Yerli kömürün gazlaştırılarak ekonomiye kazandırılması maddesiyle iklim hedefine gölge düşürülmüş. Malum, kömür gaza çevrilince iklim dostu olmuyor.
Millet İttifakı, Ortak Politikalar Mutabakat Metni ile iktidara gelmeleri halinde hayata geçirecekleri çalışmaları özetledi. 244 sayfalık metin 21 yıldır yaşanan sorunların birçoğuna, özellikle de tek adam iktidarıyla perçinlenen yoksulluk, adaletsizlik ve eşitsizlik temelli meselelere çare olabilecek öneriler içeriyor. Ekoloji başlığı altında toplayabileceğimiz hayvan hakları, enerji, madencilik ve iklim değişikliği gibi konularda, sivil toplum örgütlerince de zaman zaman dillendirilen çözüm önerilerine yer verilmiş. Altılı Masa’nın ilgili konularda çok sayıda kişiyi dinlediği görülüyor. En büyük eksikliği ise sektörel politikalar diye niteledikleri bu alanların birbirlerinden kopuk oluşu. Farklı alanlar arasında bütünlük sağlayabilmek zor bir iş ama özellikle ekoloji alanında başarı isteniyorsa bu şart. Ekolojiyi bir şemsiye politika gibi düşünüp, ekonomi, teknoloji, sanayi ve enerji gibi başlıkları bu şemsiyenin altında değerlendirmek gerekir. Almanya’nın yıllar önce nükleer santralların güvenliğini Enerji Bakanlığı’na değil, Çevre Bakanlığı’na bıraktığını hatırlayalım. İklim, Çevre ve Orman Bakanlığı’nın kurulması ve su yönetimini de kapsayacak şekilde yeniden yapılandırılması bu bağlamda olumlu bir gelişme. Sanayi, enerji ve ekonomi gibi alanlarsa özerkliklerine devam ediyor.
İKLİM
Altılı Masa’nın ‘hükümet programı’ kabul edilen metne, iklim politikalarını inceleyerek başlayalım. İklim krizine yol açan seragazı emisyonlarını azaltmak ve net sıfır emisyon hedefine 2050’de ulaşmak hedeflenmiş. AKP-MHP hükümetinde bu hedef 2053’tü. İktidardan farklı olarak bu hedef kömür santrallarının kapatılması vaadiyle daha gerçekçi bir zemine taşınmış ancak tarih verilmemiş. İklim yasasının çıkarılması, Çevre Kanunu’nun doğa hakları temelinde yeniden düzenleneceği belirtilmiş. Öte yandan, yerli kömürün gazlaştırılarak ekonomiye kazandırılması maddesiyle iklim hedefine gölge düşürülmüş. Malum, kömür gaza çevrilince iklim dostu olmuyor. Metinde gaz aramalarına, Türkiye’yi petrol ve gaz boru hatları geçen bir ticaret merkezi yapmaya dair çok sayıda vurgu var. Bunların da iklim hedefiyle çelişeceği ortada. Enerji bölümüyle iklim bölümünü adeta ayrı kişiler yazmış. Karbon ticaretinden de iktidara kim gelirse gelsin kaçış yok gibi görünüyor.
Ulaşım politikaları kapsamında yer alan hızlı tren projeleri Türkiye’nin ulaşım kaynaklı seragazı emisyonlarını azaltabilir. İzmir ve Bursa’nın Ankara’ya bağlanması, Güneydoğu ve İç Anadolu’yu birbirine bağlayacak Mersin-Konya ve Mersin-Gaziantep hızlı tren projeleri önemli. Ancak, ulaşım politikalarında iç hatların geliştirilmesi, düşük ücretli havayollarının geliştirilmesi yine bir tutarsızlığın işareti. Ulaşımda karayolundan sonra en büyük emisyon kaynağı havayolu, verilen destek emisyon artışına yol açar.
HAYVAN HAKLARI VE DOĞA
Hayvan haklarının anayasal güvence altına alınacak olması ve özel bir yasa çıkarılması vaadi önemli. Sahipsiz hayvanların tedavisi, kısırlaştırılması ve aşılanması için teşvik verilecek. Keşke ‘petshop’larda hayvan satışını tamamen yasaklayıp, sahipsiz hayvanların sahiplenilmesi de teşvik edilseydi. Yaban hayvanların avlanması konusunda ise “kanunsuz avlanmayla mücadele” çok yeterli bir öneri değil. Avcılığı yasaklamak ülkedeki silah kültürüyle de baş etmenin bir yolu. Ekoloji politikalarının sosyal politikalarla bağı burada da gözden kaçmış. Daha cesaretli adımlara ihtiyaç var.
Cumhurbaşkanı’ndan ormanlık alanların vasfını değiştirme yetkisinin alınması güzel bir hamle olacak. Müştereklerimiz üzerinde tek bir kişinin karar hakkı olması kabul edilebilir değildi. Orman köylülerinin güçlendirilmesi ve yangınlara karşı tedbirler metinde çokça yer alsa da konunun uzmanların eski ve çam ağaçlarını yangınların sorumlusu gibi gösteren yanlış bilgilerden şikâyetçi. Yanan orman alanlarına verilen yasaya aykırı izinlerin iptali kulağa hoş gelse de orman alanlarını, imar, maden ve enerji amaçlı kullanımdan koruyacak daha üst düzey bir güvenceye ihtiyaç olduğu ortada. Benzer bir şekilde, kıyılardaki yapılaşmanın önüne geçmek için de iyi niyetten fazlası gerekiyor. Belgede, “kıyılardan herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına engel olan uygulamaları sıkı denetim altına alacağız” denmiş. Kıyılar otellere, turistik tesislere peşkeş çekilemez ve kamuya açık hale getirilir denseydi, kıyıları sahiplenemeyeceğini anlayan birçok projenin getirdiği yapılaşma tehdidi de azalırdı.
Çevre İhtisas Mahkemeleri’nin kurulması hukukçulardan da destek alan bir öneri, çevre koruma amaçlı davaların kamu davası kabul edilip harçtan muaf tutulması da fayda sağlar çünkü sivil toplum maddi nedenlerle dava açmakta zorlanıyor. Bilirkişi ücretlerinin de bu kapsama alınması ve bilirkişi heyetinin yetkinliğinin artırılması da bu öneriye eklenebilir.
Metinde, Kanal İstanbul gibi rant projelerine değil Güney Doğu Anadolu Projesi (GAP) ve Konya Ovası Projesi (KOP) gibi tarımsal sulama projelerine kaynak aktarılacağı söyleniyor. Türkiye’deki geçmiş sulama projelerini birçoğunun kuruyan göller ve sulak alanlarla ilişkisi var. Sulak alanların korunmasına önem verileceği birkaç kez belirtilmiş olsa da eski bir zihniyetin ürünü olan GAP gibi projelerin nasıl hayata geçirileceği merak konusu. Çıkarılacağı belirtilen ‘Su Kanunu’ yeterli olur mu göreceğiz.
ENERJİ
Enerji başlığında yapılacak ve doğayı etkileyen değişiklikler arasında, tarıma ve ekosisteme zarar veren mevcut hidroelektrik santralların sözleşmelerinin yeniden gözden geçirilme taahhüdü dikkat çekiyor. Yenilenebilir enerjiye desteğin süreceğini ancak teşviklerin gözden geçirileceğini de metinden anlıyoruz. Enerji ihtiyacını karşılayan binalara teşvik verilecek, çatılara kurulacak güneş panelleri için de özel kredi paketleri hazırlanacak. Hepsi yerinde hamleler olur.
Türkiye’nin doğalgazda merkez olmasının, daha çok petrol ve doğalgaz aranmasının ‘çevreci’ nitelemesini hak etmediğini söylemeliyiz. En kötüsü ise yapımı süren ve Türkiye’yi Rusya’ya daha fazla bağımlı kılmakla kalmayıp, ciddi bir maddi yükümlülük altına da sokacak Akkuyu’yla ilgili bir kapatma planının olmaması. Bu yetmezmiş gibi, dünyada örneği olmayan, küçük modüler nükleer reaktörleri kuracağız denmiş. Nükleer lobiye kolunu kaptırmış altı parti var karşımızda. Nükleer, gaz ve kömür gibi kaynakların ucuz ve temiz enerji sağlayamayacağını, enerjide mülkiyetin birkaç büyük şirketin elinde bulunmasının bol sıfırlı faturalara kadar uzanan sorunları çözemeyeceğini görememişler. Enerjinin yerinde ve küçük ölçekli üretimle temin edileceği bu çağda, neredeyse 50-60 yıl öncesine ait politika önerilerini görmek tam bir hayal kırıklığı oldu.
Türkiye’nin elektrik talebinin yaz döneminde klimalarla ayyuka çıktığını biliyoruz. Bu da iklimden doğaya zarar veren enerji üretimi tesislerine kadar uzanan sorunlara yol açıyor. Turizmle ilgili kısımda enerji verimliliği vurgusu, otellerin güneşten elektrik üretme zorunluluğu gibi çözüm önerileri yok. Enerji verimliliği de tüm metin içinde sadece 1 kez geçiyor; yalıtım kelimesi ise hiç geçmiyor. Sınırlandırmadığımız talebi, sınırlı kaynaklarla karşılayamayacağımızı bir kez daha hatırlatmakta fayda var.
SANAYİ VE MADENCİLİK
Doğanın korunmasını en çok zorlayan sanayi ve madencilik alanlarında Altılı Masa’nın önerileri daha çok mevcut sorunları çözmeye odaklanmış; radikal değişiklikler içermiyor. Madencilik faaliyetlerinin tarım, enerji ve çevre politikalarıyla koordinasyon içinde yürütülecek olması yazının başında işaret ettiğimiz eleştiriye bir yanıt kabul edilebilir. Bu maddenin metnin geneline yansıdığını söylemek ise zor. Örneğin, “Demir, altın, bakır, nikel gibi sanayinin ana hammaddesi olan ürünlerin çıkartılması, izabesi gibi konulardaki yatırımları destekleyeceğiz” söylemi, altın gibi büyük oranda ziynet eşyası için yapılan madenciliği aklar nitelikte. Halbuki, siyanürle ayrıştırma yapılan bu madenler sanayinin değil ticaretin ve rantın talebiyle açılıyor, doğaya da büyük zarar veriyor.
Sanayide, ‘yeşil dönüşüm’, ‘çevreci üretim’ ve ‘sürdürülebilirlik’ kelimeleri birçok maddede geçiyor. Madencilikte olduğu gibi olumlu taahhütlerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği konusunda şimdiden yorum yapmak falcılık olur. Katılım süreçlerinin güçlendirileceğine dair verilen sözler bu taahhütlerden daha önemli ve takip edilmeli. Çevreyi kirleten sanayi tesislerinin kentlerden taşınacağı da belirtilmiş. Başka bir kısımda yer alan arıtma tesislerinin artırılmasıyla ilgili hedefle yeni sanayi tesislerinin kurulması birleştirilirse olumlu sonuçlar alınabilir. Sanayide rotanın hangi teknolojiler ve alanlarda olacağı konusunda ise olumlu kabul edilebilecek kelimelere (geri dönüşümlü ürünler, enerji tasarrufu sağlayan ürünler gibi) yine rastlıyoruz ancak “takip değil sıçrama eksenli bir sanayileşme ve teknoloji politikasını esas alacağız” iddiasının altını, daha fazla nükleer, kömürden gazlaştırma gibi geçmişin teknolojileriyle doldurmak mümkün değil.
Sanayiden en çok zarar görenin doğa ve dolayısıyla yaşamımız olduğunu unutmamalıyız. Sanayi ve ekonomi politikalarını doğa merkezli bir bakış açısıyla belirlediğimizde Türkiye gerçekten de ‘çağ atlayacak’. Bu yüzden endüstriyel üretimi tasarlarken geleceğin doğa dostu yaşam tarzını net bir şekilde belirlemek ve o yaşama uygun üretim süreçlerini en çevreci özelliklerle planlamak gerekiyor.
Tonlarca asbest taşıdığı gerekçesiyle çevrecilerin, sendikaların ve meslek kuruluşlarının eylemleri sonucu Türk karasularına girmesi yasaklanan 1960’lardan kalma Brezilya’ya ait uçak gemisi, Atlas (Atlantik) Okyanusu’nda batırılacak.
32 tonluk ‘Sao Paulo’ adlı eski askeri uçak gemisi, söküm için İzmir’in Aliağa limanına doğru yola çıkmıştı, ancak çevreye ve insan sağlığına zararlı birçok tehlikeli toksik atık barındırdığı belirtilen gemi, Türkiye karasularına girişine izin verilmeyeceği açıklanınca Cebelitarık Boğazı’ndan geri dönmüştü.
Brezilya donanması yaptığı açıklamada, 3 aydır kıyıdan uzakta olan geminin su aldığını ve batma riski altında olduğunu bu nedenle Brezilya limanlarına yanaşmasına izin verilmediğini açıkladı.
Çevre Bakanı Marina Silva’nın talebine rağmen, Deniz Kuvvetleri gemiyi Brezilya’nın münhasır ekonomik bölge sınırları içerisinde, kıyıdan 350 kilometre açıkta ve 5.000 metre derinlikte batırmaktan başka çaresi olmadığını söyledi.
Donanmanın açıklamasında, bu bölgenin çevre koruma alanlarından uzakta ve deniz altı iletişim kablolarından arınmış olduğu kaydedildi.
Tüm dünyadan yüzlerce çevre ve sivil toplum örgütü, Abu Dabi Ulusal Petrol Şirketi’nin CEO’su Sultan Al Jaber’in COP28 başkanlığına atanması kararından vazgeçilmesi için BM’ye açık bir mektup gönderdi.
Dünyanın farklı ülkelerinden sivil toplum örgütleri, Abu Dabi Ulusal Petrol Şirketi’nin CEO’su (en üst düzey yöneticisi) Sultan Al Jaber’in COP28 başkanlığına atanması kararından vazgeçilmesi için Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri António Guterres, BM Çerçeve Sözleşmesi İcra Sekreteri (BMİDÇS) Simon Stiell ve BMİDÇS taraflarına açık bir mektup gönderdi.
Mektupta, iklim krizini körükleyerek büyük kazançlar elde eden bir fosil yakıt yöneticisinin iklim krizine karşı küresel mücadeleyi yönetmek üzere atanmasının onurlu bir davranış olmadığına dikkat çekildi.
Kuruluşlar, bu atamanın BMİDÇS güvenilirliğini ve meşruiyetini yitirmesinin tepe noktası olduğunu söyleyerek hükümetlere, “açgözlülüğe ve kâra hizmet etmeyi” bırakıp, dünyanın fosil yakıt bağımlılığının bedelini hayatları ve geçim kaynaklarıyla ödeyen insanları ve toplulukları korumasını sağlamak için sistemi baştan kurma çağrısında bulundu.
Ortada kutlayacak bir şey yok
Mektubun Türkçesi şöyle:
“Sayın, António Guterres, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri; Simon Stiell, Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi İcra Sekreteri ve BMİDÇS Tarafları,
“11 Ocak’ta Abu Dabi Ulusal Petrol Şirketi’nin (ADNOC) CEO’su Sultan Al Jaber’in Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) ev sahipliğinde düzenlenecek olan COP28’in başkanı olarak küresel iklim müzakerelerinin bir sonraki turunu yöneteceği haberi geldi. Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği ve hatta Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) İcra Sekreteri bu haber üzerine tebriklerini iletti.
“Açık konuşalım; ortada kutlayacak bir şey yok. Bu karar COP28’in meşruiyetini ve etkinliğini tehdit ediyor. Eğer iklim krizine karşı mücadele umudumuz varsa, her COP fosil yakıt endüstrisinin kirletici etkisinden arındırılmış olmalı.
Şirketi büyük bir kirletici
“ADNOC dünyanın en büyük 12. petrol üreticisi. Büyük bir kirletici olarak karbon emisyonlarından en çok sorumlu olan şirketler listesinde 14. sırada. ADNOC ayrıca fosil yakıt şirketlerinin petrol ve gaz üretimini artırma planlarına ilişkin küresel bir analizde 2. sırada yer alıyor ve yeni sahalar ve kuyular için proje ve inşaat onaylarına dayalı olarak en hızlı büyüyen fosil yakıt şirketlerinden biri. Yakın zamanda 2027 yılına kadar günde 5 milyon varil petrol üretme taahhüdünde bulunarak genişleme planlarını hızlandırdı ve fosil yakıtlı bir geleceğe hapsolmaya devam etmek için diğer büyük kirleticilerle yakın işbirliği içinde.
“Al Jaber’in atanmasından önce bile BAE’nin performansı, fosil yakıtlardan aşamalı çıkış ve küresel sıcaklık artışını 1,5 santigrat derecenin altında tutma konusunda çabası olmadığını gösteriyordu. Aksine, BAE’nin eylemleri, iklim krizini çözmenin değil, krize neden olmanın merkezinde olduğunu gösteriyor.
Onurlu bir davranış değil
“İklim krizini körükleyerek büyük kazançlar elde eden bir fosil yakıt yöneticisinin iklim değişikliğine karşı küresel mücadeleyi yönetmek üzere atanması onurlu bir davranış değil. Milyonlarca yaşamın ve ekosistemin tehlikede olduğu iklim krizinin yoğunlaştığı bir dönemde böyle bir hamlenin meşru görülebilmesi, Büyük Kirleticilerin iklim politikalarını nasıl bastırdığını gösteriyor. Bu aynı zamanda daha derin bir soruna işaret ediyor: Fosil yakıt çıkarları BMİDÇS’yi ele geçirmiş durumda ve güvenilirliğini tehdit ediyor.
“Bir fosil yakıt yöneticisi tarafından başkanlık edilen hiçbir COP meşru görülemez. COP Başkanlıkları fosil yakıt etkisinden bağımsız ve özgür olmalıdır. UNFCCC’nin uzun süredir gecikmiş olan fosil yakıtlardan eşitlikçi çıkışı sağlamasının zamanı geldi. En önemlisi en büyük problem olan kirleticilerin çıkarlarını ele almak ancak bu şekilde mümkün olabilir. Ayrıca şunları da talep ediyoruz:
Büyük Kirleticiler kuralları yazamaz. Büyük Kirleticilerin iklim politikalarını haksız yere etkilemesine izin verilmemelidir. Bu onların iklim değişikliğine karşı küresel tepkiyi zayıflatmaya ve baltalamaya devam etmelerini sağlıyor ve bu yüzden yok olmanın eşiğindeyiz. UNFCCC acilen, bu kurumsal ele geçirmeyi sistematik olarak sona erdiren, küresel rejim çapında bir çıkar çatışması politikası da açıklayarak bir Hesap Verebilirlik Çerçevesi oluşturmalıdır.
Artık Büyük Kirleticilerin iklim eylemlerini finanse etmesine son verilmelidir. İklim müzakerelerinde veya iklim eylemlerinde Büyük Kirletici ortaklığı veya sponsorluğu olmayacak. Şu anda da olmayacak, hiçbir zaman olmayacak. Büyük kirleticilerin kendilerini yeşile boyamalarına ve neden oldukları bir krizin suçluluğundan kurtulma yollarını kelimenin tam anlamıyla satın almalarına izin verilmemelidir. Bu kabul edilebilir görüldüğü sürece UNFCCC her zaman başarısız olmaya mahkumdur.
Kirletenler dışarı, halklar içeri. Sivil toplum her zaman COP sürecine katılmış olsa da, hükümetler sivil toplum örgütlerinin ve iklim adaleti hareketlerinin seslerini duyurmalarını her seferinde daha da zorlaştırdı. Sivil toplumun eşitlikçi ve anlamlı bir şekilde sürece dahil edilmesine ihtiyacımız var. İklim eylemi, özellikle iklim krizinin ön saflarında yer alan insanların liderliğini ve yaşanmış deneyimlerini merkeze almalıdır. Ön saflarda yer alan toplulukların liderliğinde, Büyük Kirleticilerin kârlarını destekleyen, suiistimallerini mümkün kılan ve onlarca yıl daha fosil yakıt kullanımını garanti altına alan yanlış yönlendirmelerin (sahte çözümlerin) ve tehlikeli dikkat dağıtıcıların finanse edilmesine ve onaylanmasına son vermeliyiz.
Büyük Kirleticileri değil, insanları ve gezegeni korumak için sistemi sıfırlayın. Büyük Kirleticiler bildiğimiz yaşamı yok ediyor. Kirletenler için değil insanlar için çalışan ve doğayı yok etmek yerine onaran yeni bir yaşam ve işbirliği biçimi inşa etmenin zamanı geldi. Hızlı ve adil bir şekilde uygulanacak gerçek, adil, hesap verebilir, toplumsal cinsiyete duyarlı, toplum liderliğinde, doğayı onaran, kanıtlanmış ve dönüştürücü çözümlere ihtiyacımız var. Fosil yakıtlardan tamamen ve eşitlikçi bir çıkışa yönelik dönüşüme ihtiyacımız var. Yerli halkların, yerel toplulukların, kadınların, işçilerin haklarını ve adalet için konuşanların korunmasını merkeze alan gerçek çözümlere ihtiyacımız var. Şirketlerin suistimallerinin cezasız kalmasına son vermeye ihtiyacımız var.
* Mektubun Türkçe çevirisi: CAN Europe’dan Elif Cansu İlhan. ** Mektubun orijinaline ve basın açıklamasına buradan ulaşabilirsiniz. Mektubu kuruluşunuz adına buradan imzalayabilirsiniz.
Ne olmuştu?
11 Ocak 2023’te Abu Dabi Ulusal Petrol Şirketi’nin CEO’su Sultan Al Jaber, önümüzdeki aylarda yapılacak Birleşmiş Milletler (BM) İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 28. Taraflar Konferansı’nın (COP28) başkanı olarak atandı.
Sultan Al Jaber, aynı zamanda COP28’in ev sahibi Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) Endüstri ve İleri Teknoloji Bakanı.
Ekoloji aktivistleri, Al Jaber’in petrol şirketindeki görevinden ayrılması gerektiğini ve bu durumun net bir çıkar çatışması oluşturduğunu söylüyor.
COP28 görüşmeleri, ev sahibi BAE’nin dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz üreticisi olması nedeniyle zaten tartışmalı bir hale gelmişti.
Siyasi partilerin iklim kriziyle mücadele ve çevre politikalarını inceledik.
Spektrum Pusula’dan herkese merhaba,
Bu hafta İlkim, partilerin programlarında çevre konusunun nasıl ele alındığını inceledi.
Öneri: Bu bültende yer almayan Yeşiller Partisi’nin örüşlerini, kriz tanımlarını, çözüm önerilerini ve giderek ivmelenen küresel Yeşiller hareketiyle ilişkilerini, kurulması engellenen partinin Eş Sözcüsü Koray Doğan Urbarlı ile konuşmuştuk. Röportajı buradan okuyabilirsiniz.
Cumhur İttifakı, çevre düzenlemelerine nasıl bakıyor?
AK Parti, MHP ve BBP parti programlarında çevre düzenlemelerini nasıl ele alıyor?
AK Parti
AK Parti, parti programında “çevre sorunlarına hem sağlıklı bir ortam sağlanması, hem de ulusal maliyetlerin azaltılması açısından” baktığını ifade ediyor. Sanayileşme ve kırsaldan kente göçün çevre sorununu ortaya çıkardığının vurgulandığı programda partinin, bir yandan sürdürülebilir bir kalkınmayı hedeflediği, öte yandan bu kalkınmanın çevreye maliyetinin asgari düzeyde tutulmasına özen göstereceği belirtiliyor. Bu amaç çerçevesinde aşağıdaki politikaların izleneceği ifade ediliyor:
Türkiye ne kendi ürettiği, ne de başka ülkelerden ithal edilen çevreye zararlı atıkların mezarlığı olmayacaktır. Çevreyi kirleten hiçbir kalkınma ya da üretim modeline müsamaha gösterilmeyecektir.
Bilhassa eko-sistemler üzerinde toksik ve kalıcı etkileri bulunan endüstri atıklarının kontrol altına alınması ve arıtımının sağlanması suretiyle kirlenme oranı asgariye indirilecektir.
Çevre sorunları çoğunlukla yerel düzeyde ortaya çıktığından, çevre politikalarının oluşturulması ve hayata geçirilmesinde de yerel yönetimlerin önemi büyüktür. Bu nedenle partimiz, çevre ile ilgili planlarını merkezden değil, yerinden yönetimler aracılığıyla gerçekleştirmeyi ve politikalarını katılımcı demokrasi anlayışı ile bütünleştirerek uygulamayı esas alacaktır.
Çevre konusunda vatandaşlardan gelen her türlü şikayet dikkatle incelenecektir. Çevre konularında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleri ile işbirliğine gidilecek, çevre sorunlarının çözümünde vatandaşların inisiyatif alması teşvik edilecektir.
Çevre ile ilgili uluslararası örgütlerin talepleri ve çalışmaları dikkate alınacaktır.
Küçük yaşlardan itibaren vatandaşlara çevre bilinci kazandıracak bir eğitim programının yaygınlaştırılması öncelikli görevlerimizdendir.
Tarım alanlarında kimyasal gübre, ilaçlama ve hormon kullanımında standartlar geliştirilecek, bu standartlara dayalı kontrol mekanizması oluşturulacaktır. Küçük ve büyük baş hayvan yetiştiriciliğinde hormon kullanımı önlenecektir.
MHP
“Temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı her insanın temel haklarından birisidir.” ifadeleriyle başlayan parti programında MHP, çevre sorunlarını kalkınma-çevre koruma ikilemi yerine, akılcı bir koruma, kullanma ve geliştirmeyi öngören sürdürülebilir kalkınma modeli ile aşmanın, gelecek nesillere temiz, yaşanabilir doğal ve kültürel değerleri korunmuş bir çevrenin intikalinin politikalarının esasını oluşturduğunu söylüyor.
Doğal, tarihî ve kültürel değerlerin kirlenmesini, tahrip edilmesini ve yok olmasını önlemek için, bilim ve aklı esas alan inanç ve millî menfaatlerle çatışmayan bir bakış açısı ile yaklaşılacağı vurgulanıyor. Ekonomik ve sosyal politikalar ile çevre politikası arasında uyum sağlanacağı, kalkınma gerçekleştirilirken insan sağlığı, ekolojik denge, kültürel, tarihî ve estetik değerlerin korunacağı belirtiliyor.
Çevre duyarlılığının geliştirileceği, eğitim müfredatının zenginleştirileceği, yatırımlarda çevre dostu teknoloji kullanımının teşvik edileceği ifade ediliyor. 119 kıyı alanı planlaması ve yönetiminin uygulanacağı, su, hava, toprak ve denizi birlikte dikkate alan entegre çevre politikaları geliştirileceği belirtilirken verimli tarım topraklarının korunacağı, amaç dışı kullanımı ve erozyon önleneceği de belirtiliyor.
Türkiye’nin sahip olduğu biyolojik çeşitliliğin ve genetik kaynakların araştırılması, korunması ve ekonomik değer kazandırılmasının sağlanacağı, biyogüvenlik ve genetiği değiştirilmiş organizmalar konusundaki risklerin en aza indirilmesi için tarım, çevre ve teknoloji politikalarının birlikte ele alınacağı bildiriliyor.
Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Altılı Masa
Altılı Masa çevre düzenlemelerine nasıl bakıyor?
CHP, İYİ Parti, DEVA Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi ve Demokrat Parti parti programlarında çevre düzenlemelerini nasıl ele alıyor?
CHP
CHP parti programında, çevre hakkının temel insan hakları arasında yer aldığını ifade ediyor. Büyüme, sanayileşme ve kentleşme stratejilerinde doğal kaynakların sınırlılığının dikkate alınacağı, küresel ısınma ve iklim değişikliği, çölleşme, kuraklaşma, deniz kirliliği ve erozyon süreçlerini yakın geleceğin evrensel tehdidi olarak algılayan, yaşanabilir ve sürdürülebilir çevreyi mümkün kılan kalkınma ve toplumsal yapıyı oluşturma anlayışının toplumun her kesimine benimsetilmesine çalışılacağının sözü veriliyor.
CHP, Türkiye’nin çevre envanterinin çıkarılması gerektiğini savunurken, Türkiye Çevre Eylem Planı’nın hazırlanıp uygulanacağını, çölleşme ve erozyonla mücadele planının geliştirileceğini, ısınma, ulaşım gibi enerji kullanılan alanlarda çevre bilinciyle hareket edileceğini vadediyor.
Ana muhalefet partisi, programında kaynakların kullanımında tasarrufun öneminin altını çizerken “kirleten öder” ilkesine işlerlik kazandırılmasını, çevreyi kirletenlerin bedel ödemesini savunuyor. Çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) uygulamasına önem veren CHP, sanayi ve enerji tesislerinin çevre standartlarına uymak zorunda olduğunu belirtiyor. Çevresel yatırımların yönetilmesi için Çevre Ajansı kurulmasının sözünü veriyor.
Devletin imzaladığı çevre korunması konulu uluslararası belgelere uyulması için kararlılık gerektiğini ifade eden CHP, bu alanda çalışan sivil toplum kuruluşlarının tecrübesinden faydalanılması gerektiğini de söylüyor.
Programında kömürden çıkışa yer vermeyen CHP, yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımının teşvik edileceğini belirtiyor.
İYİ Parti
İYİ Parti, programında sağlıklı ve dengeli yaşam hakkının çevre politikalarının temelini oluşturduğunu ifade ediyor. Kalkınma politikaları ile çevre politika ve uygulamaları arasında uyum sağlanacağı vurgulanıyor. İklim değişikliğinden zarar görmemek için her türlü tedbirin alınacağı, biyolojik çeşitliliği azaltan faaliyetlerle mücadele edileceği, temiz ve sağlıklı çevrede yaşama hakkının insan hakkı olarak değerlendirileceği belirtiliyor.
Kirlenmeye yol açan kimyasalların kullanımına kesin sınırlamalar ve yaptırımlar getirileceği, uluslararası çevre politikaları ile uyumluluk arz edecek anlaşma ve sözleşmelerden doğan hakların korunacağı, sürdürülebilir çevre, kalkınma ve refahın birlikte değerlendirileceği belirtiliyor. Çevreyi kirleten bütün unsurlara karşı en ağır ve caydırıcı yaptırımların uygulanacağı, HES projelerinin çevreye olan etkilerinin bütüncül olarak değerlendirileceği ifade ediliyor. Çevrenin değerinin müfredat programına yerleştirileceği bildiriliyor.
DEVA Partisi
DEVA Partisi parti programında artan nüfusun kentleşme ve sanayileşme; ormanların yok olmasına, emisyonların artmasına, yenilenemeyen kaynakların tükenmesine, nehirlerin kirlenmesine, çölleşmeye, su baskınlarına ve uzun dönem iklim değişikliğine neden olduğunu ifade ediyor. İklim değişikliğinin de insanlar, diğer canlılar, çevre ve ekonomi üzerindeki geniş kapsamlı ve yıkıcı etkileriyle insanlığın karşılaştığı en büyük ve en acil sorunlardan biri hâline geldiği belirtiliyor. DEVA Partisi çevreye ilişkin hedeflerini “Vatandaşlarımızın sağlık ve refahının çevre ile ilgili risklere karşı korunması için, kirliliğin önlenmesi ve doğal kaynakların ekolojik dengeye zarar vermeyecek biçimde kullanılması temel hedefimizdir.” ifadeleriyle açıklıyor.
Yeşil bir ekonomiye geçişin öngörüldüğü, kaynak verimliliğine dayalı, kapsayıcı ve sürdürülebilir bir çevre politikasının hedeflendiğinin ifade edildiği programda, okul öncesi eğitimden başlayarak bireylere pratik alışkanlıkları oluşturmayı hedefleyen güçlü bir çevre eğitimi bilinci verilmesinin sağlanacağı, başta enerji olmak üzere, sanayi, tarım, ulaştırma gibi diğer politika alanlarını çevre ile daha uyumlu hâle getirileceği, sanayide çevre dostu teknolojilerin kullanılmasının destekleneceği, yeni yerleşim yerlerinde merkezi ısıtma sistemlerinin teşvik edileceği, yeşil alanların artırılacağı, hava kirliliğini azaltan tedbirlerin uygulanacağı belirtiliyor.
Denizlerdeki petrol kirliliği, atıkların artışı ve aşırı, düzensiz balıkçılık gibi unsurların deniz canlılarının sağlığını ve çeşitliliğini olumsuz etkilediğinin belirtildiği programda, deniz kirliliğiyle etkin şekilde mücadele edileceği bildiriliyor. Evsel ve sanayi atık suları için ortak atık su arıtma tesisleri yaparak, arıtılan suların sulamada kullanılmasını teşvik edileceği ifade ediliyor.
Tarımda suyu az tüketen bölgenin durumuna göre kuraklığa dayanıklı bitki türlerine yönlenmesinin teşvik edileceği, tarımda su kullanımının etkinleştirilmesi için yeni teknolojilerin kullanılmasının destekleneceği belirtiliyor. Tarımda su kullanımının etkinleştirilmesi için yeni teknolojilerin kullanılmasının destekleneceği bildiriliyor. Üretilen atıkların bir tehdit olmaktan çıkarılıp ekonomi için bir girdiye dönüştürülmesinin amaçlandığı, biyolojik çeşitliliği ve gen kaynaklarını gelecek kuşakları da gözeterek koruyacakları belirtiliyor.
Hayvan haklarının korunması ve hayvanların kötü muamele ve şiddete maruz kalmalarının engellenmesinin önemli ve hassas toplumsal bir kural olduğunun vurgulandığı metinde, Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi gibi ilgili uluslararası enstrümanların benimsediği norm ve standartları tüm düzenleme ve uygulamaların göz önünde bulundurulacağı ifade ediliyor. Hayvanların şiddet ve işkenceden korunması için hayvanlara karşı işlenen suçlar kapsamına giren fiilleri ve cezaları bu doğrultuda düzenleyecekleri belirtiliyor.
Orman ve korunan alanların genişletileceği, millî parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiatı koruma alanları, uluslararası öneme sahip sulak alanlar, yaban hayatı geliştirme sahaları ile hassas bölgelerin korunacağı, orman, mera ve tarım alanlarının ekonomik getiri ve rant uğruna kullanımlarına izin verilmeyeceği ifade ediliyor. Çölleşme ile mücadele de havza bazlı, sürdürülebilir arazi yönetiminin sağlanması ve yok olan toprakların kaybının önlenmesi için gerekli yasal çerçevenin oluşturulacağı, Ulusal Eylem Planları hazırlanacağı belirtiliyor.
Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi, Paris Anlaşması, Avrupa Birliği Çevre Programları ve taraf olunan diğer uluslararası anlaşma ve sözleşmelerin yakından takip edileceği vurgulanıyor. Küresel ısınmanın Türkiye’deki coğrafi ve ekonomik etkilerinin tüm yönleriyle araştırılacağı; çevreyi kirleten bütün kurum, kuruluş ve şahıslara, kirleten öder ilkesi doğrultusunda, en ağır ve caydırıcı yaptırımların uygulanacağı, çevreye zarar veren faaliyetler üzerindeki vergileri, harçları ve ücretleri arttırılacağı belirtiliyor.
Çevreye ilişkin politikalar, planlar ve projeler belirlenirken; kamu kurumları, özel sektör temsilcileri ve sivil toplum örgütlerini sürece dahil edileceği, merkezî ve yerel bütçeleme süreci ile politikaların oluşturulmasında iklim ve çevresel hedefleri de dikkate alınacağı da ifade ediliyor.
Hikâyeyi beğendiniz mi? Paylaşın.
Emek ve Özgürlük İttifakı
Emek ve Özgürlük İttifakı, çevre düzenlemelerine nasıl bakıyor?
Emek ve Özgürlük İttifakı’ndan HDP ve TİP, çevre düzenlemelerine parti programında nasıl yer veriyor?
HDP
HDP’nin parti programında “çevre”, “Ekoloji ve yaşam mücadelesi” başlığı altında inceleniyor. Partinin halkın mücadele gücünden ilhamla, “kapitalizmin doğayı, doğal varlıkları ve yaşamı metalaştırarak sömürmesine karşı, insanı doğanın efendisi değil, bir parçası” olarak gördüğü ifade ediliyor.
Programda suyun ve doğanın ticarileştirilmesine, piyasa temelli enerji politikalarıyla ve projeleriyle mücadele edileceği, insani ihtiyaçlar için gereken ve geçimlik tarımda kullanılan suya parasız, temiz ve yeterli miktarda erişim hakkının güvence altına alınmasını savunulduğu ve bunun gerçekleşmesinin hedeflendiği belirtiliyor. Partinin su kullanım hakkı anlaşmalarına, karbon ticaretine, HES (Hidroelektrik Santralleri) projeleri ile termik, nükleer gibi enerji politikalarına ve ekolojik yıkıma yol açan maden işletmeciliğine karşı olunduğu ve yasaklanması için mücadele edileceği bildiriliyor.
“Kapitalizmin doğayı, doğal varlıkları ve yaşamı metalaştırarak sömürmesine, yaşam alanlarını yok etmesine karşı, doğanın, insanın, hayvanların ve tüm canlıların yaşam haklarının güvence altına alınması için mücadele edildiği” belirtilirken kentsel dönüşüm projelerine, tarihi, kültürel varlıkların ve kamusal alanların gasp edilmesine; yıkıcı kır ve kent politikaları ile çevresel hizmetlerin özelleştirilmesine ve piyasalaştırılmasına karşı mücadelenin sürdürüleceği bildiriliyor. Her yurttaş için insan onuruna yakışır barınma ve ulaşım hakkının savunulduğu belirtilirken doğal, tarihi ve kültürel varlıklara ilişkin korumaları kaldırmayı amaçlayan mevzuat saldırılarının da karşısında olarak, deprem, sel ve toprak kayması gibi doğal felaketlere karşı gerekli tedbirlerin alınması için mücadelenin de sürdürüleceği ifade ediliyor.
TİP
TİP, yerkürenin ciddi bir ekolojik bunalım içinde olduğunu vurguladığı programında doğa tahribatına karşı işçi mücadelesinin ekolojik bir konum almak zorunda olduğunu söylüyor. “Kapitalizm, kâr odaklı ve sermaye birikimine dayalı, büyüme ya da yok olma ikilemine hapsolmuş bir sistemdir.” denilen programda kapitalizmin büyüme isteği sonucunda bugünün ve gelecek kuşaklarının kaynaklarını geri dönüşsüz şekilde tükettiği vurgulanıyor. “Sanayi Devrimi’nden bu yana kapitalist etkinliklere bağlı aşırı kaynak tüketimi, ormansızlaşma, fosil yakıt kullanımı, karbon salımı vb. olguların, küresel iklim değişikliği, çevre kirliliği gibi yakıcı sorunlara yol açtığı görülmektedir.” denilen programda, “Sermaye kendi mantığıyla işlediği sürece gelecekte insanlığı açlık, susuzluk, çölleşme, tarım alanlarının ve pek çok canlı türünün yok olması, buzulların erimesiyle sular altında kalacak kentler, kitlesel göçler ve kaynak savaşları beklemektedir.” deniyor. Bu sorunların çözümü için tasarruf önlemleri aramanın ve teknolojik ilerlemelere bel bağlamanın yeterli olmadığı ifade ediliyor. Doğanın kurtuluşunun yolunun sosyalist düzen kurulmasından geçtiği vurgulanıyor.
Programda, parti, kentleri gasp eden betonlaşmayı ve mega projeleri durdurmayı hedeflediklerini belirtiyor. Ekolojik yıkıma yol açan enerji politikalarının karşısında durulduğu, enerji kaynaklarının planlı kullanımının desteklendiği, temiz su ve gıdaya erişimin temel insani hak olarak görüldüğü, çevrenin ve doğanın talan edilmesine, kentsel alanların ve kamusal mekânların yağmalanmasına karşı mücadele yürütüldüğü ifade ediliyor. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verileceği, tüm toplumsal kaynakların tüm yurttaşların katılımına dayanan merkezî planlama yoluyla kullanılacağı belirtiliyor.
İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından “Geleceğin Türkiye’sini inşa ediyoruz” sloganıyla 15 – 21 Şubat’ta düzenlenecek İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi’nin hazırlık çalışmaları devam ediyor.
Neler oldu?
10 Ağustos ve 1 Aralık 2022 tarihleri arasında ilk safhayı oluşturan Paydaş Buluşmaları ile çiftçi, işçi, sanayici, tüccar ve esnaf örgütlerinin katıldığı oturumlar yapıldı.
İkinci aşama Uzman Toplantıları ise “Döngüsel kültür” anlayışını oluşturan birbirimizle, doğamızla, geçmişimizle ve gelecekle uyum kavramlarından esinlenerek kurgulandı.
İlk toplantı ‘Birbirimizden Razıyız’ 13 Ocak’ta, ‘Doğamıza Dönüyoruz’ 20 Ocak’ta, ‘Geçmişimizi Anlıyoruz’ ise 25 Ocak’ta gerçekleşti. Yeşilova Höyüğü’ndeki buluşmada birçok tarihçi, arkeolog, uzman ve akademisyen bir araya geldi.
Sırada ne var?
Son Uzman Toplantısı4 Şubat’ta ‘Geleceği Görüyoruz’ başlığıyla yapılacak. Ardından, 15 – 21 Şubat’ta İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi düzenlenecek ve yeni yüzyıla yön verecek politika önerileri Türkiye’yle paylaşılacak.
Ayrıntılı bilgi için bu bağlantıyı ziyaret edebilirsiniz.
4’üncü ittifak
Memleket ve Zafer, çevre düzenlemelerine nasıl bakıyor?
Memleket Partisi ve Zafer Parisi, parti programlarında çevre düzenlemelerini nasıl ele alıyor?
Memleket Partisi
Memleket Partisi parti programında Türkiye’deki hızlı ve dengesiz nüfus artışı, göç hareketleri, plansız sanayileşme, plansız kentleşme ve çevreye ilişkin yanlış ve rant amaçlı uygulamaların çevreyi, ekolojik dengeyi tehdit ettiğini ifade ediyor. Bu çerçevede yanlış uygulamalara “dur” denmesinin ve küresel ısınma ile iklim değişikliğinin yol açtığı sorunlara hazırlıklı olunmasının çevre politikalarının merkezinde yer aldığı ifade ediliyor.
Ekonomik kalkınma politikalarının merkezine “çevrenin sürdürülebilirliği” ilkesinin yerleştirileceği, uluslararası iklim müzakarelerinde Türkiye’nin önemli roller üstlenmesinin sağlanacağı, doğanın ve doğal kaynakların öncelikli korunacağı, toprakların çölleşmesine, yanlış gübre ithalatı- gübreleme politikaları yüzünden tarım soykırımı yapılmasına müsade edilmeyeceği, verimli toprakların yanlış imar uygulamalarıyla yok edilmesine son verileceği, artan sel ve taşkın zararlarına karşı önlem alınacağı, mera, tarım ve orman alanlarını rant ve haksız zenginleşme aracı olmaktan çıkarılacağı, yenilenebilir enerji kaynaklarına yoğunlaşılacağı, toplu taşımada elektrikli araçların tercih edileceği, evsel ve sanayi atık suyunun yeniden kullanılması için kamu yatırımı kullanılacağı, millî eğitim politikalarının bir parçası olarak ekolojik yaşam korumaya yönelik eğitimleri ekleyecekleri ifade ediliyor.
Parti çevre politikalarında su politikaları ve atık politikalarından da bahsediyor. Su politikalarında öncelikle su kaynaklarının kirlenmemesi için her türlü önlemin alınacağı ifade edilirken deniz taşımacılığının neden olduğu petrol kirliliği ve düzensiz balıkçılıkla mücadele edileceği, çevre politikalarında AB’nin temel ilkelerinin benimseneceği, bir güvenlik sorunu olan su konusunda devletçi ve millî su politikaları oluşturacağı, katılımcı bir yaklaşımla “Su Kanunu” hazırlanacağı, su yönetimindeki çok başlılığa son verileceği, sorumlu tüketime geçileceği, su havzaları koruma altına alınacak ve imara yasaklanacak, yeni yerel su kaynaklarının araştırılacağı, su verimliliğini artırmak için çalışmalar yapılacağı belirtiliyor.
Atık politikalarında ise plastik kirliliği ile mücadelenin taviz verilmeden sürdürüleceği, yeni bir “Küresel Plastik Sözleşmesi” oluşturulacağı, plastik poşet gibi doğada çözülemeyen maddelerin kullanımına ilişkin tedbirler alınacağı, sahil ve denizlerdeki atıkları toplamak amacıyla “Sıfır Atık Mavi Deniz Projesi” başlatılacağı, katı atıklar ve çöpten yenilenebilir enerji sağlamak için gerekli depolama, bertaraf ve üretim tesisleri kurulacağı ifade ediliyor.
Zafer Partisi
Zafer Partisi, programında küresel, millî ve yerel meselelerin başında çevre sorunlarının geldiğini ifade ediyor. Programda insanlığın yanlış uygulamalarla yaşadığı çevreyi ağır şekilde tahrip ettiği, bu nedenle bir iklim değişikliği sürecine girildiği söyleniyor. “Zafer Partisi, çevre politikasını Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin varlık mücadelesinin parçası olarak görmektedir.” ifadelerine yer verilen programda, partinin çevre konusundaki temel yaklaşımının “vatan sevgimize dayanan Vatan Toprağı Kutsaldır; kirletilemez, hor kullanılamaz ve sömürülemez.” olduğu belirtiliyor. Tabiatın korunarak gelecek nesillere en güzel şekilde devredilmesinin bir yükümlülük olduğu vurgulanarak “Bu anlamda, nasıl ki dünyanın her neresinde olursa olsun tek damla su kıt kaynak bakımından değerlidir ve heba edilemez, her karış vatan toprağı da kaderine terk edilemez, iktidarların geçici heva ve heveslerine feda edilmez.” deniyor.
Vatan toprağının, havasının ve suyunun kirletilemeceği, yaşamanın çevre için de bir hak olduğu ifade ediliyor. Günümüzdeki iktidarın ülke ekolojisini talan ettiği, yeşil alanların betona dönüştürüldüğü belirtiliyor. Çevrenin gelecek nesillere bırakılması gereken bir miras olduğunu vurgulayan parti, “Bu nedenle çevreye olan duyarlılığın artırılması için en küçük eğitim kurumlarında başlanarak her aşamada eğitici faaliyetlerle duyarlılık artışı sağlanacak, çevreye ve doğaya karşı işlenen suçlarda ağır ceza ve yaptırımlar getirilecektir.” ifadelerini kullanıyor.
Gündelik hayatta plastik/naylon poşet/malzeme kullanımına son verileceği, ‘kullan at’ mantığı yerine uzun süre kullanılabilecek ve çevreye atık olarak zarar vermesi mümkün olmayan bez torba, cam vb. malzemelerin kullanımının yaygınlaştırılacağı, Marmara Denizi’nin temizlenerek doğal yaşamın sürdüğü bir deniz hâline getirileceği, Hazine’ye ait tarıma uygun olmayan arazilerde endüstriyel ormanlar kurularak, bölgelerdeki köylerde ve ilçelerde insanlarımıza ekonomik katkı ve istihdam sağlanacağı, çöplerin organik ve geri dönüştürülebilir atıklar gruplandırılarak toplanacağı, ayrıştırılacağı ve çöplerin içindeki ekonomik değeri olan malzemelerin geri dönüşümü sağlanacağı belirtiliyor.
The Conference of Ecology Movements in Turkey was held in Istanbul on January 21, 2023, following a call of some 70 ecology organizations. In total, over 100 organisations participated, with more than 400 people present at the meeting.
This was not just a single-day event. In the 6-month period before the conference, 1 workshop and 6 webinars were organized. The webinars covered topics such as the struggle against the climate crisis after COP-27; war and migration; women in the struggle for ecology in Rojava and Turkey; and the need for an ecological constitution.
This Conference was an important achievement for organisations that have been pushing for the cooperation of ecology movements for many years.
The fact that ecology movements in Turkey are extremely localized contradicts the fact that ecological struggle cannot be successful without being fought on a global scale. In order to overcome this paradox, organisations such as the Ecology Union, Climate Justice Coalition, etc., which have been established and have gained an accelerated momentum especially in recent years, engaged in discussions that led to the organisation of this Conference.
Distinctive characteristics
The importance of the Conference is revealed if one looks at some of its distinctive characteristics.
Almost all those who spoke at the conference highlighted the impact of the ecological crisis on women and the role of women in ecology movements as an essential element of their process. This element was woven into the very fabric of the Conference and this was reflected in the final declaration.
Another aspect, one of the most important of the Conference, was the representation of almost all groups from all over the country, including the Kurdish population, which is subjected to ethnic-based discrimination.
Moreover, the Conference expressed that it would evaluate the positions of political parties on the issue of ecology on the eve of the general elections, to be held in May 2023. It was stated that this election will be between those in favor of an equal, free and festive life against those who advocate ecological destruction. Not content with this, it was recorded in the final declaration of the Conference that the performance of political parties in the field of ecology will be monitored after the elections.
A step forward
As former MP of HDP, Ertugrul Kürkçü writes in his layered analysis of the Conference,
“The Ecology Movements Conference deserves to be taken into consideration as a renewable model that points to the possibilities of a democratic alliance from below that can quickly begin to weave against the one-man regime”.
The Conference was indeed a step forward for the environmental and ecology movements in Turkey. It filled us with hope that it will encourage women, LGBTIQ+, Kurds, Alevis, refugees and other oppressed layers to put forward their specific demands and take the elections as an opportunity to take the stage as political subjects. It also created hope for a common front of the ecology movement with struggling workers. Notably, LC Waikiki warehouse workers, who recently gave a battle against their bosses, were present at the meeting.
Below we publish the resolution voted upon at the Conference, which is indicative of the political atmosphere which prevailed.
RESOLUTION OF ECOLOGY MOVEMENTS CONFERENCE:
WE STAND FOR FREE AND EQUAL LIFE FOR ALL BEINGS
January 21st, 2023, Istanbul
We are part of the struggle against the various types of political attacks we are experiencing, from the insatiable consumption of everything that represents the thousands of years of memory and cultural accumulation of humanity, along with all the beings that have lived and are living on the planet, to deforestation, from the excessive use of fossil fuels and the resulting extreme climate events, to the condemnation of labor to precarious, unequal life.
Today, with the experience and spirit of resistance accumulated over decades by those who struggle for environmental justice all over the world, we have held this historic gathering in Istanbul with the call of more than 70 ecological organizations and the participation of more than 100 of them. After a preparatory process that included a workshop and six webinars, we, the participants of this Conference, are united in our goal to form a program and list of demands prioritizing ecological life. We are determined to transform our lives, society and politics in this direction.
THE PERPETRATOR OF ECOLOGICAL DESTRUCTION IS CLEAR: CAPITAL
The main reason for today’s ecological crisis is the transformation of the nature of the human relationship with nature as a whole. Capitalism can only exist by commodifying nature, including human beings; we are witnessing the ecosystem being seized as private property, the enclosure of living spaces, and the transformation of every living and non-living element of the environment into commodities.
Capitalism seeks to extract new revenue streams from all kinds of disasters and damages that nature and people are exposed to. At the same time, patriarchal capitalism dominates both women and nature through similar mechanisms. The ecological crisis created by capitalism not only divides societies through extreme climate events that cause mass climate migrations, but also exposes women to the consequences of this process – such as the heavy and unpaid labor of social reproduction, the marked inequalities in the exercise of reproductive rights, the detachment from production, and the violation of the right to housing.
ECOLOGICAL CRISIS IS THE CAUSE OF THE PANDEMIC
Industrial agriculture and animal husbandry, interference with wildlife habitats, the global exotic animal trade and deforestation are the main causes of the pandemic. With the COVID-19 pandemic, on top of the annual figure of 9.2 million preventable premature deaths caused by ecological destruction, 7 million preventable deaths were added according to official figures and up to 20 million according to research. Serial work-related murders and social murders have emerged as a policy of extermination. All marginalized communities were affected disproportionately more severely by the pandemic. Healthcare services were dominated not by those who produce it, but by those who profited from unhealthiness. The pandemic has increased the reproduction functions that are entirely attributed to women, and all kinds of violence against women have become more common.
TURKEY: CLIMATE INJUSTICE DEEPENS, EVERYWHERE’S AN ECOCIDE CRIME SCENE
The government of Turkey, which has zero concern for combating the climate crisis, has introduced a Climate Law agenda to its policies based on fossil fuels, mega projects and ecological plunder. The draft Climate Law does not aim to protect natural and cultural beings, the urban memory of civilizations, nature, biodiversity and the ecological system; the draft defines the problem as “reducing carbon emissions”. By introducing the Emissions Trading System, it envisages new areas of profit for capital through carbon trade.
In terms of energy policies, Turkey’s National Energy Plan, published at the end of 2022, contains projections that will deepen the climate crisis and increase ecological and social destruction, such as increasing the installed capacity of electricity produced on coal and natural gas, and the establishment of nuclear power plants.
Today the domain of politics in Turkey is characterized by ever-accelerating ecocide policies. Agricultural areas are being destroyed by being offered to mining, energy and construction companies, and pasture areas are being allocated as nuclear waste sites due to altering of regulations. The ecological destruction in the Eastern Mediterranean in search of fossil fuels is simultaneously generating tensions between Greece and Turkey that could even lead to war. Economic growth based on the construction sector brings with it concretization, deforestation and the desertification of cities. In a country where even the most environmentally friendly municipalities compete to pour as much asphalt as possible, natural areas such as groves, pastures and orchards need protection from the institutions in charge of protecting them. Due to unscientific and unlawful practices, the slightest of rains in our cities turn into natural disasters and urban life becomes impossible. Our commons, which hold a vital value, are being turned into private property.
In a world that has witnessed the consequences of disasters at Hiroshima, Chernobyl and Fukushima on nature and human life, nuclear power plants are now considered a renewable energy source due to overnight changes in statute based on the panic of the ongoing war in Ukraine. Along with Akkuyu, nuclear power plants are being forced into our lives in Sinop with their radioactive wastes. The Kazdağları are being ransacked with cyanide pools and hell pits. We are surrounded by mega crimes such as the third airport and Canal Istanbul. Every attack on the Akbelen forest and Uludağ is directed against us.
OUR STANCE IN THE ELECTION IS IN FAVOR OF ECOLOGY
We will not be a party to these crimes committed by a handful of rich people against nature, the poor, the women, the Kurds, the LGBTI+ community, the refugees and the disabled. We know those who are liable for these crimes and those who wish to partake in them, and we will hold them accountable.
The upcoming election, unlike previous elections, has emerged as a regime choice in Turkey. We are joining forces and taking a common stance in the elections as a political subject in order to get rid of the government that has fueled its twenty-year existence with ecological destruction and plunder. We see the upcoming elections in Turkey as a stepping stone to put an end to the politics of trusteeship, the one-man regime and the ecological and social destruction it has created. In this election, the will of those who defend the environment and the cities, of the millions who took to the streets in Gezi Park protests and refused to surrender, will be visible. We will not forget that all pro-war groups participate in ecological destruction and that the exploitation of nature leads to new wars.
However, we know that the ecological crisis will not be extinguished by parliamentary arrangements or by getting rid of the AKP. That is why we will make cities, forests, streams, all natural and cultural assets the main agenda of the upcoming elections. The election day will be the largest Public Participation Meeting[1]. We know those who do not include ecology in their party platforms and those whose ecology policies are just green painting: we shall call them out at every step. Our Working Group, which we established at this conference, will examine the platforms of all political parties and alliances through the lens of ecology and we will declare where we stand in relation to said political parties and alliances.
We will not be satisfied with this: after the elections, we will record all interventions that involve ecological damage or destruction and help create mechanisms that will enable us to intervene jointly, starting today. We will act with the awareness that we are in a battle between those who want to conserve and sustain their living spaces into the future and those who want to plunder them and turn them into profit.
WE MOBILIZE FOR AN ECOLOGICAL CONVENTION, AN ECOLOGICAL LAW AND CONSTITUTION
Any constitution that prioritizes capitalist growth and delegates decisions and discretion over life to the state legitimizes the destruction of life. As ecology movements, we who want to liberate life will not negotiate such a constitution.
In many countries such as Bolivia, Ecuador, Honduras, Colombia, Rojava and many others, ecology movements claiming their living spaces have made significant progress on ecological conventions. We will put the ecology contract into practice with other social movements and with the social power of struggle. We will elaborate on the Ecology Convention, the main principles of which we have opened for discussion in the areas of resistance and here, in the coming period. The main principles of our Ecology Convention are as follows:
A convention that prioritizes the rights of nature, democracy, women’s freedom and the liberation of labor
A non-colonialist, non-racist, non-sexist, anti-capitalist convention against exploitation and oppression, against deepening ecological destruction
A convention based on struggle, solidarity and internationalism; from the bottom up, from the local to the general
Self-governance, a convention based on local and social self-organization in which the holders of the right have a primary say in its development
A convention that recognizes history and peoples and protects cultural rights and beings
A convention based on the principle of ending the exploitation of nature and labor, where ecocide is recognized and punished as a crime
A convention recognizing the power of the electors to recall the elected
BASIC PRINCIPLES OF ECOLOGICAL LIVING
We are fighting for ecology as a political struggle against the oppression of corporations and governments.
Our demands are not limited to material needs; we demand not only bread but also roses! The emancipation of life is not only about reducing working hours and striving for appropriate levels of wages, but also about having control over labor and its product, about beauty, about enjoying one’s work and about the emancipation of labor-time.
At the same time:
Economic policies, currently at the service of the few rich and large corporations, must be put back at the service of the needs of the people; destructive economic growth must be curtailed by redirecting human activity to creative and pleasurable activities. Solidarity-based economic models must be strengthened against the power of money.
Science and technology, which are besieged by capitalism and stand out as the apparent causes of ecological destruction, must be freed from the guidance of capitalism, our universities from the guidance of capital, and science from its function of legitimizing and recreating the plunder of nature.
There will be no place in ecological life for any form of industries that destroy forests, aquatic ecosystems and poison people and nature.
Energy production and consumption should only exist for the production of absolutely “necessary” goods and services under conditions that are in harmony with nature.
We will reclaim our cities and our lives, which have been taken over in the name of profit; whose commons, natural areas, natural and cultural assets have been plundered; we will prioritize nature’s entry into the city, the revival of cultural life and free public services at the center of urbanization policies.
We see the right to housing as the right of all living beings, including humans, to make a home and live unhindered in the environment of their choice. We will defend the right to defend the living spaces: the soil people step on, the water they drink and the air they breathe – in other words, the right to defend their home. We will not allow forced displacement on any grounds. We will develop housing policies based on the right to housing, not profit.
As an integral part of all these, we will fight against political decisions that will disrupt the ecological balance on the grounds of war and security, ecosystem massacres, and the expulsion of local people from their living spaces. We will nourish the antimilitarist struggle. We want a future in peace.
All living beings other than the human species have the right to grow and live in conditions that ensure their well-being. We will recognize natural assets as subjects with their own rights in order to protect species and biodiversity.
CONCLUSION: TOGETHER WE WILL CHANGE, TOGETHER WE WILL LIBERATE
Our struggle is not only a defense against ecological destruction, but also aims to end the capitalist system that causes it. For this reason, we know that it has become imperative to create alternative ways of living harmoniously with nature without the politics of power, ownership and conquest, and to build another life that will free life, produce only for need, protect biodiversity, life cycles and habitats, based on agroecology and on heirloom seeds, where animals are not commodified and exploited, where intangible cultural beings are protected, and where there is NO ECOCIDE, FEMICIDE AND GENOCIDE OF WORKERS.
We want to freely work in our fields, to prepare a good future for our children, to be paid justly for our labor, and to express our ideas freely. We want justice. We want a life where one being does not oppress another being. We are trying to reclaim the life in our villages that have been dehumanized in order to re-establish a self-sufficient and healthy life. We want a life without exploitation during the day and without starvation at night[2].
This Position Paper is also a call to action. We know that ecological destruction cannot be stopped in conference rooms or by negotiating: only mass actions and collective organization from the local to the global level can bring about change. As the workers’ resistance who attended our conference said, “those who exploit nature and those who exploit labor are one and the same.” As ecology movements, we call on all struggles against the onslaught of capital and the state to march together and unite in their goals to build an equal and free life for all beings. We can dispose of this system by combining the will of local resistances. We will come together for the liberation of water from capital accumulation, for the free flow of rivers, and for the liberation of labor. We will stop being me and start to become us. We will reflect the enthusiasm and determination of this ecological struggle to the younger generations.
***
Greetings to all defenders of ecology and life, including our friends Vahap, Gönül, Mücella, Çiğdem, Mine, Tayfun and Can, who greeted our Conference from prison as we embraced each other in Gezi, where we struggled together for the sake of a couple of trees, as we broke through the walls of the hegemony of fear and oppression and passed through the “lighted gap”, and greetings to all the ecology and life defenders we joined arms with in its creation. “Freedom of life is both our concern and our decision.”
Long live the right of all beings to a free, equal and festive life!
Together we will win.
[1] Public Participation Meeting is a legal process foreseen in the environmental impact assessment processes of a project.
[2] A line from Nazim Hikmet’s poem “Salute to the Turkish Working Class”
Ezen-ezilen sınıfların varlığı ve o varlığa içkin olan sınıf mücadeleleri nesneldir. O nesnelliğin içerisinde, politik özne olmak kendi varlığının bilincine varmakla mümkündür. Yani, ezen-ezilen ikiliğinde, egemenlik ilişkisinin ezilen tarafında yer almak, iktidar karşısında otomatik olarak özneyi kurmaz. Ezilenin kendiliğinden bir politik özne haline gelmesini sağlamaz.
Varlığın bilince dönüşmesi kendiliğinden mümkün olamayacağından, çoklu dolayımlar gerektirir. Velhasıl-ı politik özneleşme, kendini politik özne olarak kurmayı gerektirir.
Kendini politik özne olarak kurmak ise, bilincin harekete dönüşmesiyle, canlı ve dinamik bir özneleşme sürecinin inşası ile mümkündür.
Politik Öznenin İnşasında
Ne var ki halkın özneleşmesinin önündeki iktidar duvarı tarihten bugüne güncellenerek tahkim edilirken, bireyin kendi hayatlarının öznesi olması bile, egemen kurumun ideolojik aygıtları tarafından parçalanıp bozuma uğrarken, halkın özneleşme pratiklerinin önünü açacak mecralar halkçı bir karşı hegemonya zeminden yeterince kurulamıyor.
Hal böyle olunca, büyük balık küçük balığı egemenlik maddiliğiyle yutarak, politik olan da özne de egemene dair ilerlemeye devam ediyor. Dolayısıyla politikayı ‘birileri’ adına egemenler icra ediyor. Egemen olanın çıkarları için, ‘halk için değil halk adına’ politika yapılarak özne iktidar hukukuyla yutuluveriyor.
Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti rejim ve anayasa tarihselliği, egemen devlet ve sermaye yapısına içkin olarak ‘halka rağmen ve çoğu zaman halka karşı ama halk için’ içeriği ile yüklü olagelmiştir. Halkı ve halkın haklarını ve tüm canlıları korumakla yükümlü olması gereken anayasa, halka karşı devleti ve egemen olanı korumak üzere kurumsallaştırılmıştır. Böylelikle devlet-sermaye-iktidar-politika troykası despotik devletin izinde güncellenerek tahkim edilmiştir.
Söz konusu egemen kurumsallaşmayı bozuma uğratmak ezilenlerin kendi kurtuluş mücadelesinin öznesi haline gelmesi ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla güncel politik öncülük görevini, iktidar ufku olan bir kurucu hedef ile, halkın kendisini kolektif politik bir özne olarak kurma zemininin önünü/yolunu açmakta odaklamak elzem. Bu yolun önü halk güçlerinin emek ve özgürlük arayışlarında kendi ifadesini bulurken, politik özneleşmenin inşasında yeni döneme rehberlik edecek izlekler de uç veriyor.
Ekoloji Hareketleri Konferansı
Geçtiğimiz hafta sonu 21 Ocak’ta gerçekleşen ve bileşimi Çambükü, İkizdere, Kazdağları, Hasankeyf, Samandağ, Akbelen, Turgutlu, Van, Artvin, Şırnak, Sinop, Antalya, Mersin’e kadar uzanan kırda ve kentte yürütülen ve ülke sathına yayılan doğa ve yaşam savunucularının, ekoloji direnişlerinin yan yana geldiği Ekoloji Hareketleri Konferansı ve hemen ertesi gün 22 Ocak’ta gerçekleşen ‘Yurttaş Ekokırım Yasasını Yapıyor’ buluşması halkın politik özneleşme mecralarını pratikleştiren önemli bir nitelik taşıyor.
Ekoloji Hareketleri Konferansı kürsüsünün ‘bu konferans politik öznenin konferansıdır’, ‘siyaseti ve toplumu dönüştürecek benden bize doğru genişleyen özneleşme konferansıdır’ vurguları takip etmemiz gereken izlekleri gösteriyor.
Devamla, yurttaş kendi yasasını kendisi yapıyor diyerek, ekokırımın suç kapsamında yasalaşmasına yönelik ‘Soykırım ve İnsanlığa Karşı Suçlar’ başlığının ‘Soykırım, İnsanlığa ve Gezegene Karşı Suçlar’ olarak değiştirilerek, doğanın hak öznesi olduğunu kabul eden, doğaya karşı işlenen suçlara ceza verilmesini talep eden bir yasayı aktif yurttaşlık bilincinin ve hareketinin kuruculuğu ile ortaya koymuş olmak da bilinci ve hareketi toplumsallaştırmak açısından özneleşme zeminini kuvvetlendiriyor.
Bekaert ve Schenider’in Işığı
Sınıf savaşımının keskinleştiği günümüz koşullarında, üretimden gelen gücünü kullanarak greve giden ve üretimi durduran Bekaert işçilerinin ve ardından Schenider Enerji işçilerinin grevinin milli güvenlik gerekçesi ile cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile yasaklanması ardına fiili meşru direniş hattında konumlanan işçilerin mücadelesi ve kazanımı, grev hakkını anayasaya mücadelesi ile yazdıran Kavel direnişçilerinin o dönemde yaptıkları direniş gibi, günün güncel stratejisini kazanım stratejisine oturtarak yolu açan tayin edici bir anlam taşıyor. Bu yazının sınırları çerçevesinde, yazının başına dönerek ifade edecek olursam; ezilenler ezen karşısında kendiliğinden politik özne olmazlar, evet. Ezilenlerin farklılıklarıyla birlikte ve ama ortak ezilmişlikleri zemini üzerinden ortak çıkarları doğrultusunda yaptırım gücü olan kolektif politik özneyi kurması ve böylelikle siyasal bir kuvvete dönüşmesi mümkün.
Ekoloji Hareketleri Konferansı kürsüsüne ilk çıkan direnen LCW işçilerinin ‘emeği de doğayı da sömürenler aynı’ sloganıyla işaret ettikleri şey işte ortak ezilmişlik zemininin açtığı gediğe yerleşerek, emeğin hakları mücadelesi ile ekoloji mücadelesini kaynaştırarak ilerleyecek olan ortak mücadelenin nasıl yürütüleceği noktasında yolu gösteriyor. Bu patriyarkaya karşı mücadele zemini için de keza böyle.
Evet, politik özneleşmenin adresi bugünün güncelliğinde Emek ve Özgürlük İttifakı’ndan başkası değil. O halde, açığa çıkan işaretleri iyi kavrayarak, karşı karşıya olduğumuz muazzam potansiyeli güce dönüştürmek için ittifakımızı aşığıdan bir hareketle gövdelendirerek, halkın özneleşme merkezine dönüştürmeliyiz.
ANKARA – Demokratik Cumhuriyet Konferansı’nda Türkiye’nin yüz yıllık demokrasi sorununun ele alınacağını belirten HDP MYK üyesi Emir Ali Türkmen, “Başka bir düzen mümkün” dedi.
Türkiye, AKP-MHP iktidarının iç ve dış politikada yarattığı çoklu krizlerin yanı sıra başta Kürt sorunu olmak üzere ekonomik ve toplumsal sorunların giderek arttığı bir süreçte ikinci yüzyılını karşılıyor. 3 Kasım 2002’de ülkenin içinde bulunduğu ekonomik-siyasal sorunları fırsata çevirerek iktidara gelen AKP iktidarı, “demokrasi” vaatlerini bir yana bırakarak 20 yılda halklar için anti-demokratik bir rejime dönüştü.
Cumhuriyet’in yüzyıllık serüveninde buluşamadığı demokrasi ise ikinci yüzyıla girerken, siyasette tartışılan başat konulardan biri olarak yer alıyor. AKP-MHP iktidarının karşısında yer alan ancak Türkiye’deki demokrasi sorununun en temel nedenlerinden biri olan Kürt sorununu görmezden gelen Altılı Masa’nın demokrasi iddiası ise halklar nezdinde karşılık bulmuyor.
Türkiye böyle bir süreçten geçerken, Halkların Demokratik Partisi (HDP) de Türkiye’nin ikinci yüzyılına “Demokratik Cumhuriyet Konferansı” ile giriyor. 10 Kasım’da gerçekleştirilen HDP Merkez Yürütme Kurulu (MYK) toplantısında kararlaştırılan konferans, 4-5 Şubat’ta İstanbul’da gerçekleştirilecek.
HDP ve içinde bulunduğu Emek ve Özgürlük İttifakı bileşenlerinin yanı sıra toplumsal muhalefet temsilcileri, aydınlar, sanatçılar, inanç grupları, kadın örgütleri, ekolojistler, engelliler ve gençlik örgütlerinin katılacağı konferansta, Demokratik Cumhuriyet’in inşası tartışılacak.
HDP MYK Üyesi Emir Ali Türkmen, gerçekleştirilecek konferans öncesi Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.
Emir Ali Türkmen
Türkiye’nin demokratikleşmesi yıllardır tartışılıyor. Demokratik Cumhuriyet Konferansı nasıl bir başlangıç olacak?
İki günlük konferansta bütün başlıkları tartışmak mümkün değil ama bir başlangıç. Gündemlere birçok konuyu koyamadık. Önümüzdeki günlerde farklı alanlarda Demokratik Cumhuriyeti konuşmak devam edecek paneller yapmaya çalışacağız. Savaşın, sömürün, yoksulluğun, hayat pahalılığının kronik sorunlar yaşandığı günümüzde barış mücadelesinin taleplerini ileriye taşıyacak ve Demokratik Cumhuriyeti fikri ile siyasallaştıracak bir mücadele hattını inşa etmek ve bu konuda konuşmak istiyoruz. Ezilen halkların, sınıfların, kadınların ve ötekileştirilmiş ayrımcılığa ve baskıya uğramış kimliklerin Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında Demokratik Cumhuriyet inşa sürecini eşit yurttaşlık talebi imkanlarını konuşmak istiyoruz. Türkiye’nin demokratik ve aydınlık geleceğini düşünen tüm kurum ve kuruluş partilerle demokrat ve vicdan sahibi yurttaşlarla sorumluluk almak, tüm toplumsal taraflarla siyasi aktörlerle görüşmek ve müzakere etmek, ortak mücadele etmek ve Demokratik Cumhuriyet rejimini kurmak üzere görüşmek, tartışmak istiyoruz.
Tüm toplumsal kesimlerin asgari olarak sorduğu sorulardan bir tanesi “Cumhuriyet’in demokrasi ile niye buluşamadığı” sorusudur. Bunu tartışmak istiyoruz. Partimiz HDP’nin Demokratik Cumhuriyet’e nasıl yaklaştığını, imkanlarının ve inşasının zeminlerinin hangi ayaklar üzerine oturtulması gerektiği konusundaki yaklaşım tarzının konuşulduğu bir oturum olacak. HDP’nin çabası ve çağrısıyla bir Emek ve Özgürlük İttifakı inşa ettik. İkinci günün ikinci oturumunda bu ittifakın farklı fikirleri tartışılacak. Son iki oturuma ise Türkiye’nin toplum kesimlerinin konuştuğu ya da taleplerini nasıl ifade ettikleriyle başlamak istiyoruz. Türkiye’deki Kürtlerin toplumsal talepleri ne ifade ediyor? Demokratik Cumhuriyet’te bunun karşılığı nedir? Emekçiler için Demokratik Cumhuriyet neyi tarif ediyor? Uzun süredir kadın hareketinin Türkiye’de yükselttiği mücadele açısından baktığımızda demokratik Cumhuriyet kadınlar açısından neyi tarif ediyor ve kadınların talepleri neler? Türkiye’de ekoloji mücadelesi uzun süredir var ve bizim partimiz açısından ekoloji temel ayaklarımızdan bir tanesidir. Peki Demokratik Cumhuriyet ekolojiyi ne kadar besleyebilir? Türkiye’de herkesin “x” ya da “z” kuşağı diye konuştuğu ama kendilerinin hiç konuşmadığı gençlerin umutları ve hayallerini anlattıkları “Gençler ne istiyor” sorularına cevaplar arayacağız.
Seçimler ve sonrasında Türkiye açısından tarihi bir misyona sahip olduğu ifade edilen HDP, yeni yüzyılda nasıl konumlanacak?
Tek millet, tek devlet siyasetinin yüz yıl sonra Türkiye’nin krizlerinin temel zemini olduğunu herkes görüyor. Restorasyoncuların karşısında da demokratik bir Cumhuriyet’in inşası için mücadele edeceğiz.
HDP açısından seçimlerin yalnızca bir uğrak değil, aynı zamanda yeni inşalar açısından önemli momentumlar olduğunu düşünüyoruz. Bu seçimde bizim açımızdan birinci öncelik, toplumsal alanı bu kadar tahrip eden, militarist ve faşist bir karakter kazanarak bunu süreklilik haline getirmek isteyen ve bu şekilde toplumdan rıza kazanmaya çalışan AKP-MHP iktidarını yenmek. Bu yenmek sadece sandıklarda değil, ideolojik ve politik anlamda da yenmek ve bunları tarihin çöp sepetine göndermek. 20 yılın sonunda iktidarın temsil ettiği tekçi ve militarist düşünce sistematiğinin sonunun geldiğini düşünüyoruz. HDP’ye büyük sorumluluk düşüyor. Tek millet, tek devlet siyasetinin yüz yıl sonra Türkiye’nin krizlerinin temel zemini olduğunu herkes görüyor. Bu anlamda HDP’nin sadece AKP-MHP rejimini yıkmak değil, buna kısmi pansuman modelleriyle devlet modelini restore etmek isteyen Millet İttifakı karşısında topluma “Başka bir düzen mümkün” şiarıyla 3’üncü Yol diye tarif ettiğimiz Emek ve Özgürlük İttifakı’nın sahiplendiği yaklaşım tarzının seçimler sonrasında inşasını ve mücadelesini büyütmenin potansiyelleri ve imkanları olduğunu düşünüyoruz. Restorasyoncuların karşısında da demokratik bir Cumhuriyet’in inşası için mücadele edeceğiz.
Cumhuriyet öncesi dönem Anadolu “Kürtlerin ve Türklerin vatanı” şeklinde tarif ediliyordu. “Demokratik Özerkliği” neredeyse garanti altına alan 1921 Anayasası ve milli mücadele döneminde Kürtlerin eşit haklara sahip olacağına dair sunulan gelecek vaatleri sonrası inkâr süreci nasıl gelişti? Neden Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerinden vazgeçildi?
1921 Anayasası, tüm toplum kesimlerinin ve halkların temsilini inşa edecek parlamenter bir modelin mümkünatı üzerine kuruludur. Lazistan ya da Kürdistan milletvekili diye konuşulan toplumsal blokların olduğu ve ortak vatanın konuşulduğu 1921 Anayasası’nın kimi kısmi demokratik potansiyellerinin ve özelliklerinin yüksek olduğunu bugün konuşabiliyoruz. Bugün aslında tekçi ve inkarcılığı karşısında 1924’te ne oldu da 1921 Anayasası yapısal değişiklik ihtiyacı hissetti? İlk olarak dünyada yükselen faşizmden kaynaklı bir dalga, ikinci olarak uluşmanın tek millet üzerinden inşa edilmesi çabası ve Cumhuriyet’in siyasi elitlerinin bunu kendileri açısından bir tarihsel varlık olarak formüle etmesi. Yüz yıllık süreç; şiddetin, inkarcılığın ve asimilasyonun ideolojik olarak kendisini ürettiği ve farklı halkları yok saydığı, taleplerini ise tasfiye etmeye çalıştığı bir tarihtir. Ancak bütün bunlara rağmen bu coğrafyada yaşayan halklar, yüzyıl sonra da kendi taleplerini adlandırmaya ve kendi Anayasa taleplerini görünür kılmıştır. Bugün rejimin içine girdiği krizin ana ayaklarından bir tanesi budur.
Cumhuriyet’in demokrasiyle buluşmasının yolları neler? İnşa süreci nasıl gelişecek?
Türkiye’de her şeyin tekleştiği bir süreçte çok kimlikliği, çok kültürlülüğü, ortak yaşamı, herkesin kendi dilinde yazma ve konuşma hakkı olduğunu savunan bir toplumsal karşılığı olduğunu biliyoruz.
HDP’nin 10 yıllık tarihine baktığımız vakit, yeni bir yaşamın ya da yeni bir kültürün küçük dinamiklerini oralarda aramak mümkün. Türkiye’de her şeyin tekleştiği bir süreçte çok kimlikliği, çok kültürlülüğü, ortak yaşamı, herkesin kendi dilinde yazma ve konuşma hakkı olduğunu savunan bir toplumsal karşılığı olduğunu biliyoruz. Bunun adını yeni yaşam diye formüle ediyoruz. Yeni yaşamı inşa etmenin önemli ayaklarından bir tanesi de politik olarak HDP’nin inşa etmeyi denediği 3’üncü yol mücadelesinin genişlemesi ve farklı toplumsal kesimlerle buluşmasıdır. Seçimler bu anlamda önemlidir. Bu mücadele ağlarımızı genişleterek önümüzdeki dönem yeni bir parlamento, yeni bir Anayasa ve bunların üzerinden demokratik Cumhuriyet’in mümkün olduğunu savunan bir geleneğiz. Bu gelenek bunun için mücadele ediyor.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına geçerken de keyfi yönetim tarzı hukuk dışılık, anayasa tanımazlık, savaş ve şiddetten beslenme, kutuplaştırıcı siyaset, gerginlik, kışkırtan ötekileştirme, devlet gücünü tek elde toplama ve otoriter yönetimi hakim kılma özelliklerini pekiştirerek sürdürmektedir. Bu rejim değişikliği ancak güçlü yerel ve yerinde yönetim ile katılımcı ve müzakereci güçlü bir demokrasinin inşasıyla mümkündür. Kuruluşun ikinci yüzyılına girerken, 2023 hedefimiz Cumhuriyet’in demokratikleştirmesi, Demokratik Cumhuriyet’in inşasıdır. Demokratik değişim ve dönüşüm yapabilmenin yolu, dönem kurucu aktörü olarak farklı kimlik, kültür, anadil ile ortak eşit bir mücadele örecek toplumsal ve siyasal muhalefetin birleşip güçlendirilmesiyle mümkün.
Kürtler ne istiyor?
Kürtler özgür olmak istiyor. Cumhuriyet’in eşit yurttaşı olmak istiyor. Kendi diliyle, kendi toplumsal talepleriyle eşit yurttaş olmak istiyor. Irkçı ve asimilasyoncu yaklaşımların karşısında özgürlüklerin ve çoğunlukların sahiplenildiği bir hak istiyor.
“Demokratik Cumhuriyet” kavramı PKK Lideri Abdullah Öcalan’sız değerlendirilebilir mi?
Öcalan’ın toplumun yeniden inşasında önemli bir fikriyat olduğu, yalnızca bu coğrafyadaki halklar tarafından değil, dünyanın farklı coğrafyalarındaki halklar tarafından bir siyasal karşılık bulmuştur.
Hayır, Fransız Devrimi’nden bugüne kadar Cumhuriyet tartışmaları, aynı zamanda en canlı ve en farklı filozoflar tarafından yeni adlar alarak konuşulmuştur. Türkiye’nin yakın tarihinde de Sayın Abdullah Öcalan, Demokratik Cumhuriyet konusunda da kendi tezini toplumla paylaşmıştır. Öcalan’ın toplumun yeniden inşasında önemli bir fikriyat olduğu, yalnızca bu coğrafyadaki halklar tarafından değil, dünyanın farklı coğrafyalarındaki halklar tarafından bir siyasal karşılık bulmuştur. Hatta Avrupa akademilerinde bu tezlerin konuşulduğu bir fikriyattır. Bunu görmeden politik bir düzen tartışmak ne kadar mümkündür, bilmiyorum. Bütün politik zeminlerin kıymetli olduğunu düşünüyorum. Onları okuyarak Cumhuriyet fikriyatının yeniden tartışılmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’nin ‘ilk iklim davası’ olarak anılan Marmara Gölü davasında karar çıktı. Mahkeme, balıkçılardan istenen kira, vergi ve SGK primlerinin ödemesini iptal etti. Kararı değerlendiren Avukat Cem Altıparmak, “İklim değişikliğiyle mücadele perspektifiyle açılacak her davada emsaldir” dedi.
Manisa’da yüzde 98,18’i kuruyan Marmara Gölü’ndeki Gölmarmara ve Çevresi Su Ürünleri Kooperatifi’ne çıkarılan kira, vergi ve SGK primi gibi 322 bin 800 TL’lik borcun 41 bin TL’lik kısmı için Manisa Tarım ve Orman İl Müdürlüğü’nce gönderilen ödeme emrinin iptaline yönelik açılan ve davacılar tarafından Türkiye’nin “ilk iklim davası” olarak anılan davada karar çıktı.
Mahkeme, ödeme emrinin iptali için açılan davada kooperatifi haklı buldu, ödeme emrinin iptaline karar verdi.
Karara ilişkin Gazete Karınca’ya konuşan Avukat Cem Altıparmak, “İklim değişikliğiyle mücadele perspektifiyle açılacak her davada emsaldir” dedi.
Neden ‘iklim davası’ deniliyor?
Bu tür davalara neden ‘iklim davası’ denildiğini ise Avukat Altıparmak, şöyle açıkladı:
Bu tür davalara ‘İklim davası’ denilmesinin sebebi, devletlerin iklim değişikliği ile mücadele taahhütlerine aykırı politikaları, eylemleri ya da eylemsizlikleri sebebiyle ekosistemlere ve doğaya vermiş oldukları hasarların sorgulandığı davalar olması.
Bu davalar bir sulak alanın korunması amacıyla da açılabilir, petrol şirketlerinin yol açtığı sera gazı salımlarının engellenmesi ya da termik santrallerin yol açtığı zararların önüne geçilmesi için de açılabilir. Biz de bu davada Marmara Gölü’nün rutin mevsimsel bir değişiklik sebebiyle kurumadığını DSİ’nin, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın hatalı su politikaları sebebiyle 2010’lardan itibaren yavaş yavaş kuruduğunu ve böyle devam ederse bu gölün tamamen kuruyacağının bilinmesine rağmen buna ilişkin gerekli önlemlerin alınmadığını tartıştık bu davada.
Sulak alanlar, aynı zamanda iklim değişikliği ile mücadele metinlerinde ‘yutak alanlar’ olarak kabul ediliyor. Yutak alanlar, atmosferdeki sera gazlarını kendi içine hapseden alanlar. Bu yüzden yutak alan deniliyor. Bir sulak alanın kurumasına yol açarsanız, sadece orada yaşayan balıkların, kuşların ya da balıkçılar gibi o ekosistemden hayatını kazananların zarar görmesine yol açmakla kalmaz, aynı zamanda sulak alanların hapsettiği, küresel sıcaklığın artmasına yol açan sera gazlarının da atmosfere salınmasına yol açarsınız. Bu yüzden bu tip davalar, ‘iklim davaları’dır.
İklim değişikliğiyle mücadele perspektifiyle açılabilecek her dava, emsal olma niteliğine sahiptir. Sadece bu dava değil, bunun gibi birçok dava açılacaktır, açılmaktadır. Sadece bu tür davaları nereden tartışacağımız önemli. Bu tür davalarda, iklim değişikliğiyle mücadele perspektifinin öne çıkartılması ve tartıştırılması gerekli.
Ne olmuştu?
Manisa’da Salihli, Saruhanlı ve Gölmarmara ilçelerinin sınırında yer alan, “Ulusal Öneme Sahip Sulak Alan” tescilli, ‘kuş cenneti’ olarak bilinen Marmara Gölü’nün yüzde 98,18’i yıllar içinde kurudu.
Aralarında nesli tehlike altında olan tepeli pelikan ve karabatak gibi kuşları da barındıran ve 101 farklı türden 20 bin su kuşuna ev sahipliği yapan gölde balıkçılık bitti, kayıklar karaya oturdu.
Manisa Tarım ve Orman İl Müdürlüğü ise gölden geçimini sağlayan S.S. Gölmarmara ve Çevresi Su Ürünleri Kooperatifi’ne, 41 bin 817 TL’si kira olmak üzere, vergi, SGK primi gibi kalemlerle birlikte toplam 322 bin 800 TL’lik borç çıkardı. Borcun 41 bin TL’lik kısmı için 4 Ocak 2022 tarihinde ödeme emri gönderildi.
Bunun üzerine kooperatif adına avukatlar Cem Altıparmak ve Özlem Altıparmak, 18 Mart’ta, Manisa 1’inci İdare Mahkemesi’nde ‘iklim davası’ açtı. İdare Mahkemesi ilk olarak 11 Ağustos’ta, kooperatife gönderilen ödeme emrinin yürütmesinin durdurulmasına karar verdi.
Bu kez göldeki tarımsal faaliyetler yargıya taşındı. Gölmarmara ve Çevresi Su Ürünleri Kooperatifi, Doğa Derneği, Doğal Hayatı Koruma Vakfı, Manisa Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma ve Çevre Derneği, Salihli Çevre Derneği, Akhisar Çevre Derneği ve bazı bölge sakinleri, avukatları aracılığıyla Tarım ve Orman Bakanlığı’na karşı “kurumuş gölde tarımsal faaliyet yapıldığı için” Manisa İdare Mahkemesi’nde yeni bir dava açtı.
Aradan çok zaman geçti ama art arda yayımlanan kanun hükmünde kararnamelerle bir gecede işten çıkarılan insanların durumunun tuhaflığı ortadan kalkmadı. Kimsenin aklına barış çağrısı yaptığı bir bildirinin gerekçe gösterilerek hakkında terör suçlamasıyla mahkemeler açılacağı, işten atılıp pasaportuna el konulacağı gelmemişti. Gelemezdi de çünkü barış çağrısı yapan akademisyenler farklı disiplinlerindeki çalışmalarında neden sonuç bağlantısını kullanıyor, temel hak ve özgürlükler konusunda ve akademinin eleştirel varoluşu hakkında bilmeleri gerekeni biliyordu. Ben de biliyordum. Bu yüzden bildiriye kadrosunun çoğunluğuyla -yedi kişi- destek veren tiyatro bölümünden ilk işten çıkarılan olduğumda, ülkenin akademik düzeyde tiyatro eğitimi veren en eski kurumlarından birini, sadece hoşlanmadıkları bir bildiriye imza attılar diye işten çıkararak fiili olarak işlevsiz hale getirebileceklerine, öğrencileri mağdur edeceklerine -mantık dışı olduğu için- ihtimal vermemiştim. Bir rektörün, ne kadar farklı düşünürse düşünsün, kendi üniversitesinde eğitimi imkânsız kılacak bir karara imza atabileceğini de.
Ama bu gerçekleşti. Bir ay sonra diğer meslektaşlarımın da üniversiteyle ilişiği kesildi ve hep birlikte irreel bir evrene geçiş yapıverdik.
Akademiye yönelik kapsamlı, örgütlü saldırının dışında bir sanat bölümü çalışanı olarak yıllardır sanat alanındaki sansürlerin, yasaklamaların ve herhangi bir sanat politikası olmayan yönetimin yarattığı sorunların da bir biçimde içindeydik. Hegemonya kuramadıkları heralana olduğu gibi sanatsal üretime de düşman olduklarını, ödeneklitiyatrolara yapılan repertuvar baskısını, “yerellik” ve “millilik” gibimuğlak kelimeler dışında hiçbir anlamlı cümlesi olmayan yöneticilerin,ülkenin yetenekli sanatçılarını salonsuz, ödeneksiz bırakarak veeğer muhaliflerse soruşturarak yıldırmaya çalıştıklarını çok iyi biliyorduk.
Tasfiye her yere yönelikti, bütün birikimleri yok edene kadar, biat etmeyene var olma hakkı tanımayana kadar da sürdüreceklerdi, ama hiçbir zaman, büyük bir dönüşüm gerçekleştirmelerini mümkün kılacak bir sanatçı kadrosunu var edemediler, çünkü yaratıcılık ihaleyle alınabilecek bir şey değildi, “sanat uzun, siyaset ise kısaydı.”1
Çevremizdeki hukukçuların, siyaset bilimcilerin “mümkün değil” dediği her şeyin oluşunu birlikte deneyimledik ve ülkedeki hayatların olağan akışını aniden kesintiye uğratan bir çeşit el koyma rejiminin daha ne kadar sürebileceğini konuşa konuşa bu zamanlara geldik. Bir bölümümüz atıldık, hepimiz ağır cezada Kafkaesk bir biçimde yargılandık, beraat ettik, işe dönemedik ve olağandışının olağanlaşmasının aşamalarını gözlemledik.
Akademi dışına sürülen hocaların ilk tepkisi ders vermeyi sürdürecekleri alternatif yapıları üretmek oldu. Dayanışma Akademileri bu dönemde hayata geçirildi, farklı disiplinlerden hocaların ders vermeyi sürdürdükleri bu çoğul mekânlı, yök’süz akademiler, dayanışmanın ve direnişin simgesi oldular.
Olağanüstü Hâl ilân edilip, insanların sokaklarda toplanması yasaklandığında bir meydan okuma olarak sokakta ders vermeyi düşündük. Sokak Akademisi 2016 yılının son ayında akademik tasfiyelere ve sokak eylemlerine getirilen yasaklara karşı bir tepki olarak kurulmuştu.
Dayanışma Akademilerinin kapalı mekân derslerine karşı, sokakta daha kısa, dinleyicinin ayağına giden ve yoldan geçeni derse dâhil edecek bir form olarak düşünülmüştü. Her şeyden önemlisi de insanları sokaktan korkutan, hocaları okullardan uzaklaştıran politikalara karşı “sokakta direnmek” meselesini odağına almak için. Sokak Akademisi bir yıl boyunca semt semt dolaştı; parklarda, hatta hapishaneönünde ders verdi ve bizim için çok önemli bir tecrübe oldu. Klasikakademinin sınırlarını tartışanlar açısından bir provaydı, sokak yasağınakarşı bir protesto ve risk almaydı. Umduğumuzdan fazla ses çıkardıve konfor alanından çıkmayan bir akademik hayat eleştirisi içingelecekte neler yapılabileceğinin düşünü kurduğumuz bir form oldu.
Bütün kırılma anlarında, aniden sizi dışında bırakan bir akışa her zaman baktığınızdan daha farklı bakarsınız, eleştiriye de direnişe de benzer zamanları içeren tarihe de; bakış bu defa çalışmanızın belli bir mesafeyle ilişki kurduğu nesneyi içeriden kat ederek aşar, öznelliğinizin kırılganlığı ile derinleşir ve dışsal olana içsel olanı da dâhil eder. Bizimki, kolektif bir tecrübenin kişisel yaşantıyla bütünleştiği bir haldi; uzak yakındı, zarf mazruftu, kendiliğimizi salt zihinsel olarak kavramadığımız bir deneyimdi, politik bir içerik kazanmış duyguydu.
Ortak iyi’nin mümkün olabilmesi için geliştirilmiş pek çok düşünce, pratikte hiçbir zaman ufukladığı anlamla çakışmamıştı, bir uzak hedef olarak görüldü ve mücadele tarihi denilen kesişimsellikler bölgesinde uğraşılan hep bu oldu. Dönülecek bir başlangıç noktası olmadığını bilenlerin, başlangıcı ancak gelecekte kuracaklarının bilgisiyle uğraştıkları bir bölge. Akademi fikri de bunlardan biriydi, bir imkândı ama henüz mevcut değildi. Evet, parlak çıkışları da, tikel mücadelecileriyle ideale yakın olanı tarif edebildiği zamanları da oldu. Ama sistem var olan imgeleri gasp ettikçe, kendini, -az sayıda da olsa- savunucularıyla en azından eleştirel bakışın olanla olmayan arasındaki farkı görünür kılma ödevine adadı. Yalın bir biçimde bir nesneye adıyla seslenmenin bile tehlikeli olduğu zamanlardan geçti, “biz buna böyle demiyoruz” sesleri yükseliyordu her taraftan ve bazen bir şeyin adını bile muhafaza etmenin, gerçekliğin kaydını tutmak için önemi vardı. Adalet dediğiniz “haksızlık, eşit yurttaşlık dediğiniz “bir zulüm” diye diretmenin, akademik özgürlük dediğiniz şey “bir diz çökme biçimi” diye bağırmanın önemi vardı.
Bütün felaketleri sıraya koyup, onu kendi zamansal ihtiyaçlarının anlamına hapseden büyük tarih, her şeyi “bak, geçti bile” diye hissetmemizi sağlarken, raflara dizdiği kutuların içine koyduklarına şaşkınlıkla bakılmasın diye çarkını hep çevirirken, en ağır acıları kırıntılara çevirip kaçıp giderken, Kronos’un zamansallığını parçalayacak tek şey Kairos’a bağlanan direniş anları olacak. Bütün karşı çıkışları birleştiren, ne kadar uzak bir zamanda olursa olsun bütün direnişleri şimdi ve burada kılan şey, müdahale ve itirazların farklı zamansallığı. Çok uzaktan gelen bir ses, “hakikat bu değil!” diye bağırdığında, bütün zamanlar için bağırmış olacak ve hep yeniden bir değişim arzusunu hatırda tutmamızı sağlayacak bilgiyi bize aktaracak.
Elinizdeki bu kitaptaki bütün yazılar, kişisel yaşantı ile kolektif deneyim arasındaki bağlantı kopmasın diye tutulmuş notlar; bütün anlatılar, mücadele biçimleri, itiraz kayıtları daha büyük bir toplumsalı kurmayı ararken, yolu kaybetmeyelim diye arkamızda bıraktığımız minik taşlar: Bellek taşları. Demokratik ve özgürlükçü bir üniversite fikrinin, bütün alanlarda nasıl ortadan kaldırılmaya çalışıldığını açık bir biçimde önümüze seren bu yazılar, akademiyi kurtarmak ya da mevcut akademiden kurtulmak diye adlandırabileceğimiz durumlara ve girişimlere odaklanıyor ve pek çoğu AKP Türkiyesi’nin cepheden bir manzarasını çizerken aslında bütün bir mücadele tarihinde karşımıza çıkan sorunlarla da bütünleşiyor: Üniversiteyi bir alan olarak savunmak zorunda kalanların kampüsteki baskılara karşı kurdukları direniş hatları, sendikal örgütlenme hakları için mücadele verenlerin deneyimleri, güvencesizliğe karşı örgütlenme çabaları, asistanların ve öğrencilerin dayanışma ağlarını genişletmek için verilen mücadeleler.
Bilimsel etik karşısına çıkarılan siyasi yasaklarla uğraşanların, hakikate sadakatin bir hainlik olarak algılandığı bir ortamda bilimsel doğruya her şeye rağmen sahip çıkma çabaları, kadın olarak ayrıca savaş vermek, mobbinglerle başa çıkmaya çalışmak, üniversitelerde ders yapması imkânsız hale getirilenlerin alternatif akademiyi hayata geçirmede ve sürdürmede gösterdikleri ümit verici ısrar…
Ülke tarihinin en baskıcı dönemlerinden birinde üniversitede, üniversite dışında, üniversite fikri adına mücadele edenlerin tuttuğu bu kayıtlar, daha uzak bir gelecekte muhtemelen benzer bir mücadeleden geçecekler için ortak bir tarihin parçası olacak, tıpkı şimdiki zamanda mücadele edenlerin ortaklık kurarak güçlendikleri geçmişin mücadeleleri gibi. “Her şeyin her şeyle bağlantısı vardır,” diyor büyük öğreti: Bir kapıdan çıkışın, girişle, bir fısıltının çığlıkla, senin kişisel zamanının büyük zamanla bir bağlantısı var.
İçinde yaşadığımız yanılsamalar dünyası hiç eğlenceli değil; fikirler, kavramlar ve gerçekliklere aslına yakın anlamlarını verebilmek için koşturup duranların önüne sürekli anlam ve gerçeklik gaspçıları çıkıp, “aynı şeyden söz ediyoruz,” diyorlar. Onların duvarları kanlı sergi salonunda işte demokrasi, işte yurttaşlık, işte insan hakları, işte akademi, işte ifade özgürlüğü… diye uzanan yazılı tablolar var. Duvarın arka tarafında ise Ortaçağ Avrupa’sının han duvarlarında asılı olduğu söylenen ve “Beş Hepsi” denilen çizimler dizisine2 benzeyen başka bir küme: Hepsine Hükmediyorum, Hepsini Yargılıyorum, Hepsi İçinSavaşıyorum, Hepsi İçin Dua Ediyorum, Hepsi İçin Çalışıyorum...
Burada mantıksal çelişkiler var diyenlerle, insanlık bu noktayı çoktan geçti diyenlerin, cezalandırma pratiklerinin seçkin tarihinden alıntılarla çivilendikleri duvar ise, salonun girişine ait. Salonun önündeyiz.
Salonun önündeyiz ve çoğalacağımız günleri bekliyoruz. Bir şey yapamasak bile, nesnelerin ve olguların gerçekte neye benzediğini hatırlatmak istiyoruz. Çünkü unutuşa bırakılmayacak kadar önemli her şey. Salonun önündeyiz, içeriden dışarıya sızan kanlara bakıyoruz, yalanla boyanmış odalarda gerçeğin sırı dökülecek, biliyoruz.
Bir gün bütün kapılar ve camlar sökülecek, her şey saydam biçimde görünür olacak, biliyoruz. Hiçbir şey unutulmasın diye bekliyoruz, her şeyin şahidiyiz. Salonun önündeyiz.
Kamusal insan, kendi özel hayatı dışında olan bitenle ilgilenendir, başkalarına yapılmış olan kötülükleri kendine yapılandan ayırmaz. Haksızlıkla biten bütün hikâyelerin öznesi bu türden yapılanmış, tarihsel bir insandır; sadece yaşanan haksızlıklara tepki vermez, yaşananları açık etmeye çalışır, başka bir gelecek için sorumluluk yüklenendir.
Dostlukları, insanca örgütlenmeleri, zulümler karşısında söz almayı ruhsuz bir kayıtsızlığa çevirmek için uğraşan bütün yapılara karşı birileri hep oldu, hep olacaklar, yeterince kalabalıklar, yakında sesleri daha güçlü çıkacak çünkü haklılar. Salonun önündeler.
1 Goethe’nin “sanat uzun, hayat kısa” sözüne nazire.
2 Bu dizideki çizimler, temsil ettikleri kişi ya da mesleğe uygun giysiler giymiş beş figürü içerirdi. Dizi çoğunlukla herkese hükmettiğini söyleyen bir kral figürü ile başlar, herkes için dua ettiğini söyleyen bir din adamı, herkes için savaştığını söyleyen bir asker ve “her şeyi ben ödüyorum,” diyen bir çiftçi ile sürerdi. Beşinci ve sonuncu figür ise çoğu zaman herkesi temsil ettiğini söyleyen bir avukat olurdu.