kritik etkileri dikkate alındığında pestisit kullanımından doğan zararlarla ilgili tartışmalara insan bağırsak mikrobiyotasında oluşan zararların da dâhil edilmesi gerekiyor. Bağırsak mikrobiyotasına, sağlığımıza ve doğal hayata zarar veren pestisitlerin kullanımı durdurulmalı.

Pestisitlere maruziyeti azaltmak, toprak sağlığını iyileştirmek ve besin kalitesini arttırmak için agroekolojik gıda üretim sistemlerine geçiş kamu politikalarının ana amacı olmalıdır.

(BŞ/EMK)