Hevsel Bahçeleri Raporu: Canlı türleri endüstriyel tarım riski altında
Mimarlar Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, Diyarbakır Barosu ve Ekoloji Derneği, Hevsel Bahçeleri’ndeki son duruma ilişkin raporu açıklandı. Raporda, çok sayıda endemik bitki ve canlı türüne rağmen endüstriyel tarıma geçilmesi eleştirildi.
Remzi BUDANCİR
Artı Gerçek – Diyarbakır’da Dicle Nehri kenarında bulunan Hevsel Bahçeleri, tarihten bugüne hem kent için önemli bir yaşam kaynağı hem de yaban hayatının yaşam alanı. Mezopotamya’nın tahıl ambarı olarak nitelendiren Hevsel Bahçeleri, Evliya Çelebi başta olmak üzere birçok seyyahın anlatımlarına konu oldu.
Ancak kent kimliği ve tarihi ile özdeşleşen, ‘Cennet Bahçeleri’ olarak da nitelendirilen Hevsel Bahçeleri risk altında. Zira Diyarbakır Sur İçi ve surlar gibi tahribata maruz bırakılıyor.
2013’TE DÜNYA MİRASI İLAN EDİLDİ
Hevsel Bahçeleri 2013’te Dünya Mirası listesine girmesi için UNESCO’ya aday gösterilmişti. 2015’te de UNESCO tarafından Dünya Mirası ilan edildi. Ancak buna rağmen korunması için herhangi bir önlem alınmadığı gibi, tahribat sürdü. Dicle Nehri’nde kurulan kum ocakları, On Gözlü Köprü başta olmak üzere nehir kenarında yapılan işletmeler, örneklerden sadece birkaçı… İktidarın yapılaşmaya ilişkin aldığı kararlar da tahribatı derinleştirdi.
Mimarlar Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, Diyarbakır Barosu ve Ekoloji Derneği, Hevsel Bahçeleri’ndeki son duruma ilişkin raporunu, TMMOB Diyarbakır Şubesi’nde düzenlenen basın toplantısında açıklandı. Raporda, tarihten günümüze Hevsel Bahçeleri’nin önemi, kent ekonomisi ve sosyal yaşamına katkısı, ekolojik açıdan önemi ile ilgili bilgiler ve tahribata ilişkin tespitler yer aldı.
‘HEVSEL’DE ENDÜSTRİYEL TARIMA GEÇİLDİ’
Raporu okuyan Ziraat Mühendisleri Odası Diyarbakır Şubesi Başkanı Samet Ucaman, uluslararası sözleşmeler ve kanunlara rağmen söz konusu doğal ve kültürel miras alanlarının onarılamaz tahribatla karşılaştığını söyledi. Hevsel Bahçeleri’nde mısır ekimiyle birlikte endüstriyel tarıma geçildiğini ifade eden Ucaman, bu nedenle geleneksel bahçe alanlarının yapısının yok edildiğini söyledi.
‘KURUL ONAYI OLMADAN MİLLET BAHÇESİ YAPILDI’
Millet Bahçesi’nin ve On Gözlü Köprü etrafındaki çevre düzenlemesinin Bölge Koruma Kurulu onayı olmadan yapıldığını hatırlatan Ucuman, “Bölge Koruma Kurulu onayı olmadan surlar ile Hevsel Bahçeleri arasında millet bahçesi, On Gözlü Köprü etrafında çevre düzenlemesi, DSİ tarafından nehir yatağını bozmak suretiyle taş tahkimatları yapılmıştır” dedi.
Ucuman, sözlerine şöyle devam etti: “Taş tahkimatları ve çevre düzenlemesi başta olmak üzere bütün aykırılıklara karşı davalar açılmıştır. DSİ tarafından yapılan tahkimat daha sonra durdurulmuş, On Gözlü Köprü çevre düzenlemesinin aykırılıkları mahkeme kararıyla onaylanmış ve düzenleme kaçak duruma düşmüştür. Tarihi On Gözlü Köprü ve çevresi tamamen işgal edilmiş ve bu işgal Hevsel Bahçeleri içine yayılmıştır. Kayyımlar kentliden, kent tarihinden ve kültüründen bağımsız, kanunları hiçe sayarak Hevsel Bahçelerinde rekreasyon alanları yaratma girişimlerinde bulunmuş, dünya mirasını yok etmeye çalışmıştır.”
189 KUŞ TÜRÜ YAŞIYOR
Hevsel Bahçeleri çevresisin 607 flora ve 635 fauna bileşenini barındıran zengin bir yaşam döngüsüne sahip olduğunun belirtildiği raporda, Hevsel’in 189 kuş türü, endemik Fırat Kaplumbağası, Dicle Güzeli kelebeği yanı sıra tilki, su samuru, sincap, çok sayıda böcek ve sürüngen için uygun kalıcı ve geçici bir yaşam alanı sağladığı bilgisi yer aldı. Hevsel ve Dicle nehirlerinde yaşayan canlıların ayrıntılı bir şekilde yer aldığı raporda, devam eden tahribat başlıklar halinde sıralandı.
UNESCO KARARINDAN SONRA YÖNELİM OLDU
Raporun “Biyoçeşit üzerindeki etkiler” başlığında insanların Hevsel Bahçeleri üzerindeki olumsuz etkisi ele alındı. Nehrin batı kesiminin uzun bir zaman boyunca rağbet görmediği, çok küçük çiftçilerin tarlalarda mütevazı parseller içerisinde tarım yaptığı bir alan olduğu bilgisinin yer aldığı raporda, UNESCO’nun Hevsel alanını surlara birlikte kültürel peyzaj alanı olarak nitelendirmesinden sonra tüm dikkatlerin buraya çekildiği aktarıldı. Vadideki beşeri faaliyetlerin sadece belirli türlere değil, yaşam alanın tümüne yönelik tehdit teşkil ettiğinin vurgulandığı raporda, tahribat ve tahribata neden olan uygulamalar başlıklar halinde sıralandı.
NEHRİN BİR BÖLÜMÜ DERE STATÜSÜNE ALINDI, TAHRİBAT ARTTI
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 2015’ten sonra Hevsel Bahçelerinin bulunduğu alandan bazı parselleri imara açmak istemişti. Ancak bu girişim şimdilik durmuş gibi. Bununla birlikte, On Gözlü Köprü başta olmak üzere, Hevsel Bahçelerinin bulunduğu alanda Nehir Boyu kafe, restoran gibi birçok işletme açıldı.
Ayrıca nehir yatağında sayısız kum ocağı da bulunuyor. Hem işletmeler, hem de kum ocakları nehir kıyısını tahrip etmiş durumda. Raporun, kıyı boyunca yaşanan tahribata ilişkin bölümü dikkat çekici. Bu tahribatın nedeninin “Dicle nehrinin statüsüz” olmasına dayandırıldığı rapora göre, Dicle’nin bir bölümü 2013 yılında Resmi Gazete’de yayımlanan kararla, Nehir Statüsü’nden çıkarılarak dere statüsüne alındı. Bu alan, Nehir Statüsü’nde olması durumda Kıyıları Koruma Kanunu uygulanacağı için ısrarla bu statüye alınmıyor.
Raporda, nehrin Bismil ilçesine kadar olan 63 kilometrelik kısmının bu statüden muaf tutulduğunun belirtilen kısım şöyle: “Nehir statüsüne alınmasıyla beraber mevzuat kapsamında kıyı kenar çizgileri çizilecek. Kıyı kenar çizgisi belirlendiğinde o sınırda herhangi bir işlem yapılamaz. Ama dere olduğunda bütün bunlar devre dışı kalıyor. Kıyı kenar çizgisi tespit edilen yerlerde kum ocağı dahil her türlü faaliyet yasak. Özellikle şu anda Dicle Nehrinde ciddi anlamda kum alımı söz konusudur. Kıyı kenar çizgisi belirlendiğinde ana suyun aktığı yatakta kum ocağından, belli bir takım kirletici tüm faaliyetlere yasal olarak herhangi bir ruhsat verilmez. On Gözlü Köprü civarı nehir kıyı koruma bandı resmiyette olmadığı için yapılaşmaya açılabilmiş, nehir kıyı şeridi çay bahçeleri tarafından işgal edilmiştir.”
AĞAÇLAR SÖKÜLDÜ, SURLARIN DİBİNE BETON DÖKÜLDÜ
Raporun “Yapılaşma, Kültürel ve Sosyal Etkinlikler” başlığında ise işletmelerin yarattığı olumsuz etkiler yer alıyor. Kentsel yerleşim alanlarının genişlemesi, nehir kıyısı ve civarının lokanta, piknik amaçlı kullanılmasının doğanın insan ihtiyaçlarına yönelik dönüşümüne yol açtığı belirtilerek, bunun çevre ve biyoçeşitlilik üzerinde doğrudan olumsuz etkilere neden olduğu vurgulandı.
Bir diğer başlık, ‘Kanal Yapımı ve Diyarbakır Surları dibinde yapılan Millet Bahçeleri’ ile ilgili. Restorasyon yerine yetkili kurumların “Dicle Nehri Islah Projesi” adı altında nehrin 21 kilometrelik kısmını ağır iş makinalı çalışmalarla kanal içine almaya giriştiklerinin belirtildiği raporda, yaratılan tahribata ilişkin şu tespitler yer aldı:
– Silvan Köprüsü ile On gözlü Köprü arasında, Hevsel Bahçesinin bulunduğu alanın UNESCO Dünya Kültür Mirası olduğunu gözetilmedi. Kültürel Miras Etki Değerlendirme raporu alınmadan bu alanda doğrudan çalışmalar yapıldı. 4 kilometrelik bir hat boyunca kanal yapılarak alan tahrip edildi. Beton ve taş istinat duvarları yapıldı. Canlıların habitatları olan kumul ve sazlıklar yok edildi. Nehir tabanı adeta ütülendi. Millet Bahçesi yapımı adı altında doğal bahçeler ve küçük üreticiler alandan çıkarıldı, ağır iş makinalı çalışmalar yapılarak ağaçlar söküldü. Alana yabancı ağaçlandırma ve çimlendirme yapıldı. Surların dibine beton dökülerek, kırsal peyzaj niteliğinde olan bu alana kentsel peyzaj uygulandı. Alanın otantikliği, özgünlüğü ve bütünlüğü tahrip edildi.
AĞAÇ KESİMİ, BATAKLIK VE SAZLIKLARIN YOK EDİLMESİ
– Dicle Nehri Arazi Islah Projesi adı altında yapılan kanal projesi ile nehir kıyı bandındaki bütün bitkiler tıraşlanıp yok edildi. Islah etme bahanesiyle nehir yatağı ağır iş makineleriyle kazıldı, nehir içindeki canlı türleri ev bu alanda yer alan, aynı zamanda bir çok canlıya ev sahipliği yapan sazlıklar ve bataklık yok edildi. Dicle Üniversitesinde binlerce ağaç kesildi. Son yıllarda monokültür tarzında mısır tarımı yapmak amacıyla ÜNESCO koruma alanında bulunan yüzlerce dönümde ağaç kesimi devam etmektedir.
HEVSEL’DE ENDÜSTRİYEL TARIM
– Tarihsel gelişim sürecinde küçük alanlarda yapılan geçimlik aile çiftliği yerine son zamanlarda endüstriyel mono kültür (tek çeşit ürüne dayanan tarım ) tarımı usulüyle mısır ekimi yapılmaya başlanmıştır. Küçük bahçelerin sınırlarındaki ağaçlar kesilmekte ve büyük parseller halinde tek tip ve toprağı kirleten, yoran aşırı gübre ve kimyasallara bağlı hibrit tohumlarla tarım yapılmaya başlanmıştır. Mısır hasadı sonrası tarlada birkaç kere çıkarılan yangınlar nedeniyle alanda yaşayan canlı türleri ve yavruları ölüme terkedilmektedir. Vahşi sulama ile mısır ve pamuk üretiminde kullanılan gübre ve zirai ilaçlar (insektisitler, fungusitler ve herbisitler) Dicle nehir suyunun fiziksel ve kimyasal özelliklerinin değişmesine yol açar. Başta balıklar olmak üzere tüm sucul yaşamlar tehlike altında.

HES VE BARAJLAR VE KİRLİLİK
– HES ve Barajlar nehir ekosistemlerini değiştirerek canlılar üzerinde geri dönüşümmüşüz etkilere neden olacaktır. Barajlar ekosistem çeşitliği açısından en büyük tehditlerden birini oluşturur. Dicle nehrine çok ayıda küçük yerleşim birimlerinin ve kısmen de sanayi tesislerinin atıkları akmaktadır. Tarihi On Gözlü Köprü çevresinde yoğunlaşan kafelerin katı ve sıvı atıkları da nehri sürekli kirletmektedir. Hevsel’den üreticilerin çekilmesi ile birlikte piknikçiler, uyuşturucu bağımlıları tarafından ziyaret edip atıklarını da alanda bırakmaktadır.
KUM OCAKLARI
– Kumullar, Dicle ve Fırat nehir sistemine özgü olan Fırat Kaplumbağası için yumurtlama ve yavruların korundukları yegane habitatlardır. Kum ocaklarının faaliyetleri Fırat Kaplumbağası üzerinde en önemli tehditlerden biridir. İş makinalarıyla nehrin tabanının kazılarak kum çekilmesi nehir yatağında yapının bozulmasına, su kirliliğine ve su canlılarının yaşam kalitesinin bozulmasına neden olmaktadır. Dicle boyunca özellikle Bismil’in Kuzeyinde yer alan hatta çok sayıda ruhsatlı veya ruhsatsız kum ocağı bulunmaktadır. Bu kum ocakları uzun yıllardan beri nehir kıyı ekosistemi üzerinde büyük baskı oluşturmaktadır. Normal şartlarda bu işletmeler belirli bir süre için işletip kapatıldıktan sonra alanda restorasyon çalışmaları yapılması gerekirken, Dicle boyundaki kum ocaklarının açtığı alanlar olduğu gibi bırakılmaktadır.
“MUSİLAJ”, COĞRAFYAMIZDAKİ KAPİTALİST EKOLOJİK YIKIMININ YANSIMASIDIR.
Temmuz 2021
Kapitalizmin doğayı, yani hava, su, toprak gibi yaşamsal varlıklar üzerindeki yok sayılan sömürüsünü kabul etmiyoruz. Ekolojik yıkıma karşı yukarıdan emirleri değil, toplumun karar vericiliğinin öne çıkartılmasını esas alıyoruz. Bunun politik bir sorun olduğunu, çözümlenmesi için politik bir çıkışı, kapitalizmin hukuku dışında, basmakalıp (teknik) savunma mekanizmalarından arınmış bir mücadele hattını örmeyi öneriyoruz.
Marmara Denizinde onlarca yıldır canlı bir sorun olarak duran gündem olan “musilaj” sorunu, bir coğrafyanın ekolojik yıkımının görünür yansımasıdır. Siyasal açıdan Boğazlar konusu; Karadeniz, İstanbul Boğazı, Marmara Denizi, Çanakkale Boğazı’nı kapsayan bir alan olarak bilinir. Yeniden gündem olan musilaj, bu siyasi kapsama bir de Ege Denizi ve bu denizleri çevreleyen doğanın tamamını (atmosferi de içerecek şekilde), bütün jeolojik tabakaları dâhil etmektedir. Sorunun ekolojik açıdan bu bütünlük içinde değerlendirilmesi zorunludur.
Musilaj olarak deniz yüzeyinde gözle görünen kısmı ile gündem olan sorun, aslında tüm kapsamıyla belirttiğimiz fiziki alanın ekolojik yıkımının göstergesidir. Sadece yüzeyde görünen kısmı değil, bütün coğrafya, dağlarından başlayarak akarsuları, yeraltı suları, atmosferi ile ele alınmalıdır. Nitekim, son duraklama ve birikim alanı olarak denizlerin bütünlüklü olarak nasıl kirletildiğinin görünen yüzü olarak, deniz sularının daha durağan olduğu yerlerde gözle görünür kılmıştır.
Gözle görünmeyen deniz derinlikleri, yaşamsal olarak milyonlarca canlı ile yaşam savaşını asırlardır sürdürmeye çalışıyor. Ancak yüklenen kirliliği kaldırmaz olmuş ve yaşamsal olarak sona gelmiştir. Siyasal iktidarlar yıllardır denizlerin yüzey renkleri üzerinden, çeşitli görsel araçlarla, temizleme operasyonlarını prestij propagandası olarak kullanmayı sürdürdüler. Ancak denizleri “derin deniz deşarjı” denilen boşaltma sistemi ile fosseptik çukuru gibi kullanmaktan geri kalmadılar. Dağlardan gelen akarsuların taşıdığı kirlilik, yeraltı derelerinin yok edilmesi, her yandan yüklenen kimyasal, biyolojik, fiziksel maddeler ile başta Marmara olmak üzere denizler bir çöp deposuna dönüşmüştür. Bir de jeolojik olarak yeraltına müdahale, topografik yapıların değişimi, bitki örtüsünün yok oluşu ile birlikte, besleme hatlarının önleyici kısmı yok olmuştur.
Bu sorunlar Karadeniz ile başlayan Türkiye coğrafyasında güneyden oluşan sorunların yanında, Karadeniz’e kuzeyden ve diğer yönlerde bütün ülkelerin yüklediği kirlilik de dâhildir. Özellikle Avrupa’dan Balkanlar’dan Karadeniz’e dökülen “akarsular” diyemeyeceğimiz, içeriği ne olduğu belli olmayan, her an değişim gösteren kirlilikleri göz ardı edemeyiz.
Marmara Denizi’ne Trakya coğrafyasının, doğu kısmında Kocaeli Körfezi’nin, güneyde Yalova ve Bursa olmak üzere Balıkesir ve Çanakkale’ye kadar uzanan coğrafyanın yükü bindiğinde; sorunun boyutunun gösterilenden daha da büyük olduğu daha net görülecektir. Bu kirlilik yüklerinin aynı zamanda hem Biga Yarımadası hem de Ege için sorun oluşturduğu da dikkatlerden kaçmamalıdır. Bu yükün denizlerin dönüştürme kapasitenin kat kat fazlası olduğu ve yaşamını sürdürebilmesinin mümkün olmadığı artık görünmüştür. Buradaki yük, sermaye etkinliğinin bir sonucudur. Sadece evsel ya da kanalizasyon atıklarının boşaltılması değil, devasa boyutlarda endüstriyel tesislerin sıcaklığı yükseltilmiş sularının, insanların kullanım suyundan çok daha büyük miktarların denizlere verildiği ortadadır. Öte yandan denizleri yüzeyden besleyen akarsular akamaz olmuş, yeraltı besleme kanalları ve akiferler yok olmuştur. Bir de buna kirli yükleme eklenince denizler yaşamsal olarak dönüştürebileceği kapasitenin üzerinde yükle karşılaşmış ve ekolojik yıkıma uğramıştır. Dahası mevsimsel yağışların tarihlerinin kayması ya da yeterince düşmemesi, nerdeyse bütün akarsuların çeşitli projeler ile önü kesilerek akış rejiminin değiştirilmesi denizlerdeki sirkülasyonu da kesmiştir. Artan kirliliğe karşın dönüştürme kapasitesi azalarak yaşamsal ortamları koruyamaz olmuştur.
Temizleme ile ilgili geçmiş dönem siyasal iktidarların tümü, diğer ülkelerde olduğu gibi bizde de deniz yüzeyinde çeşitli göstermelik çalışmalar ile toplumsal kandırmaca içerisinde oldular. Bugün de benzer şekilde “kozmetik”, “gübre hammaddesi kullanımı” olarak saçma bir prestij söylemi ile temizleme aldatmacası var karşımızda. Bir de yağmurlar gelir, yüzeyde bir temizlenme olur ise; bunu da topluma çalışma başarısı olarak sunma hazırlıklarını yutmamalıyız. Görüntü kurtarılacak, derinlerdeki kirlenme unutturulacaktır. Bizler çürümeye dönen bu kirlenmenin tüm boyutları ile deşifre edilmesi çabamızı sürekli kılmalıyız. Turizm sezonu olması ve kamuoyu tepkisi nedeniyle yapılan yüzeysel “temizleme” işlemleriyle sorunun unutturulmasına izin verilmemelidir.
Denizlerin yüzeysel değil, derinlikli topografyasıyla, çevreleyen kara parçalarıyla birlikte ele alınması gerektiğini biliyoruz. Bütüncül bu kirliliğin, kapitalizmin kâr ve biriktirme ana amacındaki hırstan kaynaklandığını biliyor ve yeniden vurguluyoruz. Bu gidişat durdurulmaz ise birçok yaşam alanı daha da beter yaşanmaz olacaktır. Büyük göçlerin bile gündeme geleceği ve emekçi, yoksul ve orta gelirli kesimleri köle konumuna sokacağı, kapitalizmin bu kitle üzerine çökeceği gerçeğini de dile getirmeliyiz. Yeni çitlemeler olarak tanımlayacağımız bu durum karşısında şimdiden sesimizi yükseltmeliyiz.
Kapitalizmin doğa, yani hava, su, toprak gibi yaşamsal varlıklar üzerindeki sayılmayan sömürüsünü kabul etmiyoruz. Ekolojik yıkıma karşı yukarıdan emirleri değil, toplumun söz kurmasını gündem olarak görüyoruz. Bunun politik bir sorun olduğunu, çözümlenmesi için politik bir çıkışı, kapitalizmin hukuku dışında, basmakalıp savunma mekanizmalarından arınmış bir mücadele hattını örmeyi öneriyoruz.
EKOLOJİ POLİTİK
COVID-19 Pandemisinin Ekoloji Politik Değerlendirmesi
Nisan 2020
Sistemin dayattığı gibi pandemiyi tıbbileşmiş olarak karşılamak yerine altında yatan gerçekleri deşifre ederek ekoloji-politik mücadeleyi genişletmenin ve daha örgütlü hale getirmenin yollarını önümüze koymalıyız. Ekoloji Politik perspektif ile kapitalizme karşı yeni yaşamın inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya zorunluyuz.
COVID-19 pandemisi ulusal ve bölgesel sınırları yerle bir ederek tüm gezegene yayıldı. Yayıldığı pek çok ülkede, Türkiye’de olduğu gibi, devletler salgını hafife aldı ve geç müdahale etti; salgın yönetimi yerine vaka yönetimini (hastane merkezli tedaviyi) esas aldı, salgını sokağa çıkma yasakları ile, gönüllü-karantina ile yönetmeye; insanları bulundukları binaya, beton yapıların içine ve bireyselliğe hapsederek aşmaya çalışmakta. Pandeminin yıkıcılığı halklar, cinsler, sınıflar ve bölgeler arasındaki eşitsizliği ve ayrımcılığı hem gözler önüne seriyor hem de derinleştiriyor.
Yaşamakta olduğumuz sağlık krizi; devam eden kapitalizmin krizi, ekolojik kriz, siyasal kriz, toplumsal kriz ve patriyarkal krizin bir parçası. Kapitalist sistem ve ulus devletler yaşamı, yaşam alanlarını baskıladıkça, krizler derinleştikçe yaşam için baş edilmeyecek durumlarla karşı karşıya kalınmakta. Ayrımcılığın, eşitsizliğin daha fazla yaşandığı ülkelerde kapitalizmin yarattığı krizler daha derin yaşanmakta.
Ekolojik yıkımın bulaşıcı olmayan hastalıklarla ilişkisi ve bu ilişkinin zamana yayılan sorunları, gıda kaynaklı hastalıkların, zoonotik (hayvanlardan insanlara bulaşan ve her iki canlı türünde de etkili olan) hastalıkların artış eğiliminde olduğu; ekoloji ve sağlık politikaları temelinde bugüne değin çok tartışıldı.
Doğal alanların, ormanların, derelerimizin üzerine konuşlanan kapitalist yapılanma bizi zehirli atıklara, hormonlu, pestisitli, GDO’lu gıdaya mahkum etti, temiz su kaynaklarımızı tüketti. Hem yoksulluk, hem de endüstriyel tarımın sonucu olarak yeterince beslenemeyenler, pandeminin sonuçlarından en çok etkilenecek olanlardır.
Sermayenin ekosistemi altüst eden müdahaleleri sadece insanların değil, tüm canlıların barınma, beslenme ve üreme koşullarını yok etmekte ve insan ile doğa arasındaki metabolik yarılmayı büyütmekte.
Kâr merkezli ve tüm yaşam alanlarımızı içine almış olan kapitalist sistem krizleri, eşitsizlikleri ve ayrımcılığı daha da derinleştirmek üzere kuruludur. Görünen o ki; endüstriyel tarım ve hayvancılık, ormansızlaştırma, kentsel dönüşüm, madenler, enerji santralleri ile doymak bilmeyen, yapısal olarak da doyması mümkün olmayan kapitalizm, patriyarkal kapitalizm, kapitalist modernite, devletli uygarlık vb. farklı politik kavramlarla tanımlanan sistem; bizleri daha fazla sağlık krizi ile meşgul edecek. Hem bulaşıcı olmayan hastalıkların hem de bulaşıcı hastalıkların yaşanacağı dönemi daha yakıcı yaşayacağız, yaşamaktayız.
Yaşadığımız bu döneme “salgınlar çağı” diyebiliriz. 21. yüzyılın başından itibaren maalesef tanışmak zorunda kaldığımız SARS, MERS virüslerinin etkilerinden sonra yaşadığımız COVID-19 insanlığı uzağında olduğumuzu zannettiğimiz gerçeklerle tanıştırdı. Bulaşıcı hastalığı ötekinin hastalığı olarak gören algımızı da altüst etti. Oysa Afrika başta olmak üzere birçok yeni sömürge ülke hâlâ AIDS, sıtma, tüberküloz, son dönemde bir de Ebola salgını ile karşı karşıya. Buna ishal ve ASYE de (Akut Solunum Yolu Enfeksiyonları) eklenirse, önlenebilir / tedavi edilebilir bu hastalıklardan her yıl milyonlarca insanın ölmesi insanlık için büyük bir utanç kaynağıdır.
COVID-19 pandemisi önlenebilir miydi, bu soruyu sürekli gündemde tutmalıyız: Kapitalizmin kar hırsının sağlık alanında tırmanışı sürerken, bireysel ve toplumsal olarak halkların iyi olma halinin yaşanması, COVID-19’a ve salgınlara karşı koruyucu önlem alınması, doğayı yok sayan kapitalist sistemde mümkün değildir.
Önceki virüslere karşı gerekli önlemin alınmayışı, özelleştirmelerle birlikte sağlık alanında kar hırsının yaygınlaşmasıyla, salgının kontrol altına alınması gecikmiş, etkisi pandemi boyutuna ulaşmıştır.
Bu süreçte; eşitsiz koşullarda yaşamaya mahkûm edilen mültecilerin, “evde kalın” çözümünün üretildiği noktada çalışmaya zorlanan işçilerin, ev içi yükü daha da artan kadınların, şiddet uygulayan erkeklerle aynı ortamda yaşamaya mahkûm edilen çocuk ve kadınların, kapitalist üretimin atıkları yüzünden sağlığını yitirmiş yoksulların, çiftçilerin, köylülerin, işçilerin, siyasî ve hasta tutsakların yaşam hakkı yok sayılmaktadır.
Salgın koşullarında, kadınların ev içi yükü daha da artarken, kürtaj, doğum kontrolü gibi konularda özgür karar ve hakları da sağlık müdahaleleri kapsamı dışında tutulmaktadır. Kadınların bakım emeğinin daha da merkezileştiği bir dönemde ve kadınlar bu bakım emeği yükü altında paramparça olurken, karısını bıçakladığı için cezaevine atılan adamın İnfaz Yasası ile çıkartılıp dokuz yaşındaki kızı Ceylan’ı döverek öldürmesine neden olacak ortamın yaratılması, patriyarkal kapitalizmin kadınlara karşı savaşını bir kez daha gözler önüne sermiştir.
Pandemi süreci bir kez başladıktan sonra da eşitsizlikler derinleşerek devam etmektedir. Örneğin, testlerin de hangi bölgelerde uygulandığı, her bir insanın hayatını değerli gören bir yaklaşımla, yaşlı-genç, kadın-erkek, yoksul-zengin, Türk-Kürt, göçmen-vatandaş gibi ayrımcılıkları aşacak bir adalet duygusuyla yapılıp yapılmadığı bilinmemektedir. 20-65 yaş arasındaki vatandaşlara maske dağıtılırken, kronik hastalık sahibi yaşlıların hastaneye gitmesinin gerekip gerekmeyeceği, onkoloji hastalarının kod bekleyip bekleyemeyeceği düşünülmemektedir. Yoğun bakım yataklarının, ilaçların, solunum cihazlarının, aşının kimin için öncelikle kullanılacağına kim ve nasıl karar veriyor? Bugün için dünyadaki temel sorulardan biri de budur.
Pandemi sürecinde kent mekânı belirleyicidir. Kentte insanlar yalnızlığa; işsiz kalanlar, evsiz olanlar, göçmenler, gündelik, güvencesiz çalışanlar çaresizliğe mahkûm edilmektedir. Topraktan koparılmış, kendi kendini doyuracak yiyeceği sağlamanın bilgisini de unutmuş olan kentsel nüfus, sınırlı kent mekanında çaresizlik içinde çözümü devletten beklemektedir. Bu da göstermektedir ki, bizler bundan sonraki dönemde otoriter, kâr odaklı anlayışlara ve yalnızlaştırılmaya karşı dayanışmanın yapılandırıldığı komünal yaşam tarzlarını daha fazla gündemimize almalıyız. Kentsel ölçeğin değiştirilmesini sorgulamamız gerekir.
Pandemi kontrol altına alınmadan turizm vb. gerekçelerle karantinanın bitirilebilecek olması başka bir sorun olarak önümüzde durmaktadır. Bu durum için yapılacakları tartışmalı, olabilecek gelişmelere hazırlıklı olmalıyız. Öbür yandan da sokak alerjisini, bireyselliği besleyen “evde kal” siyasetini yenecek yöntemleri düşünmeliyiz. Dayanışmaya kriz anlarında değil, her zaman ihtiyacımız var.
Hâl böyle iken, maalesef işçi sınıfının en önemli örgütleri olan sendika bürokrasileri bu süreçte etkili olamamıştır.. Oysa pandemi döneminde de, diğer dönemlerde olduğu gibi, sendikalar her şeyden önce işçilerin hiç olmazsa çalışmama hakkı başta olmak üzere hukukî haklarını korumakla sorumludur. Bu süreçte;
-İşçilere ücretli izin verilmeli, bunun için gereken kaynak da, işçilerin kendi ücretlerinden biriktirdiği işsizlik sigortası fonundan değil, işçilerin emeğini kâra dönüştürerek biriktiren zenginlerden alınan vergilerin artırılması ile sağlanmalıdır.
– İşsiz kalan değil, işsiz olan herkese asgarî yaşam ücreti ödenmelidir.
– Bakım emeği sosyal sigorta kapsamına alınmalı, kadına ve çocuğa yönelik şiddete karşı acil yanıt sistemi öncelikli olarak geliştirilmeli, faal tüm sektörlerde ebeveynlik izni uygulamasına geçilmelidir.
– Zorunlu sektörler hariç, çalışma durdurulmalıdır.
– Zorunlu sektörlerin hangileri olacağına da devlet ve piyasa değil, işçiler karar vermelidir.
Ekoloji Politik Başlangıç Konferansı Sonuç Bildirgesi’nde altını çizdiğimiz gibi; ekolojik yıkımın önüne geçmek için kapitalistlerin ve devletlerin taahhütlerine bel bağlayamayacağımız bir kez daha görülmüştür. Dünyanın tamamını tehdit eden büyük bir kriz karşısında devletler korsanvari çarelere başvurmakta, ilaç sektörü başta olmak üzere şirketler kriz fırsatçılığına soyunmaktadır. Krizden salt tıbbi çarelerle kurtulamayacağız. Toplumsal yaşamın topyekûn ekolojik bir eleştirisiyle radikal bir dönüşümüne ihtiyacımız var. Ancak meslek örgütlerinin, sendikaların ve uzmanlık derneklerinin bu süreçte aldığı tutumlar konunun çok boyutlu ele alınması ve önlemlerin toplumsal boyutlarının öne çıkmasının önüne geçmiştir. Özetle, bu tutumlar COVID-19 salgınını tıbbileştirmiş, uzmanlık bilgisine hapsetmeye çalışmıştır. Bu dönemde toplumsal muhalefetin politik mevzisi de, TTB’nin taleplerinin sınırında kalmış ve bütünlüklü bir sistem eleştirisiyle birleşen siyasal taleplere dönüşmemiştir.
Bu zaaf nedeniyle örneğin; verilerin şeffaflığı konusundaki talebin hem Sağlık Bakanlığı hem de İBB gibi kurumlar tarafından yerine getirilmesi, işçi mahallelerinin etiketlenmesinin yolunu da açmaktadır. Benzer şekilde çalışmama hakkı, genel grev gibi taleplerin öne sürülmemesi toplumsal muhalefetin bu geri konumlanışı içinde bir konfor alanı doğurmaktadır.
Bizim, bu konfor alanından çıkıp işçi sınıfı ve tüm ezilenler olarak, yaşam hakkımızı savunmak için bir araya gelmeye, direnmeye ve değiştirmeye ihtiyacımız var. Çünkü artık açıkça, “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”la, “yarın çok geç olacak” arasında bir noktadayız. Bu süreçten toplumsal dayanışmayla çıkılmazsa şirketleşmiş ve ırkçı, ayrımcı, otoriter bir devlet, halkın “rızasını” da alarak güçlenebilir.
Şurası açıktır; kapitalist üretim sistemi değişmedikçe bu krizleri yaşamaya devam edeceğiz. COVID-19 pandemisinin birinci dalgasını bekleyen güçlü ekonomik buhran, Suriye’de savaşın yeni hal alması vb. siyasi müdahaleler çok daha da derinleşecektir.
Bugünlerde, her şeyden önce arkası gelecek salgınlar gerçeği ile karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir. Dahası, çıkacak salgınlar konusunda kapitalistleşen tıbbın ve sağlık hizmetlerinin sorunlarının da işimizi daha da zorlaştıracağı açıktır. Sağlık alanının sermayeleşmesi ile doğa üzerinde kurulan tahakkümün ardındaki saiklerin aynı olduğu gerçeğini yakaladığımızda daha da berraklaşan bir mücadele hattı oluşturma olasılığı artacaktır.
Sistemin dayattığı gibi pandemiyi tıbbileşmiş olarak karşılamak yerine altında yatan gerçekleri deşifre ederek ekoloji-politik mücadeleyi genişletmenin ve daha örgütlü hale getirmenin yollarını önümüze koymalıyız. Ekoloji Politik perspektif ile kapitalizme karşı yeni yaşamın inşasını, dayanışmayı, toplumsal örgütlenmeyi sağlamaya zorunluyuz.
Dayanışmayı büyütelim.
Örgütlenelim.
Ekoloji Politik Başlangıç Konferansı Yapıldı – Ecehan Balta
9 ve 10 Kasım tarihlerinde İstanbul’da Şişli Cemil Candaş Kent Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen Ekoloji Politik Konferans’a yaklaşık 600 kişi katıldı. Konferans ortak bir sonuç bildirisinin yayımlanması ve bir sonraki dönem için ortak eylemlerin tartışılması ile sonuçlandı.
Konferans, ülkedeki gerçekten etkileyici ekoloji mücadelelerinden elde edilen bilgileri, ekolojik krizin nedenleriyle ilişkilendirdiği gibi, siyasal düzeyde ele alarak değerlendirdi.
***
Türkiye’de ekoloji hareketlerinin temeli 1990’lara dayanıyor. Ekoyıkımın düzeyinin artmasıyla birlikte yerel mücadeleler de sayıca artıyor, tema temelli olarak çeşitleniyor ve önlerindeki olanaklarla birlikte, sorunları da büyüyor. Bu konferans herşeyden önce ortaklaşarak sorunları bertaraf etmeye odaklandı. Özellikle son birkaç yıldır kadın eylemleri hariç tutulmak üzere, ne sokakta ne de salonda bu tip büyük eylem-toplantılar gerçekleştirilmediği için de özgüven konusunda belirli bir eşiğin aşılmasına neden olduğunu ifade etmek gerekir.
Diğer taraftan, Konferansa dünyanın farklı ülkelerinden ekoloji mücadelelerinin temsilcileri de katıldı. Almanya Hombach direnişi, Lübnan’da çöp isyanlarından hükümetin istifa etmesine kadar giden süreçte etkin bir rol oynayan Lübnan Komünist Partisi, Fransa’dan Longo Mai deneyiminin aktarımı ve Brezilya’da MST’nin (Topraksız Köylüler Hareketi) bir parçası olan MAM sözcüsü kendi deneyimlerini aktarma fırsatı buldu.
Yunanistan Halkidiki bölgesinde Eldorado Gold şirketi tarafından yapılan altın madenine karşı mücadeleyi aktaran Nikos Anastadiadis’in sunumu özel bir ilgi gördü ve denizen iki yakası arasında olası yeni işbirliklerinin kapısının aralamaya vesile oldu. Türkiye’de de çok sayıda farklı şirket tarafından yürütülen altın madeni projelerinin yanı sıra, Eldorado Gold’a da ait üç farklı maden sahası bulunuyor.
Türkiye’den ise, “üç beş ağacı dert edinenlerin” başlattığı Gezi Parkı eylemlerinden, EGEÇEP’e, Kaz Dağlarından Soma’ya, Hasankeyf’e kadar pek çok farklı bölgede gerçekleştirilen mücadeleler hakkında konuşmalar yapıldı. Özellikle rüzgar enerjisi santralleri, jeotermaller gibi, “ekolojik”, “alternatif”, “temiz” adı altında pazarlanan yeni enerji “kaynakları” bulmak yerine enerji ihtiyacının kendisini sorgulamak gerekliliği üzerinde duruldu. Özellikle su kaynaklarının “güvenlik” gerekçesiyle nasıl kullanıldığının altı çizildi.
Konferansın ikinci günü, toplumsal ekoloji akımının temsilcilerinden Dimitris Roussopulos, Marksist ekolojist Patrick Bond, ekososyalistler Avusturya Sol Partisi sözcüsü Sonja Grusch ve Belçika Antikapitalist Sol’dan Daniel Tanuro ekoloji hareketlerine sol içinden yaklaşımları tartıştılar. Bu oturumda aynı zamanda Melda Yaman, ekofeminist akımın belirleyici özellikleri ile ilgili bir tartışma yürüttü.
Ekoloji Politik Konferansın adının Ekoloji Politik Başlangıç Konferansı olarak değiştirilmesi ve bu etkinliğin yerellerden başlayarak farklı alanlarda devam etmesi konusunda salonda tam bir uzlaşı vardı. Nitekim, Konferansı takiben Ankara ve Hatay’da da benzer toplantılar gerçekleştirildi.
Kapitalizme karşı birlikte topyekun mücadele mesajının yer aldığı Konferansın Sonuç Bildirgesinde, “Şili halkının neoliberalizmi doğduğu topraklarda tarihe gömmek için Santiago sokaklarını doldurduğu, Ekvador halkının hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı başkent Quito’yu kuşattığı, Beyrut’ta çöp isyanıyla başlayan direnişin sürdüğü, Rojava devriminin kazanımlarını korumak için bütün insanlık adına büyük bedeller ödemeye devam ettiği bir zamanda, Gezi isyanının yaşandığı topraklarda, dünyanın farklı kıtalarından “doğanın ve emeğin sömürüsüne son” diyenler olarak bir araya geldik”, diyordu.
Sonuç Bildirgesinde dile getirildiği gibi, Ekoloji Politik Konferans, Türkiye’de ekoloji mücadelesinin önemli bir toplumsal güce dönüşerek kendi geleneğini yarattığını, politik bir ekoloji hareketinin doğmakta olduğunu ve mücadeleyi enternasyonalist düzeyde yükseltebilecek birikime sahip olduğunu gösterdi. Yine Konferans, sosyalist hareket ile ekoloji mücadelesi arasındaki makasın kapanmasına önemli bir katkıda bulundu.
Ekoloji ve emek mücadeleleri arasındaki gerilimi aşacak yeni politik çalışmaların inşası bugün her zamankinden önemli görünmekte.