Muğla’ya bağlı Bayır ve Deştin mahallelerinde kurulmak istenen “Entegre Çimento Fabrikası” projesinin ruhsat alanında inceleme gezisi yapan uzmanlar, proje sahasının yerinin yanlış olduğunu ve hayata geçmesi durumunda çevreye geri döndürülemez zararlar vereceğini belirtti.
Muğla’da Deştin ve Bayır mahallelerinden kurulmak istenen “Entegre Çimento Fabrikası ve Hammadde Ocakları” projesine verilen “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu” kararına açılan dava kapsamında 23 Şubat 2023 tarihinde mahkeme kararıyla bilirkişi keşfi yapılmıştı.
Bilirkişi heyeti, raporunu keşiften bir ay sonra sunması gerekirken ek süre talebinde bulunmuş ve mahkeme heyete raporunu sunması için 60 gün ek süre vermişti. Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Menteşe Meclisi, Deştin Çevre Platformu ve Bayır Çevre Komitesi bir açıklama yaparak, çimento fabrikasının inşaat sahasında çalışmanın devam ettiğini vurgulamış ve ÇED olumlu karının yürütmesinin durdurulmadan ek süre verilmesini eleştirmişti.
Bunun üzerine, çimento fabrikasına karşı duran platformlar, 25 Mart 2023 tarihinde projenin ruhsat sahası içinde uzman kişiler eşliğinde inceleme gezisi yaptı. Çalışmaya Prof.Dr. Doğan Kantarcı, Yüksek Jeoloji Mühendisi Eşref Atabey, Biyolojik Çeşitlilik uzmanı Itri Levent Erkol, Metalurji Mühendisi Cemalettin Küçük, Menteşe Kent Konseyi Başkanı Nuran Aldan, MUÇEP Menteşe Meclisi’nden Musafa Tuncaelli, Deştin ve Bayır köyünde yaşayan yurttaşlar katıldı.
İnceleme gezisi öncelikle Deştin’de çimento fabrikasına karşı kurulan nöbet çadırını ziyaret ile başladı.
Ardından ise çimento fabrikasının ruhsat sahası içindeki kalan ve fabrikaya ham maddenin alınması için açılacak taş ocaklarının bulunduğu alanda incelemeler yapıldı.
Kil ve kireçtaşı malzemelerinin alınmasının planladığı alanda incelemelerde bulunan uzmanlar projenin hayata geçirilmesi durumunda çevreye geri döndürülemez zarar verileceğini dile getirdi.
DOĞAN KANTARCI: “ÇİMENTO FABRİKASININ YANINDA MI YOKSA İNSANLARIN BESLENMESİNİ SAĞLAYAN SİSTEMİN YANINDA MI OLALIM?”
Konu ile ilgili ilk olarak Gündem Fethiye’ye bilgi veren Prof. Dr. Doğan Kantarcı, bölgedeki orman varlığına yönelik şunları söyledi:
Ormanın görevlerini yerine getirdiğinde yurttaşların kazancı olduğunu söyleyen Kantarcı, “Tarımsal ürünler artıyor. Bizim ekmeğimiz oradan çıkıyor, yağımız oradan çıkıyor. Peki su? Suyumuz oradan geliyor. Dolayısıyla bu kimin malı? Kamunun malı” ifadelerini kullandı.
Ormanın yok edilerek altındaki materyalin çıkarılması ve bunun çimento fabrikası için kullanılması durumunda ise yalnızca çimento fabrikasını kuran şirketin kazanacağını dile getiren Kantarcı, “Gelir nereye gidecek? Şirktin kasasına. Kimin cebinden? Halkın cebinden. Kimin sofrasından? Bizim soframızdan. Hangi tarafı tutalım peki şimdi? 300 yıl idare eder veya 100 yıl idare eder diye çimento fabrikasını mı tutalım yoksa halkımızın yanında, insanlarımızın beslenmesini sağlayan sistemin devamında mı olalım?” dedi.
EŞREF ATABEY: “ÇİMENTO İÇİN BÖLGEDEN MALZEME ALINDIĞINDA BURADAKİ YERALTI SU KAYNAKLARINI DA YOK ETMİŞ OLUYORSUNUZ”
Yüksek Jeoloji Mühendisi Eşref Atabey ise fabrika alanını gördüğünde hayretler içinde kaldığını söyledi ve sebebini şöyle açıkladı: “Sebebi bu kadar genç ve sık kızılçam ormanı içinde bunu karar almış olmaları. Hakikaten bu tesisi buraya kurmak için çok düşünmek gerekiyor. Kalbe vurulan bir hançer gibi gerçekten bu kadar sık ormanın içinde bu tesis. Yani ben düşünmüştüm ki bazı çıplak alanlar vardır ormanlık alanlarda öyle bir yerde olduğunu tahmin ediyordum Ankara’dan bakarken. Beklediğim gibi değil. Korkunç bir manzara.”
Tesisin yapımının devam ettiğini ve ÇED raporunda çimento ihtiyacından ve projenin Muğla nüfusunun refah seviyesini yükselteceğine dair ibarelerinin bulunduğunu dile getiren Atabey, “Doğrudan doğruya ihracat yapacaklarını zaten açıklıyorlar. Güllük Limanı’ndan burada ürettikleri çimentoyu ihraç edecekler. Bir de İzmir limandan gönderecekler. Yurt içi ihtiyacı karşılamak için böyle bir fabrikaya ihtiyaç yok zaten. Yakın yerde Söke var, Denizli var, Burdur var, Antalya çimento fabrikaları var. Zaten yıllardan beri buradaki ihtiyaç buralardan karşılanıyor” dedi.
İnceleme yaptıkları yerin proje için malzeme alınacak yerin ortasında olduğunu ifade eden Atabey, çimentonun hammaddesi olan kilin burada olmadığını söyledi ve toprak yapısına dair şu bilgileri verdi:
“İllit dediğimiz farklı mika dediğimiz kayaların ayrışması ve meteor kayaların ayrışmasıyla oluşmuş, dağlardan yağış ve sellerle birden kopup gelen çakılların bloklarında birlikte karışım olduğu kırmızı renkli çamur taşıyla karışan bir malzeme. Şimdi bu malzemeyi bu şekilde aldığı zaman bunun içinde kuvars dediğimiz çok sert silis içeren kayaçlar var. Bunları birlikte öğütürlerse çok büyük maliyet getirir. Zaten sanmıyorum öyle yapacaklarını, bu örtüyü ortadan kaldıracaklar alttaki malzemeyi alacaklar. Bir yerde taş ocağı, maden ocağı ya da işte bunun gibi tesis kurulurken ilk yapılacak şey sahanın önce orman ve bitki örtüsünü ortadan kaldırmak. Burada olduğu gibi. Nitekim şu gördüğünüz bu ağaçlar bu çam ormanları tamamen kalkacak.”
Diğer yandan, her maden tesisinin bir ömrü olduğuna dikkat çeken Atabey, geride devasa bir çukur bırakıldığını, bu çukurların ise rehabilitasyonunun mümkün olmadığını söyledi. Atabey, “Taş ocakları eski haline getirme gerçek, dışı bilimsel temeli olmayan şeyler. Şu duruma göre malzeme alınacak yer, şöyle düşünün; bu alanı olduğu gibi kaldırdığınızı düşünün 10 yılda ya da 20 yılda. Bu alan tamamen olmayacak. Devasa bir çukur” ifadelerini kullandı.
Bölgenin toprak yapısının yeraltı sularının taşınması ve birikmesi için uygun özelliğe sahip olduğunu ve bir su deposuna benzediğine dile getiren Atabey, “Burada kil olsaydı belki yüzeyden sıyrılıp akıp gidecekti su. Killi toprak suyu emmez, bünyesine almaz ya da tutarsa bile alamazsınız oradan. Diyelim yeraltı su kuyusu vursanız bile oradan devamlı su alamazsınız killi toprakta zeminde. Ancak bu çamur taşı dediğimiz bu kırmızı zemin gözenekli. Gözenekli olduğu için yağacak yağmur suları bunun gözeneklerine girecektir ve su olacaktır. Altta Bayır Barajı var, burada diğer baraj var. Her iki tarafın beslenme havzası burası. Dikkat edin yağacak yağmurlar buradan aşağı havzaya doğru gidecek. Siz bu malzemeyi aldığınız zaman buradaki tüm suyu, yeraltı su kaynaklarını da ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Çevredeki tarım alanları, meyve, sebze bütün hepsi etkilenecektir” dedi.
“BURASI YIKIMI KÖRÜKLEYENLERİN HAMMADDESİNİ KARŞILAMAK ÜZERE KURULMUŞ BİR TESİSTİR”
Metalurji Yüksek Mühendisi Cemalettin Küçük ise Türkiye’de çimento fabrikalarına karşı ilk defa dava açan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nde (TMMOB) 10 yıl yönetim kurulunda yer aldığını hatırlatarak, “Bugün 20 yıldır siyasal iktidarda olan o dönemin hükümetinin Türkiye’nin 2023 yılı çimento kapasitesinin hedefi 100 milyon tondu” dedi.
Çimento sektörünün çok fazla enerjiye ihtiyacı olan bir sektör olduğuna vurgu yapan Küçük, Türkiye’de 2021 yılında üretilen ve faturalandırılmış elektrik enerjisinin 255 milyar kilovat saat civarında olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Çimento sektörü bugün Türkiye’de 100 milyon tona çıktığı zaman yirmi beş otuz milyar kilovat saat arasında enerji tüketecektir. Bu yüzde onundan fazlasına denk geliyor faturalandırılanın. Burası demek ki kendiliğinden elektrik tüketicisi bir tesistir.”
Küçük ayrıca, tesisin binlerce ton kömür yakacağını ve bu bu kömürlerin tesise başka yerlerden taşınacağının belirtildiğini söyledi. “Burası aynı zamanda bir yakma tesisidir” diyen Küçük Muğla’da halihazırda üç termik santral bulunduğuna işaret etti.
Halkın tesise ihtiyacı olup olmadığını sorgulayan Küçük, “Hayır halkın buna ihtiyacı yoktur. Beton imparatorluğunun çöken imparatorluğunun ihtiyacı olarak bugün karşımıza bunu koymuş olabilirler. Oysa biz bu beton imparatorluğundan kurtulmak, gerçek anlamda insanların kentleri nasıl yapması gerektiğini, köylerde nasıl yaşaması gerektiğini kendilerinin tartışması gerektiğini tartışırken, sermayenin birikimi ile yeni beton imparatorluklarını kurmak için de depremde acil temeller atıldığını görüyoruz. Bu çimento ihtiyacı genelde savaş sonrası yıkımı körükleyenlerin hammaddesini karşılamak üzere kurulmuş bir tesistir” dedi.
Çimento fabrikalarına geçmişte verilen mücadelelere rağmen tesislerin kurulduğunu belirten Küçük, “Bugün gelmiş olduğumuz nokta itibariyle burada büyük bir enerji tüketimi ve yakma tesisi kuruluyor. Aynı zamanda hem üstten hem de zeminden doğayı tahrip edecek, bu coğrafyayı kirletecektir. Bu bir politik meseledir, siyasi bir meseledir. Bu konuyla ilgili değerlendirmelerde ‘siyasi yaklaşıyorlar’ diyenlere evet siyasi yaklaşıyorlar. Çünkü bu kararı alanlar siyasi” ifadelerini kullandı.
Uzman ekibi buradan sonra fabrikada kullanılması planlanan kireçtaşı malzemesi bulunan alanda inceleme yapmak için yola çıktı. Yol boyunca toprak yapısını inceleyen ekip Yumaklı Köyü yakınında durdu. Burada incelemelerini tamamlayan ekip “Şifalı su” olarak bilinen kaynaktan su aldıktan sonra Kazan Göleti’ne yola çıktı.
EŞREF ATABEY: “BURAYA NASIL BU TESİSİ KURMAK İÇİN İZİN VERİLDİĞİNİ ANLAMAKTA GÜÇLÜK ÇEKİYORUM”
Kazan Göleti kenarında tüm günü ve elde ettikleri verileri yorumlayan uzmanlardan Atabey, şunları değerlendirmeyi yaptı:
Atabey, çimento fabrikasının kurulması durumunda, yıllar boyunca mevcut bitki örtüsünün kazınarak suyu tutan materyalin alınmasını, evlerimizin çatısından su depolarını sökmeye benzediğini söyledi. Bitki örtüsünün yok edilmesi ile iğli olarak ise “Burada suyun toprağa süzülüşünü sağlayan sık orman var. Yani burada başka yerde görmediğim, hakikaten çok sık ve genç orman örtüsü var. Binler değil, milyonlarca ağaç burada kesilecek. Bu da küresel ısınma anlamında; bu ağaçlar aslında karbondioksiti emen, oksijen üreten ağaçlar. Bu yönüyle de çok büyük zararı olacaktır. ‘Küresel ısınmada küçük bir alanın etkisi ne olacaktır?’ demeyelim. Her kesilen ağaç, her kesilen orman, yok edilen bir şey karbondioksitin artmasına, oksijen azalmasına yol açacağı için küresel anlamda düşündüğümüzde çok büyük zararı olacaktır” değerlendirmesini yaptı.
Projenin bölgeye çok büyük darbe vuracağını söyleyen Atabey, “Tesisini çıkaracağı tozlar, gazlar zaten çok ayrı bir etki yapacaktır. Onu anlatmaya gerek yok. O toz tüm orman örtüsüne ve tüm meyve-sebzelere zarar verecektir. Ayrıca gazlar, yakındaki yerleşimlerdeki insan sağlığını etkileyecektir. Son olarak söyleyeceğim şu; buraya hakikaten nasıl bu tesisi kurmak için izin verildiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Türkiye’de birçok yer gördüm ama buraya bu fabrikanın -toz üreten bir fabrikanın- kurulmuş olması ve çok geniş bir alanda malzeme sahasının tasnif edilmiş olmasını ben anlayamıyorum” dedi.
ITRİ LEVET ERKOL: “DÖRT SAATLİK GEZİMİZDE ULUSAL VE ULUSLARARASI HUKUKUN NASIL AYAKLAR ALTINA ALINDIĞINA ŞAHİT OLDUK”
Biyolojik çeşitlilik uzmanı Itri Levet Erkol ise yaklaşık dört saat süren gezi boyunca ulusal ve uluslararası hukukun ayaklar altına alınması ve kamunun zarar uğratılmasına şahitlik ettiklerini belirterek şunları söyledi: “Orman Kanu’na karşı, zeytini koruma kanuna karşı, toprağı koruma kanununa karşı; Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere, Ramsar Sözleşmesi’nin, Bern Sözleşmesi yani Avrupa Yaban Hayatının Korunması Sözleşmesi’nin nasıl ayaklar altına alındığına bugün şahitliğini yapan bir ekibiz aslında.”
Gezi boyunca Zeytinlikler, çam ormanları, makilikler, tarım arazileri, su havzaları, akarsular, akarsuların toplandığı küçük oluşumları gözlemlediklerini dile getiren Erkol, “Bunların tamamı aslında bu coğrafyaya, Muğla’ya yaşam veren ve burada yaşayan halkların ta Karya zamanlarından, Leleg zamanlarından beri uyum halinde yaşadıkları ortamlar. Günümüzde en fazla konuşulan şeylerden bir tanesi iklim değişikliği. Burada iklim değişikliğine dirençli bir tarım modeli aslında uygulanıyor. Susuz tarım yapılıyor, hayvancılık yapılıyor ormanın içerisinde ama diğer taraftan Türkiye henüz yeni taraf olsa bile Paris Sözleşmesi dediğimiz iklim değişikliğine uyum sözleşmesine taraf olurken diğer taraftan karbon emisyonlarını artırmak üzere daha fazla yatırım yapmaya devam ediyor. Nasıl yapıyor bunu? Muğla’ya, çeşitli yerlere baktığımız zaman termik santralleri destekleyerek, çimento fabrikaları açarak, çimento fabrikalarını besleyecek yeni taş ocakları açarak aslında daha dün taraf olduğu sözleşmeye nasıl aykırı olduğunu bugün gösteriyor” dedi.
İstanbul Sözleşmesi varken kadın cinayetlerinin devam ettiğine dikkat çeken Erkol, “Türkiye’nin geçmişten bu tarafa taraf olduğu Bern Sözleşmesi de günümüzde defakto durumda, sanki yokmuş gibi, sanki bu sözleşmeye taraf değilmişiz ve sanki bu sözleşme hükümlerine göre koruma yükümlülüğünde olduğumuz hayvan türleri, bitki türleri ve bunların doğal yaşamları yokmuşçasına ÇED raporları verilerek bir ekokırım yaşanıyor bu coğrafyada” ifadelerini kullandı.
Yaptıkları çalışmalarda ve saha gözlemlerinde onlarca hayvanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından korunmakla yükümlü olduğunu bildiklerini belirten Erkol, “Buna rağmen, buna göz yumularak sahte raporlarla, sahte bilirkişi raporlarıyla, yalnızca bazı şirketlerin cebini dolduracak olan ve yerelde yaşayan yurttaşların, buranın halklarını, haklarını, kamu faydasını göz ardı ederek yok oluşa sürükleyecek projeler halen imzalanıyor. Aslında burada karşı karşıya olduğumuz şey, toplu bir hukuksuzluk durumu. Hem ulusal ölçekte uluslararası ölçekte” dedi.
DOĞAN KANTARCI: “BENİM VARLIĞIMA, MİLLETİMİN VARLIĞINA VE DEVAMLILIĞINA KASTEDİYORSUNUZ”
Bugün yaptıklarının çok kritik bir olduğunu söyleyen Prof. Dr. Doğan Kantarcı, halkın gelirine ve burada yaşayan insanların, köylerin devamlılığına kasteden bir durumun söz konusu olduğunu dile getirdi.
Buradan üretilecek çimentonun ekolojik ve sosyolojik maliyetine değinene Kantarcı, “Ekolojik maliyeti ne? Ormanı kaybedeceksiniz, ormanı kaybettiğiniz vakit neyi kaybedeceksiniz? Odun üretimini kaybedeceksiniz, su üretimini kaybedeceksiniz, buradaki yaban hayatını kaybedeceksiniz. Bir sürü bitki var, bitki sosyolojisi bakımından söylüyorum; bitki alemini kaybedeceksiniz, toprağı kaybedeceksiniz. Yani sistemin yenilenebilmesini kaybedeceksiniz. Devamlılığını kaybedeceksiniz de yenilenebilmesini de yok edeceksiniz” ifadelerini kullandı.
Suyun ve tarımın devamlılığının ülkenin devamlılığı anlamına geldiğini söyleyen Kantarcı, “Çünkü tarım alanı devam ediyorsa oradaki yaşayan köylü de devam ediyor demektir. Millet de devam ediyor demektir. Siz bu devamlılığı ortadan kaldırıp da ben buradan kasama para koyacağım, firmama para kazandıracağım diyemezsiniz” dedi.
MUSTAFA TUNCAELLİ: “BİLİMİN IŞIĞINDA, DÜRÜST, NAMUSLUCA, UZMANLIK ALANLARIN HAKKINI VEREREK BİR ÇALIŞMA YAPARSA BİLİRKİŞİLER BURADAN FARKLI BİR ŞEY ÇIKACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUZ”
Son olarak neden böyle bir keşif gezisi yaptıklarını anlatan Mustafa Tuncaelli 23 Mart’ta mahkeme karı ile gerçekleşen keşif gezisi ve keşif heyetinin raporunu teslim etmek için istediği ek süreye değinerek, “Raporların nasıl çıkacağı konusunda tam bir netliğimiz yok. Yani biz bilimin ışığında, dürüst, namusluca, uzmanlık alanların hakkını vererek bir çalışma yaparsa bilirkişiler buradan farklı bir şey çıkacağını düşünmüyoruz. Yani bizim lehimize, köylülerin, burada yaşayanların lehine, yaşam alanlarını korumaya çalışanların lehine, doğru bir bilimsel rapor çıkacağını ve bu çimento fabrikasının olumlu raporunu bozduracağımıza inanıyoruz” dedi.
Geziye katılan uzmanların öncesinde çimento fabrikası ile ilgili raporları okuyarak projeye kafa yorduklarını ve gezi sayesinde alanı görerek de tanıyabilme fırsatı bulduklarını belirten Tuncaelli, “Haklılığımızı ispat edebilmek için söylediğimiz lafların da çok doğru olması, yerinde olması lazım. O yüzden böyle bir şey kararlaştırdık platform olarak. Yani bunun içinde MUÇEP Menteşe Meclisi, Deştin Çevre Paltformu, Bayır Çevre Komitesi var. Kent Konseyi’miz de bunun için bugün çalışmamız içindeydi. Burada dava açan, burada yaşam alanları savunmaya çalışan bütün güçler ortaklaşa bilimsel çalışmalar yapan uzmanlarımızı, bilim insanlarını buraya getirip sahada çalışma yaptırmış olduk” dedi.