Salı, Temmuz 8, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 12

EKOLOJİ ÖRGÜTLERİ DEPREM RAPORU*

0

28 Şubat 2023

*6 Şubat 2023’teki Pazarcık merkezli depremin ardından ekoloji örgütleri tarafından yapılan çağrıyla toplanan Eko-Afet Grubu’nun 7 Şubat 2023 tarihinde yaptığı toplantıda deprem bölgesine bir temsili heyet gönderilmesi kararlaştırılmıştır. Yapılan görüşmelerin ardından Çevre Mühendisleri Odası, Ekoloji Birliği, İklim Adaleti Koalisyonu, Mezopotamya Ekoloji Hareketi ve Ekoloji Derneği (Amed) kurumlarından oluşan 7 kişilik bir heyet oluşturulmuştur. Heyet 15-18 Şubat tarihlerinde bölgede bulunmuş, sırasıyla Diyarbakır, Adıyaman, Pütürge, Malatya, Elbistan, Nurhak, Narlı, Antep, Antakya, Defne, Samandağ’da görüşmeler ve incelemeler yapmıştır. Bu rapor, oluşturulan heyetin ilgili tarihlerdeki gözlemlerine ve görüşmelerine dayanmakla birlikte, ekoloji örgütlerinde faaliyet gösteren ve depremin ilk gününden itibaren sahada arama kurtarma çalışması, fotoğraf ve video çalışması, dağıtım noktalarına destek çalışması, ev, sokak, büyük baş-küçük baş ve kümes hayvanlarının kurtarılması ve beslenmesi çalışması yapan kişilerin, heyete son gün katılan Türk Tabipler Birliği ve Doğanın Çocukları aktivistlerinin gözlemleri ve aktarımları eklenerek hazırlanmıştır.

Raporlama tekniği bakımından depremden etkilenenlerin ve/veya dayanışma için bölgeye gidenlerin sözlerini, sahadaki tespitleri ve varılan analiz sonuçlarını içerecek şekilde konu bazlı gruplamalar ile hazırlık yapılmıştır. Buna göre; 10 başlıkla oluşturulan raporda; KENTLERİN İNŞASI EKOKIRIM SUÇLARI ÜZERİNDE YÜKSELMİŞTİR, “DEVLET ÇÖKTÜ” GERÇEĞİ BÜTÜN ÇIPLAKLIĞIYLA KARŞIMIZDADIR, ENKAZLAR SUÇ MAHALLİDİR, TEMEL GEREKSİNİMLERİ KARŞILAMAYAN, KARŞILAYANI DA ENGELLEYEN DEVLET, ÇADIR GEÇİCİ ÇÖZÜM İKEN ÇADIRSIZLIK KOŞULLARI, TOPLUMSAL ÖRGÜTLÜLÜK, HUKUKİ DEĞİL “MEŞRU” EYLEMLİLİK HALİ, BİR DEVLET POLİTİKASI OLARAK; İNSANSIZLAŞTIRMA, YAŞAM MÜCADELESİ VERİLEN BÖLGEDE ÖZEL SAVAŞ VE DÜŞMANLAŞTIRMA POLİTİKALARI-SALDIRILAR, SONUÇ: YENİ YAŞAMI NASIL VAR EDEBİLİRİZ-EKOLOJİK BİR YAŞAM MÜMKÜN bölümlerine yer verilmiştir.

Doğal olan deprem mi felaket yoksa doğal olmayan rant ve tahakkümün tüm yaşamda örüldüğü bu yönetim sistemi mi?

BÖLÜM 1: KENTLERİN İNŞASI EKOKIRIM SUÇLARI ÜZERİNDE YÜKSELMİŞTİR

“Demokratların yaptığı binalardan yıkılan görmedim” (Depremden etkilenen Makine Mühendisi–Malatya)

“Restore edilen tarihi yapılar yıkıldı. Restore edilmeyenler ayakta.” (Mimar-Hatay)

TESPİTLER: Ranta ve kapitalizme dayalı bir inşa anlayışıyla yaratılan kentlerde  beton endüstrisinin mevzuata uygun olmayan malzemelerinden kaynaklı yıkımların olduğu görülmüştür. Yıkımın çok fazla olduğu bölgelerde zeminin sulak alandan oluştuğu, yapılaşmanın nehir kenarı alanlarda olduğu görülmüştür. Gölbaşı’nda göle yakın yerlerdeki yıkımın, uzak yerlere nazaran daha çok olması sulak yerleşim alanları üzerine kurulmuş kentlerinin yıkımına ilişkin örnektir, kum zemin tespit edilen enkaz altlarında, göl kuruduktan sonra burada yapılaşmaya gidildiği düşünülmektedir. Diyarbakır’da yıkılan bina sayısının altı olmasına rağmen, bu binalarda yaşamını yitirenlerin Van Depremi’ndeki kayıplara yakın olması, bilimsel kriterlerde üretilmeyen dikine mimarinin ekosistem üzerinde yarattığı tahribatın yanında, toplu ölümlerin de sebebi olması bakımından dikkat çekici bir veri olmuştur. Malatya’da en fazla yıkım alanı olan Doğanşehir’de tarım arazileri üzerine kurulan beton yapılar yerle bir olurken aynı tarım arazisindeki kerpiç evlerin ayakta kaldığı görülmüştür. Bu yıkımlarda iş yerlerinin taşıyıcı sistem üzerinde tahribatlarının etkili olduğu düşünülmektedir. Eskiden bostanların bulunduğu yer olan ve adını da buradan alan Bostanbaşı’nda, kayısı tarlalarının imara açılması tarımı yok etmiş, burada gidilen yapılaşma zemin etüdü sağlanmadığından yıkıma götürmüştür. Elbistan’da Ceyhan Nehri’nin kıyısındaki tarım arazilerine yapılan inşaatlar yıkımın artmasına sebebiyet vermiştir. Asi nehrinin etrafındaki yani nehir havzasındaki kent yapılaşmaları için de benzer durum geçerlidir. İskenderun’da tarım alanlarının ve sanayileşmenin artması da bu alüviyal topraklar üzerine yapılaşmayı hızlandıran bir faktör olmuş, sanayileşme bölgede portakal bahçelerinin de binalarla dolmasına sebebiyet vermiştir. Depremden sonra İskenderun’da zeminin sıvılaşması da bu olguya işaret etmektedir. Kırsal alanlarda bulunan köylerde doğayla ve toprakla uyumlu olan yapılarda  gerçekleşen yıkımların; yapıların çok eski olmasından ve yapı denetimi eksikliğinden olabileceği görülürken kimi köylerde de kent inşaat endüstrisi ahlakının köylere kadar ilerlediği, tuğla, tahta, kum gibi ucuz olan ve coğrafyaya uyumlu olmayan malzeme kullanımının olduğu gözlemlenmiştir. Karakaya barajından dolayı boşaltılan köylerden (Tecirli’dekiler vb.) kent cennet gibi sunularak göç ettirilen insanlar, şimdi bu kentlerde enkaz altında kalmıştır. Malatya’da yapılan görüşmelerde ortaya çıkan Maraş’ta yaşanan bu göç ettirilme gerçeğinin Çiğdemtepe Köyü için de geçerli olduğudur. Yine, binaların kat ruhsatlarının zeminlere bağlı olarak az katlı olan yerlerde binaların çok katlı yapılmasına yönelik imarların gerçekleşmesinin yıkımı arttırdığı gözlemlenmiştir.

ANALİZ: Tarım alanları ve sulak alanlar üzerine kontrolsüz ve güvenliksiz bir beton endüstrisi, depremin felakete dönüşmesinin nedenlerindendir. Ranta dayalı inşa edilen binalarda kullanılan ucuz inşaat malzemeleri, H-Serbest uygulamaları, denetimsizlik ve zemin etüdlerinin sağlanmaması da depremi afete dönüştüren politik temelli nedenlerdendir. Kentlerin inşasının temelinde ekokırım suçları yatarken bunlara neden olan egemen yönetim sistemleri ve demokratik olmayan tutumlar felaketin diğer başlıca nedenlerindendir. Ekolojik tahribatlar nedeniyle ortaya çıkan zorunlu göçün sonuçları toplumsal yaşantıda bitmeyen göç dalgasını beraberinde getirmektedir.

BÖLÜM 2: “DEVLET ÇÖKTÜ” GERÇEĞİ BÜTÜN ÇIPLAKLIĞIYLA KARŞIMIZDADIR, ENKAZLAR SUÇ MAHALLİDİR

“İnsanlar enkaz altında donarak öldü değil öldürüldü. Deprem değil bu devlet öldürdü insanları”

“İnanın, enkazlardan çığlıkları duyuyorduk”

“AFAD geldiğinde bazı yerlerde ekipleri yer aldı ama artık çok geçti”

“Biz bu coğrafyada doğduk kaçmayı seçmedik. Ama şu an seve seve kaçıyoruz. Biz neden tek bayrak altındayız? bu günler için. Bugün biz bayrağın altında yalnızız ve bayrağı yine biz havada tutuyoruz. Devlet bunu bizim için yapmıyor. Bu gerçekten çok acı, yalnızlık hissi tam olarak bu işte.” (Hatay)

“Bu tedbirsizlik, ihmal, beceriksizlik değil, işin zor kısmını dayanışma güçlerine yıkmak istediler”

TESPİTLER: Deprem bölgelerinde yapılan görüşmelerde en fazla duyulan “Devlet yoktu, devlet çöktü ve devlet hala yok” olmuştur. Arama kurtarma çalışmalarına ilişkin aktarılanlar; AFAD’ın arama-kurtarma faaliyeti için üçüncü günde geldiği ve geç gelen ekiplerin malzemesiz, ekipmansız gönüllülerden oluştuğu yönündedir. Arama kurtarma faaliyetlerine farklı illerden katılmış olan yurttaşlar, depremden etkilenen bireyler; AFAD’ın ihbar almadan enkaz alanına gelmediğini, kendi imkanlarıyla getirdikleri vinç, diğer malzeme ve insan gücünün de jandarmalar, diğer kolluk güçleri ve krizi yönetmeye çalışan idareciler tarafından engellendiğini ifade etmişlerdir. Kente bu kadar geç ulaşan, yetersiz kalan AFAD, köylere hiç gitmemiştir. AFAD’la çalışan gönüllü bir yurttaşın aktarımı AFAD’ın teknolojik imkan, bilgi ve arama kurtarma becerisinin çok düşük olduğu yönündedir; Malatya’da AFAD’ın canlı tespit edemediği enkazda Çin’den gelen arama-kurtarma ekibi kalp atışını tespit eden cihazlarla enkaz altında kalan petshop’taki onlarca hayvanı kurtarmıştır. Narlı’da kendi imkanlarıyla ailesini kurtarmak için vinç ve jeneratör getiren bir yurttaşın jandarma tarafından tutuklandığı aktarılmıştır. 

Hatay’da yapılan görüşmelerde ilk üç gün hiç bir devlet kurumunun arama çalışması yapmadığını aktaran insanların şu cümleleri yaşananları tüm gerçekliğiyle ifade etmektedir: “Sadece benim şahit olduğum 24 saat yol kenarında bekleyen tüm aramalarına rağmen yetkililerden kimsenin gelip almadığı cesetler vardı. Konuştuğum orta yaşlardaki kadınlardan biri “Devlet böyle bir anımda yanımda olmayacaksa neden var ki” diye soruyor, devamında “Neden ona saygı duyayım ki” diye ilave ediyor. Bu andan itibaren devletle vatandaş arasında bir kopuş gerçekleşiyor.

Hatay’da depremden etkilenen başka kişilerin aktarımları ise şu şekildedir: “Avustralya’dan gelen bir ekip ses alındı ihbarı üzerine ses dinlemeye başladı ve ses alındı enkazdan ama tam o sıralarda etrafta iş makinaları enkaz kaldırma yapıyordu. Bir iş makinasını durdursan başka yerden bir başkası çalışıyordu aslında bu manzara hemen hemen ilk günlerden beri vardı. Bir an önce enkazı kaldırma gayreti arama kurtarmadan daha hızlı ilerliyordu. Muhtemelen birçok cenaze de enkazlara karışmıştır, arama kurtarma süresi kısa tutulmuş, enkaz kaldırma süreci hızlı işlemiş bir ortamda tüm cenazeleri çıkarma ihtimalleri yok.”

Şehirlerde yapılan görüşmeler boyunca depremden etkilenen, arama çalışmalarına dahil olan ve enkaz başlarında çadırıyla enkaz altında ailesi için birilerinin gelmesini bekleyen pek çok kişiyle görüşülmüştür.  Arama kurtarmanın hiç olmadığı binlerce enkaza kepçeyle müdahale edildiği medyadan edinilen bilgilerle de ortaya çıkarken, depremin üzerinden geçen iki haftanın  sonunda insanların beklentisi maalesef canlarını artık diri değil ölü olarak alabilmek olmuştur. Artık tek istekleri cenazelerini teslim alabilmek olan insanların en çok kullandığı cümle şu olmuştur: “Yaşamlarına saygı duymadınız, ölülerine bari saygı duyun”

ANALİZ: Depremden günler sonra insanların aileleri ve sevdikleri için umudu kesilmiş ve çok acıdır ki artık insanlar cenazelerine ulaşmak için vinç, arama ekibi arar hale gelmiştir. Çoğu şehirde görülen; arama kurtarma çalışmaları hiç yapılmadan kepçelerle girilen enkaz alanları gerçeği aynı zamanda insan hakları ihlalidir. Enkaz altında kalmaları nedeniyle uzuvlarını ya da hayatlarını kaybeden ya da donarak ölüme terk edilen insanların, devlet dışı diğer örgütlenmelerce kurtarılmasının engellenmesi de insan hayatına kast niteliği taşımaktadır. Arama-kurtarma çalışmaları tamamlanmadan enkaz kaldırma çalışmalarına girişilmesi ise insanların beden bütünlüğüne yönelik bir saldırı niteliğindedir.  Beden bütünlüğüne saygı duymadan, ölü cana ve onun bağ kurduklarına saygı duymadan kepçelerle enkazlara müdahale etmek ciddi bir insan hakları ihlal alanı oluşturmuştur. Bu nedenledir ki ileriki zamanlarda molozların döküm alanlarının, binlerce insanın kayıp olarak geçeceği birer suç mahalli olacağı ihtimal dahilindedir. Enkazlar daha şimdiden delil karartma yerleri olmuştur. Çoğu insanın ifade ettiği “devlet çöktü” cümlesi aslında aklen ve vicdanen devlet yapısının çöktüğü gerçeğini bütün çıplaklığıyla yansıtmaktadır. Arama kurtarma için devlet kurumlarının günlerce alanda olmaması olgusu zihinlere kazınmıştır. Zaman içerisinde bilim insanlarının öngördüğü, devletin kendi afet kriz yönetim mekanizmalarında dahi raporlarını tuttuğu bir olaydan haberdar olmaması düşünülemez. Dikkat çekici olan bir diğer nokta ise ülkenin kriz durumlarında (ki deprem ülkesi bir bölgenin) nüfusunun yüzde 20’si kadar çadır bulundurması, konteynerleri ve gıda depoları hazır olması gereken bir kurum olan Kızılay’ın adının dahi ilk günlerde geçmediğidir. Bu durum bizlere rantçı, liyakatsiz, tekçi zihniyetle yönetilen bir devlet sisteminde kurumların işlevselliğini tamamen yitirdiğini göstermektedir.

BÖLÜM 3: TEMEL GEREKSİNİMLERİ KARŞILAMAYAN, KARŞILAYANI DA ENGELLEYEN DEVLET

“Paranız olsa ne fayda, para hiç bir yerde geçmedi ki, nereye harcayacaksın”

“Depoların olduğu noktaya kayyum atadılar. “Sizin şefiniz nerede” dediler. Bizler, “bizde şef yok çünkü hiyerarşi yok. Herkes işbirliği içinde çalışır” dediğimizde, “bizde şef de var hiyerarşi de” diyerek onların emirlerini yerine getirmemizi beklediler.”

TESPİTLER: Kentlerin tamamında ilk günlerdeki durum, temel gıda desteğinin dahi ulaşmadığı yönündedir. Şehir merkezlerine depremin ikinci ya da üçüncü gününden sonra kısmen ulaşan temel gıda, köylere 1 hafta sonrasında dahi çok kısıtlı şekilde ulaşabilmiştir. Deprem travması, yas travması yaşayan bireyler afet anında market ve eczanelerden almak zorunda oldukları ihtiyaçları için dahi medyada yansıtılan yağmacı algısı ve haberlerinden dolayı utanarak aldıklarını ifade etmişlerdir. Depremin ilk günlerinde hiç bir şeye ulaşamayan ve evlerine giremeyen Hatay’daki depremzedelerin en çok paylaştıkları acılardan biri de yardıma muhtaçlık hissinin kendilerini kötü  hissettirmesiydi. Hastaneler işlemez durumdaydı ve sağlık çalışanları yoktu .“Devlet yoktu” sözü bu anlamda da gerçekti. Sağlık hizmeti tamamen durmuştu. Pazarcık’ta sadece bir köyün sağlık ocağında o köyün gençlerinden gönüllü bir genç hekim, izin alıp gelerek kendi köyüne hizmet sunuyordu. Ona da ilaç vb desteği halk dayanışmasından sağlanmıştı.

İlk günlerde demokratik kitle örgütü ve/veya muhalif siyasi partilerin bölgeye gönderdikleri tırların bir kısmına izin verilmemiş, tırlar durdurulup, içindeki malzemeye el konulmuştur, OHAL buna gerekçe olarak gösterilmiştir. Görüşmelerimizde bu el konulan malzemelerin günlerce dağıtılmadan tutulduğu, devletin bunları nasıl ve nereye dağıtabileceğine yönelik insan gücünden ve saha bilgisinden de yoksun olduğu söylenmiştir. Devletin ve AFAD’ın yardımları depolarda biriktirmesi, el konulan yardımların stoklanıp dağıtılmaması durumu, bu yardımların ileride seçim öncesi propaganda amaçlı kullanılacağı kanısını güçlendirmiştir. Yardımların engellenmesinin en net örneği Maraş’ın Pazarcık ilçesinde yaşanmış, HDP’nin ve demokratik kitle örgütlerinin organize ettiği ve bir Alevi derneğinde toplanan yardımlara ve dayanışmaya kayyum atanmıştır.

ANALİZ: Köylere yardımların geç ulaşmasında bazı bölgelerin kar, don vb. iklimsel nedenlerle coğrafi zorluklara sahip olması önemli bir faktör olmuştur ancak yolları kardan kapanan bu coğrafyalarda (Nurhak, Adıyaman’ın ya da Malatya’nın köyleri vb) normal zamanlarda bile gerçekleştirilmeyen yol açma çalışmalarının yapılmaması deprem sonrasında insanların hayatına mal olmuş, çoğu insanın da depremin ilk günlerinde temel ihtiyaçlara bile ulaşamamasına sebebiyet vermiştir.

BÖLÜM 4:  ÇADIR GEÇİCİ ÇÖZÜM İKEN ÇADIRSIZLIK KOŞULLARI

“Bahçemi bırakmak istemiyorum, bağımın yanında kurabileceğim bir çadır verin ne olur!”

“Gece çadırda nasıl uyuyabilirim üç kızım varken, gözümü bile kırpamıyorum”

TESPİTLER: Adıyaman merkezde çadır ulaştırılmayan insanların, enkazları başında, bu zor şartlarda sokakta geceleyerek cenazelerini bekledikleri görülmüştür. Maalesef koşulları gözlemlenecek çadır alanı oldukça az iken var olan çadır alanları ve yaşamın kendisi; sağlık, tuvalet, su, ısınma, güvenlik, elektrik, şehirden izolasyon gibi pek çok yetersizlik ve risk faktörü barındırmaktadır. Bölgede gözlemler yapılırken çadır alanlarının hala çok yetersiz düzeyde olduğu, gönderilen çadırların ise içerisinde soba olmadığı ve mevsime dayanıklı çadırlar olmadığı kaydedilmiştir. Malatya’da gece eksi 25 dereceye ulaşan hava sıcaklığı gibi iklim koşullarının zorluğu çadırlarda ısınma problemi yaşanmasına neden olmaktadır. Depremden etkilenen kişiler, çadırların su aldığını ve çocuklarının ıslandığını anlatmıştır. AFAD tarafından dağıtılan çadırların aynı zamanda çok yetersiz olduğu, 2 ailenin küçücük bir çadırda birlikte barınmaya mecbur bırakıldığı görüşmelerde dile getirilmiştir. Kadınların, çadır kentlerde ve diğer toplu yaşam alanlarında çok fazla problem yaşadığı, taciz ve şiddet riskinin arttığı görülmüştür. Elbistan’da görüştüğümüz bir avukat çadırkentte yaşanan çocuğa taciz vakasının adliyeye taşındığını aktarmıştır. Kadın örgütlerinin ve karma yapılardaki kadınların, depremden etkilenen kadınların hijyen ve giyim gibi acil ihtiyaçlarını karşılamak için çağrılar yaptığı gözlemlenmiştir. Kadınların depremden olumsuz etkilenmesini engellemek üzere yeni tanışıklıklar yaratma ve sohbet etme, emzirme ve giyinme alanları yaratma gibi çözümler üzerine de çalışmalar yapıldığı görülmüştür. Çadırkentlerdeki çocukların temel ihtiyaçlarının karşılanmasındaki büyük eksikler, çocukları hastalıklara karşı savunmasız yapmaktadır. Ruhsal olarak da zor süreçlerle başa çıkmak zorunda kalan çocukların müftülüklerce açılan kuran kurslarına gitmeleri istenmektedir. Buna karşın demokratik kitle örgütleri ve muhalif siyasi partilerin kurdukları çadırkentlerde çocukların hem temel ihtiyaçları giderilmeye çalışılmakta hem de psikososyal süreçlerini destekleyecek grup çalışmaları, oyun ve etkinlikler düzenlenmektedir. Sahada görüştüğümüz gönüllüler AFAD’ın çadırkentlerinin sivil toplumun çalışma yapmasına kapalı olduğu, silahlı kişilerce korunmasının çadırkentte kalanları psikolojik yönden olumsuz etkileyebileceği ve baskı yapabileceklerine ilişkin aktarımlarda bulundular.

Kentlerde genel anlamda şebeke suyunun olmaması, kanalizasyon sistemlerinin çökmesi ciddi hastalık ve hijyen sorunlarını birlikte getirmektedir. Türk Tabipler Birliği (TTB)’nin saha çalışmalarını yapan gönüllü sağlık ekiplerinin gittiği bölgelerin ve köylerin bazılarına hala daha yardım ulaşmadığı, üst solunum yolu enfeksiyonlarının, uyuz ve az da olsa ishal vakalarının olduğu söylenmiştir. Bazı bölgelerdeki gönüllülere yine gönüllü sağlık çalışanları tarafından tetanoz aşısının yapıldığı öğrenilmiştir.

AFAD’ın kurduğu çadırkentlerin yer seçimi Diyarbakır ve Hatay Samandağ örneklerinde olduğu gibi büyük problemlere kapı aralamaktadır. Çadırkentlerin sulak alanlara, su baskınının olabileceği, soğuk iklim koşuluna sahip yerlere ve şehir dışına kurulduğu görülmüştür. Dicle Nehri kenarında kurulan çadırkentin altyapı yetersizliğinin bulunduğu, 4200 çadırın atıklarının da Dicle Nehri’ni kirletebileceği gözlenmiştir. Telle etrafı çevrilmiş, korucular ve polis denetiminde olan çadırkentte havalar ısındıkça sivrisinek vb nedeniyle hastalıkların yayılması da kaçınılmaz olacaktır. 

Çadırkentlerin bu sorunlarının yanısıra bölgede pek çok yerde insanların evlerinin bulunduğu yerleri terk etmek istememeleri ve bu nedenle çadırkentler yerine evlerinin yanlarına tekil çadırlar kurdukları gözlemlenmiştir. İnsanların, hayvanlarından, samanlarından, bahçelerinden uzaklaşmaları mümkün olmadığı için çadır-konteyner kentlere haklı olarak göç etmek istememişlerdir. Kimi yerlerde bu çadırlar birkaç komşunun çadırlarını yan yana kurması şeklini almıştır. Bu tekil çadırlara dayanışma için bölgeye gelen demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler aracılığıyla gıda, hijyen malzemesi götürülmektedir.

ANALİZ: Çadırkentlerde kadına yönelik şiddet vakaları ve çocuk istismarı artmaktadır. Çadırın kendisi geçici, akut dönem çözümü iken; bu geçici yardımın dahi yapılmadığı, bu konuda da çok geç kalındığı gözlemlenmiştir. Çadırkent koşullarının sağlıklı olmaması ve toplumsal iyileşmeye uygun bir şekilde olmaması büyük bir sorunken yine dayanışma gruplarının kurdukları çadırlar devletinkilerine alternatif olarak insanların yaşam alanlarının iyileştiği alanlar olarak öne çıkmaktadır. Deprem bölgesinde yaşanan travmatik süreç, insanların sosyal yaşamdan koparıldığı, psikolojik destek alamadığı, kendi mahallesinden, sokağından şehir dışlarına sürülerek izole edildiği çadırkentlerde daha da büyüyecek, sosyal ve psikolojik sorunlara neden olacaktır. Su baskını riskinin olduğu noktalarda kurulan çadırkentler hem insanların yaşamını zorlaştıracak hem de su ekosistemlerine olumsuz etki edecektir. Kalıcı yerleşimlerin planlama esasında yapılması gerektiği baz alındığında geçici yerleşim alanlarının çadırkentlerin ve konteyner alanlarının nitelikli yapıya kavuşması şarttır.

BÖLÜM 5: TOPLUMSAL ÖRGÜTLÜLÜK, HUKUKİ DEĞİL “MEŞRU” EYLEMLİLİK HALİ

“Bu sobaları alın, siz ihtiyacı olanlara verirsiniz nasılsa ”(Askerlerden kriz masası deposuna)

“Bize yine halkımız koştu”(Depremden etkilenen kişi-Adıyaman)

TESPİTLER: Kentlerde halk dayanışmasını ören kurumlardan sendikalar, partiler ve depremden etkilenen kişilerle yaptığımız görüşmelerde bürokratik, hiyerarşik devlet yapısının yardımının dokunmadığı ve bu kurumlara her kesimin güveninin azaldığı bir zamanda; halk tarafından örgütlenen bu dayanışmanın hayat kurtarıcı etkileri görülmüştür. Bununla birlikte şehirlerin yerel dayanışma biçimleri ve örgütlenme şekillerinin kriz durumlarını atlatmada etkili olduğu gözlenmiştir.

Diyarbakır/Amed deneyimi, deprem başta olmak üzere toplumsal örgütlenme pratiği üzerine oldukça etkileyici bir örnek oluşturmuştur: depremin yaşanmasından hemen bir saat sonra Kent Koruma ve Dayanışma Platformu olarak toplanan kurumlar; çok hızlı bir koordinasyonla kentte söz sahibi olan her iradeyle ortaklaşarak bir dayanışma örmüş, kentin, devlete ve devletin kurumlarına ihtiyaç duymadan kendine yetebilmesini sağlamıştır. İlk birkaç gün kendi şehrinde yardımları ulaştırmak adına koordinasyonu sağlayan ve barınma alanlarını oluşturan Amed gönüllüleri depremin ikinci gününde diğer şehirlerin yardımına koşmaya başlamıştır.  Malatya’da yaptığımız görüşmelerdeyse; yardımların meslek odaları boyutuyla eksik kaldığı dile getirilmiş, sendikalar, partiler ve gönüllülerle birlikte çalışmalar yürüten bir kriz masasının da oluştuğu söylenmiştir. İlk günler gıda ve su sorunu olduğu fakat sonrasında yardımların geldiği kriz masaları tarafından aktarılırken, depremin iki hafta sonrasında ise artık yardım tırlarının gelmemeye başladığı söylenmiştir. Farklı şehirlerden gelerek çalışmalara destek sunan gönüllüler ve parti çalışanları şehirde demokratik toplum örgütlenmesinin zayıf olduğunu aktarmıştır. Nurhak’ta depremin ilk günlerinde kış şartlarından dolayı kapalı olan yolların normal zamanlarda da açılmadığı ve bu sebeple yardımların ulaşamadığı  öğrenilmiştir. Fakat belediyenin de katkısıyla yerelde ve dışarıda kurulan dayanışmayla insanların diğer şehirlere tahliye edildikleri, kalanlara ise çadır ve gıda sağlandığı ifade edilmiştir. Tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlayan insanların mutlaka bahar aylarında geri dönecekleri, yerel dayanışmayla da dönmeleri için uygun koşulların yaratılacağı aktarılmıştır. Hatay’da belediyenin, koordinasyon krizine hızlı bir çare bulamadığı yönünde eleştiriler aldığı görülmüştür. Adıyaman örneğinde ise kurulan örgütlülük ve koordinasyonun şehir merkezinden  köylere  kadar, devletin gitmediği  her yere ulaşarak işbirliğine dayalı bir çalışmayla depremden etkilenen yurttaşlarla dayanışma sergiledikleri görülmüştür. Burada bulunan gönüllüler kendileri de deprem travması yaşarken daha fazla zarar gören halkla dayanışma gücünü göstermiştir. Sol-devrimci parti ve örgütlenmelerin farklı alanlarda dayanışma alanlarının olması oldukça önemliyken bu örgütlenmeler arasında genel bir koordinasyonun olmaması/zayıf olması mahallede ve köylerde bulunan kişilerin kimi yerlerde yardıma ulaşmalarını zorlaştırıcı bir faktör olarak karşımıza çıkmıştır. Ziyaret edilen tüm bölgelerde görüşme yapılan kriz masası gönüllüleri ya da demokratik kitle örgütü ve parti temsilcileri, depremin kendi üzerilerinde yarattığı travmayı atlatmadan halkın ihtiyaçlarına koşmak zorunda olmanın zorluklarından bahsetmiş ancak bununla birlikte dayanışmanın kendi “iyi olma hal”lerini desteklediğini vurgulamışlardır.

ANALİZ: Afetin ilk günlerinde arama-kurtarma ve gıda-çadır yardımlarında ciddi eksiklikler gösteren, hiç olmayan devlet mekanizması karşısında halkın kendi örgütlenmesini sağladığı ve hızlı refleksler geliştirerek dayanışmayı ördüğü somut bir gerçektir. Egemen güçler dışında muhalif halk hareketleri ve kent üzerinde söz hakkı olan herkes yaşanılan felaket karşısında ekolojik, demokratik, onurlu bir yaşamı isterken ve yardımlaşırken koordineli bir şekilde çalışmakta, dayanışma gösterdikleri şehirlerde yardım çalışmalarını daha iyi yürütmekte ve dayanışmayı daha güçlü örmektedir. Kriz durumları; yerelden toplumsal birlikteliğin örülebildiği küçük kentlerde, metropolleşme ve merkezileşmenin arttığı büyük kente göre daha az hasarla atlatılabilmektedir. Afet alanlarında görülen gerçek; devletsiz de yaşamın mümkün olduğudur.

BÖLÜM 6: ENKAZ KALDIRMA VE YIKIM ÇALIŞMALARI HALK SAĞLIĞINI VE DOĞAYI TEHDİT EDİYOR

“Çöpler buraya döküldü, üstü de bu taşlarla kapatıldı” (Mileyha Sulak Alanı’nda arazisi olan bir kişi-Hatay)

“Şehrin içi özellikle ilk hafta çöplük doluydu, gelen bazı yardımlar bile bir köşeye atılıyordu. Şehrin içinden geçen Asi nehri, rengi hep koyu renkte akıyordu. Muhtemelen tüm atıklar nehre akıyordu. Hızlıca başlanan enkaz kaldırma çalışmalarında ise molozların nereye götürüldüğü hakkında bir bilgiye ulaşamadım.” (Ekoloji aktivisti-Hatay)

TESPİTLER: Adıyaman’da merkezde resmi kayıtların aksine 5000’in üzerinde bina yıkımı ve enkaz olabileceği söylenmektedir. Bu devasa  molozların Adıyaman’da dökülmeye başlandığı yer, Adıyaman Belediyesi imzalı ‘Moloz dökmek yasaktır’ tabelasının olduğu bir dere yatağıdır. Molozların boşaltıldığı dere yatağındaki su, Antep ve Urfa halkının içme suyunun karşılandığı Karakaya Barajı’na karışmaktadır. Molozların biriktirildiği alan aynı zamanda yerleşim yerlerine yakın olup oradaki halk sağlığını da tehdit etmektedir.

Hatay Samandağı’nda bulunan, kuşların göç yolu ve endemik bitkilerin üreme alanı olan Mileyha Sulak Alanı’na yine moloz ve atıkların boşaltıldığı, canlı çeşitliliğinin ve insan sağlığının, hava ve su varlığının tehlikeye atıldığı görülmüştür. Oluşan kamuoyu baskısı sonucu Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yetkililerince yapılan ‘doğal alanlara döküm olmayacak’ açıklamalarına rağmen enkazların bu alanlara dökülmeye devam edildiği gözlenmiştir.

ANALİZ: Tüm ekosistemi zehirleyebilecek asbest, kimyasallar ve diğer zararlı maddeler havayı, suyu, toprağı, besinleri etkileyerek olumsuz etkilerini nesiller boyu yaşayacağımız bir duruma neden olmaktadır. Deprem esnasında yıkılmayan binaların takip eden günlerde yıkılması çalışması insanların yaşam alanı olmaya devam eden bu bölgelerdeki halk sağlığı riskini daha da arttırmaktadır. Ayrıştırma ve geri dönüşüm yapılmadan enkaz molozları taşınamaz. Binalar yapım yıllarına göre ayrıştırılmalı, asbest ve kirleticiler açısından bir analiz gerçekleştirilmeli,asbestli binalar için asbest uzmanları görevlendirilmelidir. Asbest bertaraf tesisleri hızlıca çoğaltılmalı, asbestin bertarafı sağlanmalı, hafriyat taşıyan kamyonların üstü kapatılmalıdır. Enkazlardan çıkan plastiklerin çoğunluğu PVC ve poliüretan ya da kompozit dış kaplamadır. Bu ürünlerin geri dönüşümü yoktur, bu ürünleri yakmak ise başka ekolojik maliyetler doğuracaktır. Yıkılmış binalarda ayrıştırmalar yapılmalı, henüz yıkılmamış olanlarda ise tekrar kullanılabilir malzemeler, izolasyon malzemeleri, pencereler ve diğer aksamlar sökülerek yıkılmalı ardından da tozuma için önlem alınmalıdır.  

Atık yönetmeliğine göre hafriyat ve yıkım alanlarının atıklarının boşaltılacağı alanlar önceden belirlenmelidir. Bu alanların gelişi güzel seçilmesi, kontrolsüz bir biçimde boş alanlara, vadilere, su havzalarına dökülerek devasa moloz yığınları yaratılması, hem doğaya hem de insan sağlığına yönelik ciddi hasarlar yaratmaktadır. Bu, ilgili kişi ve kurumların görevi kötüye kullanma, görevi ihmal etme, halk sağlığını, doğayı ve biyoçeşitliliği tehdit etme suçlarını oluşturmaktadır. Beton yapılaşmanın yükü sadece can kaybıyla ödenmemiştir, nesiller boyu olumsuz etkisini yaşayacağımız bu süreç doğaya içkin olmayan ve bertarafı mümkün olmayan hiçbir maddenin üretilmemesi gerektiğini zorunlu kılmaktadır.

BÖLÜM 7: HAYVAN HAKLARI YOK İKEN … YİNE DE HAYVAN ÖZGÜRLÜĞÜ  

AFAD: “Önceliğimiz insan”

Köylü: “Önce kuzularımız için çadır getirin”

TESPİTLER: 10 ilde yaşanan bu depremle birlikte hayvanların çoğu öncelikli olarak enkaz nedeniyle, enfeksiyon ve fiziksel yaralanmalarla can vermiştir. Köylere çok geç giden yardım ve köylerde hiç yapılmayan arama-kurtarma durumu özellikle geçim kaynağı hayvancılık olan yerelde ahırların enkaz altında kalmasına ve  çok fazla hayvanın ölümüne neden olmuştur. Köylerde yaşayan insanlar hayvanlar için yardım istemiş, kendilerinden önce onlar için çadır talebinde bulunmuşlardır. Kimi yerlerde büyükbaş hayvanlar köylülerden normaldeki değerlerinin beşte birine satın alınmış ve bu mağduriyette de fırsatçılık yaşanmıştır. Çoğu kentte binalarda hayvanlar varken kepçeyle binalar yıkılmış ve bazı yerlerde “önceliğimiz insan” denilerek canlıların yaşamı yok sayılmıştır.

Malatya’da kent merkezinde ifade edilen “pek çok evcil hayvan evlerde mahsur kaldı. Evlerini terk eden insanlar sonrasında hasarlı evlere giremedi. Sokak hayvanları açlık ve susuzluk tehlikesiyle karşı karşıya ve hayvanlar için yardım çalışması yürüten bir devlet kurumu yok. Gönüllüler ve STK’lar gelirse ancak bir şeyler yapılabiliyor.” olmuştur.

Hatay’da gönüllülerle yapılan görüşmede; insanların evlerde çok fazla kanarya, kuş beslediği ve kurtarıldıkları iletilmiştir. Depremden sonraki günlerde veterinerlerde ciddi bir yoğunluk olduğu görülmüş  ve günde en az 300 hayvanın sağlık desteği için kendilerine getirildiği ifade edilmiştir. Hayvanların kurtarılması, bölgeden taşınması ve veterinerlerle müdahale edildikten sonra yeniden yuvarlandırılması çalışmaları pek çok gönüllü örgütlenme tarafından yürütülmektedir.

ANALİZ: Evlerde kafeslere konulan ve bireylerin estetik -sevgi-nesne ihtiyacıyla dairelere hapsettiği kuşlar ve hayvanlar deprem anında evlerde bırakılmış ve ölüm riskiyle bırakılarak yalnızlaştırılmıştır. Kırsalda bazı alanlarda “mal” diye ifade edilen hayvanlar konusunda da etik bir politikanın ve ekolojik bakışın olmadığını görmek mümkündür.

Hayvanlar için arama-kurtarma mekanizmaları çalışmamış, devlet aklı türcü davranarak hayvanları kırsalda ve kentte ölüme terk etmiştir. Bu nedenle hayvanlar için arama kurtarma ekipleri olmalı ya da kurumlarda canlı kurtarmanın ilk gereklilik olduğu ilkesi uygulanmalı; uygulanmadığında cezai yaptırımları olmalıdır.

Doğal yaşam alanları sağlamak yerine kafeslere ve dairelere hapsedilen  hayvanlar kriz durumlarda kaçmak adına doğal yeteneklerini kullanamazken onları kurtaran bir vicdan ve akıl mekanizması da ne yasal anlamda ne zihniyet anlamında iktidar aklında bulunmamaktadır. Doğal yaşam alanlarından uzaklaştırılan ve beslenme sistemi endüstri tarafından belirlenen canlılar mamadan başka bir gıda yiyemez hale getirildiğinden bu durum kriz anlarda ihtiyacı karşılayamama riski doğurmuştur.

Kentlerden  göç eden nüfus sonrasında insansızlaşan şehirlerde hayvanlar için mama ve su dağıtımına devam etmek hayati öneme sahiptir. Kopan elektrik kablolarının da tehlike saçtığı hayalet şehirlerde dayanışmayı tüm türler için sürdürmek mücadelenin devamlılığı açısından çok değerlidir. İnsanlar için travma yaratan süreçler aynı şekilde yerlerinden edinen, türlerinden uzaklaştırılan ve günlerce aç-susuz kalan hayvanlar için de travma sonrası stres tepkilerine yol açmaktadır. Hayvanlarla birlikte yeni bir toplumsal düzenin inşasına gidilerek  yaşam alanları çoğaltılmalı, hayvan hakları yerine hayvan özgürlüğü etik ve politikası geliştirilmelidir.

BÖLÜM 8: BİR DEVLET POLİTİKASI OLARAK; İNSANSIZLAŞTIRMA

Bu durum bir kültür ve hafıza yıkımıdır aynı zamanda. İnsanların geri dönebilmesi ve hafızaya sahip çıkmak adına yaşam şartları oluşturmalıyız.“

“Arap Alevi varlığının bir arada olabildiği tek şehirdi ve şimdi dağılmaya mecbur edildik.”

“Bizim insanımız döner, köyüne geri döner”

TESPİTLER: Görüştüğümüz kişiler yardımlar için deprem alanında kaldıklarını ve ailelerini başka yerlere gönderdiklerini anlattılar. Tüm uğrak noktalarımızdaki görüşmelerden çıkan ortak sonuç ise depremden sonraki günlerde milyonlarca insanın bulundukları şehirlerden göç etmek zorunda kaldığıdır. En az 50 bin çocuğun ebeveynleri ile birlikte farklı şehirlere göç ettiği bilinmektedir. Depremin hemen ardından imkanı olanlar ve enkazda cenazesi olmayanlar başka şehirlere ya da köy/yazlık evlerine ya da akraba, eş, dost yanına yerleşmeye gittiler ve buralarda fazla nüfusla bir arada yaşamaya başladılar. Yıkım alanlarında kalanlar gidecek yeri olmayanlar ve yoksullarla, yaşadıkları yerleri ne olursa olsun terk etmemek isteyenler oldu.

Göç olgusunun kimi yerler için kalıcı bir hal alacağı, kimi yerler için ise geçici olabileceği gözlemlenmiştir. Yapılan görüşmelerde, Kürt-Alevi nüfusun yoğun olduğu yerler için devletin insansızlaştırma politikasının daha hissedilir olduğu, yardımların ulaştırılmasında bu yerleşim yerlerine uygulanan ayrımcılığa bağlı olarak bunun çok net görülebilir olduğu iletilmiştir. Hükümet yanlısı, MHP’li olarak bilinen Sünni köylerine çadır vb yardımların görece sağlandığı, bu köylerde hiç yıkılmış ve hasarlı ev yokken neredeyse her evin bahçesinde AFAD çadırının olmasının dikkat çektiği sahadaki gönüllülerce paylaşılmıştır.. Nurhak’ta depremin ilk günlerinde kendi çabalarıyla çoğu insanın başka şehirlere tahliyesinin sağlandığı dile getirilirken, yerelin tarım ve hayvancılıkla geçimini sağlaması ve kendi içlerindeki dayanışmaya dayanarak hepsinin bahar aylarında mutlaka döneceği ve kalıcı göçün bu küçük yerleşim alanı için geçerli olmayacağı dile getirilmiştir. Aynı durum Hatay’da toprakla ve kendi kadim kültürüyle bağı olan insanlar için de ifade edilmiştir.

ANALİZ: Hem bir ekokırım hem de güvenlik-savaş politikası olarak bölgede baraj yapımlarının Alevi-Kürt nüfusu köyden kente göç ettirdiği şimdi de acımasız rant politikaları sonucunda depremden sonra da zorunlu bir diğer göçe tabi tutuldukları gerçeği gözler önünde durmaktadır. Maraş’ta katliam zamanında da yaşanan kaygılar ve şehirde zor tutunma durumu; yaşanan bu zor zamanların devlet eliyle daha zor hale getirilmesi, devletin yerelde geçici ve nitelikli bir yaşam alanı oluşturmaması göçü sonuç haline getirmektedir. Özellikle Hatay Samandağ’ın çok kimlikli yapısı yaşanan büyük göç ve kimliksiz acele kent inşası politikalarıyla bir kültür ve hafıza yıkımı riskini doğurmaktadır. Depremin meydana geldiği 10 ildeki toplam nüfus 13 milyonu bulmaktadır. Sayıyı henüz tam olarak bilmesek de depremden etkilenen insanların yaşam alanlarını terk ettiğini hesaba kattığımızda demografik yapıların oldukça değişeceğini, kentlerin kimlik ve hafıza kaybına uğrayabileceğini söylemek mümkündür.

Bölgenin demografik yapısının değişimi bununla sınırlı kalmayarak aynı zamanda bir sınıfsal değişimi de beraberinde getirmektedir. Göç eden insanlar gittikleri yerlerde ucuz işgücü olarak çalışmak zorunda kalacak, şehirden köye ya da bir başka şehre yerleşenler ve geride bir ev ya da arazi vb.leri olmayan kişiler için geriye dönüş oldukça zorlu olacaktır. Özellikle deprem bölgesinde bir süre sonra yeniden yerleşim maddi olarak herkesi zorlayacaktır.  Tüm bunlara rağmen yaşadıkları yerleri terk etmeyenlerin ve dayanışma ağlarının varlığı göçün etkisini ve yıkımını en aza indirgeyecek faktörlerdir.

BÖLÜM 9: YAŞAM MÜCADELESİ VERİLEN BÖLGEDE ÖZEL SAVAŞ VE DÜŞMANLAŞTIRMA POLİTİKALARI, SALDIRILAR

“Maraş merkeze giremiyoruz, sivil faşist gruplar şeklinde görülen çeteler ve yağmacılar var”

Genç erkeklerin yüzlerini çekiyorlar ve jandarma tarafından gençlere dayak-linç olayları çok fazla.” (KESK üyesi, depremde  yakınlarını, evini kaybeden bir öğretmen-Hatay)

“Silahlı siviller gördük,  100-150 kişilik silahlı gruplar Allahu ekber nidalarıyla şehirde gezdi. Militarist bu gruplar zaten travmatize durumda olan halkı çok korkutuyor. Hatay’da müthiş bir sessizlik ve korku hali var ki kaçabilen kaçmış.”

TESPİTLER: Deprem bölgesinde güvenlik güçlerinin kentteki varlığının, yıkım merkezlerinde depremin etkisindeki insanların tedirginliğini arttırdığı gözlemlenmiştir. Sokaklarda devriye dolaşan, bir savaş görüntüsü çizen bu birliklere mensup olanların bölgede uyguladıkları işkence ve şiddet görüntülerinin sosyal medyaya düştüğü gerçeğiyle birlikte yıkım alanlarında bir gerginlik havasının hakim olmuştur. Özel harekat birliklerinin tanınmayacak şekilde üstlerinde bomba, silah ve ekipmanla gezmesi bu durumu pekiştirmektedir. Bu durum çocukları oldukça korkutmaktadır. Buna ilaveten; Hatay’da geceleri, insanları tedirgin edecek helikopter uçuşu yapılmaktadır. Görüşmelerimiz esnasında, jandarmanın arama noktalarında özellikle genç erkeklerin yakın plan fotoğraflarını çekip, kayıt altına almasının özellikle gönüllüler üzerinde baskı yaratma tehdidi olarak algılandığına yönelik aktarımlar yapılmıştır. Diyarbakır’daki çadırkentin de tel örgülerle çevrili olduğu, polis ve korucular denetiminde olduğu aktarılmıştır.

Bölgede mülteciler, göçmenler üzerinden yaratılan gerginliğin yine göçmenlerin geçici yerleşim alanlarında bile ayrımcılığa ve saldırıya uğramalarına neden olduğu aktarılmıştır. Hatay’da yapılan görüşmelerde mültecilerin olduğu çadırda dayak yemeyenin olmadığı ve göçmenlerin dışarı çıkmaktan dahi korktukları anlatılmıştır. Kendi evlerindeki eşyaları bile alamadıkları, yerleştikleri çadır kentin dışına her an çıktıklarında şiddete uğrayacaklarını göze alarak çıktıklar söylenmiştir. Bu şiddeti kimin uyguladığı sorulduğunda ise Hatay’da yaşayanların yaptığına ihtimal vermediklerini daha çok jandarma, asker ya da devletin yönlendirdiği radikal İslamcı gruplar olduğunu dile getirmişlerdir. Bölgede göçmen olamayan ancak ana dili Arapça olan yerli halkın da bu saldırının hedefinde olduğu söylenmiştir. Şehirlerde “Allahu Ekber” nidalarıyla dolaşan gruplardan bahsedilmiştir.

ANALİZ: Depremin ardından yardıma koşmayan ve yardımları engelleyen devlet OHAL ilan etmiş, askerler, jandarma ve diğer kolluk kuvvetleri  enkazlarla dolu sokaklara arama-kurtarma için değil travmatize olmuş halka daha da korku salmak için girmiştir. Medyada yaratılan yağmacı, talancı algısıyla toplumdaki öfke ise göçmenlere yönlendirilmek istenmektedir. Depremden etkilenenler için uzatılmayan el; kolluk kuvvetleri tarafından halktaki öfke unutturulmak istenircesine ötekiye, mülteciye ve bazen Suriyeli denilerek Kürde, Aleviye  şiddet olarak geri dönmektedir. Depremin etkileri sınırlar ötesi bir yıkım yaratmışken, halklar arası dayanışmayı da hem göçmenlerle hem de Suriye’de depremden etkilenenlerle dayanışarak kurmak bir zorunluluktur. Suriye’de de binlerce insan enkaz altında hayatını kaybederken, devlet desteği alamayan Suriyeliler arama-kurtarma çalışmalarında tamamen yalnız bırakıldılar. Ülkelerindeki savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyeli mülteciler de daha savaşın acılarını saramadan yakalandıkları depremden çok ağır etkilendiler; binlerce Suriyeli Türkiye’de enkaz altında kalarak can verdi. Çok sayıda mülteciye acilen gıda, barınma, eğitim, sağlık konularında destek olunması gerekiyor.

10.BÖLÜM: SONUÇ: YENİ YAŞAMI NASIL VAR EDEBİLİRİZ, EKOLOJİK BİR YAŞAM MÜMKÜN

Burada insanlar tarım yaptığı, aidiyet hissettiği toprağının yakınında bir ev ister. İhtiyaç kriterini belirlememiz gerekir, büyük evler siteler ihtiyacımız değildir. Ekolojik küçük evler bahçelerimizin yanında olmalı.” (Nurhak)

“Ekolojik bir kent için asıl örgütlememiz gereken zihni doğadır. Zihniyet değişimi; ahlaki ekolojik bir duruşu getirir. Ahlaki duruş ise yaşam alanı seçimlerimizi belirler. Bu ahlaki duruş kapitalizmde olmayandır.” (Maraş-Narlı)

“Kenti hafızaya, kültüre kavuşturacak bir şeyler yapmalıyız. Çadır mahallelerimiz olsaydı..İrade bize bırakılsa, kendi elimizle yaparız inşa ederiz gerekirse.”(Hatay)

“Yaşam alanı olarak mı ticaret-rant odaklı mı inşa edilecek? Yaşam alanı değilmiş belli ki yıkılan hiçbir ev.. bize yaşam alanı lazım.” (Hatay)

Hiyerarşik, bürokratik ve etik anlayışı olmayan işlevsiz kurumlarıyla devletin halka koşmadığı noktada yerelin ve kentin kendi örgütlülüğüyle etik bir kent yaşamı örmesi neden mümkün olmasın?

Bu perspektiften hareketle önermelerimiz:

> Deprem sonrası başka illere göç etmek zorunda kalan insanların konut ve arsalarına kesinlikle el koyulmamalı, depremle yıkılan alanlar insansızlaştırılmamalı, yeniden kurulum sırasında özellikle farklı etnik yapı ve mezheplerden gruplar ile mülteciler ayrımcılığa maruz bırakılmamalıdır.

> Kırsal alanlarda yaşayan köylüler geçici barınma gerekçesiyle bile olsa topraklarından koparılmamalı, doğayla organik bağları zedelenmemelidir. Köydeki yaşamın sürdürülebilirliği için köylerdeki hayvanlara yem teminine öncelik verilmelidir.

> Depremin yaralarını sarmaya yönelik tüm politikalar, mevcut sosyal dokuyu korumaya ve yeniden kazanmaya yönelik olmalıdır. İşyerlerini kaybeden ve mülksüzleşen esnafın, yarı köle koşullarında, kayıt dışı sektörlerde sömürülmesine engel olunmalı, işlerini yeniden kurmak için yeterli ve karşılıksız devlet desteği sağlanmalıdır.

> Depremin bir felakete dönüşmesinin gerçek sorumluları tüm idare kademeleri atlanmadan gerçek yargılanmaya tabi tutulmalıdır.

> Yeni imar alanları içinde tarım alanları, dere yatakları ve biyoçeşitlilik açısından önemli olan alanlar kesinlikle yer almamalıdır.

> Hükümetin, depremi kendi yandaş sermayedarları için fırsata çevirmesine izin verilmemeli, sözde enerji ihtiyacıyla başta fosil yakıtlı olmak üzere yeni santraller kurulmamalı, mevcutlarda kapasite artırılmamalı, betona dayalı inşaatlar, yeni çimento ve demir-çelik tesislerinin tam kapasite devreye girmesinin gerekçesi olmamalıdır.

> Yeni yaşam alanlarının oluşturulma süreci aceleye getirilmemeli,  yerelden insanların ortak istek ve kararı ile oluşturulmalıdır.

> Kurulacak yeni yaşam alanı sadece evlerden ve ortak yaşam alanı oluşturacağı söylenilen park vb. yerlerden oluşamaz. Toplumsal yaşamın hayat bulacağı kolektif, dayanışmacı, üretken ve ekolojik yeni yaşam alanları oluşturulmalıdır.

> Yerelde tüm kurulacak yeni yerleşim yerlerinin (kent ya da köy) ihtiyaçları tarihi, kültürü, halkların talepleri gözetilerek gerçekçi planlamalar doğrultusunda mikro bölgeleme çalışmalarıyla rant ve talan politikalarına kapalı olarak  oluşturulmalıdır.

> Yüzyıllar boyunca yaşayacağımız kentlerin aceleye getirilmeden, kimliksizleştirilmeden kurulması gerekmektedir.

> Toplumsal hafıza, ileriye dönük yaşamın taşıyıcısıdır. Yaşadığımız deprem dahil öncesi ve sonrasındaki tüm toplumsal hafızanın yok edilmemesi gerekmektedir, bunun için tarihi ve kültürel yapılar korunmalı ve yaşam alanının tarihi yapısına uygun mimari anlayış benimsenmelidir.

> Yeniden yapılanmada geleneksel meslekleri de kapsayan soyut kültürel miras korunmalıdır.

> Meydanlar kentlerin hafızası ve ortak yaşam ve mücadele alanları olan meydanlar yapılmalı, bu meydanlar toplumlar arası kültürel çeşitliliği korumak, etkileşimi sağlamak ve demokratik işleyişi çoğaltmak için kullanılmalıdır.

> Kentsel alanlar kadın, çocuk, erkek, engelli olarak sınıflandırılmamalı ve yaşam alanları bütünsel olarak ele alınmalıdır. Kentleri, kamusal alan kullanımı toplumsal, politik ve ekonomik olarak sınırlandırılmış kesimlerin erişimine açmak için gerekli düzenlemeler yapılmalıdır.

> Doğa üzerindeki mülkiyetçilik nasıl rantı doğuruyorsa hayvan üzerinde de mülkiyetçi bakış bireyci kapitalist bakışı ortaya doğurmaktadır.  Hayvanlarla birlikte yaşam, hayvanların bakımı ve beslenmesi toplumsal yaşamın yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir. Bu yeniden düzenlenme tüm türlerin yaşam hakkı ve eşitliği gözetilerek inşa edilmelidir.

> ‘Temsili demokrasi’ ve diğer hiyerarşik modellerin yerine, kentler, yaşamın her alanında kendi kendine yeten, radikal demokrasinin ifadesi olan halk meclisleri ve benzeri katılımcı araçlarla kararlar alabilen bir yatay örgütlenme modeline sahip olmalıdır.

Halk sağlığı uzmanı: Enkazın usulsüzce kaldırılması hakikati gizleme çabasıdır

0

SEMSÛR – Enkaz kaldırma işlemlerini değerlendiren Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Zincir, “Arama ve kurtarma için hiç acele etmeyen rejimin, enkazı usulüne uygun olmayan transferi trajiktir. Hakikati gizleme çabası ve sağlık açısından skandaldır” dedi.

Depremin harabeye çevirdiği Semsûr’da resmi verilere göre bin 485 bina tamamen yıkılırken, 5 bin civarında binanın ise ağır hasarlı olduğu ve acil yıkılması gerektiği belirtildi. Resmi olmayan verilere göre ise, en az 11 bin kişinin hayatını kaybettiği ve yüzbinlerce kişinin sokaklarda kaldığı kentte, depremin 5’inci gününden sonra enkaz kaldırma çalışmaları başlatıldı. Arama kurtarma çalışmaları bitmeden yıkılan binaların enkazlarının kepçelerle kaldırılması büyük tepkiye neden oldu. Kaldırılan enkazlar ise kentin bitişiğindeki dere yatağına dökülüyor. Adıyaman Organize Sanayi Bölgesi (OSB) yanında bulunan Eğriçay deresinin yan koluna dökülen molozların toplum sağlığı ve ilerleyen süreçlerde kentsel sorunlara yol açacağını söyleyen Halk Sağlığı Uzmanı Prof. Dr. Mehmet Zincir, yaşanacak tehlikelere dikkat çekti.

KENTİN MOZAİĞİNİ DEĞİŞTİRME TEHLİKESİ

Kentin yerle bir olmasının halk sağlığı üzerindeki etkilerine dair konuşan Zincir, şu an daha çok fiziksel sağlık üzerinden değerlendirmeler yapıldığını, bununla birlikte kültürel, sosyal ve siyasal sağlığın çok daha ciddi sorunlara yol açtığını ifade etti. Kentin tarihsel ve kültürel belleğinin yok olduğuna işaret eden Zincir, “Bizler için anlamı olan birçok mekân, anılarımızla birlikte yok oluyor. Dahası restorasyon hedefli toplumdan kopuk müdahaleler asimilasyon başta olmak üzere kentin mozaiğini değiştirme yönlü siyasal tehlikeleri de içinde barındırıyor. Henüz bireysel ve kolektif yas sürecini tamamlamayan yöre halkında kalıcılaşma potansiyeli taşıyan psikolojik sorunlara da yol açabiliyor” diye konuştu.

ENKAZLAR KİMYASAL ATIK BARINDIRIYOR

Fiziksel olarak enkazların çok çeşitli kimyasal atıklar barındırdığını dile getiren Zincir, başta asbest olmak üzere radon gazı gibi kanserojen maddelerin havaya karıştığını, bunların uzun süreli solunmasının akciğer kanseri ve akciğer zarı kanserine (mezotelyama) yol açabildiğini belirtti. Kentte yıkılan binalarda sağlıklı bir tarama yapılmadan alelacele başlatılan enkaz kaldırma çalışalarına dair ise Zincir, “Toplum sağlığı için en önemli kısım cenazelerin inanç ve ritüellere uygun defnedilmemesi, yakınlarının cenazesine erişememe, vücut bütünlüğünün bozulması vb. yaratacağı psikolojik sorunlardır. Yine ertelenmiş ya da uzamış yas süreci de ciddi bir sorundur” dedi.

HAKİKATİ GİZLEME ÇABASI

Enkaz çalışmalarının ayrıştırmadan, cesetlere dahi ulaşılmadan hızla gelişi güzel depolanması ve gözden uzak yere transferinin başlı başına bir sorun olduğuna vurgu yapan Zincir, “Arama ve kurtarma için hiç acele etmeyen rejimin, enkazı usulüne uygun olmayan transferi trajiktir. Hakikati gizleme çabasıdır, delil karartmadır ve sağlık açısından skandaldır. Tabii ki ayrıştırılmayan moloz yığınlarının içinde ilk dikkati çeken tehlike asbesttir. Fotoğraflarda görüldüğü gibi toz yığınları kentin tümü için kanserojen tehdittir. Enkaz çalışanları için bu tehdit kat ve kat daha büyüktür. San Paulo Gemisi de birçok atık yanında asbest ile gündeme gelmişti. Geminin sökümünü engellemek için ciddi bir mücadele verilmişti. Şimdi karşımızda olanın yüzlerce gemi olduğunun altının çizebiliriz” diye konuştu.

WHO VE BM PROGRAMI UYGULANMALI

Enkaz çalışmalarının usulüne uygun, kontrollü depolama işlevi ile yapılması gerektiğini belirten Zincir, şunların altını çizdi: “Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Birleşmiş Milletler (BM) Çevre Programı tarafından 2008 yılında hazırlanan teknik bilgi notunda depremden etkilenen bölgelerde temizlik riskinin nasıl kontrol altına alınacağı ve asbest atıklarının güvenli bir şekilde nasıl bertaraf edileceği konusunda bir kılavuz sunmaktadır. Bu konuda işlenmesi gereken yolları başlıklar altında söyleyebiliriz. Asbest tehlikeli atık olarak kabul edilerek bertaraf edilmesi zorunludur. Islatma yoluyla solunabilir asbestin atmosfere salınımını en aza indirmek; insanların asbestle temas etme derecesini en aza indirmek gerekiyor. Asbest içeren malzemeleri düzenli depolama sahalarında bertaraf etmek lazım. Böyle bir sahada bir astar ve sızıntı suyu toplama sistemi ve yeni depolanan atıkların hemen uygun bir inert malzeme tabakasıyla kaplanması için uygun bir sistemin kurulması gerekiyor. Düzenli depolama sahalarının mevcut olmaması veya depremden zarar görmesi durumunda, asbest atıklarının geçici depolanması için sahalar belirlenmek ve hazırlamakta gerekiyor. Asbest atıklarını yakarak bertaraf etmemek gerekiyor.”

ÇALIŞANLARIN KORUNMASI 

Temizlik çalışmalarına katılan kişilere asbestin ne olduğunu, nerede bulunabileceğini, tehlikelerinin neler olduğunu ve güvenli bir şekilde nasıl ele alınıp bertaraf edileceğini açıklayan basit ve anlaşılması kolay bilgilerin anlatılması gerektiğine dikkat çeken Zincir, “Eğitimli personel, asbest içeren malzemelerin bulunabileceği sahaları inceleyerek malzemelerin türünü, arz ettiği tehlikeyi ve en güvenli hareket tarzını belirlemeli. Asgari önlem olarak, işçilere eldiven, gözlük, tek kullanımlık giysi veya yedek giysi (işçilerin kirlenmiş giysileri eve götürmemesi için) ve tek kullanımlık toz maskeleri (FFP3) kullanması gerekiyor. Asbest liflerinin çalışma sahası dışına yayılma riskini en aza indirmek için yemek yemeden, bir şey içmeden veya sigara içmeden önce ve eve dönmeden önce yıkanmaları gerektiğinin farkında olmalarını sağlamalıdır” şeklinde konuştu.

Zincir, çalışanların yanında toplumun geneli içinde alınması gereken önlemleri şöyle sıraladı:

“*İnşaat molozu yığınlarının bulunduğu alanlara, yıkım alanlarına ve atık sahalarına erişimi kısıtlamak, Özellikle çocukları uzak tutmak,

*Asbest içeren malzemelerle kirlenmiş yüzeyleri ıslak yöntemler kullanarak temizlemek; Toz almamak; süpürmemek veya ev tipi elektrikli süpürge kullanmamak;

*Asbest içeren malzeme yığınlarını, güvenli bir şekilde depolanana veya bertaraf edilene kadar, örneğin branda veya plastik levhalarla kapalı tutmak;

*Malzemeleri taşımadan önce iyice ıslatmak; Asbest içeren atık malzemeleri güvenli bir şekilde bertaraf edilinceye kadar sızdırmaz kaplarda saklamak ve konteynerler üzerine tehlike uyarısı eklemek.

*Enkaz çalışmalarını izleyen halkın tek kullanımlık toz maskeleri (FFP2) kullanması gerekir; hatta enkaz çalışmalarının fazla olduğu, etrafta tozun yoğun olduğu bugünlerde FFP2 türü maskeyi düzenli kullanılması önemlidir.

*Toplum sağlığı için ciddi tehdit olan konularda kararların meslek örgütleri ve konun uzmanı derneklerle, toplumun katılımıyla alınması kritik önemdedir. Karar alma sürecinin demokratikleşmesi, alınan kararların uygulamasını da kolaylaştıracak ve kaygıları azaltacaktır.”

MA / Ömer Akın

Ekoloji örgütlerinden açıklama: Hızlı kentleşme sorun doğurur

0

HDP, HDK ve ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi depreme ilişkin açıklama yaptı: Yönetim enkaz altında kaldı

Halkların Demokratik Partisi (HDP) Ekoloji Komisyonu, Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Ekoloji Meclisi ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi, depremin ekolojik etkilerini, çadır kentlerde yaşanan barınma sorunlarını ve depremde gösterilen dayanışmaya ilişkin HDP Peyas ilçe binasında basın bilgilendirme toplantısı düzenledi.

‘Hiç bir şey yokmuş gibi davranıyor’

Burada konuşan HDP Ekoloji Komisyonundan Sorumlu Eş Genel Başkan Yardımcısı Naci Sönmez, deprem sonrası yaşanan politik sürece değindi. Dayanışma ve birlikle süreci aşacaklarını dile getiren Sönmez, “4-5 gündür yaptığımız temaslar sonucunda görüyoruz ki aslında yönetim enkaz altında kaldı ve yeni bir afet yaratıldı. İnşaata dayalı bir çöküşün göstergesidir. Yıkım böyle olmadan önce herhangi bir afetin olması gerekmezdi. Bunu kabul etmiyoruz. İktidar kendi güçsüzlüğünü, ilk günden itibaren sahada olmadığını, sivil topluma dayanışma gösterenlere karşı gösterdiği tavrı da hepimiz gördük” dedi.

Kentleşme bir sorun

HDK Ekoloji Meclisi Üyesi İldem Kibar da, depremin etkilerine ve kurulan çadırlarda yaşanan barınma sorunlarına değindi. İlden, “Sahada yaptığımız incelemelerde, deprem bölgelerinde kurulan çadır alanlarında, 100 kişiye yakın insanın tek bir tuvaleti kullanıldığını gördük. Depremin ardından, iktidarın söylemlerine göre Hatay’da bir yapılaşma kararı var. Yeniden yapılacak olan hızlı bir kentleşme de büyük sorunları doğuracak. Hızlı politikalar yerine, bileme ve doğaya yakın bir perspektif tercih edilmeli. Yaşamını yitirenler ölüye saygı gösterilerek gömülmeli” diye konuştu.

Çadır kentler sorunu

Depremin yaşandığı 11 kentte devam eden, çevre sorunları ve ekolojik etkileri anlatan HDP Ekoloji Komisyon Üyesi Melis Tantan ise yürütülen güvenlik politikalarını eleştirdi. Depremin etkisinin büyüklüğüne dikkati çeken Tantan, şöyle devam etti: “Depremden sonra yapılacak olan binalarda insan hayatını tehlikeye atan projelerden kaçmak gerekiyor. Yaşanan yıkımdan ders çıkarılması gerekiyor. Depremden sonra kurulan çadır kentlerin, özellikle Amed’te Dicle Nehri kenarında, Samandağ da deniz kenarına kurulan çadırlar, yaşam alanlarına uygun yerlerde değil. Kurulan çadır kentler insanı ve yaşamı önemseyecek politikalar bağlamında değil.”

Tüm ülkeyi etkiledi

Depremin 15 milyonu etkileyen bir felakete dönüştüğünü ifade eden Mezopotamya Ekoloji Hareketi Sözcüsü Derya Aykol ise, deprem bölgelerinde yaşana sorunların tüm ülkeyi etkilediğini belirtti. Aykol, sözlerini şöyle sürdürdü: “Deprem, 15 milyon kadar insanı etkileyen bir felakete dönüştü. Hava koşulları, çadır kentlerin kurulmasına uygun değil. İnsanların deprem alanlarında gösterdiği dayanışma da büyüktü. Depremler devam ederken, insanlar farklı şehirlere gidemez. 2 gün önce Hatay’ın Samandağ ve Defne ilçelerinde yaşanan depremler, halkta büyük paniğe neden oldu. Yaşanan depremlerde, birçok depremzede şehirlerini terk etmek zorunda kaldı. Kaç gündür Diyar Galeria’da kurtarılmayı bekleyen hayvanlar var ve o kadar çağrı yapılmasına rağmen göz göre göre yıkıyorlar ve herkes sessiz.”

ÇAĞRIMIZDIR

0

DEMOKRASİ GÜÇLERİNİ, EMEK VE MESLEK ODALARINI, EKOLOJİ ÖRGÜTLERİNİ BİRLİKTE TUTUM ALMAYA, DAYANIŞMAYA, ARA VERMEKSİZİN BU SORUMLULUĞU TAŞIMAYA, BAŞTA KENDİ ÜYELERİMİZ OLMAK ÜZERE DAVET EDİYORUZ.

Çevre Mühendisleri Odası olarak deprem bölgesinde depremin ardından Diyarbakır, Maraş, Adıyaman, Elbistan, Malatya, Nurhak, Pazarcık, Narlı, Gölbaşı, Antakya, İskanserun, Samandağ, Adana ve çevrelerinde dayanışma sırasında, incelemelerimiz, rastladıklarımız
bilime, toplumsal sorumluluğa, bölgede yaşamını yitirenlere ve deprem sonrası hayatta kalmaya çalışanlara bir kez daha borçlu olduğumuzu düşündürmüştür.

Bu amaçla hazırlamakta olduğumuz Gözlem ve Değerlendirme Raporu öncesinde, siyasi iktidarın, kapitalist sistemin bu süreçten çıkar sağlamak için hızla yaptıklarını halklarla paylaşmayı uygun buluyoruz.

Depremler sonrası siyasi iktidarın ve yetkililerin deprem sonrasında yürüttüğü ve tüm canlı yaşamını hiçe sayan süreçleri önlemek için demokrasi güçlerini, emek ve meslek odalarını,
ekoloji örgütlerini birlikte tutum almaya, dayanışmaya ara vermeksizin bu sorumluluğu taşımaya, başta kendi üyelerimiz olmak üzere davet ediyoruz.

Üyelerimize; yetkili olduğu yerel yönetimlerde, kamu görevlerinde bu tutumla yetkilerini kullanmalarının ve sorumluluk almalarının zorunluluk olduğunu hatırlatmak isteriz.

Yineliyoruz;

  • Maraş, Diyarbakır, Antakya, Kilis, Malatya, Urfa, Osmaniye, Adıyaman, Antep İllerinde hızla toplanıp atılmaya çalışılan hafriyat; sadece moloz/ parçalanmış beton yığınları değildir
  • Yıkıma uğramış binaların içinde hala kurtarılmayı bekleyen canların olduğu unutulmamalıdır
  • Kentlerde sürdürülen, yangından mal kaçırır gibi taşınan ve bertaraf edilmeye çabalanan hafriyat seferberliğinin yeni sermaye birikim alanları açılmasına derhal son verilmelidir
  • Dayanışmaya giden halkların; işçilerin, kadınların, gençlerin ve depremden sağ olarak kurtarılanların bu hafriyat seferberliğinde ve bundan sonraki yaşamlarında tedavisi zor/ imkansız hastalıklara mahkum edilmelerinin bugünden itibaren durdurulması zorunluluktur.
    Bu uyarılar çerçevesinde bölgede yaşadığımız, tanık olduğumuz ve önlenmesinin ivedi olduğunu düşündüğümüz öncelikli bilgi notunu sizlerle, içinde olduğumuz ekoloji, emek ve meslek örgütleri ile paylaşmak ve duyurmak istedik.
  • Tüm canlıların yaşam hakkının hiçe sayılmamasını,
  • Yıkımlarda hiçbir canlının kalmadığından emin olunması için tespitlerin yapılmasından sonra hafriyat işlemlerinin aşağıda sıraladığımız şekilde sürdürülmesini,
  • Hafriyatlar üzerinden yürütülmeye çalışılan ihalelere son verilmesini,
  • Kurtarma çalışmalarına katılan ve enkazdan canlı kurtarılanlarının tehlikeli maddelere maruz kalmasının önlenmesini
  • Hafriyat topraklarının su havzalarına atılmamasını

bir kez daha hatırlatıyoruz.

En büyük kurtarma operasyonu: ‘Demokrasi’

0

On kent yerle bir, toplam 13 milyon insanın barındığı yerleşim alanlarının hemen tamamı yaşamla ölüm arasında çırpınıyor. Bu satırlar yazıldığı sırada, resmî sayılara göre 7 bin 108 kişinin öldüğü ve 40 bin 910 kişinin yaralandığı söyleniyordu. Depremin zamanı, şiddeti ve süresi göz önüne alındığında şu an enkaz altından diri ya da ölü çıkarılması beklenenlerin sayısının mevcut kaybın en az on katı olduğunu varsaymak makul bir sonuç olur.

6 Şubat Pazartesi, sabaha karşı 04:17’de, pek az istisnası dışında 13 milyon insanın hemen tamamı en derin uykularındayken ülke tarihinin en kuvvetli depremine maruz kaldıkları düşünülür, depremin yol açtığı ve gözler önünde duran fiziksel yıkım içinden bakılırsa, nihai bilanço ortaya çıktığında bu varsayımın bile haddinden fazla iyimser kaldığı görülecektir.

Bilim insanlarının dile getirdikleri karşılaştırmalara müracaat edersek, 7,8 kuvvetinde ve bölgeyi yeryüzeyine yakın bir sığlıkta vuran depremin açığa çıkardığı enerjinin kapasitesini idrak edebilmek açısından kabaca 8 milyon ton TNT’nin patlamasından ortaya çıkabilecek bir şiddet doğurduğunu öğrenebiliriz.

Apaçık gerçek, Türkiye’nin 1939 Erzincan depreminden sonra tarihinin en büyük depreminin altında kalmış olduğudur. Bölgenin 13 milyon sakininin ve elbette kalpleri onlarla çarpan on milyonlarca insanın uzunca bir süre bu depremin travmasıyla baş başa ve hiç tükenmeyen bir yasın kucağında kalacağı, on binlerin hatta yüzbinlerin eğitim ve üretim dışına düşeceği, birkaç ay içinde devletten kendilerine hiçbir maddi ve manevi yardımın ulaşmayacağını idrak eden yüz binlerin geleneksel yaşam alanlarını terk edip göç yollarına düşecekleri göz önüne getirilirse, bu muazzam depremin bir felakete dönüşmesinin insani maliyetinin hepimiz için ne kadar ağır olduğu daha iyi anlaşılabilir.

Doğrusu hakikat o kadar sert ve katlanılmaz ki, insanlar ona gözlerini yumsalar kim ne diyebilir. Kendinizi bu depremden sağ çıkmış birinin yerine koyun: 30, 40, 50 yıllık hayatınızın kent mekânında, her gün kat ettiğiniz sokaklarda, çarşılarda, mahallelerdeki bütün maddi izlerinin apansız havaya uçtuğunu, kendileriyle birlikte insanlaştığınız hemen herkesin  bir anda hayatınızdan çıkıp gittiğini, yabancı bir gezegenin ortasında kalakalmışçasına yapayalnız ve bir dilim ekmek yemenin ve bir bardak su içmenin bile bir meydan okumaya dönüştüğü bir can pazarının içine tepilmiş olsanız ya da her şey size böyle hissettirse haliniz nice olurdu? İşte şimdi milyonlarca insan o halde.

Türkiye bu halle 1999 Gölcük-Marmara depreminde bir kez daha yüzleşmişti, toplumsal varlığımız tabiatla test edildiğinde toplum adına bütün yetkileri kendisinde toplamış olan devletin başı Süleyman Demirel, “Altımız çürüktür” demişti. “Ama yine de bu altın üstünde yaşamaya mecburuz. Yine bu topraklar üzerinde yaşayacağız, ama daha dikkatli olacağız. Biz bu abdestle çok namaz kılarız, bu depremden çok şey öğrendik.”

Bu sözlerin üzerinden çeyrek yüzyıl geçtikten sonra neredeyse aynı sözleri dinliyoruz. “Cumhurbaşkanı yardımcısı” sıfatlı şahıs, on binler enkaz altında can çekişirken konuşuyor: “Depreme hazırlık, deprem anındaki müdahaleden son derece önemli. Buradan gerekli dersleri çıkararak tüm Cumhurbaşkanlığı, Çevre Şehircilik Bakanlığı olarak çalışmaları sürdürüyoruz. Güçlü bir ders alarak çıkarız.”

Bu çeyrek yüzyıl içinde “laik”, “hürriyetçi parlamenter nizam” yerini İslamcı-ırkçı diktatörlük koalisyonu “tek adam rejimi”ne bıraktı. Şimdi, Marmara depremini “Allah özel bir muamele yapmış. Hiçbir yerde olmayan zelzeleyi buraya özel yapmış. Darmaduman oldu gitti,” diye cümbüş ederek kutlayan mendeburun ruh ikizleri yönetiyor ülkeyi.

Devlet bugün de, toplumun tarihsel varlığının resmî yurttaşlık doktrininin her bir momentine meydan okuduğu, Alevilerin kutsal topraklarında, Nusayrilerin medeniyetinde, Kürtlerin öz yurtlarında Sünniler, Türkler, Suriye’den göçenler ve yerli Araplarla iç içe yaşadığı bir bölgede depremle sınanıyor. O çok bilmiş, kibirli Selefiler, Fuat Oktay’ın diliyle bir kez daha Süleyman Demirel’in ipine sarılıyor, “Buradan gerekli dersleri çıkararak, güçlü bir ders alarak çıkarız.”

Demirel’in Cumhurbaşkanlığında, Başbakan Ecevit’in çıkardığı ders, vergi koymaktı: Halkın “Deprem Vergisi” dediği Özel İletişim Vergisi güya “depreme hazırlık” için bir fon yaratacaktı. O fonda Temmuz 1999-Temmuz 2022 arasında 83 milyar 621 milyon 940 bin lira vergi toplandı. Bu kaynağa ne olduğunu soranlara dönemin Maliye Bakanı Mehmet Şimşek AKP iktidarının onuncu yılında şu pişkin yanıtı vermişti: “[…] duble yollara gidiyor, demiryollarına, havayollarına, çiftçimize, eğitime gidiyor.”

Bütün o zamanlar boyunca ve bugüne kadar, Türkiye’nin üzerinde yaşamaktan kaçamayacağı güya “çürük zemin” her saniye deprem üretmeyi sürdürdü ve sürdürüyor. Yeryüzündeki misyonunun başkasının toprağına, mülküne, insanına el koymak olduğu tahayyülüyle hükmeden bir sınıfın elindeki baskı aracı olan bu devletin toplumu doğayla barışık bir varoluşa taşımasını beklemek üzerinde yaşadığımız topraklarda, pasif bir intihardan başka bir anlam taşımıyor.

Bu büyük insanlık ve uygarlık krizinden çıkışın, depremin altından insanlarımızı kurtarmanın ve bir daha hiç kimsenin o göçüklerin altına girmemesinin biricik yolu, iktidarı bu zalim ve obur çetenin elinden almak, arama kurtarma faaliyetini bile dolaylı bir soykırım ve nüfus planlaması aracına dönüştürmekten ar etmeyen bu zalimlere yolun sonunu göstermekten geçiyor. Ancak, toplumun kendi geleceğini kendisinin belirlediği koşullarda bir demokratik ve sosyal cumhuriyette, deprem bir felaket olmaktan çıkabilir.

Deprem dayanışmasını bir toplumsal harekete dönüştürerek bu günleri aşabiliriz. “Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır.”

EKOLOJİ ÖRGÜTLERİNDEN ÇAĞRI: OHAL YERİNE TOPLUMSAL DAYANIŞMA VE ÖRGÜTLENME

0

6 Şubat gece yarısı yaşanan 7,7 büyüklüğündeki Kahramanmaraş Pazarcık merkezli ve ardından aynı günün öğlen saatlerinde yaşanan 7,6 büyüklüğündeki Elbistan merkezli depremlerin ardından gelen bilgilere göre on binin üzerinde bina çökmüş, on binlerce insanımız göçük altında kalmıştır. Gerçekte ise göçük altında kalan, yaşadığımız felaketi kendi devamlılığı için fırsata çevirmeye çalışan, bu amaçla bölgede OHAL ilan eden iktidardır. Yıkım alanlarında acil müdahaleleri yapabilmek ve yaşamı yeniden kurabilmek için sivil inisiyatiflerin organizasyonları ve halkın dayanışma ağları hayatidir, OHAL bahane edilerek sivil inisiyatiflerin yardımlarının, dayanışma olanaklarının engellenerek yaşanan felaketin daha da büyütülmemesi şarttır!

Organizasyon ve koordinasyon temel görevini yerine getiremeyen devlet, bugün Türkiye halklarını kendi kendine örgütlenme zorunluluğu ve sorumluluğu ile başbaşa bırakmıştır. Bugün en acil ihtiyacımız arama kurtarma çalışmaları başta olmak üzere depremden etkilenen tüm coğrafyada yaşam alanlarını yitirmiş, temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlarımızı hayatta tutmak için sınırları aşan bir dayanışmayı örmektir.

Öncelikle, depremin bir doğa olayı olduğunun, milyonlarca yıldır devam ettiğinin ve doğanın kendini gerçekleştirmesi, yerkürenin de kendini tamamlaması için depremin oluştuğunun bilinciyle şu tespitleri yapmak isteriz:

Kayıpların asıl sorumlusu, yaşamı beton enkazının altında donmaya terk eden, sosyal devlet vasfını çöpe atmış şirketleşen bu iktidardır. Doğa olayları, kâr hırsına dayalı kapitalist sistemin neden olduğu katliamların üstünü örtmek için âfet, felaket ya da fıtrat olarak nitelendirilemez, suçlu ilan edilemez. İnsanlık binlerce yıl doğa ile barışık yaşamış, toplumsal yaşamını doğayla iç içe, doğa olaylarını gözeterek kurmuştur. Doğanın davranışları ile uyumlu konutlar inşa edilmiştir. Şimdi ise kapitalist modernizmin dayattığı beton odaklı kent politikalarını çok katlılıkla besleyen, böylece sermayenin kazancının artırmasının önünü açan iktidarlar bu kayıpların asıl sorumlusudur.

Son iki yüz yıllık sürede doğa ve emek sömürüsünü artıran politikalar üretilmiştir. Bu politikalar eliyle, insanı ve insan dışı yaşamı yok ederek yıkıma ve çökertmeye neden olan kapitalizmin bu vahşi yüzünün sebep olduğu bir ekokırım ile karşı karşıyayız.
Depremin yaşandığı bölge; fay hatları üzerinde güvenlik barajları, termik santraller, nükleer santral ve havalimanı inşaatları gibi pek çok ekolojik suçun işlendiği ve canlı hayatının tehlikeye atıldığı bir bölgedir. Bu kırıma karşı yaşamı savunmanın tek yolu doğaya rağmen değil doğa ile karşılıklılık ilişkisi içinde, doğayla barışık, dayanışmacı bir yaşama geçmektir.
Düşlediğimiz yaşamı kurabilmek için yapmamız gerekenlerin çok olduğunu biliyoruz ancak bugün acil, beklemeksizin harekete geçmemizi gerektiren hayati bir durumla karşı karşıyayız. Siz bunları okurken enkaz altında eğer hala donmamışsa kurtarılmayı bekleyen canlar var. Onlar bu yaşam savaşını verirken, göçüğe sebep olan inşaat firmaları, madenciler para çarklarını döndürmeye devam ediyor.

Devletin tüm olanaklarını elinde tutan iktidarın acil yapması gerekenlere ilişkin uyarımız ve duyarlı kamuoyuna dayanışma çağrımızdır:

ACİL YAPILMASI GEREKENLER:

  1. Başta bölgede ve komşu bölgelerde olmak üzere, madencilik ve inşaat faaliyetleri derhal durdurulmalı, kamuya ve özel şirketlere ait iş makineleri ve ekipmanları teknik personel ile birlikte deprem bölgelerine arama-kurtarma çalışmaları için gönderilmelidir.
  2. Karayolu ile ulaşılamayan deprem alanlarına hızla sivil ve askeri altyapı ve personel; gerekli noktalarda özel sektör havayolu altyapısı ile arama-kurtarma ve yardım ekipleri ulaştırılmalıdır.
  3. Başta bölgedeki güvenilir binalar olmak üzere, komşu bölgedekiler dahil olmak üzere, ikinci konut, otel, ibadethane gibi yapılar barınma sorununun çözümünde kullanılmak üzere ücretsiz ya da kamu kaynakları kullanılarak hizmete açılmalıdır.
  4. Temiz içme suyu, gıda, giysi, hijyen ürünleri gibi yaşamsal ihtiyaçların sağlanabilmesi için sivil toplumun dayanışma için oluşturduğu mekanizmaların kamu hizmetleri ile tam ve eksiksiz koordinasyonu sağlanmalıdır.
  5. İnsan dışındaki canlıları da kapsayacak kurtarma ekipleri oluşturulmalıdır. Bu konuda inisiyatif alan sivil ekiplerin çalışmaları kolaylaştırılmalı ve desteklenmelidir.
  6. Depremin, göçmenlerin yoğun yaşadığı bir bölgede olması nedeniyle, arama-kurtarma-temel ihtiyaçların giderilmesi konusunda yürütülen çalışmalar ayrımcılıktan muaf, tam bir kapsayıcılıkla sürdürülmelidir.

    EKOLOJİK TALEPLER:
  7. Doğal gaz kaynaklı patlamalar ile İskenderun Limanı’ndaki yangının neden çıktığı, hangi maddelerin yandığı, varsa kimyasal ve nükleer maddelere dair bilgilendirme yapılmalıdır.
  8. Bölgedeki sanayi tesislerindeki tehlikeli, yanıcı, patlayıcı maddelerin envanteri çıkarılmalı; artçı ya da yeni depremler sonucu olası felaketler için önleyici tedbirler gecikmeden alınmalıdır.
  9. On binden fazla binanın yıkıldığı düşünülmektedir. Bu binalardan yayılan asbest, radon ve diğer zararlı gazlar ile ilgili başta arama-kurtarma ekipleri olmak üzere bölgedeki halkın güvenliğini sağlayacak çalışmalar bir an önce başlamalıdır.
  10. Suyu kontrol altına alan ve metalaştırma çalışmasının uzantısı olan barajlarda hasar tespitine başlanmalı, ikincil bir âfetin önüne geçilebilmesi için gerekli önlemler alınmalıdır.
  11. Maden ocaklarında bulunan kimyasal maddelerin su akiferlerine karışıp karışmadığı tespit edilmeli; gerekli önlemler alınmalıdır.
  12. Yaşam alanlarını gasp ettiğimiz, kentlerde ve çeperinde yaşayan insan dışı canlıların beslenme, temiz ve sağlıklı suya erişimi ile barınmaya dair sorunları bir an önce çözülmelidir.
  13. Deprem bölgesindeki elektrik, doğalgaz iletim hatlarındaki hasarlar, doğalgaz hattında patlama, bölgede yapılan güvenlik barajları, Maraş’taki ve Adana’daki termik santraller büyük risk taşıyor!
  14. Yaşamı risk altına alan büyük enerji yatırımları, güvenlikçi politikalar ve fosil yakıtlar terk edilmelidir.
    Hepimizin başı sağolsun. Kayıplarımızdan dolayı çok üzgünüz ama üzüntümüz yıkımın nedenini, arama-kurtarma çalışmalarındaki yavaşlığı görmezden gelmemize, olası başka felaketler için alınması gereken tedbirleri takip etmemize engel değil. Ne OHAL bu durumu gizleyebilir ne de biz buna izin veririz. Dayanışma ile…

Immediately after the February 6 earthquake, one of the biggest in the history of Turkey, a broad meeting of Ecology Organizations in Turkey published this statement:

Our urgent demands from the government, which holds all the resources of the state in its hands, and our call for solidarity.

After the 7.7 magnitude earthquakes centered in Pazarcık, Kahramanmaraş, at midnight on February 6, followed by the 7.6 magnitude earthquakes centered in Elbistan at noon on the same day, more than ten thousand buildings collapsed and tens of thousands of people were trapped under the rubble. In reality, it is the government, which is trying to turn this disaster into an opportunity for its own survival and has declared a state of emergency in the region to this end. Organization of civil initiatives and rank and file solidarity networks are vital to making emergency interventions in the areas of destruction and rebuilding life. It is imperative that the disaster is not magnified by obstructing the aid and solidarity of civil initiatives under the pretext of the State of Emergency!

The state, unable to fulfill its basic duty of organization and coordination, has left the people of Turkey today with the obligation and responsibility to organize themselves.

Our most urgent need today is to weave a solidarity that crosses borders in order to keep alive our people who have lost their living spaces and cannot meet their basic needs in the entire geography affected by the earthquake, especially in search and rescue operations.

First of all, we would like to observe that an earthquake is a natural phenomenon, that it has been going on for millions of years and that earthquakes occur for nature to realize itself and for the earth to complete itself:

The main responsible for the losses of life is this corporatist government, which has left life to freeze under the rubble, and which no longer functions as a social state. Natural phenomena cannot be characterized as disasters, catastrophes or fate to cover up the massacres caused by the capitalist system based on the greed for profit. Humanity has lived in peace with nature for thousands of years, and has built its social life in harmony with nature, taking into account natural phenomena. Houses were built in harmony with the behavior of nature. Now, the governments that nourish the concrete-oriented urban policies imposed by capitalist modernism with multi-storey buildings, thus paving the way for capital to increase its earnings, bear the main responsiblity for these losses.

In the last two hundred years, policies that increase the exploitation of nature and labor have been followed. As a result of these policies, we are facing an ecocide caused by the brutal face of capitalism, which causes destruction and collapse by destroying human and non-human life. The region where the earthquake occurred is a region where many ecological crimes have been committed, such as the construction of hydroelectric dams, thermal power plants, nuclear power plants and airports on fault lines and, as a result, lives have been endangered. The only way to defend life against this destruction is not in spite of nature, but in a reciprocal relationship with nature, in peace with nature, and in solidarity with nature.

We know that there are many things we need to do to build the life we dream of, but today we are faced with an urgent, vital situation that requires us to act without waiting. As you read this, there are still lives under the rubble waiting to be rescued if they are not frozen. While they are fighting for their lives, the construction and mining companies who caused the collapses continue to count their money.

This is our warning to the government, which controls all the resources of the state, about what needs to be done urgently and our public call for solidarity:

WHAT NEEDS TO BE DONE URGENTLY:

1. Mining and construction activities, especially in the region and neighboring regions, should be stopped immediately, and construction machinery and equipment belonging to public and private companies should be sent to earthquake zones for search and rescue operations together with technical personnel.

2. Civilian and military infrastructure and personnel, and private sector airline infrastructure and search and rescue and relief teams should be rapidly deployed to earthquake areas that cannot be reached by road.

3. Buildings such as second residences, hotels, places of worship, including those in neighboring regions, especially reliable buildings in the region, should be put into service free of charge or by using public resources to be used in solving the shelter problem.

4. In order to provide vital needs such as clean drinking water, food, clothing and hygiene products, the mechanisms created by civil society for solidarity should be fully and completely coordinated with public services.

5. Rescue teams should be formed to include living beings other than humans. The work of civilian teams taking initiative in this regard should be facilitated and supported.

6. Since the earthquake occurred in a region with a high concentration of migrants, search and rescue and basic needs should be carried out with full inclusiveness, free from discrimination.

ECOLOGICAL DEMANDS:

1. Information should be provided on the causes of the natural gas explosions and the fire at Iskenderun Port, which materials were burned, and the chemical and nuclear materials, if any, involved in the fire.

2. An inventory of hazardous, flammable and explosive materials in the industrial facilities in the region should be made; preventive measures should be taken without delay for possible disasters as a result of aftershocks or new earthquakes.

3. More than ten thousand buildings are thought to have collapsed. Work on asbestos, radon and other harmful gases emitted from these buildings should begin as soon as possible to ensure the safety of the people in the region, especially search and rescue teams.

4. Damage assessments should begin on the dams, which control water and are an extension of the commodification work, and necessary measures should be taken to prevent a secondary disaster.

5. It must be determined whether the chemicals in the mines are mixed with water aquifers; necessary measures must be taken.

6. The problems of non-human creatures living in cities and their peripheries, whose habitats we have usurped, regarding nutrition, access to clean and healthy water and shelter must be solved as soon as possible.

7. Damage to electricity and natural gas transmission lines in the earthquake zone, explosions in natural gas lines, security dams in the region, thermal power plants in Maraş and Adana poses great risks.

8. Large energy investments, security policies and fossil fuels that put life at risk must be abandoned.

Our condolences to everyone who is suffering. We are very saddened by our losses, but our sadness does not prevent us from ignoring the cause of the destruction, the slowness of the search and rescue efforts, and the measures that need to be taken to prevent possible further disasters. The state of emergency cannot hide this situation, nor will we allow it to.

In solidarity.

Depremler sınır tanımıyor, dayanışmamız da öyle!

Lakkos (Μας σκάβουν τον λάκκο*) Bildirisi, Yunanistan

Türkiye-Suriye sınırında meydana gelen depremin yol açtığı yıkım ve trajedinin büyüklüğü karşısında pek çok kişinin şaşkın olması doğaldır. Şimdiye kadar (7 Şubat) ölü sayısı 5.000’i aşarken, günler geçtikçe bu sayının dramatik bir şekilde artması bekleniyor.

Doğal bir afet mi?

Medya ve hükümetler, ister deprem, ister yangın veya şiddetli yağış ve sel olsun, bu tür trajedileri “doğal afet” olarak etiketlemekte acele ediyorlar.

Fakat, binlerce insan, deprem nedeniyle değil, esas olarak binaların dayanıksız ve uygun olmaması nedeniyle öldü. Bilim camiasından çok büyük depremlerin beklendiği konusunda açık uyarılar gelirken, Türk devletinin dev fay hatları üzerinde kamu ve özel altyapıların statik yeterliliğini sağlama konusundaki kayıtsızlığı onları öldürdü. Depremin olduğu bölgede karını en üst düzeye çıkarmak adına, inşaatların kalitesini büyük ölçüde keyfi olarak düşüren ve deprem önleyici koruma hükümlerine uymayan, büyük inşaat sermayesinin vurgunculuğuyla öldürüldüler. Ayrıca, jeologlar ve sismologların yıllardır bölgede tetiklenen depremsellik için uyardıkları Güneydoğu Türkiye’deki Atatürk Barajı (dünyanın 3. büyük barajı) gibi çevre karşıtı mega projeler tarafından da öldürülüyorlar. Devletin suç sayılacak derecede eylemsizliği ve sıradan insanları çaresiz ve terk edilmiş bırakan sivil korumanın olmaması nedeniyle öldürülmeye devam ediyorlar.

Yaşadığımız bölge sismiktir ve tarihsel olarak çok büyük depremler üretmiştir. 1999’da Yunanistan ve Türkiye’deki depremleri ve ayrıca Ekim 2020’de Ege’nin her iki yakasında meydana gelen depremi hatırlayalım.

Mesele deprem olup olmadığı değil, insanların depremin etkilerinden nasıl korunduğudur. Stabilite kontrolleri ve güvenlik önlemleri için para vermek yerine Rafale, F-16 ve F-35 için milyarlar veriliyor. Yunanistan ve Türkiye, hazırlık tatbikatları yapmak, uygun ekipman ve yeterli eğitim ve arama kurtarma mekanizmasına personel sağlamak yerine, polis baskısında rekabet ediyor.

Madencilik ve nükleerler

Ve sadece bu da değil. İki ülke yeni petrol ve doğal gaz madenciliği projeleri geliştirme yarışına girdi. Madencilik ve fosil yakıt yakmanın iklim krizini ve milliyetçi rekabeti yoğunlaştırmasının dışında, başka yan etkileri de var. Bu madenlerin yeni depremleri tetikleyebilecek sismik sarsıntılara neden olduğu kanıtlanmıştır. Bunun dışında, madencilik platformları büyük depremlerde (veya başka kazalarda) büyük ekolojik felaketlere neden olabiliyor. Henüz 2021 yılının Temmuz ayında Meksika Körfezi’ndeki bir gaz boru hattı kazasından dolayı denizde yangın çıktı.

Ancak iki hükümetin yıkıcı politikası burada da bitmiyor. Bu sismik bölgede altın ve diğer mineral metallerin madenciliği planlanmaktadır. Zehirli atık içeren dış tanklar, deprem, sel veya diğer kaza durumlarında neredeyse her zaman sızıntı yapar ve içerikleri geniş alanları kirletir. Örnek olarak, “Çernobil’den sonra Avrupa’daki en kötü çevre felaketi” olarak tanımlanan Romanya’daki altın madenciliğinden Tuna Nehri’ne dökülen siyanürden ve aynı zamanda Türkiye’de yakın zamanda Fırat Nehri’ne dökülen siyanürden bahsedebiliriz. Resmi tamamlamak için, Türk hükümeti Doğu Anadolu fay hattının yanındaki Akkuyu’da bir nükleer santral inşa ederken, Yunan hükümeti Bulgaristan’ın Kozlodui kentinde, üretiminin uzun vadeli emilimi için taahhütlerle, yeni bir nükleer santralin inşasını dolaylı olarak finanse etmeye hazırlanıyor. Fukuşima’daki nükleer kazanın bir depremden kaynaklandığını hatırlayalım.

Sessiz kalmıyoruz!

Tüm bu nedenlerden dolayı, madenciliğe ve çevreye zarar veren her türlü politikaya kesinlikle karşıyız. Türk halkının bu dönemde hayatta kalma mücadelesinde olduğu kadar, genel olarak çevre tahribatına ve savaşa karşı mücadelesinde de dayanışma içindeyiz. Barışçıl ve ekolojik bir yaşam için hükümetlerimizin politikalarına karşı Türkiye ve Kıbrıs’taki hareketlerle ortak bir cephe inşa ediyoruz. Sessiz Kalmıyoruz, Onurlu Ortak Yaşama Sahip Çıkıyoruz!

*Μας σκάβουν τον λάκκο, Yunanistan’daki çevre ve sosyal örgütlerin maden çıkarma ve savaş karşıtı bir girişimidir. Yunanistan, Türkiye ve Kıbrıs’taki 73 çevresel, sosyal ve siyasi kolektifin girişimiyle oluşturulan “Μας Σκάβουν το Λάκκο-Kazma Birak” kampanyasının bir parçasıdır ve Doğu Akdeniz’deki ekstraksiyon ve savaşa karşı bir işbirliğidir.

KENT VE İKTİDAR 1

7,8 büyüklüğündeki depremin spektral ivmeleri yukarıdaki grafik de çizilmiş. Elde edilen ilk bilgileri doğru kabul edersek (siyah renkli olanlar TDBY2018 yönetmeliğine göre bina tasarımlarında kabul ettiğimiz ivme değerlerinin grafiği) tasarım yaptığımız spektral ivme değerlerini de aşan deprem ivmelerinin yarattığı enkazı yaşıyoruz. Bu spektrumlar 2475 yıllık dönüş periyoduna tekabül eden DD1 tasarım spektrumlarının bile çok üstünde değerler. Yani yönetmeliğe göre en büyük spektral ivme ile tasarım yapılmış olsa bile periyodu düşük olan binalarda yönetmeliklerin öngördüğünden daha yüksek deprem kuvvetine maruz kalmış. Bu deprem şüphesiz ki Türkiye tarihinin en büyük depremlerinden biri. Deprem yönetmeliklerine uygun projelendirilmiş ve imalatı yapılmış yapılar bu büyüklükte gerçekleşen bir depremde bile büyük can kayıplarının önüne geçebilirdi. Sadece konutların değil depremlerde okul, hastane gibi yıkılmaması ve sismik izolatörler ile inşa edilmesi gereken kamu yapılarının da yıkıldığını ve ağır hasar aldığını gördük. Ranta ve denetimsizliğe dayalı yapım işlerinin nelere yol açtığını tekrar yaşadık.

Her deprem sonrası televizyonlarda mühendisleri ve uzmanları görüyoruz. Deprem olacağını bilmek için mühendis veya uzman olmaya ihtiyacımız yok! Bütün yapılarımız depremde hasar alabilir. Önemli olan binalarımız depremde göçme sınırına ulaşmadan ayakta kalması. İnsanları hasarlı binalardan güvenli bir şekilde tahliye edebilecek yapılar inşa etmektir. Bugün gördüğümüz enkazlarda ne yazık ki insanların kurtarılması çok zor. Yapıların göçme sınırı bölgesini aşmayacak şekilde hasar alması istediğimiz en kötü hasar sınıfıdır. Göçme sınırına ulaşmamış yapıların tahliyesi can kayıplarını büyük ölçüde engeller. Fakat gördüğümüz manzara bir savaş yıkımının yarattığı tahribatlar ile eşdeğer. İmar barışı adı altında depreme dayanıklı olmayan yapılara ruhsat verenler, nükleer santral inşaatını devam ettirenler doğanın ve yaşayan canlıların mezar kazıcılarıdır. Bizlerin de kapitalizmin mezar kazıcılarını yaratacak

örgütlülük ve dayanışma ağları kurmak dışında başka kurtuluşumuz yoktur.

Merkezi otoriteye güvenmeli miyiz? Merkezi otoriteye bağlı resmi ve sivil bütün kurtarma çalışmaları bugün iflas etmiştir. Seferberlik yerine OHAL ilan edilmesi, yarattıkları bütün enkazı gizleme çabasıdır. Şimdilik yayın yasağı getirecek kadar gözlerini karartmadılar. Daha önce yaşadığımız dersler gösteriyor ki ilerleyen süreçte yayın yasağı getirmeye çalışacaklar. Hiçbir krizi yönetemedikleri gibi bu deprem krizini de yönetemiyorlar. Biz yönetilenlerin artık kendi özyönetim süreçlerini örgütlemekten başka çıkış yolu yoktur. Bundan sonraki süreçte toplumsal öz örgütlenmeler yaratmamız elzemdir. Yaratamadığımız takdirde hepimiz tekrardan bu enkazın altında kalacağız. Önümüzde İzmir ve büyük Marmara depremleri var. Depremin enkazı kaldırıldıktan ve depremzedelerin yaraları sarıldıktan sonra her ilçe, mahalle ve sokaklar kendi deprem komitelerini kurmalıdır. Deprem komiteleri; meslek odaları, ekoloji hareketleri ve kent savunma inisiyatiflerinin öncülüğünde örgütlenmeli. Komite üyeleri arama ve kurtarma eğitimi dışında , yaşadıkları mahallelerde riskli yapıların tespiti için de çalışmalıdır. Riskli yapıların tahliyesi ve yıkılması için merkezi/yerel otoritelere karşı baskı yapmak ve tahliye edilen insanların barınma hakkının sağlanması için mücadele etmeliyiz. Kaderimizi kapitalizmin ve onun iktidarlarının ellerine bırakmamalıyız. Bu komiteler, il ve bölge koordinasyonlarını kurarak deprem yaşanan yerler için hızlıca inisiyatif alıp çalışmaları örgütlemelidir. Hatay’da halk kendi ihtiyaçları için marketlere el koydu. Bunun için iktidara “polis ve askere vur emri ver” çağrısı yapanların amacı sermayenin güvenliğinin sağlanması içindir. Deprem komiteleri yaşanacak depremlerde marketlere, iş makinelerine el koyup bunun da organizasyonunu sağlamalı ve sivil itaatsizliği örgütlemelidir. Deprem doğal bir afettir ama deprem enkazları politiktir. Depremde siyaset konuşulmaz diyenlere karşı bugün daha yüksek sesle bu meseleyi siyasallaştırmalıyız. Depremin yaratacağı yıkıma karşı mücadele toplumun öz örgütlülüğünden geçer. Tahayyül ettiğimiz toplumu bugünden yaratmamız dileğiyle.

Acılıyız, öfkeliyiz bu duruma alışmayacağız.

Burak ÇETREZ

Sürdürülebilir mutabakat metni

0

Sürdürülebilirlik, sermayenin kaynak olarak tanımladığı varlıklarda azalma olduğunu fark etmesi üzerine sömürüsünün devamını sağlamak için kullandığı bir stepnedir. Sürdürülebilir tarım, kent, ekonomi ve benzeri politikaların, temelde kapitalizmin devamlılığını esas aldığını bilmeliyiz.

Elbette sürdürülebilirlik ve daha birçok kavram (ekolojik, doğal, yeşil, temiz, demokratik ve daha onlarcası) sistem tarafından ele geçirilerek içi boşaltılmış yeşil söylemler olarak kullanılmaktadır.  Sürdürülebilirlik kavramı ise tamamen sisteme hizmet esaslı ve sivil toplum aktivistlerinin iyi, samimi duygularını sömürme üzerine kurulu bir yaklaşım olarak yaşamımızda yerini almıştır. Bu nedenle bu söylem nerede karşımıza çıkarsa içinde bir hinlik olduğunu düşünmeliyiz. Oysa sürdürülebilirlik, kapitalizmsiz bir yaşamda doğa-insan birlikteliğinin en önemli esaslarındandır.

Şimdi buradan hareketle ortak mutabakat metnini yorumlayabiliriz… Altılı Masa, kapitalizmi içselleştirmiş ve onun neoliberal politikalarıyla uyumlu bir mutabakat metniyle karşımıza çıkmıştır. Endüstriyalizmin, sermayenin kazanç artırmasını hedeflemek üzere sürdürülebilirlik temelinden hazırlanmış bir metin. İnsanı merkeze alan, insan ve insan dışı tüm canlı yaşamı meta olarak gören, çevrecilik esaslı bir metin… Bu nedenle sadece iktidar karşıtlığı üzerine ve önceki iktidarın yarattığı tahribatları onararak daha uzun sömürü sağlama çabasında bir yaklaşımla hazırlanmıştır. Liberal bir tutumla sermaye karşıtlığını önleme, yerel halktan, sivilden gelen tepkileri yumuşatarak sermayeyi koruma amacı gütmektedir. Sermayeye ve onun sömürüsüne daha iyi nasıl hizmet ederiz üzerine kurulmuş bir metinden ibaret olduğu bilinmelidir.

Şöyle ki kapitalist sistem oluşan halk tepkilerini bastırmak, oluşacak halk hareketlerini yumuşatmak ve kontrollü itirazlara dönüştürmek için yeşil yüzlü birçok sivil toplum kuruluşu kurmuştur. Ortak mutabakat metni güya kamucu bir noktada durarak sermayeyi koruyan ve bu yeşil yüzlü sivil toplum kuruluşlarının görevini üstlenen bir noktada durmaktadır.

Buradan hareketle kapitalist modernist sistemin toplum ve doğa üzerinde yarattığı tahribatları görmeyen, romantik bir noktadan sadece doğa-çevre seviciliği ile göstermelik yaklaşımlar çare olamayacaktır.

Tam olarak yüzeysel söylemler ile süslenmiş, günü kurtarma üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. Bio-merkezci olarak tanımlayabileceğimiz bir bakış açısıyla yapılmış bu mutabakat metni sorunun tespiti ve çözümünden çok uzak bir noktada durmaktadır.

Böyle bir yaklaşımla yapılmış olan bir metnin maden, enerji, turizm, kent, tarım, su gibi başlıklarla politikalarını ayırıp yorumlamak ve eleştirerek düzeltileceğini düşünmek çok eksik bir tutum olacaktır. Bu nedenle metinde yazılanları değerlendirmek havanda su dövmekten farklı olmayacaktır.

Sonuç olarak salt insanı veya doğayı merkeze alan yaklaşımlar ile yapılanacak politikalar eksik olacaktır. Doğru olan toplumsal ekolojik temelde inşa edilmiş, doğa-insan birlikteliğine inanan dayanışmacı bir anlayış olacaktır.


Güner Yanlıç kimdir?

Ekoloji aktivisti, yazar.