Savaşın yıkıcı etkilerini, Rusya’nın Ukrayna’yı işgal harekâtıyla bir kez daha yaşıyoruz. Sıcak çatışma ortamının görüntüleri, tarihsel ve güncel bütün savaşların yarattığı acıları insanlığın barış umudunun kolektif havuzuna topluyor. 2.Dünya Savaşı’nın artık uzakta kalmış bir anı olmadığını, Hitler’e karşı inşa edilen sığınaklarda şimdi yaşam mücadelesi veren çocukların çığlıkları yüzümüze vuruyor. Savaşın tarafları ise açık bir şekilde insanlığı ve gezegeni çok daha ağır yıkımlara yol açacak nükleer savaşla tehdit ediyor. Ortadoğu’daki cihatçı çeteler, şimdi de Avrupa’da katliamlar gerçekleşmek üzere rol alıyor. AB, ABD ve Çin başta olmak dünyanın geri kalanı da doğrudan veya dolaylı bir biçimde bu savaşın içinde. Çatışma Ukrayna’nın topraklarında cereyan ediyor olsa da küresel ölçekte bir savaş durumu içindeyiz.
Savaş, geride binlerce ölü ve onbinlerce yaralı bırakarak devam ediyor. Milyonlarca insan yerlerinden edilip komşu ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Yıkılan kentler ve yok edilen yaşam alanlarının bilançosu giderek büyüyor. Savaşan iki ülke gibi görünse de NATO üyesi ülkelerden başlayarak dünyanın geri kalan ülkelerinde de savaşa ve silaha bütçeden ayrılan paylar arttırılıyor. Halklar, artan enerji ve gıda fiyatları nedeniyle en temel insani ihtiyaçlarından mahrum kalarak savaşın faturasını ödüyor.
Savaşın insanlar ve tüm canlılarla birlikte doğal varlıklar üzerindeki yıkıcı sonuçlarına karşı tepkiler yükselmeye devam ediyor. Ancak savaşın sadece sonuçları değil, nedenleri ve cereyan etme biçimlerinin de önemli ekolojik boyutları var. Her şeyden önce petrol ve doğalgaz arzı, fosil yakıtların lojistik hatları, pandeminin de etkisiyle artan yeni güzergâh ve teknoloji arayışlarına baktığımızda bile bu, aynı zamanda bir enerji savaşı. Nitekim ilk gündem itibaren şehirlere sevk edilen tanklar ve atılan füzelerle birlikte enerji sevkiyatı ve tedarik zinciri ile gıda ambargosu, bu savaşta kullanılan en etkili silahlar olmaya devam ediyor. Nükleer savaş olasılığı ve gezegen riski, ilk defa bu kadar açık ve yakın bir tehlike olarak kaşımıza çıktı. Bu tehlikeyi bertaraf edecek BM veya başka bir uluslar arası etkili organizasyona sahip değiliz. Dünya, otoriter liderlerin anlık hırslarına bırakılmış bir nükleer savaş tehlikesiyle baş başa kalmış durumda.
Türkiye, savaşın ekolojik izdüşümlerinin en somut görünür olduğu ülkelerden biri. Rusya’nın müdahalesinin ilk anında Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri ile Kanal İstanbul savaş denklemi içinde konuşulmaya başlandı. Ekoloji mücadelesinin temel gündemleri içinde yer alan bu iki konu savaşa karşı verilecek toplumsal mücadeleler içinde de ekoloji hareketine önemli görevler yüklüyor. Savaşın kalıcılaşma eğilimine girdiği bu günlerde barışın sembolü olan zeytinliklerin madencilik faaliyetlerine açılması için yönetmelik değişikliği yapıldı. Ardından korunan alanlarda enerji ve diğer talan projelerine imkân verecek mevzuat değişikliği yapıldı. Nükleer Düzenleme Kurumu ile ilgili yine Anayasa’ya aykırı şekilde kanun çıkartılarak; nükleer ile ilgili her türlü yetki saraya verildi. Bu son değişiklikler, bir kez daha ekoloji mücadelesinin savaşa karşı her düzeyde tutum alması gerektiğini gözler önüne sermektedir.
Her savaşta olduğu gibi Ukrayna’nın işgaliyle de insanlar yaşadıkları yerden ayrılmak, ülkeleri içinde ve dışında sığınma aramak zorunda kaldı. İltica haktır. Savaştan ve ölümden kaçan insanlara sınırlar koşulsuz açık tutulmalıdır. Yıllardır küresel adaletsizliklerin yol açtığı kitlesel yoksulluk, açlık ve savaşlar, Irak, Filistin, Yemen, Libya, Somali, Bosna ve yanı başımızdaki Rojava’da olduğu gibi kitleler halinde sığınmacı ve onların dramlarını yaratıyor. Sorumluları arasında yer aldığı savaşların yerinden ettiği milyonlara kapılarını kapatan, mültecileri boğulmaya, donmaya terk eden, sınırları dışında tutmak için ordular donatıp seferber eden Avrupa Birliği, bugün jeostratejik hesaplarla da olsa doğru olanı yapıp Ukraynalı mültecileri kabul ederken bile göçmenleri açıkça renklerine göre de ayrıştırarak göçmen karşıtlığını besliyor. Avrupa kalesinin duvarlarını kalınlaştırıyor. Bütün bunlar ekoloji alanında da tutarlı bir enternasyonalist duruşunun önemini bize hatırlatıyor.
Nükleer, Kanal İstanbul, zeytinlikler ve korunan alanlarda verilen ekoloji mücadeleleri savaşa karşı mücadelenin bir parçasıdır. Bu nedenle öncelikle Akkuyu nükleer inşaat çalışmalarına son verilerek doğaya verilen zararlar nükleer karşıtlarının da içinde yer aldığı bağımsız heyetler tarafından bir an önce tespit edilmelidir. Nükleer santral, 3.havalimanı yapımlarında olduğu gibi şantiyelerdeki iş cinayetleri ekolojik yıkımın öncü göstergesidir. Yaşamı öncelemeyen kapitalizmin kurtarıcısı yapı, enerji, maden ve nükleer santral projelerine son verilmelidir. Bugüne değin bu projelerde yaşamını yitiren, iş yapamaz hale gelen, yaralanan işçilerin bütün yasal hakları ödenmelidir. Kanal İstanbul, nükleer santral projeleri ile doğal varlıklara yönelik talanın önünü açan mevzuat değişiklikleri derhal iptal edilmelidir.
Sermayenin insanlığa ve doğaya karşı yürüttüğü savaşa karşı bütün halklarla barış ve ekoloji mücadelesini yükseltelim.
Ekoloji Politik