Salı, Temmuz 8, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 22

EKOLOJİ HAREKETLERİ KONFERANSI

Brezilya, Fransa, Kolombiya, Şili, Bolivya, Sudan, Tunus, Hindistan ve daha birçok ülkede gerçekleşen seçimlerde ekoloji hareketleri, toplumsal muhalefetin temel politik özneleri arasında yer aldı. Kapitalist sistemin ezberini, devletlerin tahakkümünü yıkan kadınlar, Rojava’da ekolojik yaşamı örüyor.  Dünyada ekoloji mücadelesinin toplumu, siyaseti, yaşamı ve kendini dönüştürme potansiyeline tanık olurken ülkemizde yaklaşan kritik seçimde ekoloji hareketlerinin üzerlerine düşen sorumluluğu alacak deneyime ve güce sahip olduğunu ilan ediyoruz.  

Kapitalizm, tarihsel krizlerini aşarken, her krizinden çıkışında ürettiği stratejiler ile ekosistemleri, doğal varlıkları, yaşamın belleğini oluşturan kültür varlıklarını sermaye birikimine sokup, geri alınamaz boyutta yok ediyor. Kapitalizm yol açtığı ekolojik krizin farkında ve bunu fırsata çevirme peşinde. Ulus devletler ise bu sürecin önünü açarak sermayenin yaşamı ve yaşam alanlarını kırıma sürükleyen politikalarını beslerken, bu süreçleri eşzamanlı savaş stratejileri ile yürütüyor.  Yeşil Kapitalizmle yaşamın tüm alanlarını (çalışma yaşamı, kentler, mimari, tarım, eğitim, sağlık, enerji, ulaşım, gündelik yaşam vb.) ‘sürdürülebilir kalkınma’ mottosu ile yeşile boyayarak bütünlüklü olarak sermaye birikimine sokmayı sürdürüyorlar.

Yeşil Kapitalizm, sadece ekoloji mücadelesi verenlerin değil, işçi sınıfının, halkların, kadınların, ötekileştirilenlerin meselesi. Sermaye, patron örgütleriyle, devlet kurumlarıyla, akademisiyle, medyasıyla, STK’larıyla ve hatta antikapitalist olmayan çevre örgütleriyle ekolojik talanı yeşile boyayarak gizlemeye çalışıyor. Yeşil strateji işçiler için sömürünün derinleşmesi ve işsizlik anlamı taşırken köylüler için topraklarından sökülme, göç yollarına düşme anlamına geliyor. Halklarımız daha yoksullaşırken tüketimin daha da kışkırtılması ve yeni atıklarla sermaye kendisine rant alanları yaratıyor. Sermaye için Amasra’da madende veya Üçüncü Havalimanı inşaatında olduğu gibi iş cinayetlerindeki ölümler, birer maliyet olarak görülüyor.

Kapitalizme dair iyimser, naif umutlar gençler için çoktan son buldu. Bu tüketimcilik ve bu baş döndürücü hızla yeşil dönüşümün mümkün olmadığını, yeşil bir kapitalizmin mümkün olmadığını dost da düşman da biliyor artık. Bu yıl yapılan İklim Zirvesi’nde ülkeler yine ekolojik yıkıma yaptıkları makyajları yarıştırdılar. Ama bunlara inanmaya devam edersek yine kazanan onlar, yine kaybeden bizler olacağız. Bu nedenle ekoloji hareketleri, her yerelde yaşam alanlarını korumak için dayanışıyor, mücadele ediyor, enternasyonal düzeyde deneyimlerini ortaklaştırıyor.

Yaşamakta olduğumuz topraklarda da ekoloji mücadelelerinin siyaseti dönüştürecek ve ekolojik yaşamı örecek politik öznelerinin boy verdiği bir dönemde olduğumuzu biliyoruz. Sistemin suçlarına ortak olmamaya, dayatılan siyaset alanı ve tarzını kabullenmemeye kararlıyız. Yaşam alanlarından zorla edilmek, yaşam alanlarının öznelliğinin, geleneklerinin, birlikteliğinin yıkılmasına, kırılmasına, kültürel ve inançsal değerlerimize saldırılara,  türlerin yok oluşuna göz yummak istemiyoruz. Saldırıların karşısında sadece savunan olmak değil, ekoloji mücadelesi hattımızı daha da netleştirerek, ekolojik yaşamı bugünden yarına kurmak istiyoruz.

Ekoloji hareketinin kolektif hafızasında biriktirdiği ilke ve taleplerle siyaseti ülkemizde de dönüştürmek için buluşuyoruz. Ekoloji Politik tarafından düzenlenen “Siyasetin Dönüştürücü Gücü: Ekoloji Mücadelesi Çalıştayı”nda Ekososyalizm, Marksist Ekoloji, Toplumsal Ekoloji ve farklı politik ekoloji akımlarından, Jineoloji’den, ekofeministlerden ve sosyalist feministlerden arkadaşlarımız, Türk Tabipleri Birliği (TTB), TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK), Dev Yapı İş ve İnşaat İş Sendikası ile sosyalist partilerden katılımcılarla bir araya geldiler. Amasra’da meydana gelen maden faciasının yaşandığı gün gerçekleşen buluşmada bir kez daha emek hareketi ile ekoloji hareketinin güçlü birlikteliğine olan ihtiyacımızın can yakıcı boyutları konuşuldu.  Kadın özgürlüğü başta olmak üzere ezilen halkların ve bütün tahakküm ilişkilerine karşı mücadelelerin ekoloji mücadelesiyle kesişimsel bağları tartışıldı. Ekoloji hareketinin, toplumu, siyaseti, yaşamı ve kendini dönüştürme potansiyeline olan inançla çalıştay sonucunda bütün ekoloji hareketlerine yaklaşan seçimlerde ortak bir tutum almak için ortak konferans yapılması teklifinde bulunulmasına karar verildi. Temmuz ayında Arsuz’da bir maden ocağı sorunu için gerçekleştirilen panelde dile getirilen bu önerinin ekoloji hareketinin kolektif yürüyüşü içinde her aşamada kendisini sınayarak, yeni öneriler ve katkılarla gelişeceğini umut ediyoruz. Ekoloji hareketinin farklı öbeklerinden seçim siyasetine yönelik geliştirilen önerilerle yürüyüş kollarımızı birleştirerek ilerleyeceğiz.

Yaklaşan seçimlerin herhangi bir seçimden farklı olarak ekolojik yıkımla kendini var eden bir rejim meselesi olduğunu görüyoruz. Tarımın çökertilmesinden, kentlerin birer rant alanına dönüştürülmesine, enerji, maden ve inşaat sektörleri için her türlü anayasal ve yasal engellerin kaldırılmasına, en ücra köydeki bir meranın şirketlere devrinden iklim krizine ve nükleer santrallere kadar ekolojik sorunlarımızın tamamı bir sistem sorunu haline geldi. Ekoloji hareketleri olarak bu tek adam rejiminden kurtuluş hamlesini gerçekleştirmek için bütün toplumsal muhalefet güçleriyle birlikte sorumluluk almak istiyoruz.

Brezilya seçimlerinde, Amazon Ormanları’nın ve gezegenin geleceği için oy kullanıldı. Türkiye’nin seçiminde de Akkuyu ve Sinop nükleer santralleri ile Kanal İstanbul’dan kurtulmak, Hasankeyf gibi ekokırım suçlarıyla yok edilen kültürel ve doğal varlıklarımızın hesabını sormak, Gezi davasında tutsak edilen arkadaşlarımızı özgürlüğüne kavuşturmak için oy kullanacağız.  Her fırsatta bu seçimin sadece insanların değil, coğrafyamızın ve bu topraklarda yaşayan bütün canlıların seçimi olduğunu hatırlatacağız. Her gün yeni yıkımlarla karşımıza çıkan kapitalist felakete karşı malumun ilamından öteye geçerek ekoloji hareketlerinin özgün eylem ve mücadele yöntemleriyle hem kendimizi hem de siyaseti daha ileriye taşıma iddiasındayız.

Ekoloji muhalefetinin yaklaşan seçimlerde en geniş birlikteliği ile siyasal taleplerini oluşturmasını ve ortak tutum geliştirmesini amaçlıyoruz. 2023 yılını bu umudu büyüterek karşılamak için İstanbul’da düzenlenecek konferansta buluşuyoruz.

Call for the Conference of Ecology Movements Ecology Politics

In the elections held in Brazil, France, Colombia, Chile, Bolivia, Sudan, Tunisia, India, Tunisia and many other countries, ecology movements have become one of the main political subjects of social opposition. Disrupting the clichés of the capitalist system and the oppression of states, women are weaving ecological life in Rojava. As we witness the potential of the ecological struggle to transform society, politics, life and itself on the world stage, we declare that the ecological movements in our country have the experience and power to take responsibility in the upcoming critical elections. 

Capitalism, while overcoming its historical crises, destroys ecosystems, natural assets, and cultural assets that constitute the memory of life in an irreversible way by putting them into capital accumulation with the strategies it produces at the exit of each crisis. Capitalism is aware of the ecological crisis it has caused and seeks to turn it into an opportunity. Nation states, on the other hand, pave the way for this process and feed the policies of capital that drive life and habitats to destruction, while carrying out these processes with simultaneous war strategies.  With Green Capitalism, they continue to paint all areas of life (working life, cities, architecture, agriculture, education, health, energy, transportation, daily life, etc.) green with the motto of ‘sustainable development’ and continue to put them into capital accumulation as a whole.

Green Capitalism is a matter not only for those struggling for ecology, but also for the working class, peoples, women and the marginalized. Capital, with its bosses’ organizations, state institutions, academia, media, NGOs and even non-capitalist environmental organizations, tries to hide ecological plunder by painting it green. While the green strategy means deepening exploitation and unemployment for workers, for farmers it means being uprooted from their lands and being forced to migrate. While our peoples are becoming poorer, capital creates further avenues of profit with the further provocation of consumption and new wastes. For capital, deaths in workplace murders, such as in the mine in Amasra or in the construction of the Third Airport, are seen as mere costs.

The optimistic, naïve hopes for capitalism have already ended for young people. Friend and foe alike now know that green transformation is not possible, that a green capitalism is not possible with this consumerism and this dizzying speed. At this year’s Climate Summit, countries again competed in the make-up they applied to ecological destruction. But if we continue to believe them, they will again be the winners and we will again be the losers. For this reason, ecology movements are in solidarity and struggle to protect their living spaces in every locality, and they share their experiences on an international level.

We know that we are in an age in which the political subjects of ecological struggles that will transform politics and weave ecological life are emerging in the lands where we live. We are determined not to be complicit in the crimes of the system and not to accept the imposed political space and mode. We do not want to be forced out of our living spaces, we do not want to turn a blind eye to the destruction of the subjectivity, traditions and unity of living spaces, attacks on our cultural and religious values, and the extinction of species. We do not want to be mere defenders against the attacks, we want to establish ecological life from today to tomorrow by further clarifying our line of ecological struggle.

We are meeting to transform politics in our country with the principles and demands that the ecology movement has accumulated in its collective memory. The “Transformative Power of Politics: Ecology Struggle Workshop” organized by Ekoloji Politik, our friends from different political ecology movements such as Ecosocialism, Marxist Ecology, Social Ecology, Jineology, ecofeminists and socialist feminists came together with participants from the Turkish Medical Association (TTB), TMMOB Chamber of Environmental Engineers, Confederation of Public Employees Unions (KESK), Dev Yapı İş and İnşaat İş Union and socialist parties. During the meeting, which took place on the day of the mining disaster in Amasra, the painful dimensions of our need for the strong unity of the labor movement and the ecology movement were once again discussed.  The intersectional links between the struggle for women’s liberation, oppressed peoples and struggles against all relations of oppression and the ecological struggle were discussed. With the belief in the potential of the ecology movement to transform society, politics, life and itself, it was decided to propose to all ecology movements to organize a joint conference to take a common position in the upcoming elections. We hope that this proposal, which was voiced at the panel organized in July in Arsuz for a mining quarry issue, will develop with new suggestions and contributions, testing itself at every stage in the collective march of the ecology movement. We will move forward by uniting our marching columns with the proposals for electoral politics developed from different parts of the ecology movement.

We see that the upcoming elections, unlike any other elections, are a matter of a regime that exists through ecological destruction. From the collapse of agriculture to the transformation of cities into rent-seeking areas, from the removal of all constitutional and legal obstacles for the energy, mining and construction sectors to the transfer of even the remotest pasture to companies, from the acknowledgement of the climate crisis to nuclear power plants, all of our ecological problems have become systemic. As ecology movements, we want to take responsibility together with all social opposition forces to realize the liberation movement from this one-man regime.

In the Brazilian elections, people voted for the future of the Amazon forests and the planet. In Turkey’s elections, we will vote to get rid of the Akkuyu and Sinop nuclear power plants and Canal Istanbul, to demand accountability for our cultural and natural assets such as Hasankeyf, which have been destroyed through ecocide crimes, and to free our friends imprisoned in the Gezi trial.  At every opportunity, we will reiterate that this election is not only a choice affecting people, but also our geography and all the living creatures that inhabit these lands. We claim to move ourselves and politics forward, by doing more than stating the obvious, with the unique methods of action and protest of the ecology movements against the capitalist catastrophe that confronts us with new potential avenues of destruction every day.

We aim for the ecological opposition to formulate its political demands and develop a common ground with the broadest unity in the upcoming elections. To welcome 2023 by nurturing this hope, we are meeting at a conference to be organized in Istanbul at 23th of January, 2023.

We are waiting for all the ecologists around the world to join us for expanding our solidarity and cooperation.

For Turkish and list of inviters please see https://www.ekolojipolitik.com/ekoloji-hareketleri-konferansi/


ÇAĞRICILAR / LIST OF INVITERS

  • Adana Ekoloji Platformu
  • Antakya Kent Akademisi
  • Antalya Ekoloji Meclisi
  • Ata Soyer Sağlık ve Politika Okulu
  • Atakum Kuzey Kültür Evi Derneği
  • Bakırköy Kent Savunması
  • Bakırtepe Çevre Platformu
  • Bursa Su Kolektifi
  • Büyük Menderes İnisiyatifi
  • Çekerek Irmağı Özgür Akacak Platformu
  • DİSK Dev Yapı İş
  • Divriği Kültür Derneği
  • Divriği Yaşam ve Doğa Platformu
  • Doğa İçin Sanat Derneği
  • Doğanın Çocukları
  • Ekoloji Birliği
  • Ekoloji Politik
  • Gaia Dergi
  • Hasankeyfi Yaşatma Girişimi
  • HDK Ekoloji Meclisi
  • HDP Ekoloji Komisyonu
  • Höyük Kültür Sanat Doğa ve Dayanışma Derneği
  • İkizdere Çevre Derneği
  • İkizdere Dernekler Federasyonu
  • İklim Adaleti Koalisyonu
  • İnşaat İşçileri Sendikası
  • İzmir Yeşil Gelecek Derneği
  • Jineolojî
  • Kazdağı Doğal ve Kültürel Varlıkları Koruma Derneği
  • Kazdağları Ekoloji Platformu (KEP)
  • KESK Ekoloji Birimi
  • Kuşadası Çevre Platformu
  • Köstebek Akademisi
  • Malatya Çevre Platformu
  • Marmara Ereğlisi Çevre Gönüllüleri
  • Mersin Nükleer Karşıtı Platform
  • Mezopotamya Ekoloji Hareketi
  • Muğla Çevre Platformu
  • Munzur Çevre Derneği
  • Ortak Yaşam Ekososyal Kooperatifi
  • Ovama Dokunma Çevre Hareketi
  • Polen Ekoloji Kolektifi
  • Samandağ RES Karşıtı Mücadele
  • Sinop Nükleer Karşıtı Platform
  • Sivas Konfederasyonu Ekoloji ve Çevre Komisyonu
  • Sosyal Araştırmalar Vakfı
  • SYKP Ekoloji Meclisi
  • TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
  • Turgutlu İşçi Hakları Derneği Ekoloji Komisyonu
  • Validebağ Direnişi
  • Validebağ Savunması
  • Van Çevre Tarihi Eserleri Koruma Araştırma ve Geliştirme Derneği
  • Yaşam ve Dayanışma Yolcuları
  • Yeryüzü Ekoloji Kolektifi
  • Yeşil Direniş Ekoloji ve Yaşam Gazetesi
  • Yeşil Sol İklim Krizi Çalışma Grubu
  • Yeşil Artvin Derneği Yeşilırmak Çevre Platformu

15 milyon ağaç kesilecek

1 Ekim 2022 Cumartesi /Murat Ağırel

Bir süredir beni çok sarsan bir konuyu araştırıyordum.

Maltepe’deki ormanlık alanın Mesire yeri diye olarak kiralanması ile ilgili makalemi hatırlarsınız.

Bu yazım yayımlandıktan sonra bir vatandaşımız sosyal medyadan bana bir ihale evrakı gönderdi ve sorular sordu.

Marmaris Hisarönü’nde Orman genel Müdürlüğünün düzenlemiş olduğu bir ihale var. 35 bin 940 adet İbreli dikili ağaç satışı ihalesi.

Başka bir ihale daha var. İhale numarası 2022/4384… Yine Muğla Marmaris Hisarönü toplamda 115 bin ağaç. Hepsi dikili ağaç… Bildiğiniz orman. 115 bin ağacın kesilmesi işini de 53 milyon 405 TL bedel ile ihale etmişler.

Ormanlarımızı satıyorlar yani.

Vatandaşın sorduğu ise bu kesilecek ağaçlar yanan yerlere ait olan mı yoksa yanmamış ağaçlar mı?

Bu soru ile Orman Genel Müdürlüğünün sayfasına girdim ve ihalelerin yayımlandığı sayfayı buldum. Çok şaşırdım. Orman genel Müdürlüğü şeffaf şekilde tüm ihaleleri sonuçlarını paylaşmış.

Aslında şok oldum.

1257 tane ihale var. Sekizinci ve dokuzuncuaylarda yapılan ve onuncu ayda yapılacak olan ihaleler…

İnanır mısınız bilmiyorum ama tek tek inceledim hepsini.

Amasya Çorum, Antalya Serik, Balıkesir İvrindi, Sındırgı, Dursunbey, Kalkım, Bolu Mengen, Tunceli Hozat, Sakarya Akyazı, Zara, Sivas…

Türkiye’nin bütün orman varlığı satılık ve kesilecek.

Aklım almadı. İhaleleri hatta fotoğrafları gördükten sonra inanamadım sorgulamaya devam ettim.

Bir türlü mantığıma sığmıyordu yüz binlerce ağacın kesilecek olmasını.

Bakın tekrar ediyorum bunlar bildiğiniz boylu sağlıklı canlı orman ağacı…

Değerli dostlar sadece 3 aylık verilerin sonucu kesilmiş ve kesilecek ağaç miktarı ne kadar biliyor musunuz?

15 milyon 660 bin ağaç.

Bu satışlar karşılığında elde edilen gelir 2.7 milyar TL.

İnanmama inadımı sürdürdüm çünkü bu bildiğiniz vatana ihanet.

Araştırdım.

Orman Bakanlığı faaliyet raporuna göre ülkemizin orman varlığı 23 milyon 110 bin Hektar ile ülke yüzölçümünün yaklaşık yüzde 29,6’sını kaplıyor.

Ormancılar Derneğinin “Türkiye Ormancılığı 2022-Türkiye’de Ormansızlaşma ve Orman Bozulması” adlı kitabını okudum ve kitabın editörü Prof. Dr. Erdoğan Atmış Hoca ile de konuştum, sordum.

1973 yılında Orman Yasası’nda yapılan değişiklikle de kamuoyunda “2B” olarak bilinen orman alanlarının orman sınırları dışarısına çıkarılması işlemine başlanmıştı. Son verilere göre bugüne kadar 626 bin hektar orman alanı orman sınırları dışarısına çıkarılmış. Bu alan bugünkü ülke toplam orman alanının yaklaşık yüzde 2,7’sine karşılık geliyor. 2012 yılında yapılan bir yasal düzenleme ile de orman sınırları dışarısına çıkarılan bu alanların işgalcilerine satışı olanaklı hale gelmiş.

Yani satışlar için hukuki zemini zaten çoktan hazırlamışlar.

1946 yılından günümüze kadar yaklaşık 2.500.000 hektar ağaçlandırma yapılmış olmasına rağmen ağaçlandırma yoluyla oluşmuş orman alanı yalnızca 717.000 hektar. Bu miktar, toplam orman alanının yalnızca yüzde 3,2’sine karşılık geliyor.

Uzatmayayım olayın vahametinin büyüklüğünü anlatmak için tek tek aktarayım.

Orman alanlarının ormancılık dışı uygulamalara tahsisi konusu son yıllarda büyük bir hız kazanmıştır. Yalnızca 2004-2020 yılları arasında yapılan tahsis miktarı 494.000 hektar.

Bu durum tüm zamanlarda yapılan tahsislerin yüzde 66’sına karşılık geliyor.

Yapılan tahsislerin sektörlere göre dağılımına bakıldığında ise enerji ve madencilik sektörlerinin öne çıktığı görülüyor.

Yani tam bir yağma düzeni. Maden varsa ormanı katlediyorlar.

İktidar partisi temsilcileri ve ormancılık bürokratları orman alanı artışının yapılan ağaçlandırmalar sayesinde olduğu gibi bir algı yaratmaya çalışıyor. Oysa aynı partinin iktidarda olduğu 19 yıl boyunca (2003- 2021 yılları arası) yapılan toplam ağaçlandırma miktarı 609 bin hektar ve yıllık ortalama ağaçlandırma miktarı 32.000 hektar.

Önceki 19 yılda (1984-2002) yapılan toplam ağaçlandırma miktarı 1 milyon 115 bin hektar ve yıllık ortalama ağaçlandırma miktarı ise 59 bin hektar olarak kayıtlara geçmiş.

Daha kötüsü var.

Ormanlarımızın toplamda yüzde 2,9’u AKP döneminde politik kararlarla fiili veya hukuki olarak orman olma niteliğini kaybetmiş durumda.

Kısacası ormanlarımızın kendi döneminde yapılan ağaçlandırmalarla arttığını iddia eden mevcut iktidarın, ormanlarımıza kazandırdığının hemen hemen 5 katını kaybettirdiği rahatlıkla söylenebilir.

Üstelik yangınlarla yanan alanlar, kendiliğinden tekrar orman ekosistemlerine dönüşebilirken, halk arasında “Dumansız Yangın” olarak adlandırılan bu tür tahsislerle yok edilen orman alanlarının tekrar orman alanlarına dönüşmesi neredeyse imkansız.

Sonuçta sadece benim ulaşabildiğim rakama göre 15 milyon 660 bin ağaç kısa süre içerisinde kesilecek.

Üstelik bu iş 145 milyon dolar için yapılıyor.

Benim için insan kesmekle ağaç kesmek arasında bir fark yok. Bunun endüstriyel yolları var. Üretilen orman alanları var.

Böylesine kaotik kâr hırsı ve yok edilen orman alanlarına kimse ses çıkarmazsa Türkiye’nin dört bir yanı artık çölleşmeye mahkum olacak.

Anadolu’nun dağlarında sarp arazilerde kimsenin haberi yokken dağların tepesindeki, vadilerin arasındaki milyonlarca ağacı böylesine para hırsıyla kesmek vatana ihanetten başka bir şey değildir.

Bu ülkenin altını üstünü satmaktan, yok etmekten bıkmadınız.

Peşinizi bırakmayacağım.

Tohum Hikayeleri, Yaşamın Özelleştirilmesine Karşı Mücadele

0

Çiftçiler Sendikası ve Tarım Ekonomisi Derneği tarafından Zerrin Çelik – İpek Süer Topuzoğlu – Tayfun Özkaya’in çevirdileri ile hazırlanan “Tohum Hikayeleri, Yaşamın Özelleştirilmesine Karşı Mücadele” isimli broşür.

ÖNSÖZ

Tohum tarımın başlangıcıdır. Tohumun ekilerek ürün yetiştirilmesi, insanlığın site
devletlerden başlayarak uygarlığı kurmasının yolunu açmıştır. İnsanlar binlerce yıl tarım
toplulukları olarak yaşamışlardır. Köylüler ve çiftçiler atalarından kalan yerel tohumları
birbirleri ile değiş tokuş yapmışlar, iki milyon dolayında çeşit geliştirerek bu genetik
çeşitliliği korumuşlar, tohumla ilgili bütün bilgileri birbirlerine ve yeni kuşaklara
aktarmışlardır. Bu bilgi nineleri ve dedelerinden kalan kültürel bir mirastır ve bilgeliğe
dayanır.

Endüstriyel tarımın gelişimi ile başta tohum olmak üzere daha önce köylü ve çiftçilerin
kendileri tarafından tarımsal süreç içinde sağlanan tarımsal girdiler şirketlerin eline geçmiş,
ürünlerin pazarlanmasında da tarım ve gıda şirketleri hegemonyayı ele geçirmiştir. Ekoloji
ile uyumlu bir tarım sistemi yok olmuş, çiftçi tam bir bağımlılık içine girmiştir ve bu süreç
devam etmektedir. Küçük çiftçileri ve köylüleri kendilerine engel olarak gören şirketlerin
amacı, küçük çiftçileri ve köylüleri kendi seçeneklerinden koparmak ve bağımsız
davranabilmelerini engellemektir. Onun için tohuma göz dikmişler, kendi denetimleri
dışındaki bütün tohumları yasaklayarak, çiftçileri topraklarını bırakmaya zorlamışlar veya
kendilerine bağımlı hale getirmişlerdir. Biliyorlar ki; Güney Afrikalı çiftçilerin dediği gibi
çiftçiler ve köylüler için tohumunu kaybetmek, potansiyel göçmen haline gelmektir.
Yerel ve atalık tohumlar, 2006 yılında ülkemizde çıkarılan “ Tohumculuk Yasası” gibi,
dünyanın diğer ülkelerinde çıkarılan benzer tohumculuk yasalarıyla engellenmiştir. Çoğu
aynı zamanda tarım kimyasalları, hatta bazıları beşeri ilaçlarda da at oynatan tohum
şirketleri bir yandan bitki ıslahında köylüleri dışlayarak hibrit çeşitler ve GDO’larla
hâkimiyet kazanırken, diğer yandan da köylü ve çiftçilerin tohumluklarını ve bunlardan
üretilen fidelerini satmalarının önünde yasal engeller getirtmişler, kendi tohumluklarına
tarımsal desteklerin verilmesini teşvik etmişlerdir.

Bu broşürde, tohumun çiftçilerin elinden alınmasının hikâyesi La Via Campesina’nın
bileşenlerinden olan Fransız küçük çiftçi ve köylülerinin örgütü Confédération Paysanne
tarafından kaleme alınmıştır. Bu kitapçığın, sizin elinize gelmesi, Tarım Ekonomisi Derneği
ve Çiftçiler Sendikası’nın ortak çabasıdır.
Tohum özgürleşmedir.

OYUNCULAR DEĞİŞSE DE ODTÜ ORMANI SALDIRI ALTINDA!

ODTÜ Ormanının içinden geçecek rant yolu, yazdan bu yana yaşanan gelişmelerle yeniden gündeme geldi.

Önce sürecin nasıl geliştiğini hatırlayalım…

8 Eylül 2017 tarihinde Ankara Büyükşehir Belediye (ABB) Başkanı İ. Melih Gökçek ile ODTÜ Rektörü Verşan Kök arasında imzalanan Protokol (1), ODTÜ Ormanına saldırının başlangıcı oldu. Söz konusu Protokolün hemen ardından 9 Eylül 2017 tarihinde, bir gece operasyonu ile ODTÜ Ormanı içinde, kuzey-güney doğrultusunda, 90-100 metre genişliğinde, 4.800 metre uzunluğunda yarık açıldı. “Yapımı süren Bilkent Şehir Hastanesine yol yapıyoruz” gerekçesiyle açılan bu yarık, Ormanın batısında, Bilkent sınırında kalan 75 hektar büyüklüğündeki orman parçasını ana ormandan kopardı. (2)

“Ormanda imar planı yapılamaz” gerçeği bilmezden gelinerek ve özel ormanlarda verilecek izinlere ilişkin hukuksal yükümlülükler yerine getirilmeden iş makineleriyle ormana girildi, ağaçlar barbarca parçalanarak yol açıldı. Dönemin belediye başkanı bu acınası duruma karşın “Bir gecede 4,5 km yol yaptık” diye övünebildi. Bu girişim; ODTÜ öğrencileri, ODTÜ Mezunlar Derneği, çeşitli dernek, oda ve sendikaların mücadelesiyle durduruldu ve yargıya taşındı.

Oysa Türkiye Ormancılar Derneği (TOD) tarafından 1957 yılında “Atatürk Ormanı” olarak projesi yapılmış; yıllar içerisinde Orman Genel Müdürlüğü (OGM) ile ODTÜ öğrencilerinin, öğretim üyelerinin ve çalışanlarının çabalarıyla oluşturulmuş ve bugünlere kadar getirilmiş bu orman yapısı, sıradan bir orman değildir. İç Anadolu iklim koşullarında insan eliyle geliştirilmiş en büyük ormandır. (3) Bu çerçevede, Orman, 1995 yılında Ağa Han Mimarlık Ödülü aldı. (4) 2001 yılında hukuksal olarak da orman ilan edildi.

Ankara halkı temiz ve sağlıklı hava soluyabiliyorsa, bu ormanın katkısından dolayıdır.

Protokol ne diyor, biz ne diyoruz?

ABB ile ODTÜ Rektörlüğü arasında imzalanan ve dört maddeden oluşan Protokol, yasaların gerekliliklerinin yerine getirilmesi olmayıp iki tarafın niyet açıklamasından ibarettir.

Diğer yandan, Protokolde yer alan “Ağaçlar ile ilgili uygulamalar kapsamında; taşınması uygun olan ağaçlar nakledilecek, uygun olmayan, ömrünü tamamlamış olan ağaçlar kaldırılacaktır.” (Madde-3/1), “(…) Teknokent Kavşağı ile 1071 Malazgirt Bulvarı arasında bağlantı öngörülen Tünel, üst yüzey bölgesine zarar verilmeksizin tamamen yeraltından yapılacaktır.” (Madde-3/2), “İncek bulvarı bağlantı yolu Ek-4’te koordinatları belirtilen güzergahta esasen 4 şerit gidiş ve 4 şerit geliş olarak; aşağıdaki kesitte 38 metre olarak yapılacaktır. (Ek-5 yol kesiti)” (Madde-3/4), “(…) Aynı zamanda yol için kesilen ağaç sayısının 2 katı kadar ağaç ABB tarafından ODTÜ arazisine dikilecektir.” (Madde-3/5), “(…) Yol yapımı karşılığında 36 hektarlık hazine arazisinin ODTÜ’ye tahsisi Ankara Valiliği koordinasyonunda gerçekleştirilecektir.” (Madde-3/6) hükümlerinin biraz olsun ekoloji, ekosistem ile hukuk bilgisine sahip yurttaşların aklına bazı sorular getirmemesi de mümkün değil:

1. 9 Eylül 2017 tarihinde sökülüp taşınan ağaçların tutmayacağı bilimsel olarak besbelliyken bunun protokolde dile getirilmesi ne anlama geliyor? ABB zamanında kaç ağacı söküp taşıdı, nereye dikti ve bu ağaçların şu andaki durumu nedir? ABB’nin bu konuda bir çalışması var mıdır ve kamuoyuna bir açıklaması olacak mıdır?

2. Protokolde yolun 38 metre olarak yapılması öngörülmüş iken ABB, 90-100 metre genişliğinde bir alanı açtı. Yani ormanda “açma suçu” işledi. Bu durumda ODTÜ Rektörlüğü ve Orman Genel Müdürlüğü`nün suç duyurusunda bulunması gerekirdi. Bu görev yerine getirildi mi?

3. Yol yapımı karşılığında ODTÜ`ye tahsisi yapılacak olan 36 hektarlık hazine arazisi nereden verildi? Söz konusu arazinin niteliği (bataklık, bozkır vb.) nedir?

Bu sorulara bugüne değin yanıt verilmediğine göre ABB Protokolde belirtilen yükümlülüklerini bile yerine getirmedi. 2021 yılında ODTÜ Mezunlar Derneği Vişnelik Tesislerindeki salonda yapılan toplantıda, ABB İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanı, tünel yapımından da vazgeçildiğini açıkladı. Demek ki bilimsel gerçeklerden, ormanı korumaktan değil ancak keyfilikten söz edilebilir.

Son Gelişmeler ve Durum

ODTÜ Ormanını parçalayıp geçecek bu yolun yapımı bir süre soğumaya bırakıldı ve unutturulmaya çalışıldı. Ağustos 2021 tarihinde ABB bu yolun yapımı için ihale açtı. İhaleyi alan şirket Temmuz 2022`de güney yönünden başlayarak iş makinelerini yola sokup kamyonlarla çakıl döktü. ODTÜ öğrencilerinin karşı çıkması ve mücadeleye başlaması üzerine iş makineleri alanı boşaltarak gitti. Konu kamuoyuna duyurulunca ABB “Bizim haberimiz yok, şirket bizim bilgimizin dışında iş yapmıştır” diyebildi. Oysa yolun devamı niteliğindeki ve ODTÜ Ormanı ile İncek arasındaki bölümünün yapımı sürüyor. Gelişmelerden bu bölümün oldu bittiye getirilerek bitirileceği ve ODTÜ Ormanı tarafının yapımına haklılık payı kazandırılmaya çalışılacağı anlaşılıyor.

2017 yılında “Bilkent Şehir Hastanesi açılacak ama yolu yok” denmiş, hastaneye yol yapmanın “kamu yararı” olduğu gerekçesine sığınılmıştı. Hastane açılalı kaç yıl geçti ve bu yol olmadan da hastaneye ulaşılabildiği anlaşıldı. Böylece “Hastaneye ulaşım” gerekçesinin uydurma olduğu görüldü. Şimdi ise “Anayasa Mahkemesi binasına yol açılacak” gerekçesi üretilmiş. Madem öyle yolu olmayan yere neden hastane veya Anayasa Mahkemesi binası yapılıyor; böyle plansızlık, öngörüsüzlük olur mu?

Aradan geçen süre zarfında dikkat çekilmesi gereken bir nokta da 2017 yılında yol açılırken bölgede yapımına yeni başlanmış bir adet gökdelen varken günümüzde altı adet gökdelen yükselmesidir. ODTÜ bileşenleri bu yolu “rant yolu” olarak adlandırırken haksız mı?

8 Kasım 2022 Salı günü ODTÜ Ormanından geçirilmek istenen “rant yolu”na karşı ABB önünde basın açıklaması yapıldı, o gün yapılacak ABB Meclisi toplantısına katılmak istendi. Yasa gereğince Meclis toplantıları halka açıktır. Belediye, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yasakların kaldırıldığı belgesi gösterilmiş olmasına karşın Covid-19 pandemisini gerekçe göstererek toplantıya katılmaya engel oldu. Ardından temsilci olarak katılıma izin verilmiş olmasına karşın salon dışında bekleyenlere önce zabıta, sonra da polis şiddeti uygulandı, gaz sıkıldı ve 6 öğrenci gözaltına alındı. Böylece ABB yönetiminin; demokrasi, katılımcılık, danışma kavramalarından ne denli uzak olduğu da bir kez daha görülmüş oldu.

Basın açıklaması yapmak ve belediye meclisi toplantısına katılmak için ABB önüne giden yurttaşlara şiddet uygulanmasından ve 6 öğrencinin gözaltına alınmasından sonra ABB bir açıklama yaptı. (5) Bu açıklamada yer alan “Ankara Büyükşehir Belediyesinin ODTÜ arazisi içerisinde herhangi bir çalışması YOKTUR.” ifadesi şu anda bir çalışma olmasa da verilen mücadele karşısında ABB`nin savunmacı bir dile sığındığını gösteriyor. Oysa açık açık “Ben bu yolu yapmayacağım” demiyor/diyemiyor. Açıklamada “Ankara Büyükşehir Belediyesi tüm rant projelerine karşı büyük bir mücadele vermektedir.” deniyor. Daha yol yapımı için araziye dozer girip kazı başladığında altı gökdelen yükselmiş. Bunun bitişiğinde dörder şeritli yol açılıyor ve daha sonrası orman. Bundan âlâ rant mı olur? Bu rant değilse ne? Rant kime sağlanıyor? Ankara halkına mı, o gökdelenleri dikenlere mi?

Televizyon haberlerine göre ABB bir gerekçe daha üretmiş: Bu yolun yapılması konusunda anket yapılacak ve anket sonuçlarına göre karar verilecekmiş. Pes doğrusu! Anket yapılacaksa neden ihale yapıldı? Ayrıca, oksijen üretme, karbon tutma, havayı temizleme, toprağı koruma, suyu düzenleme gibi işlevleriyle orman ekosistemi, içinde yaşayanlardan ve yakın çevresindekilerden başlayarak genişleyen halka halka, dalga dalga herkesi ilgilendirir. O nedenledir ki ormanlar korunmalıdır. Anayasanın 169. Maddesi ve Türkiye`nin taraf olduğu devletlerarası sözleşmeler ormanların korunmasını zorunlu kılar. Böyleyken ormandan yol geçirilmesinin anketlere göre karar verilmesine indirgenmesi, tam bir cehalettir ve rezalettir.

ABB artık günübirlik kararlarla ve projelerle Ankara`yı yönetmeyi bırakmalı; “Ankara Ana Ulaşım Planı” yapıp, plan üzerinden kararlar alma yoluna yönelmelidir.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur. 11 Kasım 2022 Cuma

Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırma Derneği

(1) https://www.ankara.bel.tr/haberler/odtuden-gececek-yol-konusunda-anlasma-saglandi-10669

(2) Bakınız: Google’dan ODTÜ Ormanı 9 Eylül 2017 taraması sonuçları

(3)https://acdm.metu.edu.tr/tr/tarihce#:~:text=Yakla%C5%9F%C4%B1k%203100%20hektar%20geni%C5%9Fli%C4%9Findeki%20ODT%C3%9C,%C3%B6nemli%20bir%20do%C4%9Fal%20%C3%A7evre%20yarat%C4%B1lm%C4%B1%C5%9Ft%C4%B1r; https://60yil.metu.edu.tr/odtu-ormani

(4) https://the.akdn/en/en/how-we-work/our-agencies/aga-khan-trust-culture/akaa/re-forestation-programme-metu

(5)https://twitter.com/ankarabbld/status/1590012053716365312?s=20&t=ej7OLQEy2_Idf5y8itnE1Q 

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ KONFERANSI#COP27 | Hileyle hurdayla iklim krizinin üstesinden gelemezsiniz

Bu COP’u doğru yola sokmanın ve herkes için insan hakları ve herkes için iklim adaleti sağlamanın zamanı geldi.

Yedi yıl oldu! Paris’te tüm ülkeler finansman akışlarını düşük sera gazı emisyonları ve iklime dayanıklı kalkınma patikasıyla uyumlu hale getirmeyi kabul etmişti. Bu taahhütlere rağmen, tam tersini yaptılar. Fosil yakıt sübvansiyonları artmaya devam etti ve Madde 2.1c gündem dışında tutuldu.

Paris Anlaşması’ndan bu yana G20 hükümetleri fosil yakıtlara yılda 77 milyar ABD dolarından fazla finansman akıttı. Bu, temiz enerjiyi desteklemek için harcadıklarının üç katı. Bu yüksek emisyonlu ülkeler, bizleri iklim krizi karşısında daha yoksul ve daha kırılgan yapan bu projelerin yaygınlaşmasını desteklemek için çok taraflı kalkınma bankaları, iki taraflı kalkınma finansmanı kuruluşlarını ve ihracat kredi ajanslarını kullanıyor.

Siyasi cesaret

Siyasi cesarete ihtiyacımız var. Paris Anlaşması, hem yurtiçi hem de uluslararası finansman akışı için yeni bir küresel paradigma çağrısında bulundu ve bu paradigma liderler zirvesinde yapılan birçok konuşmada da tekrarlandı. Buna rağmen, COP27’ye yeni ve tehlikeli, fosil yakıt finansman anlaşmaları imzalamaya gelen ülkeler olduğunu görüyoruz. Buna bir son verilmesi lazım. İstisna yapacak durumda değiliz.

Trilyonlar orada duruyor (evet, trilyonlar!). ECO, hem kamu hem de özel finansman akışlarını karbonsuz bir gelecekle uyumlu hale getirmemizi ve küresel ısınmayı 1,5°C derece sınırının altında tutmamızı engelleyen öğeleri tanımlamamıza yardımcı olacak bir süreç çağrısında bulunuyor. Madde 2.1c, bu tartışmanın çok önemli bir unsuru ve ECO bu maddenin şimdiye kadar gündem dışında bırakıldığına inanamıyor.

Karbon yakalama balonunun içi doğal gaz dolu

Karbon yakalama: Kamu finansmanı yakalamakta epey başarılı. Ya emisyonları yakalamakta? Pek değil.

Bu nedenle, ECO olarak bizler de Dekarbonizasyon Günü’nde fosil yakıt şirketlerine bu tehlikeli yanıltmacalarını kapı kapı dolaşıp satabilmeleri için bu platformun sunulmuş olmasından son derece endişeliyiz.

Fosil yakıt şirketleri, karbon yakalama ve depolama gibi riskli ve pahalı teknolojik çözümler sayesinde fosil yakıt çıkarmaya devam edebileceğimizi iddia ediyor. Ama herkese yalan söylüyorlar.


Fotoğraf: Yeşil Gazete.

Pahalı başarısızlıklar

Karbon yakalama ve depolama (CCS) bir azaltım teknolojisi olarak işe yaramıyor. ECO, onlarca yıllık araştırmaya ve on milyarlarca sübvansiyona rağmen, karbon yakalama teknolojisinin geçmişinin pahalı başarısızlıklar üzerine pahalı başarısızlıklardan başka bir şey olmadığını hatırlatıyor.

Karbon yakalama işe yarasaydı bile, iklim krizine karşı çözüm olmazdı. Karbon yakalamanın, petrol ve doğal gaz yandığında açığa çıkan emisyonların yüzde 80’i üzerinde hiçbir etkisi yok. Zaten yüksek maliyetli olan kirletici fosil yakıt tesislerinden kaynaklanan emisyonların bir kısmını zar zor geri almak için milyarlarca dolar harcamak hem saçma hem de gereksiz. Yenilenebilir enerjiye ve enerji verimliliğine yatırım yapmak her zaman daha verimli ve daha etkili.

Manila’dan Kaliforniya’ya

Karbon yakalama ve depolamanın en son IPCC raporunda en yüksek maliyetli ve en az etkili azaltım seçeneği olarak yer alması hiç de şaşırtıcı değil. Karbon yakalama teknolojilerine Birleşmiş Milletler’in yeni net sıfır emisyon planı kılavuzlarında bir kez bile yer verilmemesi de boşuna değil.

Ayrıca karbon yakalama ve depolama projeleri, ekosistemleri ve insan sağlığını tehdit eden kirletici bir sektörün can simidi olarak insanlar ve çevre açısından yeni riskler oluşturuyor. Henüz geçtiğimiz hafta, Hollanda Yüksek Mahkemesi, Avrupa Birliği’ndeki en büyük karbon yakalama ve depolama projesinin Avrupa çevre yönergelerine uygun olmadığı için durdurulabileceğine hükmetti. Manila’dan Kaliforniya’ya kadar halk hareketleri karbon yakalama ve depolama projelerine karşı ayaklanıyor.

Daha fazla fosil yakıt

Elbette petrol ve doğal gaz şirketleri tüm bunları biliyor. Onlar karbon yakalama ve depolama ile iklim eylemine katkı sağlamak için ilgilenmiyor. Bu, onlar için fosil yakıt çıkarmaya devam edebilmeleri için kullandıkları bir yeşil boyama taktiği. Hatta “gelişmiş petrol kazanımı” uygulaması altında daha fazla fosil yakıt çıkarmak için de kullanılıyor. Karbon yakalama ve depolama teknolojileri bu tehlikeli fosil gaz akınını temize çıkarmak için kullanılıyor. Bu aynı zamanda bu şirketler için daha da fazla fosil yakıt teşviki elde etmenin bir yolu (en zengin şirketlere vermek yerine örneğin, Kayıp ve Hasar tazminatı için kullanılması gereken kamu finansmanı).

Mavi hidrojen adı verilen hidrojen de benzer bir hikâye. Mavi hidrojen, üretim sırasında karbon yakalama teknolojisi kullanılacağı vaat edilen fosil gazlardan elde edilen bir hidrojen. Ve bu vaat de sahte bir vaat. Mavi hidrojeni yakmak, doğrudan kömür veya fosil gaz yakmaktan bile beter. Aynı karbon yakalama ve depolamada olduğu gibi, fosil yakıt şirketleri hidrojeni altyapısal fosil gaz kilitlenmesini daha da büyütmek için bahane olarak kullanıyor.

Yalancı çözümler

Fosil yakıt endüstrisi, COP27 salonlarında bu kaçış yollarını savunuyor ve bu lobi faaliyetleri de işe yarıyor. Bu yalancı çözümler, ulusal katkı beyanlarında (NDC’ler), ülke beyanlarında, ‘net sıfır’ taahhütlerinde ve küresel stok sayımı müzakereleri dahil tüm müzakere odalarında karşımıza çıkıyor. Paris Anlaşması’nın bütünlüğüne zarar verebilecek tehlikeli boşluklara kapıyı aralayan Madde 6.4.’te de karşımıza çıkıyor.

Hileyle hurdayla iklim değişikliğinin üstesinden gelemezsiniz. Ve fosil yakıtlardan kurtulmadan iklim değişikliğine karşı mücadeleyi kazanamayız.

Günün Fosili – Mısır: Protestoculara izin yok ama fosil yakıt lobicilerine sıcak karşılama


Fotoğraf: İklim Haber.Binlerce delege, sivil toplum örgütü ve dünya medyası önemli bir iklim konferansı için bir sahil şehrinde bir araya gelirken, on binlerce düşünce mahkumunun hapishanelerde tutulması, ifşa edilmesi gereken farklı bir distopik boyut. İnsan hakları olmadan iklim adaletinin olamayacağını biliyoruz. Bir de üstüne üstlük bu yılki COP’ta fosil yakıt lobicisi sayısının geçen yıla kıyasla yüzde 25 artarak 600’a çıktığını öğrendik. Gezegeni mahvedenler bir iklim konferansında sıcak karşılanıp hoş tutulurken, sivil alanların bu kadar ağır şekilde kısıtlanması kabul edilemez.Peki ya dinlenen telefonlar ve engellenen web siteleri hakkındaki fısıltılara ne demeli? Bizler burada, iklim görüşmelerinde hayati öneme sahip olan Kayıp ve Hasar, iklim finansmanı ve adaptasyona konularına odaklanmaya çalışıyoruz.COP27 bizi dinliyor mu?Resmi COP27 uygulaması bizi “dinliyor’ mu diye endişe etmeden veya her köşede güvenlik görevlileri ile burun buruna gelmeden, bu kişilerin habersiz kapalı toplantılara girmelerine ve hatta bazı durumlarda toplantıları kesintiye uğrattıkları için Birleşmiş Milletler güvenlik görevlileri tarafından çıkarılmalarına şahit olmak zorunda kalmasaydık daha mutlu olurduk.Bu da yetmezmiş gibi, su, wi-fi ve uygun fiyatlı yiyecek eksikliği de sıkıntılar listesine eklendi. Ücretsiz dağıtılan Coca-Cola, ilk birkaç günde su sebillerinin boşalması ve yiyecek tezgâhlarındaki uzun kuyrukları telafi etmeye yeterli değil. En yakın tuvaleti bulmak için 800 metre yürüdükten sonra delegelerden oluşan uzun bir kuyrukla karşılaşmak konusuna ise hiç girmeyelim.COP’u doğru yola sokmakHer ne kadar güpegündüz soygunu andıran fahiş otel fiyatlarının artık geçmişte kaldığını zannetmiş olsak da, birçok kişi otellerin saat farkından etkilenmiş ve yüzü gözü şiş ve itiraz edecek halleri kalmadığı için pes eden yolculardan ısrarla check-in şartı olarak ekstra ücret talep etmesinden şikayet etti.Bu COP’u doğru yola sokmanın ve herkes için insan hakları ve herkes için iklim adaleti sağlamanın zamanı geldi.NOT: Günün Fosili, COP’ta bulunan sivil toplum temsilcilerinin oylarıyla seçiliyor ve CAN International tarafından iklim değişikliğine karşı “en azı başarmak için en fazlasını yapan” ülkelere veriliyor.

Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 27. Taraflar Konferansı (COP27), 6-18 Kasım tarihlerinde Mısır’ın Şarm El-Şeyh kentinde düzenleniyor.

Zirveyle ilgili Uluslararası İklim Eylem Ağı’nın (CAN International) koordinasyonu ile sivil toplum örgütlerinin BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) toplantılarında yayımladığı ECO haber bülteninin başlıklarını bianet ve Avrupa İklim Eylem Ağı (CAN Europe) iş birliği ve Ayşe Bereket’in çevirisi ile sizlerle paylaşıyoruz.

Çevreci gruptan mikroorganizma projesi: Tüm dünyanın protein ihtiyacı, küçük bir araziden karşılanabilir

Avrupa merkezli çevreci kuruluş RePlanet, hayvan çiftlikleri yerine mikroorganizma fabrikaları kurulmasını talep etti.

Grubun yayımladığı Reboot Food adlı manifestoda, gıda üretim sistemlerinde köklü bir değişime gidilerek, hayvancılığın yarattığı karbon salımının önüne geçilmesinin amaçlandığı belirtildi.

Çevreci grubun projesinde, hassas fermantasyon (precision fermentation) adı verilen bir yöntem sayesinde maya ve bakteri gibi mikroorganizmalar aracılığıyla protein üretilmesi hedefleniyor.

DAHA FAZLA OKU

Buna göre kurulacak özel tankerlerde, genetik mühendislikle fermente edilen mikroorganizmalardan hayvan proteinleri ve yağları üretilebilecek. Tankerlerin yer aldığı fabrikalarsa güneş ve rüzgar enerjisinin yanı sıra nükleer enerjiyle de çalıştırılabilecek.

Grup, hassas fermantasyon teknolojisiyle üretilen proteinin, kırmızı etten protein üretimine kıyasla araziyi verimli kullanma açısından 40 bin 900 kat daha başarılı olduğunu ileri sürdü.

Manifestoda, söz konusu teknoloji sayesinde, Birleşik Krallık‘taki (BK) 1569 kilometrekarelik Büyük Londra bölgesinden daha küçük bir alanda kurulacak tesislerle tüm dünyanın protein ihtiyacının karşılanabileceği savunuldu.

Ayrıca yaygın şekilde bu teknolojiye geçilmesiyle, hayvancılık için kullanılan arazilerin yüzde 75’inin yeniden yaban hayatına kazandırılabileceği, böylelikle karbon salımlarının azaltılabileceğine dikkat çekildi.

BK’de geçen yıl yayımlanan çalışmada, hayvancılığın küresel karbon salımına katkısının en az yüzde 16,5 olduğuna dikkat çekilmişti.

Halkların İklim Anlaşması Kervanı Mersin Basın Açıklaması

Değerli İklim Adaleti Koalisyonu, Ekoloji Birliği, DAÇE ve Mersin NKP katılımcıları, Değerli basın emekçileri,

Halkların İklim Anlaşması Ağının başlattığı Uluslararası Kervanın altıncısı Çukurova Kervanının Hatay’dan sonra ikinci etabında Mersin’de birlikteyiz. İklim Adaleti Koalisyonu, Ekoloji Birliği, DAÇE aktivistleri, dostlar hoş geldiniz, mücadelemize güç kattınız.
Çukurova Kervanı Hatay’da Asi Nehri ve havzasında, Samandağ Mileyha Sulak Alanı ve Kuş Cennetinde, Sarıseki’de Demir Çelik Fabrikasında , Atlas Termik Santralinde, Dörtyol’da Petro Kimya, Erzin’de Propilen fabrikalarında , maden ocaklarında yaratılan ekolojik problemlere karşı ekoloji mücadelesine güç kattı. Kervan Mersin’den sonra termik santrallar, SASA polyester, Ceyhan polipropilen, vahşi çöp yakma alanları için Adana’ya devam edecek.
Çukurova Kervanının Doğu Akdeniz’in kuzey kıyılarında yürüdüğü bugünlerde Mısır’ın Şarm El Şeyh Kentinde COP27 yani Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Taraflar Konferansının 27. yapılıyor. BM üyesi devletler arasındaki bu konferansın görünürdeki amacı küresel ısınma ve sera gazı emisyonlarının azaltılması. Ne var ki ilk COP Konferansının yapıldığı Nisan 1995’den bu yana bir arpa boyu yol alınmadığı, devletlerin, iktidarların ve sermaye sahiplerinin kıllarını kıpırdatmadıkları ortada. COP konferansları devletlerin, iktidarların, liderlerin ve başta uluslararası tekeller olmak üzere sermaye sahiplerinin çevresel sorumluluk sahibi olduklarını göstermek için kullandıkları bir “yeşil aklama” aracı. Bu arada Coca Cola COP27’ye sponsor olarak, insan haklarını en acımasızca çiğneyen devletlerden biri olan ve Doğu Akdeniz’in güney kıyısında nükleer santral kuran Mısır COP27’ye ev sahipliği yaparak kendilerini aklama çabası içindeler.

Görülmektedir ki, ekolojik sistemin ve dengenin bozulması sonucu bir yandan ölümcül kuraklıklara diğer yandan ölümcül sellere yol açan küresel ısınmanın ve sera gazı emisyonlarının azaltılması da ekoloji mücadelesinin her alanında olduğu gibi yine ekolojik mücadele örgütlenmelerinin, aktivistlerinin ve dünya halklarının iktidarlara ve sermaye sahiplerine karşı ortak mücadelesi ile olanaklıdır.

Dostlar Mersin’in Türkiye’nin bütününde de olduğu gibi sayısız denebilecek ekolojik sorunları var: Mermer ve taş ocakları, madenler, balık çiftlikleri, liman sahaları, yağmalanan kıyılar, yanan ormanlar, satışa çıkarılan doğal ve tarihi sit alanları, ithal çöp depolama ve yakma alanları, çimento fabrikaları ve de Akkuyu Nükleer Santrali.

Mersin doğa, çevre, ekoloji aktivistleri iktidar ve sermaye sahiplerinin yarattıkları ekolojik yıkımlara karşı mücadeleyi sürdürmektedirler.

Ardından gelen projeler de göz önüne alındığında Akkuyu Nükleer Santrali İnşaatına karşı mücadele, etkileri sınırları aşan milyonlarca yıl sürecek radyoaktif atıkları ve Akdenizin biyoçeşitliliğinde geri dönülemez yıkım yaratacağı gerçeği ile önümüzdeki en önemli ekolojik mücadele konularından biri, şu günlerde herhalde birincisi olmaktadır.

Akkuyu Nükleer Santrali yakın zamana kadar iktidarın ve çevresindeki holdinglerin yarattığı bir sorun olarak görülmekte idi. Ancak bugün açıkça ortaya çıkmıştır ki yakın gelecekte iktidara sahip olabilecekler açısından da “devletin devamlılığı esası” üzerinden sürdürülecektir.

“Devletin devamlılığı esası” iddiasının ekolojik dengenin; canlıların, insanların yaşamsal haklarının korunması için; vatandaşların özgürlüğünü, refahını, mutluluğunu sağlamak için ileri sürülüyor olması gerekmez miydi? Ekolojik sisteme, doğaya, canlılığa, vatandaşların özgürlük, refah ve mutluluğuna zararları bilimsel kanıtlarla kanıtlanmış olan nükleer santral inşaatının sürdürülmesinin holdinglerin, sermaye sahiplerinin karlarının kollanmasından başka bir anlamı yoktur. İşçilerin ekonomik haklarının gasp edilmesi, sağlıksız barınma ve beslenme koşullarına mahkum edilmeleri, aralarında yaratılan ayrıcalıklar, sendikal örgütlenmelerinin engellenmesi, iş güvenliği gereklerinin yerine getirilmemesi sonucu yaşanan iş cinayetleri hem sermayenin dizginsiz kar hırsını hem de emek mücadelesi ile ekoloji mücadelesinde birlikteliğin önemini ortaya koymaktadır.

Nükleer karşıtları olarak mücadelemiz, ekoloji mücadelemiz doğrultusunda nükleer santraller ortadan kaldırılıncaya kadar sürdürülecektir.

NÜKLEER SANTRALLERE HAYIR!
TERMİK SANTRALLERE HAYIR!
EKOLOJİK DENGEYİ KORU!
İKLİM KRİZİNİN FARKINA VAR!
İKLİMİ DEĞİL SİSTEMİ DEĞİŞTİR!

MERSİN NÜKLEER KARŞITI PLATFORM
İKLİM ADALETİ KOALİSYONU
EKOLOJİ BİRLİĞİ 
DAÇE

Politik ekoloji mücadelesinin çoğalan sesi

0

Ekoloji, kent örgütleri ile yaşamı özgürleştirmeye kararlı siyasi örgütler, partiler 6 Kasım 2022’de Muğla’da bir parkta buluştu. Parkta yerlere yayılan her biri özenle seçilmiş sözler renkli kalemlerin, yaratıcı kadınların dokunuşları ile çeşitliliği, kararlılığı yansıttı. Valiliğin tüm önleme çabalarına, polislerin slogan atamazsınız, yürüyemezsiniz dayatmalarına rağmen her pankart çimlerin üzerindeki renk, enerji harmonisinden ellere alındı; sözler, renkler seslerle Muğla caddelerinde yankılanarak yükseldi:

Yaşam alanlarını sermayeye vermeyeceğiz, Akbelen Ormanı’nı vermeyeceğiz, ya hep beraber ya hiçbirimiz, faşizme karşı omuz omuza, Akbelen’den Cudi’ye yaşam alanları özgürdür, özgür kalacak, yaşasın halkların kardeşliği…

Muğla, İzmir, Antalya, Aydın, Denizli’de ekoloji mücadelesi verenlerle, o mücadelelerde yer alan politik tutumlarını, programlarını yaşama geçiren örgütlerin, partilerin (HDK, HDP, Yeşil Sol Parti vd.nin), sendikaların kortejinden yükselen sözler, miting alanına kadar atılan sloganlar ortaktı. Amalar yoktu mitingde, aynı müzikle halaylar çekildi alanda. Yükselen sözlerde, yan yana tutulan ritimde kardeşlik, yoldaşlık vardı, politik mücadele hattının gidişini değiştirecek, dönüştürecek gücünün muştusu vardı. Dahası ayrımlar değil, yaşam alanlarını birbirine bağlayan köprüler vardı.

2019 yılında İstanbul’da yapılan uluslararası konferansla başlayarak 15 ekim 2022’de Ankara’da yapılan Türkiye’nin her alanından alanlarda mücadele veren yerel ekoloji örgütlerinin, emek örgütlerinin, kadın mücadelelerinin, ezilen halkların özgürlüğü için politika yapan örgütlerin Ekoloji Politik Çalıştayı ile sürdürmekte olduğu siyasetin dönüştürücü gücü iddiasını, kararlılığını taşıyan politik hat Muğla’da Muğla mitinginde vücut buluyordu. COP27 öncesi İklim Adaleti Konferansı’nda İstanbul’da (6-18 Kasım 2022’de) yapılan, uluslararası örgütlerin de katıldığı Halkların İklim Anlaşması Konferansı; kapitalizmin üretim ilişkileri sonucunda açığa çıkan, belleklerin, yerinden zorla etmelerin, kültür ve doğal varlıkların yok edişi süreçleri ile siyasi krizleri de içererek derinleşen ekoloji krizler (sağlık, gıda, su, iklim vd.) için politik belirlemelerini F. Engels’in işçileri yavaş yavaş ve seri olarak ölüme sürükleyen sermaye düzenini sosyal cinayetler sistemi, Marks’ın kapitalist gelişimde üretici güçlerin yıkıcı güçlere dönüştüğü belirlemesini işaret ederken, politik sözü ile aktivistler yıkımların cinayetten öte imhaya ulaştığı uyarısını yapıyordu. Hâlâ sistem içinde düşünmeye, eylemeye mi devam edeceğiz sorgulaması; örgütlü politik mücadelede buluşmaya, dağılarak, bölünerek kaybedeceğimiz zamanın kalmadığı uyarısı ile ekoloji mücadelelerini politik gücünü kullanmaya çağırıyordu.

Çünkü; yaşam alanları (kentler, mimari, tarım, eğitim, sağlık, enerji, ulaşım, gündelik yaşam, geçimlik yaşam, güvencesiz çalışma vb.) ‘sürdürülebilirlik’ mottosu ile yeşil kapitalizmle enerji üretimlerinden suyun metalaştırılmasına, meta taşıma hatlarından (deniz ve hava limanlarına, otobanlara, köprülere, enerji nakil hatlarına, tünellere vb.) entegre atık tesislerine, maden işletmelerinden nükleer enerji üretimlerine kadar yeşil strateji olarak bezenmiş politik yaptırımlar yaşamı katli ile sürüyor. Ulus devletlerin kapitalizmi krizlerinden çıkış için desteklediği her yeni sürdürülebilir kalkınma stratejisi savaş yöntemleri ile şiddetlenip halkları, yaşam alanlarını yok oluşa, yerinden zorla etmeye, öldürmeye devam ediyor. Yıkılan ekosistemler, kültür varlıkları, insansızlaştırılan, demografik yapısı değiştirilen yaşam alanları şirketler tarafından gasp ediliyor. Ekolojik suçlar, doğaya ve insanlığa karşı suçlar katlanarak artıyor.

Buna karşılık 15 Ekim 2022’de Ekoloji Politik Konferans’ta ortaklaşılan Brezilya’da Lula da Silva’nın kazanımı, İranlı kadınların başlattığı özgürleşme hareketi ve nice dünya, Türkiye ve Kürdistan deneyimleri; ekoloji hareketinin toplumu, siyaseti, yaşamı ve kendini dönüştürme potansiyeli hepimizi politik mücadele hattımızın gücünü bu gidişi, sürmekte olan siyaseti değiştirmeye çağırıyor.

Sözü ekoloji politik perspektifle patriyarkal kapitalizmi karşısına koyup kapitalizm karşıtı doğası ile de öne çıkan kadın mücadeleleri, ekoloji mücadelesinin kuruculuğu yükseltiyor.

İşçi kırımı ile eko-kırım politikaları eş zamanlı, aynı fail tarafından yaşama geçiriliyor gerçeğine karşı örgütlü mücadele veren işçiler, emekçiler, geçimlik yaşamdan kopartılmayı, işçileştirilmeyi reddedenler tarlasından, zanaat tezgahlarından söylüyor,

Savaşların en kirli yüzlerinden olan ekolojik ırkçılığa, eko-kırıma sessiz tanıklık etmenin bedelini ödemeyeceklerini belirten, Palmira ve Hasankeyf’e olan sessizlik Kapadokya’daki yıkım ile devam ediyor uyarısı yapan, eşitlik ve özgürlük için verilen halkların mücadeleleri söylüyor. Alanlarda, çalıştaylarda, konferanslarda yükselen politik ekoloji mücadelesi; sömürü düzenine karşı eşit ve özgür yaşamın siyasetin dönüştürücü gücü olan ekoloji politik perspektifle ile örülebileceği muştusunu yükseltiyor.

Beyza Üstün

Ölmez ağacını yaşatacak karar

BirGün/EGE

Zeytinliklerin talanına karşı Danıştay’dan çarpıcı bir karar çıktı. Açılan davada Danıştay, zeytinlik alanlarda madencilik yapılamayacağına hükmetti. Çiftçi-Sen “Kazanan çiftçi oldu” açıklamasını yaptı.

Zeytinlik alanların madencilik faaliyetlerine açılmasına karşı yürütülen mücadele kazanımla sonuçlandı. Danıştay 8. ve 10. daireleri tarafından oluşturulan müşterek heyet, Zeytincilik Kanunu uyarınca zeytinlik alanlarda madencilik yapılamayacağına karar verdi. Süreç, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Maden Yönetmeliği’nde yaptığı değişiklikle başlamıştı.

Davayı açan Çiftçi-Sen Sendikası’ndan yapılan açıklamada, “Çiftçilerimizi, ülkenin içinden geçtiği ekonomik ve sosyal koşullar içinde korumak amacıyla hukuki yolları başvurduk. Bu yolu etkili biçimde kullanan sendikamızın elde ettiği bu başarı diğer dosyalar için de emsal olacaktır” denildi. Açıklamada şunlar denildi; “Mahkemelerin, hakların güvencesi olması için açtığımız davayı ve ilgili yargı kararını sizlerle paylaşmaktan mutluluk duyduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Şimdilik kazanan zeytincimiz ve zeytinlik alanlar oldu.” Daniştay’ın kararında şu ifadeler yer aldı: Sökülen ve taşınan ya da madencilik faaliyeti nedeniyle tahrip olan zeytinlik alanların eski hale getirilmesinin mümkün olmaması sebebiyle yönetmeliğin uygulanmasının telafisi güç ve imkansız zararlar doğuracağı açıktır.”

***

NE OLMUŞTU?

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın zeytinlik alanlarda madencilik faaliyeti yapılmasına yönelik yönetmelik değişikliğine karşı Çiftçi-Sen Sendikası dava açtı. Açılan davada, Danıştay 8. Dairesi, kanuna aykırı olarak, yönetmelikle zeytinlik alanlarında madencilik faaliyeti yapılmasına izin verilmeyeceğini bildirdi. İlgili yönetmeliğin yürütmesini de durdurdu. Bakanlık karara itiraz etti. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, itiraz sonrasında da, yargılamanın hem 8. Dairesi hem de 10. Dairesi’nden oluşan müşterek bir heyetle sonuçlandırılmasını karar bağladı. Aynı zamanda yürütmenin durdurulması kararını da kaldırdı. Ardından, Danıştay tarafından müşterek bir heyet oluşturuldu. Heyet Zeytincilik Kanunu uyarınca zeytinlik alanlarda madencilik yapılamayacağına hükmetti.

TARİKAT DEVLETİNİN ALEVİ AÇILIMI

0

Türkiye toplumunun bütün kesimlerinin acil ihtiyacı özgürlükçü laiklik ve demokrasi açılımıdır. Alevi, Kürt, Sünni, Başörtü, Hristiyan, Ermeni, Arapça, Süryani, Roman vb adlar altında yapılacak gerçek açılımlar on yıllarca bu uğurda verilen mücadelelerin kazanımı olur. Fakat Torba yasa ile resmileşen sözde “Alevi Açılımı” demokratikleşme, özgürlükçü laiklik getirmiyor. Kabul edilen Torba yasaya göre Muhtarlıklara, Derneklere, Belediyelere, Federasyonlara vb bağlı olan Cem Evleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı (!) bünyesinde kurulacak “Alevi Bektaşi Kültür ve Cemevi Başkanlığınca yönetilecek. Elektrik ve Su ihtiyaçları karşılanacak ve Alevi inanç önderlerinin bir kısmı maaşa bağlanacak. Hali hazırda Sivil İnanç Kuruluşu olarak nispi özerk şekilde faaliyet yürüten Cemevleri Kültür ve Turizm Bakanlığına hapsedilerek devlet denetiminin Alevi İnancına doğru genişlemesi sağlanıyor. Alevi inanç önderlerinin bir kısmına, maaşlı İnanç gardiyanı yâda maaşlı inanç korucusu görevi bahş edilecektir. Din ve Devlet işlerinin bir birinden ayrılması olarak tanımlanan laikliğin zıttı olan sözde açılım, özgürlük ve demokrasi karşıtı ve anti laiktir. İçinde Alevi kelimesi geçse de İnançlara devlet müdahalesini çoğaltan anti laik sözde açılım ile Alevi Sorunları çözülmez. Açılımların yönü Alevi inancını da devlete bağlamak değil, Sünni inancı dâhil hiçbir inancı devlete bağlamamak olmalıdır. Sözde Alevi Açılımının, Alevilerin büyük bölümünün ve demokrasi güçlerinin desteğini almaması doğaldır.

TARİKAT DEVLETİ

Devlet Tarikatının yapısı olan “Diyanet İşleri” Tarikat devletini inşa etmiştir. “Zorunlu Din Dersi” de reel olarak “Tarikat Devleti” resmi teolojisinin çocuklara dikte edilmesidir. Tarikat Devlet, vatandaşının nasıl cennete gideceğinin (!) tarik-atını (yolunu) tanımlama, tarif etme vb din işlerine boylu boyunca batmıştır. Laik devlet, vatandaşın hizmet için verdiği vergilerin çok önemli bir bölümünü kendi üstüne vazife olmayan inanç işlerine harcamaz. Laik devlet; sosyal güvenlik, istihdam, çağa uygun eğitim, iyi sağlık, hayat standardını yükseltme, yoksulluğu yok etme, Demokrasi, Adalet, Maden ocaklarında denetim, İşletmelerde işçi Sağlığı için önlemler vb kendi asıl işini “Fıtrat”, “Kader Planı” vb diyerek Allaha havale etmez ve Allah ile ilgili işlere devlet olarak soyunmaz. Laik devlet, kendini yasal veya fiili olarak bir dinle veya bir mezheple tanımlamaz. Tarikat Devleti; toplumun bir kesiminin İnancını ( Aleviliği) inanç olarak kabul etmeyerek kendini bir dinle ve bir mezhep ile tanımlamış oluyor. Hiçbir din veya mezhep teolojisi diğerlerinin kendisi ile eşit olduğunu kabul etmeyebilir ama laik devlet mezhepler ve dinler arasında eşit mesafede olmalıdır. Tarikat Devlet, bir dinin ve mezhebin tarikat müridi, taraftarı, temsilcisi olarak hareket eder. Tarikat Devleti “Alevi Açılımı” adı altında örgütlenmesini ve denetimini Alevi İnancına doğru genişletiyor.

ANAKRONİK DEVLETLER

“Voltaire tarafından söylenen “Düşüncelerine katılmıyorum, ama senin Düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim” sözünü konumuz bağlamında “Dini inancım, giyim kültürüm, Yaşam şeklim farklı, ama senin inancını, giyim kültürünü ve yaşam şeklini yaşayabilme hakkını sonuna kadar destekleyeceğim” şeklinde dönüştürürsek meramımızı özlü ifade etmiş oluruz. Laiklik, yasakçı değil özgürlükçüdür. Örneğin Türban yasağı özgürlüklere ve laikliğe aykırıdır. Türban yasağı inanç ve giyim özgürlüğü ihlalidir. Türban yasağının kaldırılması Özgürlükçü Laiklik gereğidir. Başkalarının özgürlük alanını ihlal etmeden herkes istediği gibi giyinme ve inanma özgürlüğüne sahip olmalıdır. Başka Örnek ise, Laik devletlerde vatandaşların Aleviliği İnanç ve Cemevlerini ibadethane olarak kabul etme özgürlüğü vardır. Fakat Devlet tarikatı perspektifinde Alevi inancı bir inanç olarak kabul edilmediği (!) için Kültür Bakanlığı kelepçesi ile zapturapt altına alınacak. Demokrasi ve laiklik gereği Alevilik, Sünnilik, Hristiyanlık vb hiçbir inanç ne diyanet İşleri Başkanlığı ne Kültür Bakanlığı vb eli ile devlet işlerine dâhil edilmemelidir. Laik Ülkelerde İnanç; devlete ait bir alan değil, inanan topluluklara ait sivil bir alandır. Devletin Cemevlerine ibadethane statüsü tanımaması demokrasi, insan hak ve özgürlükleri ve laiklik ihlalidir. Çünkü Laiklik; inanç özgürlüğü ve inanç özgürlüğünün güvence altında olmasıdır. Laik devlet, din körü olan devlettir. Devlet Vatandaşlarının inançlarını görmeyerek farklı inançlardaki vatandaşlar arasında eşitliği sağlar. Bu dünyada ve ahirette, maddi ve manevi dünyada iktidar olan ortaçağdaki kilisenin yerini alan Anakronik devletler Tanrının yeryüzündeki gölgesi olmanın verdiği gücü bırakmak istemiyorlar. Türk, Alevi, Sünni, Kürt, Arap, Ermeni, Hristiyan vb bütün toplum kesimlerinin birlikte Demokrasi ve Özgürlükçü Laiklik ( Reform Hareketi) mücadelesi olmadan devlet sınıfları iki dünya iktidar gücünü kendiliğinden bırakmaz.

HERKES İÇİN DEMOKRATİK LAİK TALEPLERİMİZ

Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için demokrasi ve özgürlükçü laiklik yolunda atılması gereken ilk adımları Alevi vatandaşlar olarak sıralayalım. Aleviler, sadece kendileri için demokrat bencilliği içinde olamaz. Aleviler bütün vatandaşlar için inanç özgürlüğü ve inanç özgürlüğünün güvencede olmasının, özgürlükçü laik, demokrasi ve insan haklarının tesisi ve sağlanmasını istiyor. Hangi inançtan olursa olsun vatandaşlar arasında yasal ve fiili eşitliğin sağlanmalıdır. Tek din, tek mezhep dayatmaları devlet dini, mezhebi ve tarikatı yaratmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığı devlet kurumu olmaktan çıkarılmalıdır. Din ile ilgili işler sivil toplum kuruluşu şeklinde, finansmanı ve örgütlenmesi ile cemaatlere bırakılmalıdır. Özerk Sivil Diyanetler, dernekler, vakıflar, özerk sivil başkanlıklar vb. olabilir. Sünni, Alevi, Hıristiyan vb inanıştaki vatandaşlar isterlerse kendi sivil, özerk diyanetlerini kurmalıdır. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri zorunlu olmaktan çıkartılıp seçmeli hale gelmelidir. Ders kitapları mezhepler ve dinler üstü olmalıdır. Eğitim laik olmalıdır. Cemevleri, Ehlibeyt mescitleri, Alevi Türbeleri Alevilerin İbadethaneleridir, ibadethane statüleri tanınmalıdır. Üst Mevkilere (Bakan, Vali, Genel müdür, vb) atamalar yapılırken devlet inanç körü olmalıdır. Atamalarda Alevilere konan ambargolar veya kısıtlamalar kaldırılmalıdır. Alevi, Ermeni, Yahudi, Süryani vb hiçbir inanç hiçbir makamdan ve mevkiden dışlanmamalıdır. Çoğulculuğu Esas alan Eşitlikçi, Özgürlükçü, demokratik, laik anayasa istiyoruz. Önemli inanç bayramlarımızın olduğu günler tatil olmalıdır. Aşure günü tatil olmalıdır. Arap Aleviler için en büyük inanç bayramı olan Ğadir Hum bayramı günü Arap Alevilerin yoğun yaşadığı il ve ilçelerde ve talep edilen yerlerde idari tatil ilan edilmelidir. “Yavuz Sultan Selim köprüsü” ve Antakya’da “Yavuz Sultan Selim Caddesi” adı değişmeli, en azından vatandaşların itirazının olmadığı bir isim verilmelidir.

ALEVİSİZLEŞTİRİLEN ALANLARI SERMAYEYE PEŞKEŞ ÇEKİLİYOR

HES, JES, GES, Termik Santral, baraj, taş ocağı, maden ocağı, Rüzgâr Enerji Santrali (RES), Kıyı Kenar Çizgisi vb adı altında Alevisizleştirme- topraksızlaştırma vb gizli ajanda uygulamalarıyla “Ekolojik Irkçılık Suçu” işlenmektedir. Alevi Yaşam Alanlarında hava, su, toprak, güneş, deniz, toprak, dağ vb doğal varlıklar ırkçılık aracına dönüştürülüyor. Alevi Yaşam alanlarında, ekosistemleri, doğal varlıkları, yaşamın belleğini oluşturan kültür varlıklarını sermaye birikimine sokup, geri alınamaz boyutta yok ediyor. Temiz, yeşil, çevreci veya yenilenebilir kamuflajı altında Alevilerin ve diğer azınlıkların kullanımındaki toprakların ya tapuları iptal ediliyor ya da hileyle el koyarak vahşi sermaye şirketlerine devir ediliyor. Alevilerin Yaşam ve geçim alanlarını, habitatlarını darlaştırma, topraksızlaştırma, insansızlaştırma yapılıyor ve kutsal sayılan yerlere zarar veriliyor.

TSE MAKBUL VATANDAŞ STANDARTLARI

Türk Standartları Enstitüsü’nün (TSE) Makbul Vatandaş Standardına uymayan Arap Alevilerine din asimilasyonu ve dil asimilasyonu ile birlikte “Minareyi Çalan Kılıfını Uydurur” misali yasal kılıfını uydurarak küçük geçimlik parsellerine/topraklarına çökülmektedir. Samandağ ilçe sınırlarında “ZİYARET RES” VE “GÖZENE RES” Enerji Santralleri adı altında küçük tarım üreticilerinin kullanımındaki binlerce dönüm topraklar Vahşi Enerji sermayesine devredilmesi Ekolojik Irkçılık Suçudur. Alevilerinin Yaşam ve Geçim Alanlarına, Habitatlarına zarar vermiş, darlaştırmıştır. Bütün RES türbinler Sökülerek bu topraklar küçük tarım üreticisi bölge çiftçisine iade edilmelidirler. Arap Alevilerinin inancında Kutsal Makam olan EL ARABİ TÜRBESİ yerleşkesine dikilen RES Türbinleri inanç sahiplerinin inancının gereklerini sağlıklı şekilde yerine getirmesini engellediğinden Ekolojik Irkçılık suçudur ve İbadet Özgürlüğünün, İnsan Haklarının ihlalidir. El Arabi Türbe Yerleşkesine dikilen RES türbini hemen kaldırılmalıdır. Arsuz, İskenderun, Dörtyol, Erzin, Payas, Antalya, Artvin’e kadar ülkemizin bütün kıyılarında deniz doldurularak ranta açılıyor ve denize sıfır evler, villalar, oteller vb. yapılıyor. Samandağ ilçesinde Arap Alevi mahalleleri hariç, Türkiye’nin bütün kıyılarda villalarından, yatak odalarından denize giriliyor. Samandağ İlçemizde Kıyı Kenar Çizgisi adlı altında algı operasyonuyla Denize kıyısına yüzlerce metre uzak Arap Alevilerin tapuları iptal ediliyor, evleri başlarına yıkılıyor, Yaşam ve geçim alanları insansızlaştırılıyor (Alevisizleştiriliyor), topraksızlaştırılıyor. Küçük toprak sahibi Alevi Vatandaşın en temel kazanılmış hakları ellerinden alınarak, Vahşi Turizm Sermayesine alan açılıyor. Sonuç: Türkiyeli Aleviler Eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti istiyor. Aleviler kanunda ve uygulamada eşitlik istiyor.

MEVLÜD ORUÇ