Salı, Temmuz 8, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 9

Eski Genel Müdür’den Phaselis’teki halk plajı ihalesinde yolsuzluk iddiası!

Yazan: GAZETECİYUSUFYAVUZ on 

(Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki TURAŞ A.Ş.’nin önceki Genel Müdürü olan Tayhan Şimşek, işletmelerdeki yolsuzluk ve usulsüzlükleri tespit etmesinin ardından bir rapor hazırlayarak belgeleriyle birlikte Teftiş Kurulu’na iletti. Şimşek, 47 milyona ihale edilen Phaselis projesi için 25 milyon maliyet çıkarıldığını belirtiyor.)

Phaselis’teki halk projesi için 25 milyon maliyet hesaplayan TURAŞ’ın önceki genel müdürü Şimşek, aynı dönemde EKAP’a konulan proje ihale bedelinin nasıl 47 milyona çıktığının sorgulanması gerektiğini söyledi…

Yusuf Yavuz

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Antalya’daki Phaselis antik kentinin koruma alanı içerisinde inşa ettiği halk plajı projeleriyle ilgili ihale bedelinin 25 milyon TL olarak belirlendiğini dile getiren TURAŞ’ın eski Genel Müdürü Tayhan Şimşek, “Biz Phaselis’te 25 milyona ihaleye çıkacaktık, 47 milyona çıkılmış. Burası da Bodrum’da yaşanan sürece benziyor. Bodrum’da 2 milyona ihaleye çıkılmış, firmaya 5 milyon ödeme yapılmış” iddiasını dile getirerek aradaki yüksek farkın sorgulanması gerektiğine işaret etti.

PHASELİS İHALESİNİ HAZIRLAYAN ÖNCEKİ GENEL MÜDÜRDEN AÇIKLAMA

Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde kurulan TURAŞ A.Ş’nin önceki Genel Müdürü Tayhan Şimşek, Phaselis’te tartışmalar eşliğinden devam eden halk plajı projesinin ihale bedelinin daha önce hesaplanan maliyetin yaklaşık iki katı olduğuna dikkat çekerek aradaki farkın sorgulanması gerektiğini savundu.

‘PHASELİS PROJESİ İÇİN 25 MİLYON MALİYET ÇIKARMIŞTIM’

Uzun yıllara dayanan turizm ve otelcilik tecrübesi olduğunu dile getiren TURAŞ’ın eski Genel Müdürü Tayhan Şimşek, görevde olduğu süre içinde yaptığı fizibilite çalışmasında Phaselis’te yapılması planlanan halk plajlarıyla ilgili 25 milyon maliyet çıkardığını belirterek 47 milyon TL artı KDV bedelle ihale edilen projenin ve aradaki yüksek ihale bedeli farkının sorgulanması gerektiğini dile getirdi.

(Tayhan Şimşek, TURAŞ A.Ş’nin genel müdürü olarak görev yaptığı dönemde Phaselis projesi için 25 milyonluk maliyet hesabı yapıldığını kaydetti.)

‘ARADAKİ 23 MİLYONLUK FARKI NASIL BULDULAR MERAK EDİYORUM’

Yetkili olduğum dönemde Phaselis projesi için daha önce çalıştığımız firmalardan teklifler aldım” diyen Şimşek, “Proje hazırlandıktan sonra Yatırım İşletmeler Genel Müdürlüğü’ne gidiyor, orada revize edilebiliyor ve en son EKAP’a giriliyor ihale dosyası. Ben bir hesaplama yaptım ve Phaselis halk plajı projesi için 23 milyon TL maliyet çıkardım. Hadi bir şeyler unutuldu, eksikler oldu diyelim, 2 milyon daha ekledik ve maksimum 25 milyon oldu. Zaten buzdolabı ve mutfak malzemelerinin bazılarını meşrubat firmaları getiriyor. Şimdi aradaki yaklaşık 23 milyonluk farkı nasıl buldular merak ediyorum” diye konuştu.  

(Aralık 2022’de EKAP’a yüklenen ihale dosyası 30 ocak 2023’te ihale edildi.)

MALİYET HESABINDAN BİR AY SONRA İHALE DOSYASI EKAP’A YÜKLENDİ

Phaselis’teki halk plajı projesiyle ilgili maliyet hesabını görevde olduğu Kasım 2022’de yaptığını dile getiren Şimşek, bir ay sonra görevden alındı. Proje ihalesi ise Aralık 2022’de EKAP’a yüklendi. 30 Ocak 2023 tarihinde ise yapım ihalesi İstanbul merkezli Sa-Fa Restorasyon Sanayi şirketine verildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Proje alanına asılan afişte, Phaselis’te uygulamaya konulan projenin ihale bedelinin 47.737.500 TL + KDV olduğu belirtiliyordu. Bir süre sonra bu afişler alandan kaldırılarak inşaat çalışmaları sırasında gölgelik olarak kullanılmaya başlandı.

YOLSUZLUKLARI TEFTİŞ KURULUNA RAPOR ETTİ, GÖREVDEN ALINDI

Göreve gelmesinin ardından TURAŞ’ın ülke genelindeki işletmelerinde yapılan usulsüzlük ve yolsuzlukları belgeleriyle ortaya koyarak Kültür ve Turizm Bakanlığı Teftiş Kurulu’na ileten Şimşek, Bodrum’daki halk plajı projesinin ihale bedeliyle yüklenici firmaya ödenen bedel arasındaki yüksek farkın olduğunu tespit edince sorumlu kişileri görevden aldığını dile getiriyor. Ancak Şimşek’in kurumdaki yolsuzlukların üzerine gitmesi, “yukarıdakileri” rahatsız ederek bir süre sonra görevden alınmasına neden olmuş.

(Tayhan Şimşek, TURAŞ’ta genel müdür olarak görev yaptığı dönemde yolsuzlukları rapor edince kendisinin ‘sana sıkıntı olur, ayağına dolanır’ diye uyarıldığını dile getiriyor…)

‘YUKARI DOĞRU GİTME, DİKKAT ET AYAĞINA DOLANIR DEDİLER’

Phaselis’teki projedeki maliyet analiziyle ihale bedeli arasındaki farkın da Bodrum’daki halk plajı ihalesindeki yolsuzlukla benzerlik gösterdiğini savunan Şimşek, konuyla ilgili sorularımızı şöyle yanıtladı: “Biz Phaselis’te 25 milyona ihaleye çıkacaktık, 47 milyona çıkılmış. Burası da Bodrum’da yaşanan sürece benziyor. Bodrum’da 2 milyona ihaleye çıkılmış, firmaya 5 milyon ödeme yapılmış. (Mahkeme kayıtlarına göre resmi ödeme tutarı 3.550.045.00 TL) Sonra biz bunu fark ettik, noterden ihtarname çektik, müdür yardımcısını görevden aldık. O dönem ben 15-20 kişiyi görevden aldım. Ondan sonra bana yukarı doğru gitme, sonuçta bir genel müdür yardımcısı bir şey yapıyorsa yukarıdaki bürokratların bilgisi vardır, tek değildir, dikkat et diye uyardılar. Sana sıkıntı olur, ayağına dolanır dediler. Ben raporu teftiş kuruluna gönderdim ardından operasyon başladı bana.”

(TURAŞ’ın Bodrum’da yaptığı halk plajı ihalesinde 1,5 milyon TL civarında yolsuzluk tespit edildi. Yargıya taşınan usulsüzlük hakkında dönemin genel müdür yardımcısına çekilen ihtarname.)

TURAŞ’IN BODRUM’DAKİ HALK PLAJI İHALESİNDE NE OLMUŞTU?

Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki TURAŞ A.Ş’nin inşa ettirerek işlettiği Bordum halk plajının yapım maliyeti ile yüklenici firmaya yapılan ödeme arasında yaklaşık 1,5 milyon TL’lik fark olduğu tespit edildi. Bodrum 3. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2020/24 sayılı dosyasında bilirkişilerce tespit edilen fahiş fiyat farkı, TURAS A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı C.S.S’nin söz konusu işle yetkili olduğu dönemde gerçekleşti. TURAŞ A.Ş., Bodrum Halk Plajının inşaatı için yüklenici firmaya 3.550.045.00 TL ödeme yaptı. Ancak bilirkişi raporunda maliyet 2.061.517,62 TL olarak tespit edildi. Şirketin uğradığı zarar yaklaşık 1,5 milyon TL düzeyinde. TURAŞ ve TUDAV’ın avukatları konuyla ilgili 5 Temmuz 2022 tarihinde dönemin Genel Müdür Yardımcısı Cem Sultan Saral’a bir ihtarname göndererek kurumun uğradığı zararla ilgili yargı yoluna başvurulup vurulmasını yolunda bilgi verilmesini talep etti. Yolsuzluk olayının ortaya çıkmasının ardından dosyada adı geçen ve yapım ihalesinde 1,5 milyonluk fazladan ödeme yapıldığı dönemin sorumlusu olduğu belirtilen TURAŞ A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı C.S.S’nin görevine son verildi. 

(Phaselis Bostanlık Koyu’nda yapılması planlanan halk plajı projesinin canlandırması)

60 GÜNLÜK İHALE SÜRESİ DOLDU, ÇALIŞMALAR SÜRÜYOR

Öte yandan Phaselis’te uygulamaya konulan proje için ihale sözleşmesinde belirtilen 60 günlük yapım süresi 14 Nisan’da doldu. Bakanlık, yüklenici firmaya 14 Şubat 2023 tarihinde yer teslimi yapmıştı. Ancak yörede yaşayanlar tarafından yargıya taşınan projenin yapım işleri halen devam ediyor. İhale dosyasına göre 85 bin metrekarelik alanda uygulanacağı belirtilen projenin Ramazan Bayramına yetiştirileceği açıklanmıştı ancak Bayrama sayılı günler kala proje henüz tamamlanmadı.

(Phaselis Alacasu Koyu’nda yapımı devam eden halk plajı projesinin inşaatı)

PHASELİS’TE HALK PLAJ DEĞİL PLAN İSTİYOR

Phaselis antik kentinin korunarak kullanılması gerektiğini savunan yöre halkı ise Phaselis’e Dokunma Hareketi’nin girişimiyle Kemer ilçesinde bir çalıştay düzenliyor. Çalıştayda alanın taşıma kapasitesinin belirlenmesi, yönetim planı oluşturulması ve antik kenti tehdit eden kullanım baskısına düzenleme getirilmesi için konuyla ilgili bilim insanları, meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri bir araya geldi. 15 Nisan’da başlayan çalıştay bugün de devam ediyor. Çalıştayda sunulan bildiriler ve alınan kararlar sonuç bildirgesi ile kamuoyuna açıklanacak. Ayrıca Çalıştayın sonuçları Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ilgili kurumlara iletilecek.

MERMER VE TAŞ OCAKLARININ ÇEVREYE OLUMSUZ ETKİLERİ

Yazar: Eşref ATABEY 

Son yıllarda, seyahat ederken her nereye yüzümüzü çevirirsek açılmış bir mermer ve taş ocağı görmek mümkün oldu. Ağaç kurdu misali dağlar ve tepeler adeta kemiriliyor. Mermer ve taş ocağı faaliyetleriyle önce orman ve bitki örtüsü, sonra da toprak katmanı ortadan kaldırılıyor. Morfolojik yapı bozuluyor ve çıplak kalan arazide toprak erozyonu hızlanıyor. Tarım alanları zarar görüyor, yer altı su sistemi bozuluyor. Ocaktaki patlatmaların etkisiyle heyelanlar ve çökmeler oluyor, çevreye yayılan tozlar, çevrede yaşayanlar ile bitkilere zarar veriyor. Tarım alanlarına, derelere gelişigüzel atılan pasalar, çamur atıkları çevreyi ve su kaynaklarını kirletiyor. Çevrede gürültü ve görüntü kirliliği oluşturuyor, en sonunda geride dik uçurumlu, suyla dolan, insanlar ve hayvanlar için büyük tehlike oluşturan devasa çukurlar kalıyor.

Ülkemizde gün geçtikçe artarak devam eden çevresel ve halk sağlığı sorunu haline gelen mermer ve taşocağı faaliyetleriyle morfolojik yapının bozulması, orman, su kaynakları, toprak ve tarım alanlarına etkileri, toprak erozyonu, patlatmaların etkisi, katı atıklar, mermer tozu, mermer çamurunun etkileri, gürültü ve görüntü kirliliğinden ve önerilerden bahsedeceğim.

Mermer ve taş ocaklarının çevresel etkilerine geçmeden önce, bazı tanımlar yapmak istiyorum.

Maden yönetmeliğinde mermer ve taş ocaklarının yeri

Maden yönetmeliğine göre [1]  madenler 5 gruba ayrılmıştır. II. grup madenler başlığı altında;

  • a- Kalsit, dolomit, kalker, granit, andezit, bazalt gibi kayaçlardan agrega, mıcır, geometrik şekil verilmeden yol, baraj, gölet ve liman gibi alanlarda kullanılan taşlar, dolgu, istinat ve diğer yapı duvarı gibi yerlerde kullanılan yapı taşları (dekoratif amaçlı kullanılan taşlar hariç), hazır beton ve asfalt üretiminde kullanılan kayaçlar,
  • b- Mermer, traverten, oniks mermeri, granit, andezit, bazalt, diyabaz gibi blok olarak üretilen taşlar, boyutlandırılarak geometrik şekil verilen taşlar ile kayraktaşı, arduvaz, tüf, ignimbirit ve benzeri dekoratif amaçla kullanılan doğal taşlar,
  • c- Kalsit, dolomit, kalker, granit, andezit, bazalt gibi kayaçlardan entegre çimento, kireç ve kalsit öğütme, demir çelik tesisleri, enerji santrali ile metal üretimine yönelik tesislerde hammadde olarak kullanılan kayaçlar, yer almaktadır.

Taş ocakları 3 gruba ayrılır

  1. Blok almak için açılan mermer ocakları,
  2. Kırma taş (mıcır) elde etmek için açılan taş ocakları,
  3. Yapı taşı elde etmek için açılan taş ocakları.
Yapı taşı için açılmış taş ocağı.
Fotoğraf: Eşref Atabey

Mermer nedir?

Mermerin jeolojik ve ticari olmak üzere iki ayrı tanımı yapılmaktadır. Jeolojik anlamda mermer kireçtaşı ve dolomit kayalarının yüksek basınç ve sıcaklık altında erimeleri ve yeniden kristalleşmesiyle oluşan kayaç adıdır. Örneğin, fotoğraftaki Afyonkarahisar mermeri gibi… [2]

Ticari standartlara uygun boyutlarda blok verebilen, kesilip parlatılan veya yüzeyi işlenebilen ve taş özellikleri kaplama taşı normlarına uygun olan tortul, magmatik ve metamorfik türden ticari dilde mermer olarak bilinmektedir [2].

Bu tanım uyarınca kireçtaşı, traverten, kumtaşı gibi tortul taşlar; gnays, mermer, kuvarsit gibi metamorfik taşlar; granit, siyenit, serpantin, andezit, bazalt gibi magmatik taşlar da mermer olarak isimlendirilmekte ve doğal taşlar denilmektedir [2, 3].

Mermer ve taşocağı, mıcır üretimi yapılan kaya türleri rekristalize kireçtaşı (jeolojik anlamda mermer), traverten, gnays, granit, granodiyorit, kuvars diyorit, diyorit, gabro, diyabaz, andezit, bazalt, serpantin, sert tüfler, oniks mermeridir. En fazla kireçtaşı ve travertenden mermer üretimi yapılmaktadır [3].

Blok mermer.

Türkiye mermer yatakları

Türkiye mermer yatakları, haritada, kırmızı noktalarla gösterilmiştir. Haritaya baktığımızda, Batı Toros Dağları Burdur, Antalya yöresinde, kuzeybatı Anadolu bölgesi Balıkesir, Eskişehir, Bilecik yöresinde, Güneydoğu Anadolu bölgesi Diyarbakır yöresinde kireçtaşı, Batı Anadolu’da Afyonkarahisar yöresinde rekristalize kireçtaşı (jeolojik anlamda mermer), Denizli yöresinde traverten, İç Anadolu’da Ankara’da andezit, Kırşehir’de granit, gabro, Nevşehir’de sert tüf üretiminin yoğunlaştığını görmekteyiz.

Türkiye mermer yatakları haritası [4].

Mermer işleme tesisleri

Toplam 1079 mermer işleme tesisinden, 1029 adedinin Afyonkarahisar, İzmir ve Denizli olmak üzere 3 ilde bulunduğu, toplam sayının üçte ikisinin ise sadece Afyonkarahisar’da olduğu görülmektedir [5].

Mermer ve taş ocaklarının olumsuz etkileri

Taş ocağı faaliyeti başladığında ilk önce toprakla birlikte, orman ve bitki örtüsü ortadan kaldırılır. Morfoloji bozulur, erozyon hızlanır, tarım alanları zarar görür. Yeraltı su sistemi bozulur, patlatmaların etkisiyle heyelan, çökmeler olur. Yaydığı toz, çevrede yaşayanları ve bitkileri etkiler. Gürültü ve görüntü kirliliği olur. Pasalar, çamur atıkları çevreyi kirletir. En sonunda geriye tehlike yaratan falezli, su dolu devasa çukurlar kalır.

Morfolojik yapının bozulması

Taş ocağı faaliyetiyle alanın morfolojik yapısı bozulmakta, orman ve bitki örtüsü yok edilmekte, çıplak kalan ve özelliğini kaybetmiş zemin, yağmur suları ve buzlanmayla daha çabuk parçalanarak, ufalanmakta, aşınan malzeme sellerle taşınarak erozyona yol açmaktadır.

Erozyon ve sel sularıyla dere suyuna karışan kil boyutundaki malzeme balıkların solungaçlarına yapışarak ölmelerine neden olmaktadır. Ayrıca, pasalardan (atıklardan) dere suyuna karışan sedimanlar suyun sıcaklığını, pH, elektrik iletkenliği ve biyolojik oksijen ihtiyacı derişimini değiştirerek canlılar için zararı olmaktadır.

Ormana etkisi

Orman alanlarında açılan taş ocağı ve mermer ocakları, yerel iklim ve mikro klimasında değişimlere yol açmakta, topraktaki canlıların yok olması, nemli ve verimli toprağın kaybı ile abiyotik minerallerin, faunanın etkilenmesi, toprak suyunun kaybıyla ağaçların büyümeleri olumsuz etkilenmektedir [6]. Dağlık ve tepelik arazideki ormanlar ve bitkiler su da üretirler. Yere düşen yağış, gözenekli orman toprağından sızarak ana kaya çatlak sistemine, oradan da kaynaklara, derelere ve yer altı suyuna ulaşır. Taş ocaklarıyla bu sistem zarar görür.

Batı Toroslar bölgesi Finike’de orman içinde ve dere kenarında açılmış, pasalarının tarım alanını ve yakınında yaşayanları tehdit eden bir mermer ocağı.
Kızılçam ormanı içinde açılmış bir taş ocağı (Fotoğraf: Eşref Atabey).

Su kaynaklarına etkisi

Tüf, bazalt gibi gözenekli volkanik kayaçlar ile traverten, kireçtaşı kayaları gibi sedimanter kayaçların gözenekleri ile kırık ve çatlakları içinde, yağmur sularının zemin içerisine süzülmesiyle oluşan meteorik sular, daha önceden hapsolmuş formasyon suları vardır. Sedimantasyon sırasında hapsolmuş olan formasyon suları hidrolojik döngünün bir parçasıdır. Ayrıca çok eski jeolojik zamanda oluşan fosil sular bulunmaktadır. Özellikle kireçtaşı kayaları birer su deposudurlar [7,8].

Mermer ve taş ocağı faaliyetleriyle yer altından aşırı su çekimi olmaktadır. Özellikle orman/bitki örtüsü yok edilmekte ve ekolojik denge tamamen bozulmaktadır. Taş ocakları yarmaları kaya çatlak sistemlerini kestiklerinden, yer altı suyuna sızan suyun açığa çıkmasına, akış yönünün değişmesine, buharlaşmasına ve kaybına neden olmaktadır. Ayrıca, su derine kaçtığından yer çökmelerine neden olur. Patlatmalarla mevcut su kaynaklarının yolu değişmekte, su kaynakları azalmakta ya da kurumaktadır.

Kireçtaşları mikro ve makro çatlaklı ve gözenekli, içinde karstik boşluklar barındıran, kar sularını depolayan tıpkı bir binanın çatısındaki su deposu gibi, birer su deposudurlar. Taş ve mermer ocağı ile bu sistem ortadan kalkmaktadır.

Blok mermer üretimi esnasında arazinin fiziki yapısı bozulduğundan, birer su deposu olan kayaçlar ve ormanlar yok edildiğinden, canlılar için yaşam kaynağı olan su kaynakları azalmakta ya da yok olmaktadır. Mermer üretim sanayi, enerji ve su yoğun bir sanayidir. Özellikle blok mermerlerin kesimi esnasında aşırı derecede su kullanılmaktadır. Mermerde sanal su kullanımı (su ayak izi) konusu diğer yazıda bahsedilecektir.

Karstik su kaynaklarını kesen basamaklı mermer ocağı.

Burdur-Karamanlı-Yeşilova-Yarışlı Gölü çevresindeki mermer ocaklarının uydu görünümü. Açık görünen yerler mermer ocaklarıdır. Mermer ocaklarının doğaya yaptığı tahribatın boyutları açıktır. Sel sularıyla göle gelen mermer çamuruyla Yarışlı gölü artık dolmak üzeredir. Mermer ocaklarının su deposu konumundaki kireçtaşı kayalarını yok etmesiyle göl kurumaya yüz tutmuştur.

Toprak ve tarıma etkisi

Toprağın ana maddesi kayaçlardır. Kayaçlar olmazsa toprakta, bitkilerde, su da olmaz. Mermer ve taş ocaklarıyla kayaçlar yerlerinden kaldırıldığı için çevresindeki toprak oluşumu da durmaktadır. Tarım alanlarına sınır taş ocağı ve mermer ocaklarının tozları bitkilere ve ekili alanlara zararı olmaktadır. Tarım alanlarında toprağın nemi azalmakta ve toprak kurumakta, tarımsal faaliyette ve içme amaçlı kullanılan yer altı suyu azalmakta, kuyuların su seviyeleri düşmekte, ağaçlar kurumaktadır. Mermer tozu, bitki yapraklarında stomaları kapatır ve bitki zayıf düşer. Bitki zayıf düşünce parazitler bitkiye hücum ederler ve bitki ölür. Toz, bitkilerin yapraklarında solunumu ve fotosentezi engeller, döllenmeyi önler ve meyve oluşumunu azaltır [6]. Ayrıca taş ocaklarından kaynaklı toz, çevrede arıcılık faaliyetlerine zarar vermektedir.

Zeytinlik yasası

3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, Madde-20: Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevî atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez’’ diye ifade edilmektedir [9].

Bu kanuna göre; taşocağı ya da mermer ocağı çevresinde zeytinlikler bulunmakta ise ve zeytinliklere mesafesi 3000 metreden daha az ise taşocağı ya da mermer ocağına faaliyetine izin verilemez.

Patlatmaların etkileri

Taş ocağı yakınında yaşayan insanlar, evlerinin duvarları çatlayacak mı, ev yıkılacak mı, çatıya taş mı gelecek endişesiyle korkmaları, psikolojilerinin ve huzurunun bozulmasıdır. Kontrol ve denetimleri tam yapılamayan bazı taş ocaklarında dinamit patlatılmasından çevredeki yaşayanlar ve ocakta çalışanlar yaralanmaktadır. Patlatmayla oluşan sarsıntıyla heyelanlar ve zeminde çökmelerin olması, evlerin duvarlarında çatlaklar oluşturması, patlatma anında çevreye fırlayan kaya parçaları evlere, ekili alanlara, bitkilere, ağaçlara, zeytin gibi meyve ağaçlarına zarar vermektedir.

Yerleşim yeri yakınında açılmış bir taş ocağında dinamit patlatması sırasında havaya yayılan toz bulutu.

Tozların zararları

Mermer tozu en küçük boyutta mermer atıklarıdır. Mermer tozları, mermer işleme tesislerinde blokların ve plakaların kesilmesi esnasında açığa çıkan ve büyük çoğunluğu 1 mm’nin altında olan mermer tanecikleridir. Mermer tozunun tane boyutunun yüzde 90’ının 56 mikron altında olduğu saptanmıştır.

Mermer tozu inerttir, yani akciğerlerde bir zarara yol açmayan toz olarak kabul edilmektedir. Ancak bu bilgi doğru değildir. Çünkü mermer tanımına göre; kesilip, parlatılabilen her tür kayaç ticari anlamda mermer olup, mermer olarak işletilen ancak, içlerinde kanserojen toz bulunan kayaçlar da vardır. Plaka kesimi esnasında ise en az yüzde 15-50 oranında toz olarak atık oluşmaktadır. Özellikli kuru havalarda ve rüzgârlı günlerde mermer tesislerinin çevresinde ciddi toz kirliliği oluşur. Toz kirliliği çevredeki bitki ve ağaç örtüsüne ciddi zararlar verir.

Mermer tozundan zarar gören zeytinlik.

Mermer çamuru zararı

Mermer ocağında ve atölyesinde oluşan mermer çamurunun önemli bir miktarı kalsiyum oksit ve magnezyum oksittir. Az miktarda kuvars, silisli şist, çakmaktaşı, grafit ve limonit içerir. Çamurdaki partiküllerin boyutları 200 mm’nin altındadır [5]. Mermer kesiminden kaynaklı atıksu özellikleri çizelgede verilmiştir. Buna göre, elektriksel iletkenliğin 12.500 mikrosiemens/cm, toplam katı madde 9600 mg/l değerleriyle yüksek olduğu görülmektedir. Bu özellikteki su alıcı dere, kaynak ve göllere ulaştığında ciddi kirlilik oluşturacaktır.

Atıksu özellikleri;

  • Ph: 7,2
  • Sıcaklık: 200C
  • Bulanıklık (NTU): 390
  • Elektriksel iletkenlik: 12500 µs/cm
  • Toplam katı madde: 9600 mg/l
  • Toplam uzaklaştırılmış katı madde: 2100 mg/l
  • Toplam çözünmüş madde: 7500 mg/l

Mermer çamurları gelişi güzel döküldüğü zaman eko sistemin fiziksel, kimyasal ve biyolojik yapısı için ciddi tehdit oluşturmaktadır. Mermer çamuru toprağa döküldüğü zaman, toprağın su süzme kapasitesini azalttığından dolayı arazinin üretkenliğini ters etkiler. Alıcı ortam suyunun bulanıklığını artırır ve faydalı kullanımını azaltır. Toprağa dökülmüş mermer çamurları, bitki örtüsünün geliştirmesini önler veya bodur bırakır. Dere yataklarının doldurur ve dere kesitinin daralmasına neden olur. Bazı dereler bu atıklarla doldurulmuştur. Toprağa dökülmüş mermer çamuru kuruduğu zaman küçük partiküller havada uçuşarak ciddi hava kirlenmesine neden olur. Mesleki sağlık problemleri bir yana, endüstriyel alanlarda bulunan makineleri ve enstrümanları olumsuz etkiler” [5].

Yağmurlu mevsimlerde mermer çamurları nehirlere, kanallara ve yollara akarak suyun kalitesini olumsuz etkiler, depolama kapasitesini azaltır ve suda yaşayan canlılara zarar verir. Çevrede otlayan hayvanlar mermer çamuru birikintilerine, havuzlarına saplanabilirler.

Aydın’da mermer çamuruna saplanan atlar (2020).

Mermer çamuru alıcı nehirlere ulaştığında kil boyu partiküller balıkların solungaçlarına yapışarak, tıkamakta ve oksijensiz bırakarak toplu ölmelerine yol açmaktadır. “Katı maddelerle birlikte akarak göl ve göletlerin su tutma kapasitesini azaltmaktadır. Toprağa uzun süreli çökelmeden dolayı, daha küçük partiküller, su taşıma rejimini düşürmekte, bu durumdan yer altı suyu ciddi şekilde olumsuz etkilenmektedir” [5].

Pasaların – katı atıkların etkisi

Blok mermer üretimi esnasında yarı yarıya atık oluşmaktadır. Mermer ve taş ocağı pasaları, resimlerde örneği görüldüğü üzere yerleşim yerlerini, orman ve bitki örtüsünü, tarım alanlarını, vadileri, dere, göl, baraj, su kaynaklarını tehdit etmektedir.

Mermer madenciliği, 3213 sayılı Maden Kanununda “II (b)-Mermer, Traverten, Granit, Andezit, Bazalt gibi blok olarak üretilen taşlar ile dekoratif amaçla kullanılan doğal taşlar” grubunda değerlendirilmekte olup, bu madenlerin aranması, çıkarılması ve fiziksel işlemlerle işlenmesi sonucunda oluşan maden atıkları, 2017 yılı Maden Atıkları Yönetmeliğinde İnert Atık Listesinde yer almaktadır.

Maden Kanunu’nda geçen bu ifade doğru değildir. Mermer tanımı içinde yer alan ve işletilen kanserojen asbest içerebilen peridotit, serpantin, kanserojen eriyonit içeren tüf-ignimbrit, radyoaktif olabilen granit ve tüf ile silikozis nedeni olabilen silis içeren kayalar da vardır. Bu kayaların tozları hastalık yapabilir ve dolayısıyla inert değildirler. İnert toz sadece rekristalize kireçtaşı, kireçtaşı ve traverten tozlarıdır.

Mermer atıklarının boş alanlara dökülmesi.

Maden Atıkları Yönetmeliği’ne göre arıtmadan çıkan çamurlar ve kesimden çıkan değerlendirilemeyen parça mermerlerin gelişi güzel araziye verilmesi yasaktır. Birçok yerdeki bazı mermer fabrikaları mermer çamurlarını standartlara uymayan yerlere dökmektedirler. Bazı mermer fabrikaları ise gelişi güzel yerlere, dere yatakları gibi, atıklarını geceleri atmaktadırlar. Bu çirkin görüntüye neden olmaktadır”’ [5].

Mermer ocaklarından çıkarılan mermer bloklarının yaklaşık yüzde 50’ye yakın bir oranı atık olarak açığa çıkmaktadır. Mermer blokları ve plakalardan mermer üretimi esnasında ciddi miktarda mermer tozu, mermer çamuru ve katı atık oluşmaktadır. Atık suları arıtılmadan kanalizasyona bağlanmakta ve derelere verilmektedir. Bu tesislerin birçoğu çevreyi ciddi olarak kirletmektedirler. Taş ve mermer ocağı iş makinaları yağlar, petrol ve türevleri, bazı kimyasallar toprak ve yer altı suyunu kirletebilmektedir.

Mermer ocaklarından kaynaklı mermer çamurunun dere suyunu beyaza dönüştürdüğü görüntü [6].

Gürültü kirliliği

Plaka mermer üretimi esnasında gerekli önlemleri almayan tesisler ciddi gürültü kirliliği oluşturmaktadır. Blok mermer işleme tesislerindeki kesim ve diğer işlemlerdeki makinelerden kaynaklanan gürültü çevrede yaşayanların sağlığını etkileyebilir. Gürültü seviyeleri, Gürültü Kontrol Yönetmeliği’ndeki limitleri aşmamalıdır. Gürültünün çevreye yayılması önlenmelidir. Tesis makinelerinden kaynaklanan gürültünün çevreyi rahatsız etmemesi için İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin istenen, Çevre Koruma Bandı duvar veya perdeleme yapılmalıdır.

Görüntü kirliliği

Mermer ve taş ocaklarında potansiyel görsel etki kaynakları ocağın yapısal özellikleri, hareketli alanlar ve inşaat alanlarıdır. Bütün bu unsurlar ufuk çizgisinden yükselerek, kendilerini doğal çevrede görünür kılarlar. Bundan dolayı mermer ocaklarının genel görüntüsü, çeşitli boyutlardaki çukurlukları ile toprak ve mermer artıklarından oluşan yığma tepeler (döküm sahaları) şeklinde görülmektedir. Bu manzara görüntü kirliliği yaratmakta, insanda psikolojik rahatsızlık oluşturmaktadır. Blok mermer tesisi arazisinin tüm çevresine dağılmış olan çamur kümeleri çirkin görüntülere neden olur. Bölge estetiğini bozar. Turizmi ve bölgenin endüstriyel potansiyelini olumsuz etkiler.

Burdur-Tefenni-Karamanlı-Yarışlı Gölü arasındaki tepelerin hemen hepsinde, bir taş ocağı faaliyet göstermektedir.

Tehlike oluşturması

Taş ocakları faaliyetleri sonunda, geride dik uçurumlu, suyla dolan devasa çukurlar oluşmaktadır. Terk edilen ocak çevresinde koruma önlemleri alınmadığından bu durum, çevredeki insanlar ve hayvanlar için, yaban hayatı için tehlikeli olmaktadır. Falezden düşme ve suda boğulma olabilmektedir. Karayolları inşaatı ve asfaltlama için ana yollara taş ocakları açmaktadır. Özel sektör taş ocakları işletmelerinin rekabet ortamında avantaj sağlamak için köy, kasaba, şehir yolları güzergah üzerinde ocak planlayıp açmaktadırlar. Fiziki kirlenmeyi (toz, toprak, titreşim gibi) düşünmeyerek dere kenarında taş ocak işletmeleri açılmaktadır. Yüksek kademe ve şevlerde kaya kopması ve düşmeleri sonucu gerek çalışan gerekse sivil insanların ölümlü kazalar olabilmektedir. [10].

Tehlike oluşturan devasa taş ocağı çukurları.

Faaliyeti biten mermer ve taş ocaklarının eski haline getirilmesi

Kayaçların toprağa dönüşmesi binlerce yüzlerce yılları almaktadır. Ve oluşan toprakta ağaçlar, bitkiler yetişmektedir. Toprak bir canlıdır. Bir gram kuru toprakta milyarlarca mikroorganizma vardır ve canlıları besleyen toprağa hayat verir. Terk edilen ocakların ağaçlandırılması ve eski haline getirilmesi olanaklı değildir. Çünkü dikilen ağaçların yeşermesi ve boy vermesi için, henüz toprak oluşmamıştır.

Taş ocağı çukurları arazinin yer altı suyu akışını engeller. Çukur bölüm ağaçlandırılamadığı için çöp ve atık maddelerin doldurulduğu, lağım atıklarının boşaltıldığı depoya dönüşmektedir. Taş ocağı çukuruna doldurulan kirletici atıklar yer altı sularına sızarak, içme sularını kirletir.

Taş ocaklarının eski haline getirilmesi.

Mermer ve taş ocaklarıyla;

  • Arazinin fiziksel yapısı bozulmakta, toprağın erozyonu hızlanmaktadır.
  • Yer altı ve üstü su dengesi bozulmaktadır.
  • Tarım, orman ve rekreasyon alanları zarar görmektedir.
  • Patlatmalarla su kaynakları kaybolmakta, gürültü kirliliği olmaktadır.
  • Patlatmalarla oluşan sarsıntıların tetiklediği heyelanlar olabilmektedir.
  • Tozlar havayı, toprağı ve suyu kirletmektedir (Düzgün, 2009).
  • Su kaynaklarının kuruması, bitkilere zararı, nakil yollarının açılması suretiyle trafik artışı ve yolların oluşturduğu parçalanma yaban hayata zararı olmaktadır.
  • Ocaklar terkedildikten sonra geride devasa çukurlar bırakılmakta, çevresinde koruma önlemi alınmadığından, insanlar ve hayvanlar için tehlike oluşturmaktadır.
  • Terk edilen ocakların yerleşim yerlerine yakın olanları genellikle inşaat ve hafriyat atığı, katı çöp depolama alanı olarak kullanılmaktadır.

Mermerde renk modasının doğaya ve yer altı suyuna verdiği zarar

Mermerde renk modasının takip edildiği, modanın beyaz ve gri olduğu belirtilmektedir. Bu bilimsel bir yaklaşım olmadığı gibi, bu durum mermer sektörünün nasıl yönlendirildiğinin de bir göstergesidir. Beyaz ve gri modası fırsatından bir an önce yararlanmak için, gri ve beyaz olan kireçtaşı kayalarında daha fazla mermer ocağı açılacak, daha fazla doğa ve çevre tahrip edilecek, su kaynakları kurutulacaktır. Toroslarda daha fazla orman yok edilecek, daha fazla blok mermer ihraç etmek için milyonlarca yılda oluşan birer su deposu olan kireçtaşı kayaları kısa sürede ortadan kaldırılacaktır.

Mermer ihracatı ekonomiye yarardan çok doğaya ve yer altı suyuna zarar veriyor

Madencilik ve taş ocakçılığı sektörünün GSMH içindeki payı 2021 yılına göre yüzde 1,3’dür. 16.1.2023 tarihi itibariyle Türkiye’de toplam 15.096 maden ruhsatı bulunmaktadır. Grup II (b) doğal taşların içinde bulunduğu madenlerde 16.1.2023 itibariyle 571 adet işletme ruhsatı vardır.

2021 yılı doğal taş üretimi 18.250.688 ton olmuştur.

2022 yılı doğal taş ihracatı 2.096.357.743 dolardır [11]

2022 doğal taş ihracatı 7.177 bin ton olmuştur [12].

Blok mermer ihracatı daha fazla yapıldığından, doğa daha fazla tahrip edilmekte, su deposu görevi gören özellikle kireçtaşı kayaları daha fazla parçalanmakta, ormanlar da daha fazla yok edilmektedir. Blok mermer ihracatıyla aslında yapılanın, yıllarca toprağı, bitkileri, canlıları besleyen suyu bünyesinde tutan ve depolayan kayalarla birlikte bir bakıma su da ihraç edilmiş olmaktadır.

Öneriler

Mermer ve taş ocakları madenciliği iç talebi karşılayacak ölçüde ve bilimsel temelli olmalıdır. Gayri Safi Milli Hasıla ve istihdamdaki payı, mermer ihracatının getirisi, yurt içinde yaptığı doğa tahribatı, su kaynaklarına zararı düşünüldüğünde, önemli bir payı olmadığı görülmektedir. Türkiye’deki çoğu mermer ocakları çoğu bilimsel temelli arama ve incelemelere dayandırılmayan arama ve işletme yöntemleriyle faaliyetlerini sürdürmektedirler.

Gelişigüzel açılan ocaklar doğayı tahrip ettikten, çevreye zarar verdikten bir süre sonra, bilimsel kriterler dikkate alınmadığından ekonomik olmadıkları gerekçesiyle kapatılmak zorunda kalınmaktadır.

Yaklaşık 40 yıl Türkiye’nin hemen her yerinde çalışmış bir jeolog olarak, bu şekilde açılmış ve ekonomik olmadığından bir süre sonra kapatılmış yüzlerce mermer ocağına tanık oldum. Mermer ocakları açılmadan önce jeolojik, sedimantolojik, petrografik, mineralojik incelemeleri, dağılımı, geometrisi, rezerv hesaplamaları yapılmalıdır [2, 3, 13].

Dr. Eşref Atabey

Jeoloji Yüksek Mühendisi / Tıbbi Jeoloji Uzmanı / Yazar

Kaynaklar

[1] Resmi Gazete. Maden Yönetmeliği. Tarih: 21 Eylül 2017. Sayı:30187.

[2] Deniz İ. Önenç ve Eşref Atabey. 2003. Mermer Meslek içi Eğitim semineri kitabı. JMO yayını No: 74. 175s. Ankara.

[3] Eşref Atabey. 2003. Tufa ve Traverten. TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası Yayınları: 75. 106s.

[4] https://www.mta.gov.tr

[5]. Mustafa Öztürk. 2018. Mermer kesiminden kaynaklanan çevre kirliliği ve önlemler. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı.

[6] Doğan Kantarcı.2015. Açık taş ocağı işletmesinin çevreye etkileri ve sürdürülebilirliği. 7. Ulusal Kırmataş Sempozyumu bildiriler kitabı.

[7] Eşref Atabey. 2021. Su Damlası. 1.Baskı, Haziran 2021.228s. ISBN 978-625-7647-502

[8] Eşref Atabey. 2018. Suyun Hikâyesi. 615s. ISBN: 978-605-9331-87-6 Asi Kitap. İstanbul.

[9] Resmi Gazete. Zeytinciliğin Islahı Ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun. Tarih: 26.1.1939. Sayı: 3573.

[10] Seyfi Kulaksız. 2012. Madencilikte çevre yönetimi. Maden Mühendisleri Odası.

[11] http://www.mapeg.gov.tr/maden_istatistik.aspx-erişim

[12] İMMİB. 2022. Maden ihracatı.

[13] Eşref Atabey. 1997. Karbonat sedimantolojisi. JMO yayını No: 45. 130s. Ankara.

Almanya’da son üç nükleer santral bugün kapatılıyor

Almanya’da geriye kalan son üç nükleer reaktör de bugün kapatılacak. Bu adımla birlikte Avrupa’nın en büyük ekonomisi, nükleer enerjiden tamamen vazgeçmiş olacak.

15 Nisan 2023’te son üç reaktörün de kapatılmasıyla Almanya’da yaklaşık 50 yıl sonra nükleer santraller dönemi sona eriyor. Nükleer güç hakkındaki tartışmalar son yıllarda Alman toplumunu ve demokrasi anlayışımızı şekillendirdi. Çevre tarihçisi Frank Uekötter, meselenin sadece “ucuz enerji” olmadığını söylüyor. “Bunda hukukun üstünlüğü söz konusu, meşru protestonun sınırları söz konusu. Aynı zamanda, gerçekten içinde yaşamak istediğiniz toplum türü üzerinde anlaşmaya varabilmek söz konusu.”

Nükleer karşıtı hareketin başlangıcı

1970’lerin başında, petrol krizinin ardından nükleer enerji daha da önem kazanmıştı. 1975’te, nominal gücü 1.000 megavattan fazla olan dünyanın ilk nükleer enerji santrali olan Biblis devreye girdi. Ancak nükleer enerji santrallerinin inşasıyla, nükleer enerjinin gerçekte ne kadar karmaşık, arızaya açık ve ne kadar pahalı olduğu giderek daha açık hale geliyor. 1975’te ABD nükleer santrali Browns Ferry’de çıkan bir yangın ve 1979’da Harrisburg’daki (ABD) kısmi çekirdek erimesi, inşaat sırasında her zamankinden daha yüksek taleplere ve giderek daha kritik bir kamuya yol açtı. Uyarıcılar başlangıçta neredeyse hiç duyulmazken, her yeni inşaat projesinde direniş daha da güçlenir. Nükleer enerjiye karşı, ülkenin dört bir yanında yurttaş inisiyatifleri oluşur.

1975’te bağcılık yapan küçük Whyl kasabasının çiftçileri ve sakinleri, bir nükleer enerji santralinin inşasını protesto etti. Şehirlerden gelen genç insanlar tarafından destekleniyorlar. Tarihçi Astrid Mignon Kirchhof, “o zamanlar uzun saçlı hippi öğrencilerin önlüklü köylü kadınlarla birdenbire politize olmaya ve bu tek konuda bir araya gelmeye başladıkları” bir protestoyu anlatıyor. Bu, nükleer karşıtı hareketin ilk büyük başarısıdır: Planlanan nükleer santral inşa edilmemiştir.

Whyl’daki protestolar büyük ölçüde barışçıl geçerken, 1976’da Brokdorf Savaşı olarak anılan protestolarla artık güvenlik güçleriyle çatışmalar yaşanmaya başladı. Yaklaşık 30.000 kişi, Almanya’nın kuzeyinde yapımına başlanan nükleer santral inşaatına karşı gösteri yaptı. Kitle çiftçiler,  çevre korumacılar, öğrenciler, siyasi aktivistler, bilim adamları, avukatlardan oluşan renkli bir gruptu. Yüzlerce göstericinin yaralandığı isyanlar çıktı.

1981’de Brokdorf’ta protestolar yeniden ilan edildiğinde gösteri yasağı getirildi. Yine de, yaklaşık 100.000 kişi bir araya geliyor ve bu, Almanya’da bugüne kadarki en büyük nükleer karşıtı gösteri oldu. Polisin tazyikli su, helikopter ve göz yaşartıcı gaz kullanmasına göstericiler taş ve molotof kokteyliyle karşılık verdi.

Federal Anayasa Mahkemesi daha sonra gösteri yasağının kabul edilemez olduğuna karar verdi. Nükleer enerji muhalifleri için kısmi bir başarı ve toplanma özgürlüğünün güçlendirilmesi: Çevre tarihçisi Frank Uekötter, “Nükleer karşıtı hareket çok çabuk öğreniyor: Sözlerle, mahkemede, medya tartışmalarında gerçekten bir şeyler başarabiliyor” diye sonuç çıkarıyor olan bitenden.

1979’da Gorleben’deki protestolar sırasında, çok sayıda traktör eşliğinde yaklaşık 100.000 gösterici Hannover’e taşındı. Yeşiller partisi, 1980 yılında Batı Almanya’da barış, çevre ve nükleer karşıtı hareketlerden kuruldu. Ana konularından biri hala nükleer enerji. 1986’daki Çernobil nükleer felaketinin ardından protestolar yoğunlaştı. Tarihçi Joachim Radkau, nükleer karşıtı hareketin güçlenmesine ek olarak, nükleer enerjinin azalmasına neden olan başka faktörler de görüyor. Protesto hareketini “nükleer enerjide gizli bir ekonomik kriz izledi. Almanya’da 1982’den beri hiçbir yeni büyük nükleer santral devreye alınmadı.”

1998’de Federal Meclis seçimlerini kırmızı-yeşil kazandı ve ilk kez Birlik90/Yeşiller ile parti, büyük ölçüde nükleer karşıtı hareketten doğan federal hükümette hükümet sorumluluğunu devraldı. Hükümet nükleer endüstri ile müzakerelere başlar. Hedef: Nükleer konsensüs olarak adlandırılan nükleer enerji kullanımının aşamalı olarak kaldırılması. Hükümet ve şirketler arasında 18 ay boyunca bir mutabakat müzakere edildi ve nihayet 2001 yılında Şansölye Gerhard Schröder şunları söyler: “Az önce attığımız imzalarla, nükleer enerjinin düzenli ve ekonomik açıdan mantıklı bir şekilde kullanımına son vermeyi nihayet kabul ettik.”

2009 yılında yönetimi Angela Merkel liderliğindeki siyah-sarı koalisyon hükümeti devraldı. Yeni hükümet, nükleeri aşamalı olarak devre dışı bırakma yasasını bozar ve hizmet ömrünü uzatmaya karar verir  ‒ ancak, 11 Mart 2011’de Japonya’nın Fukushima kentindeki reaktör kazası nedeniyle üç aydan daha az bir süre için iptal eder.

 Sonuçta Almanya’da yıllarca verilen nükleer karşıtı mücadelenin, Çernobil faciası ve 11 Mart 2011’de Fukushima kentindeki reaktör kazasının kamuoyundaki büyük etkisiyle de birlikte nükleer karşıtlarının zaferiyle sonuçlandığı ve böylece Almanya’da 15 Nisan itibariyle nükleer macerasının sona erdiği söylenebilir. Darısı Türkiye’de dâhil diğer nükleer santralli ülkelerin başına.

ŞABAN DAĞI MERMER OCAĞI ILE İLGİLİ DAVA

KONYA İDARE MAHKEMESİ ŞABAN DAĞI MERMER OCAĞI ILE İLGİLİ DAVAMIZA KEŞIF GÜNÜ İÇIN 26 NİSAN 2023 SABAH SAAT 9.30 ‘ A TARİH VERDİ..

TÜM HADİM’LİLERİN,DOĞA VE ÇEVRE PLATFORMLARININ, YURDUMUZUN HER BİR KÖŞESİNDE BULUNAN DOSTLARIMIZIN DAVA SURECİNİ IZLEMEK ÜZERE KEŞIF GÜNÜ ŞABAN DAGINDA BULUNMALARINI, TOROS DAĞLARIMIZI, ŞABAN DAĞIMIZI, KİRAZ BAHCELERİMİZİ, HADİM VE KONYA İCME SU YATAKLARINI, YABAN HAYATİNI, TARİHİ VE KÜLTÜREL MİRASLARIMIZI, ENDEMIK BİTKİLERİMIZİ KORUMAYA DAVET EDİYORUZ….

KEŞİF GÜNÜ BİLDİRME YAZISI

Davacı Halit AYBATTI ve diğerleri vekili Av. Seyda AFYONCU tarafından Konya ili, Hadim ilçesi, Yalınçevre Mahallesi Mevkiinde ER:3399315 numaralı ve 47,35 hektarlık ruhsat sahasında, N Gri Maden Enerji İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından açılması planlanan II-B grubu mermer işletmesi hakkında ÇED Yönetmeliğinin 17. maddesi gereğince Konya Valiliği Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından verilen 08.08.2022 tarih ve E: 2022663 karar numaralı “Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir” kararının iptali istemiyle Konya Valiliği’ne karşı açılan davada, 25/10/2022 tarihli keşif ve bilirkişi incelemesi yapılmasına ilişkin ara karara istinaden 12/12/2022 günü icra edilmesi planlanan ancak hava muhalefeti nedeniyle icra edilemeyen keşfin 26 Nisan 2023 Çarşamba günü saat:09.30’da icra edileceği hususunun taraflara ve bilirkişilere tebliğine karar verilmiştir.30/03/2023

(Fotograflar için,Orhan Arıçelik,Abdullah Kuzgun, Hasan Hüseyin Kahraman, Hasan Sayın, Özel Kamil dostlarımıza teşekkürler )

Basın Açıklaması

“BASINA VE KAMUOYUNA,

Hadim Çaldağı -Gerez köyü sınırında Şaban Dağı eteklerinde açılmak istenen mermer ocağı için Konya Valiliği’nin “ÇED gerekli değildir” kararına karşı, Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, Gerez Köyü Muhtarı, Merkez Aşağıhadim Mahallesi Muhtarı, Merkez Hocalar Mahallesi Muhtarı, Arıcılar Birliği Hadim temsilcisi, Kadir BAŞ üretim çiftliği, Hadim Çevre Koruma Derneği Başkanlığı ve 33 çiftçi ile birlikte Konya İdare Mahkemesi’ne ÇED raporunun iptal edilmesi, yürütmenin durdurulması için 30/09/2022 tarihinde dava açtık.

Şaban Dağı’ndaki bu proje dışında Akdağ’ın Hadim’e bakan tarafında da 6 yerde daha mermer ocağı ruhsatı alma çalışmaları devam etmektedir. Ruhsatı alınan, ruhsat çalışması yürütülen mermer ocakları, Hadim için tam bir felakettir.

Bölgede 30 bin ton kiraz üretilmekte yarısı ihraç edilmektedir. Mermer ocakları çalışmaya başladığı zaman kiraz üretimi duracak, Hadimli üretici 1 milyar 200 milyon lira zarar edecektir. Bölgede 20 bin kovanda 250 bin kilogram bal üretilmektedir. Arıcılık yok olacaktır. Hadim arıcılarının kaybı 500 milyon liraya yaklaşmaktadır. Bölgede 49 bin ton üzüm üretilmektedir. Üzüm bağları yok olacaktır. Üzüm üreticisinin kaybı bölgede 500 milyon liradır. Bölgede, küçük ve büyükbaş hayvancılığı yok olacaktır.

Konya ve Hadim’deki tüm siyasi partilerimizi, Ziraat ve Esnaf odalarını, Sivil toplum örgütlerini, herkesi dava sürecini takip etmeye demokratik tepkilerini göstermeye davet ediyoruz. Hadim Belediye Başkanlığı, Ziraat odası, Esnaf odası, Arıcılar birliği, Hayvancılar Birliği, Hadim Çevre Koruma Derneği birlik olmalı bu felaketi önlemelidir.

Hadim Belediye Başkanlığı, 21/09/2022 tarihinde Çevre İl Müdürlüğü’ne yazdığı dilekçe ile mermer ocağını istemediğini belirtmektedir. Hadim belediye meclisi karar alarak dava sürecine katılmalı, Hadim belediyesi davaya müdahil olmalıdır.

Bu dava mermer tozuna karşı Hadim kirazının,
Mermer tozuna karşı Hadim balının,
Mermer tozuna karşı hadim üzümünün
Kardelen, çiğdem, lale, navruz ve binbir çeşit çiçeklerimizin davasıdır.
Kiraz bahçelerimizin, ormanlarımızın, arılarımızın, koyunlarımızın, dağlarımızda otlayan keçilerimizin, bin bir çeşit kuşlarımızın davasıdır.

Endemik bitkilerimizin, yaban hayatımızın, yaylalarımızın, İsaura Krallığı dönemine tarihlenen antik kentimiz Astra’nın korunması davasıdır. Su deposu olan Akdağ’ı, Çaldağı’nı, Geyik dağını, su yataklarımızı, göletlerimizi, barajlarımızı, pınarlarımızı, çadır havuzlarımızı koruma davasıdır.

Açılacak olası mermer ocağında yapılacak patlamaların yol açacağı gürültü ve çevre kirliliğini önleme davasıdır.

Konya’nın içme suyu Hadim Bağbaşı, Hadim Dedemli ve Taşkent Avşar barajlarından sağlanmaktadır. Barajlar kirlilikle karşı karşıya kalacak, Konyalılar kirli su içecektir.
Bu dava tüm Konyalıların, çocuklarımızın geleceğinin davasıdır. Herkesi hukuki davayı izlemeye, desteklemeye, uyanık olmaya, güçlerimizi birleştirmeye davet ediyoruz.”

02.10.2022
Iletişim:
Mustafa Orhan
Hadim llçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Yönetim Kurulu Başkanı 0532 417 4173

NKP UYARIYOR: “AKKUYU’YA NÜKLEER YAKIT GETİRİLMEMELİ!”

0

Nükleer Karşıtı Platform (NKP), Akkuyu Nükleer Santralı alanına ilk nükleer yakıtın 27 Nisan 2023 tarihinde getirileceğinin duyurulması üzerine “Akkuyu’ya Nükleer Yakıt Getirilmemeli!” başlığı altında iktidara aday tüm siyasi partileri uyarmak amacıyla bir uyarı mesajı hazırladı.  Nükleer karşıtı kurumların imzasına açılan mesaj, imza sürecinin tamamlanmasının ardından, 19 Nisan 2023 tarihinde kamuoyuna ilan edilecek. Uyarı mesajının tamamına yazımızın devamından ulaşabilirsiniz.       

AKKUYU’YA NÜKLEER YAKIT GETİRİLMEMELİ!

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, 29 Mart 2023 tarihinde basına verdiği demeçte, “Akkuyu’da sona yaklaşıyoruz. 27 Nisan’da ilk nükleer yakıt tesisimize geliyor. Böylece Akkuyu nükleer tesis statüsü kazanacak” şeklinde bir açıklama yapmış, aynı akşam Partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise santralın açılışına dair bir televizyon kanalında, “Nisan’ın 27’sinde bir ihtimal belki Sayın Putin de gelecek. Veya birlikte online sistemle bağlanacağız, Akkuyu’nun inşallah ilk adımını atacağız” ifadesini kullanmıştır.  

Rusya Devlet Nükleer Enerji Kuruluşu Rosatom’un Genel Müdürü Aleksey Likhachev ise Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nda (NGS), “… Bu bahar santrala taze nükleer yakıt teslim edilecek ve böylece Akkuyu NGS sahası nükleer santral statüsü alacak. … Üçüncü çeyrekte ise birinci ünitede genel inşaat ve montaj işlerini tamamlayarak devreye alma aşamasına geçeceğiz. Daha sonra birkaç ay içinde UAEA gerekliliklerine uygun olarak ekipmanı ve yakıtı doğrudan reaktörde test edeceğiz” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.

Rosatom şirket sorumluları birinci reaktördeki inşaat çalışmalarının 2023 yılı üçüncü çeyreğinde tamamlanabileceğini, ülke yöneticileri ise 27 Nisan 2023 tarihinde santrala nükleer yakıtların getirilerek santralın açılışının yapılacağı yönünde birbirleriyle tamamen çelişen açıklamalar yapmışlardır.  

Nükleer yakıt çubuklarının getirilmesi ülke geleceği için büyük bir tehdittir.

Meslek örgütleri, bilim insanları ve Türkiye halkının tepkilerine rağmen, nükleer santral projeleri ısrarla gündemde tutulmaya çalışılmakta olup, Akkuyu’da sorunlu inşaat süreci ise devam etmektedir. Sinop’ta ise 2019 yılında maliyet artışları nedeniyle Japon yüklenici şirketin projeden çekilmesi ve Sinop NGS Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu raporuna karşı açılmış olan davanın daha sonuçlanmamasına rağmen Rus şirketler ile pazarlıklar yapılmaktadır.  

Dünyadaki ilk “Yap, Sahip ol, İşlet” modeline sahip Akkuyu NGS,  hem ekonomik hem sosyal çevre felaketine yol açacaktır.

Nükleer santralın proje maliyeti içinde olmayan atık yakıt çubuklarının ve çalışma süresinin bitiminde santralın bertaraf maliyetini, ekosisteme, canlılara, insan sağlığına, tarıma, balıkçılığa verdiği zararların maliyetini proje maliyetine eklediğimizde projenin iptalinden doğacak ekonomik kayıp ile karşılaştırılamayacak ölçüde ekonomik zarar önlenmiş olacaktır.

Bizler, ülkemizde faaliyetlerini sürdüren; meslek odaları, sendikalar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları olarak hiçbir koşulda nükleer yakıtın Mersin Akkuyu’ya getirilmesini kabul etmiyoruz.  Ne dünyada ne ülkemizde nükleer santral istemiyoruz. Ülke geleceğimizin nükleer felaketlerle yok edilmesine izin vermeyeceğiz.  

Ülkemize felaket getirecek nükleer santrallara karşı duyarlı tüm kurumları ve nükleer karşıtlarını mücadeleye çağırıyor, mali açıdan büyük kamu zararı doğursa da “nükleer santralı kapatacağız” demeyen hiçbir siyasi partiye oy vermeyeceğimizin altını çiziyoruz. 

  • Nükleer yakıtın Akkuyu’ya getirilmesini istemiyoruz.
  • Ülkemizi bu felakete sürüklenmesine seyirci kalmayacağız.
  • Nükleere İnat Yaşasın Hayat!

NÜKLEER KARŞITI PLATFORM BİLEŞENLERİ

Türkiye’nin nükleer enerji ısrarı: Hem pahalı hem çevreye zararlı

Uranyum Atlası nükleer enerji ve uranyum madenciliği raporunu yayımladı. Buna göre nükleer enerji sadece ciddi ekolojik sonuçlara değil ağır ekonomik sonuçlara da yol açacak.

Raporun baş editörü Horst Hamm, “Korkarım ki bu girişimin neden olduğu muazzam maliyetlerin faturası Türk vergi mükelleflerine kesilecek” dedi.

Almanya bu ayın ortasında son üç nükleer reaktörünü de kapattı. Nükleer enerji üretim çağını sonlandırıp yeşil enerjiye odaklanmayı hedefliyor. Türkiye ise ilk nükleer enerji santralını inşa ediyor.

Uranyum Atlası raporuna göre Türkiye’de yenilenebilir enerji maliyetleri nükleer enerji maliyetinin çok altında. Şu anda rüzgar enerjisinden kilovat saat başına yaklaşık 2 dolar sent, güneş enerjisinden ise 1 ila 1,7 dolar sent maliyetle elektrik üretilebiliyor.

Bu rakamlar Türkiye’deki en son yenilenebilir enerji ihalelerinin rakamları.

Mevcut devlet teşviklerinde de yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantisinin, Rus devlet şirketi Rosatom’un Akkuyu’daki nükleer santralın işletmecisi olarak aldığı ücretin (12,35 dolar sent) çok daha altında olduğu görülüyor.

Mevcut devlet alım garantileri, biyokütle için 1,7 ila 2,7 dolar sent, hidroelektrik için 2,15 dolar sent ve yine 24 saat çalışan jeotermal için 2,9 dolar sent seviyesinde.

Rosa Luxemburg Vakfı Türkiye Kıdemli Danışmanı Dominic Noll rapor sonuçlarıyla ilgili şunları dedi: “Türkiye’nin nükleer enerji macerasına atılması, ekonomik açıdan anlaşılmaz ve ekolojik açıdan tamamen anlamsız. Neyse ki Almanya’da bu durum yakında sona erecek, çünkü nükleer enerji onlarca yıldır yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılmasını engelliyor.”

Ekosfer Kampanyalar Direktörü Özgür Gürbüz de şöyle konuştu: “Türkiye 50 yılı aşkın bir süredir nükleer çağa adım atmayı planlıyor. Akkuyu’da ilk reaktörler inşa aşamasında. Ülkemizin daha düşük maliyetle değerlendirilmeyi bekleyen büyük yenilenebilir enerji kaynakları olmasına rağmen nükleer santralın açılış günü çok yakında duyurulacak. 50 binden fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan son depremlerin de gösterdiği gibi, Türkiye yüksek deprem riski taşıyan bir bölge. Uranyum Atlası’nın nükleer enerjinin tehlikelerini duyurmanın yanı sıra, ülkemizdeki uranyum madenciliğini durdurmamıza da yardımcı olacağını umuyorum.”

Türkiye’de uranyum çıkarılabilecek beş bölge var. Bu bölgelerin tamamında uranyum yatakları küçük ölçekli ve uranyum cevheri sadece yüzde 0,04 ila 0,1 arasında uranyum içeriyor. Toplamda çıkarılabilecek uranyum miktarı ise sadece 12 bin 600 ton.

Uranyum Atlasları serisinin proje yöneticisi ve Türkiye baskısının baş editörü Horst Hamm, “Uranyum madenciliğinin sonuçlarının ne olduğunu gözünüzde canlandırmanız gerekiyor. Yüzde 0,1 oranında uranyum içeren bir cevherde, çıkarılan her bir ton uranyum geride 999 ton kaya kalıntısı ve radyoaktif çamur miras bırakıyor” dedi.

Rapora göre fisyon ürünü olan uranyum çıkarılıyor ancak uranyum kararlı bir element değil ve herhangi bir eylem gerekmeksizin bozunuyor. Uranyum bozununca ortaya çıkan ürünler ve bunlarla birlikte de radyoaktivitenin büyük bir kısmı kaya kalıntılarında hapsoluyor. Her bir bozunma aşamasından sona açığa çıkan alfa, beta veya gama radyasyonu, solunum yetmezliği, kanser, kısırlık, düşük ve deformasyona kadar uzanan sorunlara neden oluyor. Madenciler ve yerel halkın sağlığının nasıl etkilendiği Kuzey Amerika, Afrika veya Avustralya’daki maden alanlarından biliniyor.

Nükleer enerjinin katbekat yüksek maliyetine ve uranyum madenciliğinin radyasyon yayma riskine rağmen Türkiye’nin neden nükleer çağa girmeye can atmasıyla ilgili Hamm şunu dedi: “Korkarım ki bu girişimin neden olduğu muazzam maliyetlerin faturası Türk vergi mükelleflerine kesilecek.”

6 ŞUBAT DEPREMİ –DEPREM SONRASI YENİDEN İNŞA FAALİYETLERİ 

0

Ekolojik yıkım, mülksüzleştirme, insansızlaştırma

Söyleşi: Bekir Avcı

11 Nisan 2023Halk ve çevre sağlığı hiçe sayılarak yaşam alanlarına yığılan molozlar, yapılaşmaya açılan tarım alanları, “riskli alan” ilanları… Deprem bölgesindeki bu aceleciliğin nedeni, “yeni kentleşmeden” iktidarın muradı ne? Depremin ardından Adıyaman’da dayanışma ağlarına katılan harita mühendisi, TMMOB Mardin İl Koordinasyon Kurulu ve Mardin Ekoloji Derneği üyesi Agit Özdemir’e kulak veriyoruz.

Antakya’da Samandağlı depremzedeler “depremden ölmedik, asbestten öleceğiz” diyor. Şu an deprem bölgesinde enkazların kaldırılması, molozların depolanması konusunda yapılan ne, yapılmaması gereken ne? Asbest nasıl bir tehlike oluşturuyor?

Agit Özdemir: Asbest bir mineral. Gözle görülmeyen lifli yapısından dolayı, kırıldığında çevreye milyonlarca lif yayılır ve solunum yollarında ciddi hastalıklara neden olur. Dünya Sağlık Örgütü asbesti birinci derece kanserojen ilan etti. 2011 yılında Türkiye’de yasaklandı. Avrupa’da da yasaklı. Fakat birçok yapıda asbest olduğunu biliyoruz. Bugün deprem bölgesinde çıkarılan molozlarda da mevcut olabilir. Bir asbest yönetmeliği var, ama o yönetmeliğe uyulmuyor. Bilinçsiz ve kontrolsüz bir şekilde kaldırılıyor enkazlar. Bunlarda asbest var mı, yok mu, asbest depolama alanları ne kadar, depolama alanı olarak kullanılan yerlerin zemin etütleri yapıldı mı, bu yerlerde asbestin yeraltına sızmasını engelleyecek önlemler alındı mı, hepsi muamma. Oysa molozların döküleceği alanların toprak yapısının geçirgenliğinin kontrol edilmesi lâzım. Yeraltı sularına karışmaması gerekiyor. Ama depremin hemen ardından ilan edilen OHAL ve çıkarılan 126. kararnameden dolayı kimse “neden böyle yapıyorsunuz?” diyemiyor.

Agit Özdemir

Asbestli molozlar yeraltı sularına karışırsa ne olur?

Bu molozlar yeraltı sularına karışırsa ve bu yeraltı sularıyla tarımda sulama yapılırsa –ki yapılacaktır– asbestin sadece deprem bölgesine değil, tüm Türkiye’ye yayılma ihtimali var. Yapılan bir araştırmaya göre 1999 depreminde 13 milyon ton enkaz kaldırılmış, bu sefer kaldırılacak tahmini enkaz miktarı 210 milyon ton. Bunun için depolama alanlarının tespiti gerekiyor, ama devlet bunu yapmıyor. Çünkü hızlıca kentleşme yapmak istiyor ve bu yüzden en yakın alana, ne bir etüt ne de bir çalışma olmadan enkazlar için depolama yapıyor. Antakya’da zeytinlik bölgesine, Kuş Cenneti’ne dökülüyor molozlar. Kamyonların bu molozları kaldırırken brandayla gitmesi gerek, ama o da yapılmıyor. Sonuç olarak o toz solunuyor. Adıyaman’da “moloz dökmek yasaktır” tabelasının olduğu dere yatağına yığma yapılıyor. Dere yatağının hemen arkasında Atatürk Barajı var. Bu baraj bölgenin içme suyu kaynağı. Öyle bir acelecilik var ki, asbest gündeme bile girmiyor. Çünkü eğer gündeme girerse iktidar mevcut enkazı kaldıramaz, o zaman da hedeflediği yapılaşmayı başlatamaz.

Konut ihtiyacı acil, fakat iktidardaki bu aceleciliğin nedeni ne sizce?

Devlet depremi “lütuf” olarak görüyor. Hem ekonomik krizle durgunlaşan inşaat sektörünü yeniden canlandırmak ve buradan rant elde etmek istiyor, hem de depremzedelerin “devlet nerede?” sorusuna yeni ve hızlı bir kentleşmeyle yanıt olmak istiyor. Yerle bir olan kentlerin planını kendi istediği gibi yaparken de buraları kontrol altında tutabileceği, toplumu gözetleyip dönüştürebileceği şekilde inşa etmeyi amaçlıyor. Bu yüzden deprem sonrası yeniden inşa bir planlama değil, bir dizayn bence. Biz bunu Sur, Nusaybin ve Cizre’deki kent savaşlarında gördük.

Antakya’da zeytinlik bölgesine, Kuş Cenneti’ne dökülüyor molozlar. Adıyaman’da “moloz dökmek yasaktır” tabelasının olduğu dere yatağına yığma yapılıyor. Dere yatağının hemen arkasında Atatürk Barajı var. Bu baraj bölgenin içme suyu kaynağı. Molozlar yeraltı sularına karışıp tarımda sulama yapılırsa asbestin tüm Türkiye’ye yayılma ihtimali var.

O bölgelerdeki dönüşümle depremden sonraki inşaat hamlesini nasıl kıyaslayabiliriz?

Kent savaşlarından önce Sur ve Nusaybin’de uzun süredir devam eden komşuluk ilişkileri dayanışmayı mümkün kılıyordu. Çoğu mahallede sokak muhalefetine imkân sağlayan fiziki bir yapı vardı. Mahallelerin dar sokaklı yapısı, TOMA, panzer ve akrep gibi polis araçlarının kolayca ilerlemesini engelliyordu. Sur’da “kentsel dönüşüm” sonrası o dar sokaklı mahalleler yok artık. Bu mahallelerin yerini geniş caddeler, yollar, işletmeler aldı. Komşuluk ilişkilerinden ve yılların tanışıklığından gelen kolektif hareket kayboldu. Bu sadece Türkiye’ye özgü de değil. Paris’ten de biliyoruz, Paris Komünü sonrası barikatlar kurmaya elverişli Paris sokaklarının yerini geniş bulvarlar aldı. Bu bulvarlar gelecekteki barikatlara ve halk ayaklanmalarına karşı askeri birliklerin, topçuların daha hızlı hareket edebileceği uzun ve geniş koridorlar yarattı. Verdiğim örnekleri kentin “güvenlikleştirilmesi” üzerinden okumak lâzım. Bu sadece askeri bir kavram olarak anlaşılmamalı. Devlet kentleri kontrol altına almak, gözetlemek, biçimlendirmek, dönüştürmek üzere kullanıyor. Neredeyse tamamen yıkılan deprem bölgesindeki aceleciliğin önemli bir nedeni ve aslında konuşulmayan boyutu bu.

Adıyaman’da “Moloz dökmek yasaktır” tabelasının olduğu dere yatağına dökülen molozlar. Fotoğraf: Evrensel

Devlet deprem bölgesindeki kentlerde böylesi bir “dizayna” neden ihtiyaç duyuyor?

Yıllara dayanan kolektif dayanışmanın mekânlarını, halkların, inançların bir arada yaşayabilme olanaklarını her zaman yıkmak, yok etmek ister devlet. Depremin etkilediği yerlerden Adıyaman, Kürt-Alevi nüfusun yoğun yaşadığı bir yer. Hatay da halkların ve inançların bir arada yaşayabildiği, kendi kültürünü, kısmen kendi mimarisini koruyabilmiş bir kent. Hatay’da “Türkiye’nin son Ermeni köyü” diye bildiğimiz Vakıflı Köyü de var. Orası şu an tehdit altında, göç tehdidi var. Devletin kolektif dayanışma mekânlarını imha etme politikalarının başında göçertme ve mekânı dönüştürme gelir. Kent savaşlarındaki yıkımdan dolayı çok büyük göçler yaşandı. Deprem sonrası da büyük göçler yaşandı, yaşanıyor.

Bu göçler aynı zamanda teşvik mi ediliyor sizce?

Evet. Adıyaman ve Malatya arasında, yüksek dağların yamaçlarında Kürt-Alevi köyleri var. Örneğin Çelikhan ilçesine bağlı Recep ve Aksu’da (Avasipî) yıkım çok büyüktü. Ulaşım çok zordu bu köylere. Aynı şekilde merkeze bağlı Yaylakonak’ta (Balyan) da yıkım çok büyüktü. 280 hanenin olduğu yerleşim yerinde sadece on yapı ayakta kalmıştı. Buraya üçüncü gün ilk yardım tırlarından birini götürdük. Beldeye bağlı altı köy vardı. Köylerin yolları kardan dolayı kapalıydı. Bu köylerden Çatdere’nin yolu depremin ancak beşinci günü açılabilmişti mesela. Depremin onuncu gününde konuştuğum Zivar köyünden biri ise AFAD’ın köylere hâlâ çadır götürmediğini söylüyordu. Malatya’da üç Alevi köyünün tam ortasına moloz yığınları döküldü. Battalgazi ilçesine bağlı Mamurek mahallesindeki bu köylerde (Söğüt, Elmalı ve Balıklıdere) Kürt ve Alevi yurttaşlar yaşıyor. Moloz yığınları oradaki tarımı, yeraltı sularını, kayısıyı etkiliyor. Bu da insanların yaşam imkânlarını elinden almak, onları göçe zorlamak anlamına geliyor. Deprem sonrası pratikler yeni bir zorla yerinden etmeye neden oluyor.

Arama-kurtarma, temel ihtiyaç malzemelerinin temini, çadırların kurulması… Dayanışma temelli tüm bu faaliyetler devletin ve kurumlarının yokluğunu daha görünür kılıyordu. Bu yüzden yardım depolarına kayyumlar atandı, depolardaki gönüllüler tehdit edildi, yardım tırlarına el kondu, vinçler engellendi.

Cumhuriyetle beraber Adıyaman ve Maraş başta olmak üzere Kürt-Alevi nüfusa dönük sürekli bir göçertme politikası başladı. 1925’te Şark Islahat Planı’nda net olarak “Fırat’ın batısında meskûn bulunan Kızılbaş Kürtlere” dönük politikalar olduğunu biliyoruz. Bence bu demografik operasyon deprem bahane edilerek devam ettirilmek isteniyor. Müdahale edilmemesinin bir sebebinin bu olduğunu söyleyebilirim. Mevcut imkânların kullanılmadığını da Adıyaman’da yaşadığımız bir örnekle anlatmak istiyorum. Orada iletişim kurduğumuz insanlar depremin hemen ertesinde Adıyaman Belediyesi’ne gittiklerini, belediyenin bahçesinde 15 tane vinç, kepçe, kamyon olduğunu, “deprem yaşandı, niye bunlar kullanılmıyor?” diye sorduklarını anlatıyorlardı. İlk etapta belediyenin yanıtı “kullanacak şoför yok” oluyor. Gönüllüler arasında bunları kullanabilecek insanlar vardı. “Bize verin, biz kullanalım, enkaz altından sesler geliyor” dediler. Ben şahit oldum buna. Ama o zaman da “anahtarlar kayıp” dendi. Bu imkânlar kullanılmadı.

Depremin ilk günlerinde Adıyaman’daki manzara nasıldı? Engellemelere, imkânsızlıklara karşın siz nasıl hareket ettiniz?

Depremin ikinci günü, gönüllülük esasıyla gitmiştim Adıyaman’a. On güne yakın orada kaldım. Amacım tamamen yardım organizasyonlarının içinde yer almaktı. Ben mühendisim, harita mühendisiyim ve yıllardır ekoloji mücadeleleri içerisinde yer alıyorum. Bu yüzden dayanışmanın yanısıra mühendislik ve ekoloji açısından da kenti gözlemlemeye çalıştım. Gider gitmez ilk duyduğum şey “devlet yok, AFAD yok, asker yok, yardım yok” lafıydı. Herkes bunu söylüyordu. Buna karşın muazzam bir dayanışma vardı. Kendiliğinden gelişen, devlet dışı organizasyonların katıldığı bir dayanışmaydı bu. Bu denli büyük bir yıkımın içinde umut veren şey buydu. Dayanışmayı sadece oraya gönüllü gelen insanlarla sınırlamıyorum ama. Oraya gelip yardımların tasnif ve dağıtımında görev alanların yanında, örneğin deprem bölgesine gelemese de bu dayanışmayı ören, çevirmeninden yazılımcısına, tandırda ekmek pişiren annesine kadar birçok kişi vardı. Biz de TMMOB’un, KESK’in, HDP’nin organize ettiği yardımları depolardan kent merkezine ve köylere ulaştırmaya çalışıyorduk.

Kontrolsüzce toplanan ve yaşam alanlarına dökülen enkazlara karşı Samandağ’da “Yaşam Nöbeti”

Köylerin birçoğuna ilk günlerde gidilemedi, bilgi alınamadı, yardım ulaştırılamadı. Adıyaman’ın köylerinde manzara nasıldı?

Depremin ikinci günü gelen AFAD ekipleri sadece AKP Adıyaman milletvekili Yakup Taş ve ailesinin olduğu yerlerde çalışma yapmıştı. Onların cenazelerine ulaşmak için bütün imkânlar seferber edildi. Üçüncü günden sonra çok yetersiz de olsa AFAD ekipleri Adıyaman merkeze geldiler. Gelen ekipler yine AKP ve MHP camiasının olduğu enkazlarda çalışmalar yaptı ağırlıklı olarak. Yani yoksul, emekçi, köylü, Kürt, Alevi insanların olduğu mahallelerde arama-kurtarma çalışmaları doğru düzgün yapılmadı. Sınırlı imkânlarla da olsa bu mahallelerde gönüllüler çalıştı. Aynı şekilde buralara ilk günlerde yardım da götürülmedi. Adıyaman merkezde ancak üçüncü-dördüncü gün başlayan arama-kurtarma çalışmaları köylerde hiç yoktu. Köyler sahipsizdi. Biz gitmek istediğimiz zaman bazı köy yolları kardan dolayı kapalıydı. Oralara yardım tırlarını götürmek imkânsızdı. Bir şekilde imkânları seferber edip bu köylere gitmeye çalıştık. Köy yollarının durumuna dair bilgimiz çok az olduğundan yardımlarda gecikmeler yaşanıyordu.

Nasıl ulaştınız köylere?

Tırları götüremediğimiz için ufak kamyonetler, pikaplar ayarladık. Mardin’den, Urfa’dan pikaplar geldi. Ana yollar ve köy yollarına dair bilgimiz olmadığından çoğu zaman rehberimiz navigasyondu. Navigasyon bizi hangi yoldan götürüyorsa o yolu takip ediyorduk. Bu nedenle köy yollarında bir yardım tırımız devrildi. Devrilen tırı düzeltmek için köylerden insanlar gelse de tırımız 12 saat kadar devrik kaldı. Tırı düzeltmek için vinç gerekiyordu, vinçler de enkazlarda çalışıyordu. Arkadaşlarımız saatlerce vinç aradılar. Böyle bir durumda vinç getirmenin de mahcubiyetini yaşadık. Neyse ki gece yarısı tırımızı çıkarıp yardım depomuza getirebildik. Köylerle iletişime geçip temel yaşam malzemelerini belirledik ve pikaplara yükleyip oralara götürdük.

Devlet depremi “lütuf” olarak görüyor. Yerle bir olan kentlerin planını kendi istediği gibi yaparken buraları kontrol altında tutabileceği, toplumu gözetleyip dönüştürebileceği şekilde inşa etmeyi amaçlıyor. Bu yüzden deprem sonrası yeniden inşa bir planlama değil, bir dizayn bence. Biz bunu Sur, Nusaybin ve Cizre’deki kent savaşlarında gördük.

Köylerin çoğu tarım ve hayvancılıkla geçiniyor. İnsanlar bir yandan kendi imkânlarıyla yakınlarını çıkarmaya çalışırken, bir yandan da enkaz altından hayvanların sesleri geliyordu. Bu beni çok etkilemişti. Küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık oradaki insanların temel geçim kaynakları sonuçta. Hayvanlarını enkazdan çıkarsalar da bu kez hayvanların yem ihtiyacını karşılayamıyorlardı. İnsanlar için temel yaşam malzemelerinin götürülemediği yerde hayvanlar için bu ihtiyaç hiç karşılanmıyordu. Yem ve barınma ihtiyacı karşılanamayan hayvanların birçoğu soğuktan öldü zaten. Bu ilerleyen zamanlarda buradaki insanlar için ciddi bir yoksullaşma demek. Konuştuğum depremzedeler bunun altını çiziyorlardı.

Ne diyorlardı?

Gittiğimiz bir köyde temel ihtiyaç malzemelerini indirirken köylüler “bize yardım malzemesi indirmeyin, varsa hayvan yemi gerekiyor” diyorlardı. Zaten evlerini, her şeylerini kaybettiklerini, temel geçim kaynaklarının hayvancılık olduğunu, en azından hayvanlarına yem istediklerini söylüyorlardı. Bu noktaya kimse odaklanmıyordu. En büyük mesele de buraların çok soğuk olmasıydı. Biz eksi 20 dereceleri görüyorduk. Bir hayvan dışarıda bu soğuğu kaldıramazdı. İnsanların hayvanları için ağıt yaktığına da şahit oldum.

Bu süreçte sizde en çok yer eden başka neler oldu?

Yardım malzemelerinin olduğu bir araçla üçüncü gün bir köye gittim. Temel ihtiyaçları indirirken köylülerden yaşlı birinin gelip “kefen var mı?” diye sorması beni en çok etkileyen şeydi. Biz temel yardım malzemelerini indirirken bizden kefen istedi. Olmadığını söyledim. “Bunun için ne yapabilirsiniz, elinizde ne var?” dedi. Battaniye olduğunu söyledim. “Poşet var mı?” diye sordu bu kez. Yardımları tasnif etmek için kullandığımız poşetler vardı. Bu poşetleri insanlar ölülerini gömebilmek için istiyorlardı. Beni en fazla etkileyen şeylerden biri buydu. Hayatımda ilk defa bu kadar çaresiz hissettim. Çok büyük bir yıkım vardı. Enkaz altından sesler geliyordu. Yardım ulaştırılması gereken insanlar bizi arıyordu, ama biz olanaksızlıktan onlara ulaşamıyorduk. Hayatımda çaresizliği yaşadığım başka bir an olmamıştı.

1975’teki Lice depreminden sonra yamaçlarda yaşayan Licelileri alıp yamaçların 1,5 kilometre aşağısında düzlük bir alana indirdiler. Daha rahat kontrol edebilecekleri, kuşatabilecekleri, müdahale edebilecekleri şekilde inşa ettiler Lice’yi. O günden bugüne devlet aklı çok değişmedi.

Bir de Bağımsız Maden-İş Sendikası başkanı Gökay Çakır’ın “geciktik, halkımızdan özür dileriz” açıklaması beni çok etkiledi. Oysa madenciler geldiler, onların Adıyaman’da nasıl hızlıca organize olduklarını enkazlarda çalışan arkadaşlar anlatıyorlardı. Gelip hemen enkazların altına girerek insanları kurtardıklarına şahit olduk. Madenciler meslekleri gereği bunu yapabiliyordu. Ama AFAD onlara da müdahale ediyordu. Kendisi çalışmıyordu, madencilerin, gelen gönüllülerin çalışmasını da engelliyordu. Enkazdan canlı biri çıkarıldığı zaman AFAD yanına yandaş basını alarak enkaz başına gidip müdahale ediyordu. Gönüllüler vinç ya da kepçe getirdiğinde buna el konuyordu.

Bunu neden yapıyorlardı, gerekçeleri neydi?

Çünkü gönüllülerin, madencilerin çalışması devletin yokluğunu görünür kılıyordu. Bana kalırsa bu yüzden ısrarla engelliyorlardı. Arama-kurtarma, temel ihtiyaç malzemelerinin temini, çadırların kurulması… Dayanışma temelli tüm bu faaliyetler devletin ve kurumlarının yokluğunu daha görünür kılıyordu. Bu yüzden yardım depolarına kayyumlar atandı, depolardaki gönüllüler tehdit edildi, yardım tırlarına el kondu, vinçler engellendi. Adıyaman’a bilinçli bir şekilde müdahale edilmediğini düşünüyorum. Var olan imkânlar hem kullanılmadı hem de kullandırtılmadı.

Neden sizce?

1975’te yaşanan Lice depremini hatırlatmak isterim. 6.6 büyüklüğündeki depremde 2 bin 385 kişi yaşamını yitirdi. O zaman da devletin müdahalesi geç ve yetersizdi. Bu gecikmenin neden olduğunu biliyoruz; Lice devlet aklına, fikrine, düşüncesine göre yaşayan bir yer değildi ve bir cezalandırma yöntemi olarak geç müdahale edildi. O dönemin belediye başkanı can kaybının yüksek oluşunun dönemin İmar ve İskân Bakanlığı’nın ihmallerinden kaynaklandığını söylüyor, devletin bilinçli bir şekilde Lice’ye yönelmediğini vurguluyordu. Lice’yi özellikle hatırlatma nedenim şu: Devlet deprem sonrası yeniden inşaları fırsat olarak görüyor. Devlet aklıyla yönetebileceği kentler kurabileceğini düşünüyor. Lice depreminden sonra yapılan buydu. Yamaçlarda yaşayan Licelileri alıp yamaçların 1,5 kilometre aşağısında düzlük bir alana indirdiler. Daha rahat kontrol edebilecekleri, kuşatabilecekleri, müdahale edebilecekleri şekilde inşa ettiler Lice’yi. O günden bugüne devlet aklı çok değişmedi. İktidarların elinde deprem bir cezalandırma yöntemine dönüşebiliyor kolayca.

TOKİ kentleri tek tipleştiren, halkı mülksüzleştiren, insanları uzun yıllar boyunca devlete borçlandıran bir sistem. Toplumu kontrol edebilmenin bir aracı. Yeni yapılaşmanın hepsi TOKİ eliyle gerçekleştirilecek.

Sur, Nusaybin, Cizre’nin yıkımı ve dönüşümüyle deprem bölgesinde hedeflenen “dönüşüm” arasındaki ilişkiye dikkat çektiniz. Aralarında nasıl bir koşutluk var sizce?

Kent savaşlarının yaşandığı 2016 yılında Afet Yasası’na iki ek madde eklendi. O maddelerden biri şöyleydi: “Kamu düzeni ve güvenliğinin olağan hayatı durduracak şekilde yaşanabileceği yerlerde, ilçelerde doğrudan devletin burayı riskli alan ilan etmesi ve buna göre hareket etmesi…” Sur ve Cizre’de yapılan buydu. Riskli alan ilan edildiler. Böylece acele kamulaştırma yapıldı ve halk mülksüzleştirildi. Acele kamulaştırma dediğimiz şey sadece savaş süreçlerinde yapılabilen bir uygulamayken bu maddeyle beraber olağan hale getirildi. Afet Yasası’ndaki bu madde bir “güvenlik” maddesi aslında. Yani depremin felakete dönüşmesini engelleyecek bir yasa devlet eliyle “güvenlik” meselesine eklemlendi. Ayrıca yasaya ek olarak konan bir diğer maddede yer alan “üzerindeki toplam yapı sayısının en az yüzde 65’i imar mevzuatına aykırı olan…” ibaresi önemli.

Antakya kent merkezinde 307 hektarlık bölge “riskli alan” ilan edildi

Geçtiğimiz günlerde “eski Antakya” olarak bilinen Antakya’nın tarihi merkezi “riskli alan” ilan edildi. Bu kararın akıbeti bir mülksüzleştirme süreci mi olur?

Aynen öyle. Sur’un başına gelenin Antakya’nın başına da gelmesi kaçınılmaz. Burada yaşayan insanlar Sur’dakiler gibi mülksüzleşecek. Çünkü acele kamulaştırma yapılacak. “Riskli alan” kararıyla rant kapısı sonuna kadar açılmış oldu. Bu alandaki yapıların kültürel, tarihi ve mimari yapısının gözetilmesi gerekiyor, ama gözetilecek şeyin rant olacağını geçmişteki örneklerden biliyoruz. Kültürel ve tarihi yapıların yerini lüks işletmeler alacaktır. Mülksüzleştirme beraberinde insansızlaştırmayı getirecektir. Bunlar tesadüf değil. Devlet yoksulların ve emekçilerin yaşadığı, soylulaştırmayı düşündüğü yerleri doğrudan kendisi seçip belirliyor ve buraları rant alanına açıyor. Antakya’da yapılan da bu. Mardin’in Yeşilli ilçesinde halkın tüm itirazlarına rağmen kentsel dönüşüm yapılabiliyorsa, bunun nedeni de bakanlar kurulu kararıyla ilan edilen riskli alan kararıdır. Devletin istediği yerde, istediği şekilde, istediği şirkete ihale vermesinin altında “riskli alan” kavramı var. Bu konunun üzerinde ciddiyetle durulması gerektiğini düşünüyorum.

Deprem bölgesindeki yeni kentleşmede esas aktörlerden biri TOKİ…

TOKİ kentleri tek-tipleştiren, halkı mülksüzleştiren, insanları uzun yıllar boyunca devlete borçlandıran bir sistem. Toplumu kontrol edebilmenin bir aracı. Yeni yapılaşmanın hepsi TOKİ eliyle gerçekleştirilecek. Erdoğan “mart itibariyle 11 ilde 200 bin konut inşasına başlayacağız” dedi. TOKİ, iktidar döneminde kurulmuş, iktidarın tüm desteğine rağmen yirmi senede toplam bir milyon yapı üretmiş. Yirmi sene boyunca bir milyon yapı üreten bir kurum bir sene içerisinde 200 bin yapı üreteceğini söylüyor. Bu imkânsız. Tamamen seçim yatırımı. Bunu yapamaz. Yapılacak yapılar çok aceleye getirildiği için zemin etütleri düzgün yapılamıyor, mimar-mühendislik işlemleri dikkate alınmıyor. 126. kararnameyle meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve halkın devre dışı bırakıldığı yerde hızlı bir kentleşmeye gidiliyor. Bu, yeni felaketlere kapı aralıyor.

Nedir onlar?

Deprem bölgesinde kentleşme zaten sorunluydu. Birçok yapı imar rantları sebebiyle yapı-zemin ilişkisi gözetilmeden yapılmıştı. Aynı şekilde, hiçbir mühendislik, mimarlık, planlama hizmeti dikkate alınmadan yapılan binlerce yapı İmar Barışı’ndan faydalanmıştı. Yeni kentleşme depremin yarattığı yıkım göz önüne alınarak yapılmalı. Bilim insanlarının, meslek odalarının, halkın katılımı gerekiyor. Ama devlet kendi bildiğini okuyor. Ciddi zemin etütleri yapılması gerekirken, bunlar ne kadar yapılıyor, biz bilmiyoruz, ulaşamıyoruz, yapıldığını da düşünmüyoruz. Yapılıp yapılmadığını kontrol edecek bir mekanizma yok, çünkü OHAL var. Tek sorun sanki yüksek yapılarmış gibi konuşuluyor. Tek mesele bu değil ki. Siz deprem bölgesindeki zemin yapısına göre kat sayısını belirliyorsunuz. Bu kat sayısı da belli mühendislik, mimarlık hesaplamalarına göre yapılıyor. Zemin-yapı ilişkisi hiçbir şekilde kurulamıyor. Bilim insanları deprem bölgesindeki tarım arazilerinin yapılaşmaya açılmaması konusunda uyarıda bulunuyor. Çünkü buralarda sıvılaşma çok yoğun ve daha büyük yıkımlara neden olacak. Depremin, yıkımın yaşandığı yerlerin analizleri, zemin etütleri doğru düzgün yapılmadan yeni bir kentleşmeye geçmek enkazın üzerine yeni bir kent inşa etmek demek. Daha enkazı kaldırabilmiş değilsiniz ki. Enkazı kaldırmak sadece binalardan çıkan beton yığınlarını kaldırmak değildir. Enkazı kaldırmak, kentleşme politikalarından tutun kanundaki, mühendislikteki sıkıntılara, kullanılan malzemelerin cinsine kadar her şeyin ince ince analizini yapmaktır. Bu da en az bir yılı alabilecek bir süreç bence.

6 Şubat depremleri beş bin köyü etkiledi. Buralarda resmi rakamla 300 bine yakın çiftçi yaşıyor, Türkiye’deki çiftçi sayısının yüzde 15’i. Deprem bölgesinde dört milyon hektarlık alanda tarım yapılıyor. Ovasıyla, zeytiniyle, bitkisel üretimiyle Türkiye’deki tarımın yüzde 21’ini karşılıyor bölge.

Bir harita mühendisi tam olarak ne yapar, bu konuştuğumuz bağlamda katkısı ne olabilir?

Harita mühendisliği deyince gündelik hayatta kullandığımız haritalardan ibaret bir algı oluşuyor. Ancak farkında olmadan toplum gündelik hayatın birçok noktasında harita mühendisliğinin verilerini, uygulamalarını kullanır. Bu açıdan toplumsal bir meslektir. Çalışma alanı çok geniş. Mekânsal verinin tüm aşamalarında yer alır. Kentlerin planlama aşamasından önce harita mühendisi oranın haritasını çıkarır. Mekândaki tüm verileri üretir. Yollar, yapılar, dereler, ağaçlar vb. aklınıza gelebilecek tüm detayları haritalar. Plancı da bunun üzerinden planını çizer. Tabii plancı jeoloji mühendislerinin zemin etüdünü dikkate alarak kat sayısını belirler. Yapılaşmanın tüm aşamalarında yer alır. Yapıların projeye uygun bir şekilde, uygun bir zeminde inşa edilmesi noktasında görev alır. Burası çok kritik, çünkü yapılaşma dediğiniz şey, bilimsel hesaplamaları olan bir şeydir ve harita mühendisi, tüm mühendislik hesaplamaları yapılan projeyi zemine uygular. Mühendislik dediğimiz şey dengedir. Siz binaları projeye göre değil de kendi kafanıza göre yaparsanız, kolonu kendi kafanıza göre dikerseniz, noktaları kendinize göre belirlerseniz, bu, yapıyı dengesizleştirir. Harita mühendisi tam da burada devreye girer, kolonların yerlerinden yapının inşasına kadar görev alır. Sadece mekânsal veri üretmez, üretilen verilerin görselleştirilmesinden görüntülenmesine, verilere dayalı risk analizine varana dek birçok konuda çalışır. Bu açıdan mekânsal düşünmeyi de sağlar.

“Mekânsal veri kullanmak” ne demek?

Mart ayında deprem bölgesinde sel oldu, insanlar öldü, çadırlar sular altında kaldı. Bu yüzden deprem bölgelerinde kurulan çadır kentlerin yer seçimleri üzerinden anlatayım. Eğer mekânsal veri analizleri kullanılmış olsa taşkın alanlarına çadırlar kurulmazdı mesela. Urfa’da selin felakete dönüşmesinin sebeplerinden biri de taşkın analizleri dikkate alınmadan alt geçidin yönünün belirlenmesi idi. Hava akımından en az etkilenebilecek alanlardan tutun, eğimin dikkate alınarak yerleştirilmesine kadar birçok soruna cevap bulunabilirdi. Aynı şekilde deprem bölgelerinde güncel, doğru ve güvenilir mekânsal verileri altlık olarak kullanan uygulamalar geliştirebilseydik, daha hızlı, daha az maliyetle depremzedelere ulaşabilirdik. 6 Şubat depremleri mekânsal verinin kullanımı açısından bir sınavdı, fakat başarılı olamadığımızı düşünüyorum.

Ayrıca, sosyolojik açıdan şunu söylemeliyim. Kent dediğimiz şey boş bir kap ya da sınırları, metrekareleri belli bir alana yapı inşa etmek değildir. Kent dediğimiz şey canlı bir şeydir, toplumsaldır. Bir kenti inşa etmek için toplumsal dinamikleri göz önünde bulundurmak lâzım. Oranın hafızası, kültürü, insanların daha önceki hatıraları vs. bunların hepsi bir bütündür. Tüm bunlar dikkate alınarak bir kent inşa edilebilir. Şu an yapılan en büyük hatalardan biri, bir kent sadece binalardan oluşuyormuşçasına hareket edilmesi. Hayır, kent, orada daha önce yaşayan insanların hatıralarından, sevdiklerinden, yapıp ettiklerinden oluşur, o insanların eylemleri ve düşünceleriyle bir bütün oluşturur. Bunların hepsi gözetilmeli. Bunun için bir kere halkın yeni kentleşme sürecine katılması lâzım. Ama ne yazık ki devlet bunu engelliyor.

Samandağ’da kontrolsüz moloz dökümünü protesto eden depremzedelere 4 Nisan’da jandarma müdahale etti, onlarca kişi gözaltına alındı

Depremin hemen ardından ilan edilen OHAL bu engellemelerde nasıl işlev görüyor?

OHAL’le beraber deprem bölgesinde moloz ve enkaz kaldırma, yeni yerleşim yerlerinin belirlenmesi, inşaat çalışmaları gibi hayati konuların hepsi Çevre ve Şehirciliği Bakanlığı’na bağlandı. Tüm aktörler devre dışı bırakıldı. 24 Şubat’ta çıkarılan Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (126 sayılı kararname) ile de bunun yasal zemini oluşturuldu. Yıkılan kentlerin inşasında tek yetkili bakanlık. Buradaki meslek odaları, yerel yönetimler, halk, mimarlık-mühendislik uygulamaları devre dışı bırakıldı. Ne itiraz yolu var, ne de yargı. Örneğin, deprem bölgesindeki tüm illerde orman ve meralar herhangi bir engele takılmadan direkt yapılaşmaya açılabilecek. Tamamen bakanlığın keyfine kalmış her şey.

Tarım alanlarının yapılaşmaya açılmasının zemin açısından risklerinden bahsettiniz. Bir de tarımsal üretim boyutu var…

Yıkımla beraber tarım alanları zaten zarar gördü. Buralara yeni yapıların yapılması tarım alanlarına daha da zarar verecek. 6 Şubat depremlerinin vurduğu illerde toplam beş bin köy etkilendi. Buralarda yaşayan 300 bine yakın çiftçi var. Bunlar resmi rakamlar. Bu da Türkiye’deki çiftçi sayısının yüzde 15’ine denk geliyor. Yine deprem bölgesinde dört milyon hektar tarım alanında üretim yapılıyor. Yani ovasıyla, zeytiniyle, bitkisel üretimiyle Türkiye’deki tarımın yüzde 21’ini karşılıyor bölge. Deprem sürecinde çiftçilerin tarım makinaları enkaz altında kaldı. Tam da gübreleme, aşılama, ilaçlama döneminin olduğu bir dönemde oldu deprem. İnsanlar canını kurtarmaya çalıştı, yakınlarının peşindeydi. Hayatını kaybeden, göç eden binlerce çiftçi oldu. Doğal olarak kimse ilaçlama falan yapamadı. Tarım alanlarının zarar görmesi ve yazın yaşayacağımız büyük kuraklıkla beraber ciddi bir gıda krizi bizi bekliyor.

Buralarda sulu tarım yapılıyordu. Yapılan açıklamalara göre, inşası uzun yıllar gerektiren sulama kanalları da zarar gördü. Depremle beraber, özellikle çiftçiler bazında ciddi yoksullaşma var. Bu da insanları mülksüzleştirecek. Yarın buralarda büyük tarım şirketlerinin tarım alanlarına el koyup koymayacağını bilmiyoruz. Çiftçinin kendisini sürdürülebilir kılabilmesi için bu olanaklara ihtiyacı var, ama bunların hiçbiri karşılanmıyor. Bu da göç demek aslında. Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Göç Örgütü’ne (IOM) göre mülteciler dahil bu sayı en az üç milyon. Depremin etkilediği 11 kentte 15 milyon insan yaşadığını biliyoruz. Üçte biri göç ederse bu sayı beş milyon demek. Dediğim gibi, deprem sonrası pratikler yeni bir zorla yerinden etmeye neden oluyor.

Depremlerin ardından Malatya’nın Akçadağ ilçesinde bulunan Sultansuyu Barajı üzerinde oluşan yarıklar. Fotoğraf: İHA

Sizinle daha önce barajlar üzerine konuşmuştuk. Deprem-baraj ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Düşünsenize, milyarlarca ton su bir yerde depolanıyor. Binlerce, belki milyonlarca yıldır bir dere doğal yatağında akarken siz bir anda önüne set çekiyorsunuz, ekosisteme, iç işleyişe müdahale ediyorsunuz. Sadece derenin aktığı yeri etkilemiyorsunuz ki, büyük bir alana müdahale etmiş oluyorsunuz. Ben yıllarca Ilısu Barajı’nı çalıştım. Bu büyük barajın depreme etki etme olasılığı olduğunu da dillendirdim. Türkiye’nin en büyük barajlarından biri Ilısu Barajı ve deprem bölgesinde yer alıyor. Buna dair bir çalışma yok maalesef, ama olması lâzım.

Baraj, HES ve maden meselesine iki yönlü bakıyorum. Birincisi bunların yeni bir felakete kapı aralayıp aralamadığı, ikincisi de deprem sürecinde bunların depreme bir katkı sunup sunmadığı, yani depremi tetikleyip tetiklemedikleri. Deprem bölgesi aslında GAP bölgesi. Adıyaman bunun içerisinde mesela. Bu bölgede 150 kadar HES, baraj ve gölet var. Dünyanın hiçbir yerinde deprem riski altındaki bir bölgeye bu kadar baraj, HES yapılmaz. Bilimsel çalışmalar buna işaret ediyor. 150 yıldır, özellikle son elli yıldır büyük barajların depremi tetikleyip tetiklemediğine dair çalışmalar yürütülüyor dünya çapında.

Bu çalışmalar ne söylüyor özetle?

Dört temel esas üzerinde duruyor bilim insanları. En temel mesele büyük barajların yapımı. Yani insan kaynaklı depremlerde ilk sırayı büyük barajlar çekiyor. İkincisi, yeraltında yapılan çalışmalar, maden çıkarılması gibi. Üçüncüsü, petrol ve gaz aramalarında çok derin kuyuların açılması ya da yeraltından su veya gaz basılması. Örneğin kaya gazı çıkatılması sürecinde çok büyük basınçlı su pompalanıyor. Bu Silvan’da denenmişti. Dördüncüsü de, çok büyük binaların yapımı.

Birinci derece deprem kuşağında yer alan bir bölgeye bu kadar çok baraj yapılması başlı başına bir sorun, bunca büyük depremlerin ardından bunların kontrollerinin yapılıp yapılmadığına dair soru işaretleriyse başka bir sorun.

Dünyada en fazla baraja sahip olan ülkelerden biri biziz, ama barajların bu tetikleyici etkisine dair bir çalışma yok. Amerika, Çin, Hindistan gibi ülkeler bu çalışmaları yapıyor. Dünyada yapılan çalışmalara bakarsak, Cezayir’de 1932 yılında yapılan Qued Fodda barajı var. 1933 yılında sismik hareketler gözlemleniyor ve bunu barajla ilişkilendiriyorlar. Yine Amerika’da Colorado bölgesindeki Boulder Barajı: Barajın yapıldığı 1935 senesine kadar bölgede hiçbir şekilde sismik hareket ölçülememişken, 21 milyar ton su taşıyan barajın yapımından hemen bir sene sonra sismik hareketlere yaklaşılmış. İki sene içerisinde 100 tane artçı deprem kaydedilmiş. Yunanistan’da Kremesta baraj gölünün 4.700 milyon ton su ile dolmasından sonra 6.2 büyüklüğünde deprem ve devamında artçılar yaşanmış. Asya bölgesinde de çalışmalar var. Hindistan’da Maharashtra bölgesinde 1967 yılında 6.3 büyüklüğünde deprem yaşanıyor. Bu deprem de bölgedeki baraj yapımından sonraya denk geliyor. Yine Sismolojik Araştırma Mektupları dergisinde barajlara gönderme var büyük barajların depremi tetiklediğine dair. Şu örnek veriliyor: Çin’in Sichuan bölgesinde 2008 yılında meydana gelen 7.9 büyüklüğündeki depremde merkez üssünün birkaç kilometre ötesinde bir deprem yaşanıyor. Zipingpu rezervuarında bir baraj var. Araştırmacılar bunu araştırmış ve sonuçta depremi tetikleyen süreçler tespit etmişler. Burada 320 milyon tonu bulan barajın bunu tetikleyebileceğine dair emareler bulunmuş, bunu yayınlamışlar. Tekrar söyleyeyim: Benim iddiam, buradaki barajların depremleri tetiklediği ya da öncü depremler yarattığı noktasından ziyade, bu konu üzerine bir çalışma yapılıp yapılmadığıyla ilgili.

Ürdünlü jeolog Ahmed Malabeh de Maraş merkezli depremlerde Fırat Nehri boyunca inşa edilen barajların etkisinün olduğunu iddia ediyor“Belki baraj gölleri olmasaydı depremin büyüklüğü 7.7 değil de 7.0 olurdu ve daha az insan yaşamını yitirirdi” diyor.

Evet. Belki baraj yapımları 7.5 şiddetinde bir deprem üretmez. Ama öncü olabilecek depremlere neden olabilir. Az önce anlattığım çalışmalar bunu yer yer doğruluyor. Deprem dediğimiz şey sadece bir anda 7.5 ya da 7.8 şiddetinde bir hareketlenme değildir. Öncü depremler vardır, uzun yıllara dayanan yer hareketleri vardır. Büyük barajların bunlara neden olabileceğine dair çalışmalar bu yüzden yapılıyor.

Jeoloji Mühendisleri Odası depremlerin ardından baraj ve HES’lere dair uyarılar yapmıştı. Bölgedeki barajların durumunu, hasarı net olarak biliyor muyuz?

Depremden sonra Tarım Bakanı açıklama yaptı, “sadece birkaç barajda sızıntı olduğunu” söyledi. Bu yeterli değil. Bu barajların bağımsız bilim heyetlerince incelenmesi lâzım. Çok büyük iki deprem, ardından yüzlerce artçı deprem yaşandı. Her ne kadar “depreme dayanıklı yapıldı” dense de inanmıyorum ben. Çünkü barajlar da inşaat sektörü gibi iktidar için bir “büyüme” alanı. Bunlara da rant amaçlı bakılıyor. Deniyor ki, “baraj 8.0 şiddetindeki bir depreme hazırlıklıdır”. Ama bunu resmi ağızlar söylüyor. Acaba yapım süreci nasıldı, ne uygulandı? Projeye uygun yapıldı mı? Periyodik bakımları ne kadar sıklıkta yapılıyor? Bunları bilmiyoruz ne yazık ki. Bu yüzden bağımsız heyetler mutlaka barajları incelemeli.

Hangi barajlar için sızıntı olduğunu söylüyor bakan?

Malatya’daki Sultansuyu Barajı kretlerinde çatlak, sızıntılar olduğunu söyledi. Risk görmediklerini açıklamıştı. Ama tahliyesini öngörüp devamındaki Karakaya Barajı’na su akışı başlattılar. Bir kişinin sözüne bırakılacak bir mesele değil bu. Birinci derece deprem kuşağında yer alan bir bölgeye bu kadar çok baraj yapılması başlı başına bir sorun, bunca büyük depremlerin ardından bunların kontrollerinin yapılıp yapılmadığına dair soru işaretleriyse başka bir sorun.

Şu notu da aktarmak isterim: Erzincan’ın İliç ilçesinde altın arama şirketi var. Fay hattı üzerinde kurulan altın madeninin 66 milyon tonluk atık havuzu olduğunu biliyoruz. Hatırlayalım, geçen sene “Fırat’a siyanür mü karıştı?” tartışmaları yapılmıştı. Bilim insanları burada da bir deprem bekliyor. Deprem beklenen bölgeye 500 metre uzaklıkta Fırat Nehri. Atık havuzunun patladığını, bunun Fırat Nehri’ne karıştığını düşünsenize? Bir bütün olarak Mezopotamya coğrafyasını mahveder bu. Sadece Türkiye de değil, Suriye, Irak, İran, birçok ülke büyük bir tehditle karşı karşıya kalır. Ne yazık ki İliç altın madeninde böyle bir risk var, ama dikkate alınmıyor.

Son söz?

Deprem doğal bir tehdit, ama bunu felakete dönüştüren temel şey ranta dayalı neoliberal kapitalist kentleşme politikaları ve merkezileşme, yani tek adam rejimi. Tek adam rejiminde bir kanun kimsenin sürece katılımı olmadan çıkarılabiliyor. Bu rejimde tüm kararlar bir kişinin iki dudağının arasında. Son yirmi yılda yerel yönetimler yeni yapılaşma süreçlerinden dışlandı. Depremin etkilediği Diyarbakır ilinin belediyesine kayyum atandı. Merkez buna karar veriyor. Bunun aşılması gerekiyor her şeyden önce. Bilim insanlarının, akademilerin, halkın katılabileceği bir süreç işletilmesi lâzım. Çünkü merkez, yereli bilmiyor. Yerelin dinamikleri bu sürece katılmalı.

Ve denetim: Son yıllarda yapı denetimleri özelleştirildi.  Ama denetim özelleştirilecek bir şey değil. Yapıyı özel bir firma yapabilir, ama denetimi devletin ya da devletin bir kurumunun yapması lâzım. Bu, özel bir şirketin yapacağı iş değil. Çünkü para karşılığında yapıyor. Bu nedenle denetimsizlik de üretiliyor. TMMOB, 2011 ve 2013 yıllarında çıkarılan yasalarla projelerin onay ve denetim sürecinden dışlandı. Toplumu, bilimi ve doğayı esas alan TMMOB’un denetim süreçlerine kesinlikle katılması gerekiyor.

Kurumsal yapıların yetersizliği, koordinasyonsuzluğu karşısında toplumun dayanışmayı örgütleyebilmesi çok önemli. Ancak AFAD başta olmak üzere devletin diğer kurumlarının beceriksizliğini ve pasifliğini tartışmak büyük bir sorumluluk. Depremin etkilediği Diyarbakır ve Malatya’da her gün onlarca savaş uçağı havalanıyordu. F-16’lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor. Bugün savaş bütçesi AFAD’ın bütçesinin 55 katından daha fazla. Türkiye toplumunun yüzde 95’i depremden ya doğrudan ya da dolaylı bir şekilde etkileniyor. Ama ne yapılıyor? 2023 yılında AFAD’ın bütçesi yüzde 32 azaltılırken, savaş bütçesi cumhuriyet tarihinin en yüksek bütçesi olabiliyor. Tüm bunların ışığında depremi bütünlüklü bir bakış açısıyla ele almanın elzem ve acil olduğunu düşünüyorum. Devlet aygıtının ve kurumlarının hegemonyasını deşifre ederken, karşı-hegemonik bir mücadelenin de inşa edilmesi bir zorunluluktur. Bugün Türkiye’de deprem konusunda uzman olan Mücella Yapıcı ve Tayfun Kahraman hocalarımız cezaevinde. İkisi de Türkiye’deki deprem sürecine dair bilimsel veriler üreten, deprem süreçlerinde aktif görevler almış, tecrübeli insanlar. Depreme dair çalışan bilim insanlarının, aktivistlerin bu sürece katılması gerekiyor. Bu yüzden Mücella ve Tayfun hocaların, onlar gibilerin daha çok savunulması lâzım.

Türkiye’nin Doğusundaki Şehirler Hava Kirliliği Raporlarında Neden İlk Sıralarda Yer Alıyor?

0

Temiz Hava Hakkı Platformu’nun yeni çalışmasına göre Türkiye’nin havası en kirli kentleri Batman, Iğdır, Ağrı, Şırnak ve Malatya. İklim Haber olarak söz konusu kentlerdeki kirliliği ve bu kirliliğe neden olabilecek nedenleri derledik. Kentlerin coğrafik yapısı, ısınmada kullanılan kömürler, yeşil alanların azlığı gibi ortak nedenler öne çıkıyor.

YAZI: Şenol BALI

Temiz Hava Hakkı Platformu’nun (THHP) yeni raporuna göre, Türkiye’de, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) standartlarına göre havası temiz şehir yok. Havası en kirli beş kent ise sırasıyla Batman, Iğdır, Ağrı, Şırnak ve Malatya. Bu illerde yıllık ortalamalar, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) partikül madde PM10 için belirlediği 15 μg/m3 olan kılavuz değerin 5-8 katıydı. 200 günden fazla günde ise PM10 için yönetmelikte belirlenen 40 μg/m3 ulusal limit değerinin üstünde hava kirliliği ölçüldü.

Batman’da Hava Ölçüm Cihazının Kurulduğu Yere İlişkin İtiraz

Rapora göre Batman’da 2021 yılındaki hava kirliliği, DSÖ’nün kılavuz değerinin yedi katından fazla. Şehirde yaşayanlar, tam 326 gün boyunca kirli havaya maruz kaldı.

Batman Çevre Gönüllüleri Derneği Başkanı Hasan Argünağa, kentte sadece bir tek ölçüm cihazının olduğunu söyleyerek başlıyor konuşmasına ve kente dair açıklanan bu verilerin sağlıklı olmayabileceğini ekliyor. Argünağa, “Bir tek hava ölçüm cihazı var. O da Valilik bahçesinde. Onun vereceği bilgiler sağlıklı olmayabilir. Araç parkının içinde. O araçlar orada çalıştırılıyor ve hemen ana caddenin kenarında dolasıyla geçen araçların kaldırdığı toz o cihazın üzerine gidebiliyor. Ve bu online izleniyor. Bu nedenle ölçülen değerler gerçeği yansıtmıyor olabilir” diyor.

Uzun yıllardır Batman ve çevre kentlerde ekoloji mücadelesi veren Argünağa, kentte son yıllarda kükürt dioksit ve partikül değerlerinde bir azalmanın olduğunu dile getiriyor: “Batman çukur bir alanda ve hava sirkülasyonu yetersiz. Bu durum, kirliliği tetikliyor. Eskiden ölçümler partikül ve kükürt dioksit olarak ölçülüyordu. Daha önce kömür ve kaloriferde kullanılan fuel oil ile ilgiliydi. Doğalgazdan sonra kükürt dioksit değerlerinde bir azalma oldu. Partikül seviyesinde de bir düşüş var. Bu rapor, kıymetli ama neye dayanarak bu rakamlar açıklandı. Böyle yüksek oranlı yani yılın 326 gününde partikül değerlerinin tavan yaptığı bir kent olarak nitelendirildi. Bunun yanıltıcı olabileceğine inanıyorum.”

Argünağa, yaz aylarında partikül değerlerin özellikle anız yangınlarından dolayı yükselebileceğini söylerken, “Bir araç yoğunluğu da var. Hava akımı da az. Hatta hava koridorunu dikkate almadan imar yapılaşması var. Yine temiz hava yaratacak yeşil alan sorunu var. Kent merkezinde toz oranı yüksek. Kullanılan ücretsiz dağıtılan kömürlerin de etkisi var. Bütün bu faktörleri bir araya getirdiğimizde bir partikül sorunu var ama raporda belirtilen düzeyde olamaz” diyor.

THHP Koordinatörü, çevre mühendisi Deniz Gümüşel ise diğer tüm iller için olduğu gibi Batman’ın da hava kalitesi değerlendirmesinin; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın (ÇŞİDB) www.havaizleme.gov.tr web sitesinden 1 Ocak -31 Aralık 2021 tarihleri aralığı için alınan raporlardaki resmi veriler üzerinden yapıldığını hatırlatırken, ÇŞİDB’nin 2021’de Batman’daki partikül madde 10 (PM10) kirliliği için ulaşılan rapora göre yıl boyu 357 gün (%97,81 düzeyinde) ölçüm yapıldığını belirtiyor. Gümüşel, “Bu ortalama verilerin güvenirliğini gösteren bir düzeydir. Batman’ın PM10 yıllık ortalaması 108,65 µg/m3’tür. Batman’da en yüksek partikül madde konsantrasyonu 388,43 µg/m3 olarak gerçekleşmiştir” diyor.

Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün hazırladığı Batman Temiz Hava Eylem Planı’nı işaret eden Gümüşel, bu plana göre Batman’daki en önemli partikül madde kirliliği kaynaklarının başında şehrin içinde kalan sanayi tesislerinin geldiğini aktarıyor ve ekliyor: “Batman’daki en önemli sanayi tesisi Tüpraş Rafinerisi’dir. Yine ÇŞİDB için hazırlanan ‘Ham Petrol Rafinerilerinin Çevresel Etkileri’ kılavuzuna göre rafinerilerde işlenen her 1 milyon ton ham petrol için 3.000 tona kadar partikül madde (PM10 ve PM2,5) atmosfere bırakılır. Bu durum, 1,4 milyon ton/yıl ham petrol kapasiteli Batman rafinerisinin havaya yılda 4.200 tona yakın PM salabileceği anlamına gelmektedir”

Hasan Argünağa’nın, hava kalitesi ölçüm istasyonunun konumuna dair eleştirilerinde çok haklı olduğunu da ifade eden Gümüşel, THHP olarak bu istasyonların kentteki farklı kirlilik kaynaklarını ağırlıklarına göre doğru temsil edecek noktalarda konumlandırılıp konumlandırılmadığından emin olmadıklarını söylüyor. ÇŞİDB’nin bu istasyonların konumunu ne tür bir yöntemle belirlediği bilgisinin, varsa yapılan kaynak modellemeleri ile birlikte kamuoyu ile paylaşılmasını talep ettiklerini de vurguluyor.

Iğdır’daki Sorun Yapısal

Iğdır son altı yıldır, en kirli iller arasında en üst sıralarda. Kentin hava kirliliği açısından zirvede tuttuğu yer nerdeyse hiç değişmiyor. Ağrı Dağı olmak üzere dört tarafı yüksek dağlarla çevrili olan Iğdır, bölgedeki karasal iklimin aksine mikro klima özelliğinde. 800 metre civarındaki rakımıyla bölgeye göre kelimenin tam anlamıyla çukurda kalan ve ‘’Doğu’nun Çukurovası’’ olarak tarif edilen Iğdır, son yıllarda yapılan her ölçümde ülkenin ve bölgenin havası en kirli kenti.

Iğdır, sanayi olarak gelişmiş bir yer değil. Nüfus yoğunluğu da oldukça düşük. Aynı zamanda Iğdır Üniversitesi Çevre Mühendisliği Fakültesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Aysun Altıkat da bir çalışma başlatmıştı. Bu çalışmaya göre hava kirliliği sorununun yapısal olduğuna dikkat çekmişti. Çalışmada, kentteki hava kirliliğinin yaz aylarında devam ettiği, kentin dağlarla çevrili olduğu ve akması gereken kirli havanın Ağrı Dağı’na çarparak geri döndüğü belirtilmişti.

Malatya’da Depremden Sonra Daha da Olumsuz bir Tablo Yaşanacak

Malatya’da da  hava kalitesi istasyonlarından düzenli veri alınamadığını dile getiriliyor. “Kara Rapor 2021: Hava Kirliliği ve Sağlık Etkileri” başlıklı raporda, “Son 5 Yılda Hava Kalitesi İyileşen ve Kötüleşen Ölçüm İstasyonları (PM10)” da yer aldı. Bu başlıkta verilen istatistiklere göre, Malatya, hava kalitesi kötüleşen iller arasında Edirne’den sonra ikinci sırada yer aldı. Raporda ayrıca, 2019 yılında Türkiye nüfusunun %21’inin yaşadığı 30 ilde hava kalitesi (PM10) ile ilgili yeterli ölçüm yapılmadığı belirtildi ve Malatya’nın da 2019 yılında hava kalitesinin ölçülemediği iller arasında bulunduğu kaydedildi.

Ayrıca deprem bölgesindeki hava kirliliğin arttığı belirtiliyor. Son verilere göre depremden etkilenen kentlerde hava kirliliği, enkaz tozu ve ısınma için açıkta ateş yakılması gibi nedenlerle Türkiye limiti 2.5, Dünya Sağlık Örgütü kılavuz değerlerinin ise 7.5 katına çıktı. Uzmanlar, kirli havanın başta kanser, kalp-damar, KOAH gibi hastalıklara tetikleyeceği uyarısında bulunuyor. Bu tehlikenin kısa ve uzun vadede Malatya’da da olumsuz bir tablo yaratacağı tahmin ediliyor.

Deniz Gümüşel, 2021 yılında Malatya’da 361 gün boyunca ölçüm yapıldığını, Yani veri alım oranının %99,18 olarak gerçekleştiğini söylüyor. Bunun hava kalitesi izleme açısından sevindirici olsa da özellikle partikül madde 10 (PM10) açısından Malatya’nın havasının yıl boyu ne kadar kirli olduğunun da gözler önüne serildiğini ifade ediyor: “Malatya’da PM10 kirliliği 196,29 µg/m3  düzeyine kadar yükselmiş. Yıllık ortalaması ise 70,43 µg/m3 olarak gerçekleşmiş. Bu da Malatyalıların yıl boyu DSÖ kılavuz değerinin 4,7 katı daha fazla partikül madde (toz) soluduğu anlamına geliyor. Partikül madde 2013 yılında DSÖ tarafından isanda kanser yapıcı 1. Grup etmenler arasında sınıflandırılmıştı.”

Ağrı’daki Tabloda Yardım Kömürlerinin Etkisi Oldukça Fazla

Aynı raporda göze çarpan bir başka kent ise Iğdır ile komşu olan Ağrı oldu. Raporda, konutlarda yakılan kömürün yol açtığı hava kirliliğine ek olarak bir diğer önemli nedenin, yoğun uluslararası karayolu D-100 trafiği ve mal taşımacılığı olduğu ifade edildi.

Ağrı da sanayinin gelişmediği ve nüfus yoğunluğunun her geçen gün azaldığı kentlerden. Yeşil alanların da çok az olduğu kentte, başka bir belirleyici etken ise, yoksul olan halkın ısınma ihtiyacını daha çok bakanlığın dağıttığı kömürler ile karşılaması.

Doğu Çevre Üyesi Mehmet Nuri Taşdemir, rakımın yüksek olduğu kentte yeşil alanların oldukça az olmasına dikkat çekiyor. Taşdemir’e göre “yardım kömürü” olarak dağıtılan kalitesiz ve partikül değeri yüksek kömürler de kirlilikte büyük bir pay sahibi. Bölgenin ekonomik gelişmişlik düzeyine vurgu yapan Taşdemir, kömür dumanının yanı sıra kentte bulunan ender fabrikalardan olan çimento fabrikasının da filtre sistemiyle çalışmadığını hatırlatıyor.

Gümüşel de sanayi tesisleri açısından Kars, Ağrı-Doğubeyazıt ve Ermenistan’da bulunan çimento fabrikalarının kirlilikte önemli bir rolü olabileceğini kabul ediyor: “Ancak bunun net bir şekilde ifade edilebilmesi için bu noktasal kirlilik kaynaklarından ortaya çıkan kirletici emisyonlarının atmosferde nasıl dağıldığına dair kirlilik dağılım modellemeleri yapılmalı ve hava kalitesi ölçüm istasyonlarının konumlarının bu kirlilik kaynaklarının etkilerini de ölçebilecek şekilde belirlenmesi sağlanmalı.”

Riha’da 12 bin dekar mera GES ile işgal ediliyor

İktidarın gölgesi altında her yıl devasa ölçekte büyümeye devam Kalyon Holding, Riha’nın Wêranşar kırsalında 12 bin dekar merayı işgal ederek GES kurmak istiyor. Meralarını korumak isteyen köylülere ise güvenlik güçleri saldırıyor

Yusuf Gürsucu / İstanbul

Riha’nın (Urfa) Wêranşar (Viranşehir) ilçesine bağlı Qadî (Kadıköy) Mahallesi’ndeki 12 bin dekar üzerine kurulmak istenen güneş enerjisi ‘tarlasına’ karşı köylülerin itirazı sürüyor. Projeye karşı çıkan köylülere 29 Mart tarihinde müdahale yapılmış ve 9 köylü darp edilerek gözaltına alınmış ve ardından adli kontrol şartıyla serbest bırakıldılar. Köylülerin avukatı Ali Osman Ulutaş, GES 12 bin dekar mera ve tarım arazisini işgal edilmesiyle birlikte köyün yok olacağını söyleyerek hukuki süreci takip ettiklerini belirtti. Urfa Barosu Başkanı Abdullah Öncel de santral için verilen ÇED olumlu raporunun iptaline ilişkin dava açacaklarını duyurdu.

Merasını savunmak isteyen Qadî köylü bir yurttaş güvenlik güçlerinin saldırısında yaralandı.

Neden bu şirket korunuyor?

İnsan Hakları Derneği (İHD) Urfa Şubesi, sanal medya hesabından yaptıkları açıklama ile köylülerin işkence ile darp edilerek gözaltına alındığını ve suça bulaşan kamu personeli hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını duyurdu. Qadî köylüler sanal medya üzerinden yaptıkları paylaşımlarda, “Zorla köyümüzün merasını zorla elimizden alıyorlar. Güvenlik güçleri neden bu şirketi korumak için pozisyon almış. Hakkımızı aradığımızda neden güvenlik güçleri karşımıza çıkmakta. Ses çıkardığımızda neden güvenlik güçleri şiddete meyilli” diye belirtiler.

Urfa Barosu ve İHD köylülerin haklı mücadalesinde yanındaa yer aldı. Yaptıkları açıklama ile sürecin takipçisi olduklarını duyurdu.

Hep birlikte tek olmaya çağrı

Köylüler yaptıkları paylaşımın devamında, “Tüm suç bizde birlik olamıyoruz. Kadıköy ve bütün mezraları etkilenen tüm köylüler gelin birlikte mücadele edelim. Hep birlikte tek olmaya çağırıyoruz. Emeğimizi alın terimizi bizim elimizden almasına izin vermeyelim. Olayın başlangıcından sonuna kadar elinden geleni yapan ve yapmaya devam eden, hukuk mücadelesinde var gücüyle mücadele veren Urfa Baro Başkanı ve avukatları ile IHD Avukatlarına sonsuz teşekkür ediyoruz” diye seslendiler.

162 bin 500 panel

Beşli çete olarak anılan şirketlerden biri olan Kalyon Holding’e bağlı Kalyon Enerji iktidarın oluşturduğu kapasite tahsisleri bağlamında Wêranşar’a bağlı Qadî kırsalını GES tarlaları ile işgal etmek istiyor. Şirket 50’şer MW gücünde Viranşehir-5 GES, Viranşehir-7 GES ve Viranşehir-8 GES kurmayı planlıyor. Şirket ayrıca Wêranşar ilçesi, Kadıköy kırsalında 3 GES için 90’ar hektarlık çayır-mera vasıflı alanların üzerine 162 bin 500 adet panel yerleştirmek istiyor.

Yenilenebilir soygun

Yenilenebilir enerji iddiası sermaye kesimlerini yenileyerek güçlendirirken, halkın ise bu süreçten herhangi bir fayda görmediği, küresel ısınmaya yönelik bir katkısının da olamayacağı hem dünyanın hem de Türkiye’nin kapitalist üretim süreçlerine ve enerji politikalarına bakınca anlaşılabilmesi mümkün. Konya Karapınar’da Enerji üretimi amaçlı olarak kurulan İhtisas Organize Sanayi Bölgesi’nde ‘Yenilenebilir Güneş Enerjisi’ (GES) ‘tarlaları’ oluşmaya başladı. İktidarın bu yatırımlara desteği havuz şirketlerle sınırlıyken, havuz şirketlere verilen destek ise sınırsız düzeyde. Kalyon AŞ’nin Ankara’da Çin’in en büyük devlet şirketlerinden biri olan CTEC ile birlikte kurduğu entegre güneş paneli fabrikasının açılış töreni Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın katılımıyla 2020 yılında gerçekleşti.

Devlet desteği 2019’da açıklandı

Konya Karapınar’da bin megavat kapasiteli güneş enerjisi santrali ve 500 megavat kapasiteli entegre panel üretim fabrikası için 2019’da Resmi Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe giren kararla birlikte büyük bir destek verilen Kalyon AŞ’nin adeta elini cebine sokmadan devletin garantörlüğünde bankalardan aldığı kredilerle yatırımlarını gerçekleştiriyor. Resmi Gazete’nin 5 Eylül 2019 tarihli sayısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla bazı şirketlere proje bazlı devlet yardımı verilmesine karar verilmiş ve bu kararda Kalyon AŞ’ye verilecek destek de yer almıştı.

Milyarlarca lira destek

Proje Bazlı Teşvik Sistemi’ne dâhil olacak 5 yatırım arasında Kalyon Enerji’nin iştiraki Kalyon Güneş Teknolojileri Üretim A.Ş. tarafından kurulacak güneş paneli üretim tesisi de bulunuyordu. Fabrika tam kapasiteye ulaştığında, toplam sabit yatırım tutarı 1 milyar 991 milyon TL ile yılda 500 MWp kapasiteli fotovoltaik güneş paneli üretim tesisi kuruldu. Projeye verilen desteklerde; gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası, KDV iadesi, yatırıma yüzde 100 vergi indirimi, 10 yıl boyunca sigorta primi işveren ve gelir vergisi stopaj desteği yer aldı.

Verilen destekler

Sigorta Primi İşveren Hissesi Desteği: Azami tutar sınırı olmaksızın 10 yıl, Gelir Vergisi Stopajı Desteği: 10 yıl Nitelikli Personel Desteği: 57 milyon lira Faiz veya Kâr Payı ya da Hibe Desteği: 10 yıl 300 milyon lira. Fabrikaya verilecek Enerji Desteği: İşletmeye geçiş tarihinden itibaren 10 yıl boyunca 240 milyon liraya kadar enerji tüketim harcamalarının yüzde 50’si. Yatırım Yeri Tahsisi, Kamu Alım Garantisi, Altyapı Desteği gibi ayrıntılar Resmi Gazete’ de yayınlanarak yürürlüğe girmişti.
Kalyon elini cebine atmadı
Kalyon AŞ’ye 400 milyon liraya mal olduğu açıklanan fabrikanın tüm maliyetinin teşviklerle karşılandığı hatta üstüne para bile kaldığı söylenebilir. Kalyon AŞ, elini cebine atmadan bankalardan çektiği devlet garantili ve destekli kredileri, alacağı teşvikler ve desteklerle rahatça kapatabileceği anlaşılabiliyor. Üstüne üstlük Karapınar’da 1000 MW’lık güneş enerji tarlasına bir ücret ödemeden elde ettiği ve burada üreteceği elektriği de alım garantisi verilerek kilowat başı 6,99 dolar/cent’e satacak olması çok yönlü bir kazanç olarak karşımıza çıkıyor. Benzer durum Wêranşar’ın Qadî kırsalında 12 milyon metrekarelik işgalde de yaşanıyor.

Dünyada ilk 10 içinde

AKP iktidarına yakınlığı ile bilinen Limak-Kolin-Cengiz-Mapa İnşaat’la birlikte ilk 5’te yer alan Kalyon İnşaat A.Ş birçok rakibi küçülürken, hatta birçoğu batarken her geçen gün büyümesi dikkatlerden kaçmıyor. Kalyon AŞ’nin son yıllarda aldığı işlerin toplam büyüklüğü 100 milyarları çoktan aşmış durumda. Dünya Bankası’nın tüm dünya üzerindeki verilerine göre; altyapı yatırımlarında en fazla ihale alan ilk 10 şirket arasında Kalyon Grubu da bulunuyor. İşte bu şirket devlet desteğiyle inşa ettiği panel fabrikasının ürünleri Karapınar’da ve Wêranşar’da kullanılacak olması dikkat çekici.

Enerji arz fazlasına rağmen

Bugün Türkiye’de enerji üretim kapasitesi 100 bin MW gücü aşarken bu gücün ancak yüzde 25-30’u kullanılabiliyor. AKP iktidarı sermayeyi ‘tatmin’ için kömürlü, doğalgazlı termik santraller ile bazı HES’lere 4 yılı aşkın süredir her ay 250 milyon lira civarında kapasite bedeli adı altında, şirketlerin üretmedikleri enerji için ödeme yapıyor. Diğer yandan ‘temiz enerji’ iddiasının arkasına sığınılarak sermaye kesimlerine ‘Yenilenebilir Enerji Destekleme Mekanizması’ (YEKDEM) kapsamında YEK belgeli üretim tesisleri için belirlenen döviz kuru üzerinden alım garantisi desteği ise 31 Aralık 2030’a kadar uygulanacak olması soygunun boyutunu gösteriyor.

‘Suyun silah olarak kullanılması kabul edilemez’

Melek Avcı 

ANKARA – “Suyun yaşamsal ve kıtlığı gittikçe artan bir kaynak olması, onun kullanım hakkı ile ilgili savaş ve çatışmaları da kışkırtıyor” diyen Siyaset bilimci ve ekoloji aktivisti Ecehan Balta, “Bizim söyleyeceğimiz ülke içinde ve dışında tüm askeri operasyonlara son verilmesi olmalıdır” ifadelerini  kullandı. 

İklim krizi ve kuraklık sonucunda su krizi yaşanıyor. Bunların yanı sıra suyun bir savaş aracı olarak kullanılması ise başta toplum sağlığı ve doğa üzerinde büyük bir tehlikeye neden oluyor. Rojhilat, Irak ve özellikle Suriye’de Kürt halkının ve diğer etnik kimliklerin yaşadığı bölgelerdeki su krizi ise Türkiye tarafından tetiklenmeye devam ediyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) yaptığı açıklamada, Türkiye’nin Suriye ile Kuzey ve Doğu Suriye’de yaptığı su kesintisinin halk sağlığı açısından tehdit ve tehlikelerine dikkat çekerek, Türkiye’nin Fırat’ın suyunu keserek Kürtlerin olduğu bölgelere akışı engellemesiyle salgınların devamının geleceğinin altını çizmişti. Temmuz 2020’de Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) yayınladığı raporda da, Türkiye’nin Fırat Nehri’nin Suriye’ye akan suyu keserek, yüzde 65’lik bir azalmaya neden olduğunu belirtmişti. Geçen sene Türkiye kendisinin susuzluk sorunu olduğunu iddia ederek, su seviyesinin düşürülmesindeki sorumluluğunu ise reddetmişti.

Öte yandan Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin Türkiye’ye ziyaretinde temel gündemlerinden birinin su sorunu olması durumun vehametini bir kez daha ortaya koydu. Halkın tüm yaşamsal faaliyetlerini etkileyen suyun Kürtlere karşı bir şantaj ve savaş silahı olarak kullanılması, “insanlık ve savaş suçu” olarak nitelendirilse de uluslararası toplumun ve örgütlerin bu konu da somut bir adım atmamaları ise dikkat çekiyor. 

Siyaset Bilimi Doktoru ve Ekoloji Aktivisti Ecehan Balta, Türkiye’nin Irak ve Kürdistan’a yönelik su akışını bloke etmesini, sivil halkı su kıtlığıyla baş başa bırakmasını ve kapitalizmin doğaya karşı sistematik savaşı hakkında değerlendirmede bulundu. 

‘Su stratejik bir savaş silahı’

Suyun stratejik bir savaş silahı olarak kullanılmasının yeni bir şey olmadığını söyleyen Ecehan, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri’nin Türkiye’nin içme suyunu kesmesinin insanlığa karşı suç değerlendirmesini hatırlattı. Ecehan, “Su sistemlerinin savaş taktiği olarak bombalanması, kentlerin su şebekelerinin kapatılması, baraj kapaklarının kapatılarak sivillerin susuz bırakılması ya da fazla açılarak yerleşim alanlarının sular altında bırakılması, su temininin bir şantaj aracı olarak kullanılması, en çok görülen taktikler. Rojava Bilgi Merkezi’ne göre Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürt bölgelerinde suyun savaş taktiği olarak defalarca kesilmesi ya da Aluk’ta olduğu gibi su istasyonlarının işgali, örneğin Covid 19’un yayılmasında da önemli bir rol oynadı. Temiz su kıtlığından kaynaklı kolera gibi salgınlar da maalesef sürekli olarak gündeme geliyor. Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşşar El Caferi de BM Genel Sekreteri’ne Türkiye’nin Haseke’nin içme suyunu kesmeye yönelik tutumunun bir savaş suçu ve insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu söylemişti” dedi. 

‘Suyun blokesi savaş ve çatışmaları kışkırtıyor’

Su kaynaklarının kesilmesinin savaş ve çatışmayı daha da derinleştirdiğini belirten Ecehan, İran’ın da sürekli olarak Kurdistan bölgesinde su akışını durdurmasının yaşamı olumsuz etkilediğini dile getirdi. “Diğer yandan ülke veya bölgelerin su kaynaklarına erişimi ‘su savaşları’ dediğimiz olguya da yol açabiliyor, onu da not etmek lazım “ diyen Ecehan devamında şu örnekleri verdi: “İki Sümer devleti arasında sulamada kullanılacak suların paylaşımı ile ilgili bir savaş çıktığını tarihçiler saptamıştı. Suyun yaşamsal ve kıtlığı gittikçe artan bir kaynak olması, onun kullanım hakkı ile ilgili savaş ve çatışmaları da kışkırtıyor. Yoğun olarak yirminci yüzyılın başlarında kurulan ulus devletlerin sınırları çizilirken su dikkate alınmamıştı, çünkü temiz suya erişim çok temel bir problem değildi. Oysa örneğin İsrail sürekli olarak suyu satın almak zorunda ve sadece bu nedenle 1950-2000 arasında yaşanan 30 kadar askeri eylemden söz ediliyor. Mısır, Nil Nehri üzerindeki yaşamsal kontrolü elinde tutmak için Sudan ve Etiyopya ile sürekli olarak çatışma halinde. Dicle Nehri üzerine İran tarafından yapılan yeni barajlar, Irak’ı uluslararası mahkemeye götürdü. İran’ın özellikle yaz aylarında Irak ve Kurdistan bölgesine su akışını durdurması, tarımı ve yaşamı son derece olumsuz etkiliyor.” 

Temel ihtiyaçların tümüne etki

Yaşamın tümünü etkileyen suyun zincirleme bir reaksiyona neden olduğunu ifade eden Ecehan, şöyle devam etti: “İnsanların su kaynaklarına erişimi de su etrafındaki çatışmaların diğer bir nedeni. Örneğin Mısır’ın su ihtiyacının yüzde 97’sini karşılayan Nil, kirlilik ve iklim değişikliği nedeniyle önemli bir sorun haline gelmiş durumda. Nil’in genellikle etrafındaki sanayi bölgelerinin atıklarından kaynaklanan kirliliği, salgın hastalıkları tetiklediği gibi sulamayı da zorlaştırıyor ve su temininde güçlük, gıda fiyatlarını da arttıran zincirleme bir reaksiyona neden oluyor. Bütün bunlar, 2011’de başlayan Arap Baharı’nın da en azından Mısır açısından ana nedenlerinden birini oluşturuyor. Benzer biçimde 2018’de yaz aylarında suyun kesilmesi Basra’da da isyana neden olmuştu.”

‘Suyun yönünün değiştirilmesi insanlığa karşı suçtur’

Kapitalizmin doğaya karşı sistematik bir savaşının söz konusu olduğunu kaydeden Ecehan, bununla birlikte egemenlerin su üzerinde kontrol sağlamasını ve insanları sudan yoksun bırakarak “terbiye” etmeye çalıştığını, bunun ise “insanlık suçu” olduğunun altını çizdi. Ecehan, “Dünya üzerinde tüm suların sadece yüzde 3’ü tatlı su ve tüm insanların yüzde 40’ı şu anda su kıtlığı yaşıyor” dedi ve ekledi: “İklim değişiminin etkisiyle de zaten bu oran günden güne artıyor. 2050 yılında suya talep ikiye katlanacak ve BM’nin tahminlerine göre tatlı suyun yüzde 74’ü endüstriyel tarımda kullanılmaya başlanacak. Yani bir de kapitalizmin doğaya karşı sistematik bir savaşı söz konusu. Özellikle Suriye ve Irak’ta Kürt bölgelerine dönük olarak gördüğümüz, suyun egemenler tarafından yönü değiştirilerek, kesilerek, baraj yapılarak bir terbiye aracı olarak kullanılması da bir savaş aracıdır ama aynı zamanda sivillerin hayatına kast ettiği için de insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Su canlıların yaşam hakkı ile birebir bağlantılı olarak ele alınması gereken en temel insan haklarından bir tanesi. Suyun silah ve terbiye yöntemi olarak kullanılması kabul edilemez. Su herkes için erişilebilir, güvenli ve yeterli olmalıdır.” 

Su üzerinde Türkiye’nin egemenlik tutumu

Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin Türkiye’ye gelmesini ve su sorunu meselesini ele almasını on yıllardır süren bir anlaşmazlığa dayandığını anımsatan Ecehan, Dicle-Fırat havzasındaki suyun eşit bölüşümünün Türkiye tarafından kabul görmediğini aktardı. Ecehan, doğal kaynakların paylaşımında egemenlik düşüncesinin reddedilmesi gerektiğini vurgulayarak, “Dicle, Irak’ın ana su kaynaklarından bir tanesi ve on yıllardır uluslararası ve çift taraflı anlaşmalarla Fırat ve Dicle’deki suyun çok taraflı ve eşit kullanımı hakkında belirli uzlaşma ve dayatmalarla yürütülen bir süreç söz konusu. Irak, Dicle-Fırat havzasındaki suyun tüm ara kıyı paydaşları tarafından eşit biçimde paylaşılmasını savunuyor ancak tahmin edersiniz ki suyun kaynaklandığı bölge olan Türkiye’nin böyle bir derdi ve yaklaşımı yok. Türkiye, Irak’ın çoğunluğu Saddam Hüseyin zamanında yapılan barajların bakımsızlığı ve yetersizliğinin su yönetimi sorunları doğurduğunu ve Irak’ın su sorununun su yönetimi planlaması ile ilgili olduğunu savlıyor. Bu bakımdan Sudani’nin ziyareti son yüzyıl ortalamasının yüzde 35’ine düşen Fırat ve Dicle sularının kullanımı ile ilgili önemli bir gündemdi” sözlerini kullandı.

‘Tüm askeri operasyonlara son verilmeli’

Askeri operasyonların yanı sıra suyunda bir savaş silahı olarak sivil halka karşı kullanılmasının uluslararası hukukta da savaş suçu olarak nitelendirildiğinin altın çizen Ecehan, hem askeri operasyonlara hem de su egemenliğine son verilmesi gerektiğini vurguladı. Ecehan, son olarak şunları söyledi: “Bence doğal kaynakların kullanımının sınırsızmışçasına gibi davranılmaması birinci prensip. Ama konuyla ilgili ikinci prensip de doğal olmayan ülke sınırlarının, doğal kaynakların paylaşımında bir egemenlik hakkını doğurduğu düşüncesini reddetmek olmalı. Bizim söyleyeceğimiz ülke içinde ve dışında tüm askeri operasyonlara da son verilmesi olmalıdır. Onun dışında elbette operasyon ya da savaş sırasında temiz suya erişimin kasıtlı olarak engellenmesi, sivil insanların hastalanmasına veya ölmesine yol açıyor. Bu siyasi cinayettir, vahimdir, insanlık dışıdır, kabul edilemez. Ve zaten uluslararası hukuka göre de savaş suçları arasında sayılmaktadır.”