21 Ocak’ta ekoloji hareketleri İstanbul’da buluşuyor. Beyza Üstün ve Mehmet Horuş ile Türkiye’deki ekoloji hareketinin gelişimi, iyi ve eksik yönlerini ve Konferansın amaçlarını görüştük.
AKP’li yıllarda Türkiye’nin en önemli siyasal gündemlerinden biri de ekolojik yıkım ve buna karşı kentlerde ve köylerdeki direnişler oldu. Kentlerde “kentsel dönüşüm projeleri” ile kentlerin birer rant ve kâr üreten fabrika haline çevrilmesi ile bu “dönüşüm”ün ihtiyacı olan hammaddelerin ve enerjinin sağlanması için de bütün derelerin, nehirlerin HES, tepe başlarının RES, tarım alanlarının da kömür ve termik santral alanı haline getirilmesi, her ile, ilçeye bir OSB kurulması ile sonuçlandı. Kentlerde konut hakkını, çevre hakkını savunanlar, köylerde toprağını, suyunu, havasını savunanların direnişleri siyasetin ağır konularının arasında kendine yer etmeyi başardı.
Türkiye’nin yüzyıllık krizinin konuşulduğu ve “ikinci yüzyıl” için vizyonların yarıştırıldığı bir süreçte küresel bir olgu olarak ekolojik yıkım ve buna karşı geliştirilecek politikalar da değişik boyutlarıyla ama oldukça sınırlı bir şekilde tartışılmaya devam ediyor. Açıklanan programlarda “çevre ile ilgili” düzenlemeler göze çarpıyor. Fakat bunlar ekolojik hareketlerin taleplerini ne kadar karşılıyor? Ekolojik yıkımı durdurmak için ne yapmak gerekir? Bu konularda ekoloji hareketlerine kulak veren var mı?
Türkiye’deki ekoloji hareketinin emektarlarından, hepimizin yakından tanıdığı Prof. Dr. Beyza Üstün ve Avukat Mehmet Horuş hem Türkiye’deki ekoloji hareketini değerlendirdik. 21 Ocak’ta İstanbul’da gerçekleşecek Ekoloji Hareketleri Buluşuyor Konferansı’nın örgütlenme sürecini, amaçlarını ele aldık.
Türkiye’de -öncesi bir yana bırakarak-suyun ticarileştirilmesine, HES’lere karşı 2005’ten sonra yeni bir ekoloji hareketi dalgası gelişti. “Kentsel dönüşüm projeleri”, “mega projeler”le aynı zamanda gelişen bir yıkıma karşı kırda ve kentlerdeki hareketler çok önemli taban hareketliliği sağladı. Hemen her yerde bir çevre derneği, platformu kuruldu. Yurt sathına yayıldı. Bununla beraber ekolojik yıkımın ayyuka çıktığı gerçeğine denk düşen bir örgütlülük ve güçte ekoloji hareketi de yok. Bir bakiye değerlendirmesi yapmak bakımından, 2000 sonrası bu ekoloji hareketinin güçlü ve zayıf yönleri nedir sizce?
Mehmet Horuş: Ekoloji hareketlerine bakarken Bergama ile başlayan HES’lere karşı dalgayla daha görünür hale gelen yerel hareketler halkalarından konuşmaya alıştık. Bu bakış açısı anlaşılabilir. Çünkü hareketin en hakiki hali bu yerel taban hareketlerinde cisimleşiyor. Ama ekoloji mücadelesi bu yerel hareketlerin yan yana gelişinden ibaret değil. Bir kere bu yerel platformların çoğu birer kampanya örgütü şeklinde kurulsa da yirmi yıldan daha uzun süredir mücadele eden onlarca ekoloji örgütü var. Yerel ölçekte karşı oldukları projeleri engelleyemeyen pek çok platform da mücadeleye devam ediyor. Hareket, giderek daha geniş bir toplumsal-tarihsel kesit içinde konumlanıyor. Ekolojik kriz ve yıkım derinleştikçe sürekli genişleyen bir ölçekte ve içerikte konular ekoloji hareketinin mücadele alanına giriyor.
Yirmi yıllık varlığını maden, inşaat, enerji ve kentsel rant üzerine kuran bir rejime karşı tek başına ekoloji hareketlerinin karşı durması mümkün değil. Ekoloji hareketleri, ekolojik sorunları toplumsal muhalefetin ana gündemleri haline getirme kriterine göre çokça yol aldı. Gezi, bunun bir parlama anıydı. Ama buradan yeterince ilerleyemedik. Barınma hakkının bu kadar yoğun şekilde finansallaşması, gıda fiyatlarındaki durmayan artışlar, nükleerle ilgili jeostratejik hesaplar, Kanal İstanbul’un hem bir rant projesi hem de Montrö Sözleşmesi ile uluslar arası güç kaymalarındaki etkisi, göç ve mültecilik, doğalgaz ve ulaşım zamları, orman yangınları, kuraklık ve daha çok fazlası toplumun temel meseleleri haline geldi. TTB, TMMOB, KESK, DİSK ve TBB neredeyse her alanda ekoloji hareketleriyle iç içe. Kadın hareketi ile fiili mücadeleler ve düşünsel arayışlarda çok geniş bir kesişimsel alanda duruyoruz. Ama toplumsal muhalefetin bütünü açısından ekolojik sorunların bu kuşatıcı etkisini sağlamakta zayıf kalıyoruz. Burjuva çevreciliğin halen hareket üzerinde ciddi bir olumsuz etkisi var. Bütün bu sayılan toplumsal sorunlar ve kesimler ayrı bir yerde, “çevrecilik” ayrı bir yerde yaklaşımından hareketi arındırmaya ihtiyacımız var. Devlet ve sermaye de bu çevreci eksende siyasal bir ekoloji hareketinin gelişmesinin önünü almaya devam ediyor. Eğer bir eksiklikten ya da zayıflıktan bahsedeceksek; ekoloji hareketinin açığa çıkardığı gücü, siyasal ve toplumsal mücadele alanına yeterince yansıtamadığını söyleyebilirim. Buradan çıkış yöntemlerini el birliğiyle bulmaya çabalıyoruz.
Beyza Üstün: 92’de BM deklarasyonları ile kapitalist sistemin o güne değin yaptıkları yasal bir kılıfa oturtuldu. Bu açılım birkaç amacı taşıdı; kapitalizmin krizlerinin çözümlenmesi için stratejilerin duyurulması ve ulus devletlerin kabulüne, sahiplenmesine sunulması, sürdürülebilir kalkınma temel stratejisi ile yola devam edileceği, bunun sonucunda olacak olan ekolojik krizlerin çözümünün üretilmesi gibi amaçlar hedeflendi. Yapısal krizlerinin çıkışı için kapitalizme yeni alanlar açılması için sera emisyonları üzerinden karbon ayak izi, karbon borsası, yenilenebilir/sürdürülebilir sermaye alanları tanımı, 2050-2100 kıtlık projeksiyonları vb. ile, bu stratejileri destekleyen fonlar, krediler, IMF, Dünya bankası ve finans kuruluşlarının, Avrupa birliğinin teşvikleri, vb. ile bu stratejiler uygulamaya sokuldu ve giderek hızlandırıldı.
Bu stratejiler 2000’li yılların kapitalizmin yapısal krizlerinde birbiri ardında yürürlüğe sokuldu. Yönetişim sistemleri (BM, ulus devletler ve bilim ve sivil toplum kuruluşları tanımlı aktörler) ile bu stratejiler güçlendirildi, doğal ve kültürel varlıklar metalaştırıldı. suyun ve su havzalarının, kültürel varlıkların, yaşam alanlarının sermaye birikimine sokulması, halkların yerinden zorla edilmeleri, yaşam alanlarına el konulması 2000’li yılların kapitalizmin krizlerine eşlik etti.
HES, RES, JES, NES, maden, mega kentler için inşaat, enerji, su, maden şirketleri ile yaşam alanlarına, sulara, tarım alanlarına, ormanlara, kent belleklerine el konulup, bu yaşam alanları sermaye birikimine dönüştürülmesi karşısında yöre halkları, geçimlik yaşamları için yöre halkları, olacakları öngören ekoloji, meslek, emek örgütleri, siyasi örgütler her müdahalede müdahaleyi durdurmak/ önlemek için yan yana geldi.
Söylediğiniz gibi suyun ticarileştirilmesi karşı yan yana geliş bu süreçte en geniş dayanışma alanına dönüştü. Bu süreçte ekoloji hareketlerinde güçlenerek açığa çıkan bu politik tutum, kapitalist sistem tarafından müdahale edilen her derenin korunmasına, her ormanın savunulmasına, kentsel dönüştürülecek kent belleklerinin korunmasına yönelik yan yana gelişleri, dayanışmayı arttırdı.
Bu hareketler, 2000’li yıllara kadar ekoloji politik perspektifleri olmayan siyasi örgütlerin mücadele alanlarına eklemlenmesini sağladı ve ekoloji hareketlerinin politik tutumunu da açığa çıkardı.
Ekoloji hareketleri içinde büyüyen bu politik dayanışma sürecini güçlü ve zayıf analizine sıkıştırmak bana kalırsa bu ekoloji hareketlerine haksızlık olur. Türkiye’de bugün; yaşamın özgürlüğü için çabalayan, gerçekten demokrasiye inanan her siyasetçi, her siyasi örgüt yaşam alanlarını korumak için verilen mücadelelere destek vermeyi önemsiyorsa, kadınlar başta olmak üzere her alanda sistemin müdahalesine karşı itiraz yükseliyorsa, dayanışmaya geçiliyorsa bu ekoloji hareketlerinin açığa çıkardığı kolektif güçtür. Ekoloji hareketlerinin mücadelesi ve dayanışması sürdükçe yapılanların karşısında tutumları da giderek politikleşmektedir.
Bu dayanışma sürecini zayıflamasına yol açan etkinin egemen sistemin kendi stratejilerini yaşama geçirmek için ürettiği algının, apolitik öğretilerin, patriyarkal sistem yanlısı tutumların sonucu olduğunu düşünüyorum.
Buna rağmen yaşamın özgürlüğünü hedefleyen ekoloji hareketleri bir yandan politikleşme süreci geçirirken sistem içi çözümlemeler yerine kendi taleplerini kararlarını üretmeye başlamaktadır. Ekoloji hareketlerinde yaşanan bu dönüşüm sürecinin geriye dönüşünün olamayacağını düşünüyorum.
Ekoloji hareketinin önündeki tuzaklardan birinin, sorunun ivediliğinden dolayı ehveni şer politikalarla hareketin sınırlanması, düzeniçileşmesi. İklim krizini çözmek için devrimi bekleyemeyiz, dolayısıyla “yeşil mutabakat” “adil geçiş” gibi liberal programlarla “önce iklimi kurtaralım, sonra kapitalizme ne yapacağımızı düşünürüz” diyen “acilciler” var. Ama hakim iklim siyaseti de 2050, 2100’ü hedef gösteriyor. Bu tehlike hakkında ne düşünüyorsunuz? Üç beş ağacı kurtarma mücadelesi ile ormanı ve tüm canlı yaşamı kapitalistlerin elinden kurtarma mücadelesi –devrim mücadelesi- arasında böyle bir ayrım yapılabilir mi ya da tersinden ikisi arasındaki bağ nasıl kurulabilir?
MH: Sosyal hukuk devletinin son kırıntıları da kazandığımız davalarda mahkeme kararlarının uygulanmaması ve şirketler için sağlanan hukuksal muafiyetlerle yok edildi. Doğa, bizimle pazarlık etmiyor. Kim, kiminle, neyin mutabakatını sağlayacak? En son yeşil boyama örneği olarak AB tarafından nükleer enerji “yenilebilir” sayıldı. Sermaye böylece sektörel çevrimini tamamladı. GES ya da nükleer, her er türlü ekolojik açıdan zararlı uygulama “yeşil dönüşüm” ile pazarlanabilir. Adil geçiş ile sendikalar üzerinden emek sömürüsünün yeşil dönüşüme adapte edilmesi hedefleniyor. İşçilere de düzen içi bir çevrecilik bulaştırılıyor. Mısır’daki COP 27 tam bir fiyaskoyla sonuçlandı ve en iyimser beklenti içinde olan arkadaşlarımız bile yüzlerini çevirdiler. Sisi, diktatörlüğüne çevreci bir makyaj yapmış oldu. COP 28 de dünyanın en büyük fosil yakıt ihracatçılarından biri olan Birleşik Arap Emirlikleri’nde düzenlenecek. Bu resmi zirvelerden bir şey çıkmayacağını herkes anladı. Aşağıdan halkların ortak birlikteliğine ve dayanışmasının örülmesine daha çok odaklanmamız gerekiyor.
CHP’nin yeşillendirilmiş vizyonu bu açıdan ekoloji hareketleri için her şeyden önce bayatlamış ve beklentileri karşılamaktan uzak. Bir pazarlama yöntemi olarak modaya uyulduğu zannedilse de sahada mücadele eden CHP milletvekilleri dahil alıcısı olmadı. CHP, aslen sermayeye yönelik bir program olarak vizyon belgesini açıkladı. “Devlette süreklilik esastır” diyerek İYİ Parti ile birlikte nükleeri savunması bu açıdan çok tutarlı. Bu gelişmelere olurken Nükleer Karşıtı Platform, ekolojik sorunların ittifak denklemlerine feda edilmemesi uyarısıyla çok hızlı refleks gösterdi. Ardından çok sayıda ekoloji hareketinin aynı hızda savaşa karşı bildiri yayınlaması, ekoloji hareketlerinin meydanı boş bırakmayacağını gösterdi.
BÜ: Sorunuzda işaret ettiğiniz acilcilik, geçiş süreci, sistem içi tutum alma eğilimi, ekoloji hareketlerinin mücadeleye başladığı ilk zamanlarda daha etkin. Kapitalist sistem yeni stratejilerini bu algıya tutunarak açıklamayı sürdürüyor.
Hatırlarsanız Brundtland raporları ile sürdürülebilir kalkınmanın gerekliliği kıtlık, kıtlaşma senaryolarına oturtulmuştu sonrasında BM konferansları ile 90’lı yıllarda bu senaryonun çözüm yöntemleri sırasıyla açıklandı. 2020, 2050 projeksiyonları ile kapitalist sistem önerilerini yoksunluğu, kıtlığı, erişimin olamayacağına Malthusçu bir yaklaşımla ve kapitalist projelerin devamlılığı ilkesine dayandırarak açıkladı her seferinde. Nüfus arttıkça enerjiye gereksinimin giderek artacağı (nüfusa bağlı kapitalist üretimlerin enerji gereksiniminin artacağı projeksiyonları ile), suların kıtlaşacağı (“temiz” su verisi ve temiz suya erişimin azalması, erişemeyecek olanlara suya erişimin sağlanması için dünya su konseyinin çözümlerinin / suyun metalaştırılmasının gerekliliği), gıda krizi için çözümlemede biyo türlerin belirlenmesi ve ticarileştirilmesi, tarım üretiminin endüstrileştirilmesinin çözüm olarak yürütülmesi, sera emisyonlarında artışın, su döngüsünde bozulma ile açığa çıkan iklim değişimlerinin yenilenebilir sermaye projeleri ile aşılabileceği gibi patriyarkal kapitalizmin neoliberal çözümlemeleri krizler işaret edilerek üretildi. Bu algı mücadele alanlarına, politik tartışmalara da yansıdı. Liberaller bu süreci tam da istendiği gibi sistem içinden okudu, analiz etti. Yaşam alanlarını kapitalist sisteme karşı koruma mücadelesini, kurtarma çabasını neoliberal projeleri/stratejileri olumlayarak, değiştirmek mümkün değil iyisi mi etkiyi azaltalım, iyi görüneni destekleyelim diyen bir analizi mücadele edenlerin karşısına çözüm önerisi olarak sundular, sunmaya da devam ediyorlar. Sermayenin enerji projelerinde HES ler suyun metalaştırılması olarak görülmemesi için bu konuda çabalayan bilim insanların çabalarını birlikte yaşadık. Termik ve Nükleer enerji üretimlerine karşı HES, GES, JES, RES diğer sermaye enerji üretimlerini, bu üretimlerin kapitalizmin üretimleri olduğunu görünmez kılarak mücadelelere alternatif çözümler olarak koyabildiler. Kapitalist üretimlere karşı yöresinde mücadele verenler birbirinden ayrışarak/ diğerini ötekileştirerek kendi mücadelesini yürütmeye çalıştı.
Libarel aklın yıllardır her alanda savunduğu sistem içi savunma ekoloji politikasını hala sistem içi çözümlemelere eviren politik örgütlerde sürmekte. Yaşam alanlarında sürmekte olan saldırıların önlenebilmesinin yolunun, bunu yürütülen siyasetin dönüştürülmesinden geçtiğini söyleyen, yaşam alanlarını koruma mücadelesi yürüten ekoloji hareketlerine, bu yüzden devrim mi yapacaksınız, alternatif çözümler bulalım denebilmekte.
Bugün yaşam alanlarını savunan ekoloji hareketleri savundukları ağacın, suyun, toprağın, doğanın, kültürel varlıkların, kent mekanlarının, belleklerinin, yaşamlarının korunmasının, geçimlik yaşamlarından, yerlerinden zorla edilmelerinin önlemenin, emeklerinin sömürülmesine son verilmesinin yolunun sömürücü tahakküm sistemin dönüştürülmesinden geçtiğini biliyor. Karl Marks, yapılanı bilmek yeterli değildir, onu değiştirmek gerekir, bu da devrimdir, diye betimler. Bizler yaşamımızı yok eden sistem yerine yaşamı özgürleştiren bir sistemi birlikte örebilirsek bu sürecin her aşaması devrim. Devrim ulaşılmayacak bir yerde değil özgürlükte saklıdır. Özgür olduğumuz özgür kıldığımız her alanda ona ulaşmışız demektir.
Ekoloji hareketinin örgütsel bir kriz yaşadığı tespitine katılıyor musunuz? 2010-11 döneminde alttan ve üstten/dışardan “birlik” girişimleri olmuştu. Su Meclisi örneğin. Epey sonra da Ekoloji Birliği kuruldu. Ama bütün ekoloji/çevre örgütlerinin tek bir hedef etrafında somut kazanım elde etmek için harekete geçmesini sağlayan politikalar geliştirilemedi. Hem yerel düzeyde hem de ülke düzeyinde taban demokrasisini örgütsel formlarda geliştirme açısından ciddi sorunlar yaşanıyor. Örneğin hepimizin savunduğu meclis tarzı örgütlenmeler bir türlü istikararlı hal alamıyor. Türkiye’nin en büyük toplumsal örgütü olan HDK’nin de Ekoloji Meclisi aynı sorunla muzdarip. Sizin değerlendirmeniz nedir bu konuda?
MH: “Örgütsel kriz” olabilmesi için ya ulaşmak istediğimiz bir örgüt modelinin olması ya da var olan örgütümüzün işlemiyor olması gerekiyor. Her ikisi de yok. Ekoloji hareketleri var olan örgütsel formlarla ifade etmekten kendini sakınıyor. Ekoloji hareketlerinin tematik çeşitliliği, yerel, ülke ve gezegen düzeyindeki bir araya geliş katmanları, kesişimsel alanların artması ve en nihayetinde hareket halinde olması, bir kalıba dökülmesine izin vermiyor.
Bilgi ve deneyim aktarımı ve süreklilik açısından giderek daha hızlı ve etkin dayanışma ağlarını kurabiliyoruz. Yerele ve doğrudan demokrasiye uygun yatay bir araya gelişler karşılık buluyor. Konferanslar ve sempozyumlarla kolektif hafızasını ve iradesini geliştirmeye devam ediyor. Başkanlık, yürütme kurulu, bileşen hukuku ve benzeri hiyerarşik ilişkiler, ekoloji hareketinin bünyesiyle uyuşmuyor. Meclis tarzı oluşumlar şu ana kadar ekoloji hareketlerinin en yatkın olduğu bir araya geliş zemini gibi görünüyor. Bu durum özellikle diğer toplumsal muhalefet dinamikleri ve daha geleneksel örgütsel yapılarla bir araya gelişlerinde ekoloji hareketleri için dezavantaj yaratıyor. Ama ilişkilenme biçimlerindeki aleyhine olan bu koşulları ancak karşısındaki dönüştürerek aşabilir. Örneğin sosyalist hareketle ekoloji hareketleri arasındaki makas giderek daralıyor. Son beş yılda sosyalist örgütlerin neredeyse tamamının birer ekoloji kolları oldu. Ekoloji hareketleri ile sosyalist yapılar arasındaki bu ilişkinin gelişebilmesinin bir koşulu da sosyalist örgütlerin deyim yerindeyse “ekolojikleştirilmesi” ile mümkün olacak. Kadınlar da böyle yaptı. Eşbaşkanlık, kadın kotası, kadın meclisleri ve başkaca işleyiş mekanizmalarıyla kendi içinde yer aldıkları örgütleri feminizasyona uğrattılar.
BÜ: Ben ekoloji hareketlerinin örgütsel bir kriz yaşadığı tespitine çok katılmıyorum. Şüphesiz zaman zaman her alanda verilen mücadelenin gücü, bir başka alanda verilen mücadeleden daha fazla olabiliyor. Yani 2010’lu yıllarda su mücadelesi böyle idi. Örneğin “derelerin kardeşliği” dönemi, “suyun ticarileşmesine hayır” buluşmaları bu politik bir araya gelişlerin güçlü örnekleri idi. Bunda haklısınız. Ama Su Meclisi gibi, Ekoloji Birliği gibi, alanlarda verilen mücadelelerin yan yana gelerek bir ağ oluşturma deneyimleri, bu politik dönüştürücü, sistemi alaşağı edici mücadeleyi politik satha oturtacağı örgüt özelliğini çok temsil etmiyor. Bunlar şu açıdan kıymetlidir, yan yana gelişte bir haberleşme ağı ve buluşmayı gerçekleştiriyor. Ancak HDK’nin Ekoloji Meclisi’nin oluşturulması gibi daha mevzi statüsünde, ekoloji hareketinin politik tutumunu da içeren buluşmalar, örgütlenme krizini açacağımız buluşmalar. Niye aşamadık? Yukarıda tartıştığımız sistem içi okumaların etkisi çok fazla. Mutlaka politik örgütler, HDK’nin Ekoloji Meclisi’nin oluşumunda yer almaya çalışan politik örgütler, kendilerini Meclis kavramı içinde tutamadılar ve ayrışmayı daha kolaylıkla gerçekleşmesine neden oldular. Oysa politik kimlikleri olan örgütlerdi her biri, ancak henüz sistemi tam analiz edip kapitalist sistemin bütün süreçlerini görebilen bir yerden politik tutum almıyorlardı. Şimdi bugün geldiğimiz durum çok daha farklı. Ekoloji hareketleri ister yerelde mücadele versinler, ister bir araya gelsinler artık şunu görüyorlar, bu sistem değişmeli, bu sistemi birlikte değiştirebiliriz. Şimdi bu birlikte değiştirebiliriz ve bu sistem değişmeli düşüncesi politik bir tutumu işaret ediyor ve yan yana gelişin ötesinde bir tutumu işaret ediyor.
Bu anlamda 21 Ocak’ta İstanbul’da yapılacak “Ekoloji Hareketleri’nin gücü siyaseti dönüştürme gücüdür”, “Biz ekoloji hareketleri olarak özneyiz” diyerek bir araya geleceğimiz konferans, hem meclis oluşumunda hem sizin de deyiminizle örgütsel krizi aşmada önemli bir yer tutuyor. Çünkü burada buluşacak olan hareketler sadece yan yana gelmeyi, sadece birlikte söz üretmeyi sağlamayacak. Halklar politik tutumlarıyla “dönüştürücü güç biziz” diyecekler. Sisteme karşı dönüştürücülükten, siyaseti dönüştürmekten bahsedecekler ve bu dönüştürmenin yol ve yöntemlerini birlikte söyleyecekler. Tam bir Meclis perspektifiyle yapacaklar bunu. Buradan bir örgütlenme çıkar mı onu bilemem. Ancak bu çok önemli bir deneyim. Bu dönüştürücü tartışmanın, özne olma halinin, politik tutumun, netleşen tek özne olma halinin ekoloji hareketleri tarafından ilk kez denendiği bir buluşma. Onun için bu buluşma benim açımdan görebildiğim kadarıyla ya da umduğum kadarıyla hem ekoloji hareketlerin örgütsel krizini, politik tutumunun aşılmasını sağlayacak bir buluşma olacak, hem de bir meclis aslında bir özyönetim siyaseti dönüştürecek, özne olarak bir özyönetim tartışmasını, pratiğini birlikte yaşama geçirecek. Bu anlamda çok umut verici görüyorum ve önemli görüyorum. Ekoloji hareketlerinin siyaset için özne olduğunu ifade eden bu konferansta ortaya çıkacak olan yöntemin, tartışmanın ve sonucun bu topraklarda önemli bir tarihsel eşikte olduğunu düşünüyorum.
Ekoloji hareketinin zayıf yönlerinden biri de dünya ile bağının zayıflığı sanırım. Mezopotamya Ekoloji Hareketinin bu açıdan daha iyi bir durumu vardı ama maruz kaldıkları siyasi ve adli baskılar var. 2019’daki Ekoloji Politik Konferansı da birçok ülkden konuğa evsahipliği yapmıştı. Kazma Bırak Kampanyası, İklim Adaleti Koalisyonu gibi çalışmalarla kısmen bu bağlar kurulmaya çalışıldı, çalışılıyor. Polen Ekoloji’nin farklı ülkelerden marksist ekoloji araştırmacılar, aktivist gruplarla söyleşileri, çevirileri oluyor. Ama yine de örgütsel, ideolojik olarak bağın zayıf olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz bu konuda, bu bağı nasıl kuvvetlendiririz?
MH: Enternasyonalizm ekoloji mücadelesi için ana kurucu unsur. Dünya-tarihsel bir perspektif olmadan ekoloji mücadelesi verilemez. Gezegen düzeyinde yok oluş riski kapıda dururken, ulus devlet ölçeğini esas alan modern hukuk sistemlerinin ve anayasalarının ekolojik kriz karşısında işlevini yitirmesi bunun en açık kanıtı. Birleşmiş Milletler kurumlarının etkisizleşmesi ve meşruiyetini yitirmesi yapısal bir sorun. Temiz hava hakkının satılması, çöp ithalatı, kirli işletmelerin üçüncü dünyaya transferi, iklim felaketlerinin teritoryal olarak sabitlenememesi emperyalizmin yeni ekolojik içerikleriyle yeniden tanımlanmasını zorunlu kılıyor. Avustralya’daki, Yunanistan’daki ya da Türkiye’deki orman yangınlarındaki iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle yaşanan artışlarla nasıl baş edeceğiz? Sermaye dünyamızı kundaklıyor. En ücra köydeki JES projesi de siyanürlü altın madenleri de bu uluslar arası sistemin birer parçası. Göçmenlerin yaşadığı trajediler, artan ırkçılık ve milliyetçiliğin ekolojik boyutlarıyla yüzleşmemiz gerekiyor. Enternasyonal düzeyde örgütsel ve ideolojik bağlarımızı güçlendirebildiğimiz kadar güçlendirmeye devam etmeliyiz. Bunun en somut adımı da en yerel düzeyde örgütlenirken bile küresel bilinçle yürümekten geçiyor. Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindeki ekoloji hareketleriyle ilişkiye özel önem vermek önemli bir eksikliği gidermemizi sağlayabilir. Ekolojik krizin bizi davet ettiği Aydınlanmacı ilerlemeci pozitivist çizginin eleştirisi, “Batı” ile özdeşleşmiş bir sanayi uygarlığı eleştirisini de barındırıyor. Yıkım projelerine karşı çıkarken doğayı hesaplanabilir, denetlenebilir, fiyatlandırılabilir gören bu araçsal akla karşı, geçmişimizden gelen, doğanın içsel değerini tanıyan, ortaklaşmacı kültürümüzden cesaret alıyoruz. Akbelen’i de Fındıklı’yı da Arsuz’u da savunurken kapitalizmin bastırdığı ama yok edemediği evrensel komünal damarlarımızdan besleniyoruz.
BÜ: Uluslararası bağların zayıflığı şüphesiz doğru. Mezopotamya Ekoloji Hareketi bu açıdan daha güçlü bir yerde duruyor. Ortadoğu’daki ekoloji hareketleriyle buluşması, uluslararası alandaki ekoloji hareketleri ile birlikte analiz etmesi, tutum alması açısından daha güçlü bir yerde duruyor. MEH üzerinde, bu nedenle siyasi baskı daha fazla. Ancak tüm bunların aşılabilmesi için gene Ortadoğu’da ya da Avrupa’da ve diğer Asya’daki ülkelerdeki ekoloji hareketleriyle birlikte politik tutum almak, kapitalist patriyarkal sisteme karşı birlikte yaşamı örmek için adım atmalıyız. Ne kadar bunu başarırız ve ne zaman buna doğru evrilir ekoloji hareketleri? Onu bugünden görmek mümkün değil. Ama giderek evrildiğini görmek, giderek bu arayışta olduğunu görmek, giderek politik tutumda birlikte tartışmasını arttırdığını görmek gerekiyor.
Bu uluslararası dayanışma ağlarından Kazma Bırak, İklim Adaleti Koalisyonu’nun çalışmaları son derece kıymetli buluşmalar. Belki şuna ihtiyaç var. Bu buluşmaların tümünü böyle ayrıştırmalı değil, tıpkı uluslararası dayanışma ağlarını güçlendirecek, o politik tutumu yaklaştıracak bir sürece evirmek gerekiyor. Bu uluslararası ve birbirinden farklı farklı alanlarda ekoloji hareketi olarak büyüyen kampanyaların, koalisyon çalışmalarının, sistemin bütününü içeren bir yere evrilmesi ve süreci birlikte tartışmasını sağlamak gerekiyor. Bunun için de önümüzdeki dönem bize sorumluluk yüklüyor.
Polen Ekoloji Kolektif ve Ekoloji Politik da aslında eklojik politik perspektifin hem teorik tartışmalarını yürütüyor hem de alanda mücadele eden ekoloji hareketleriyle birlikte düşünüyor, söyleyişiyor ve pratik yapıyor. Polen Ekoloji bunu yazıya dönüştürüyor. Marksist ekoloji araştırmacıların yazılarına yer veriyor. Aktivist gruplarla söyleşiyor, çevirilere yer veriyor. Ayrı ayrı yapılan kampanyaların, koalisyon çalışmalarının pratiklerini yansıtıyor. Ekoloji Politik de hem ekolojik politik tutumun teorisini tartışan, hem bunun siyasetini yürüten hem de alanda mücadelesini veren ekoloji hareketleriyle birlikte bu praksisi hayata geçirmeye çalışıyor. Yani hem teorik tartışmaları hem pratik deneyimleri birbirinin içine geçirerek ekolojik tutumun, ekolojik politik perspektifin toplumsallaşmasına çaba sarf ediyor. Bu anlamda 2019 Başlangıç Konferansı hem ekoloji hareketlerinin uluslararası perspektifte buluşmasını sağlayan hem de bugün 2023’te yapacağımız ekolojik hareketlerinin gücünü açığa çıkaracak olan tartışmaların öncüsüydü. Bu anlamda da çok kıymetliydi. O günden bugüne de her iki örgütte de hem Polen Ekoloji de, hem Ekoloji Politik de hem ürettiği yazılarda, teorik tartışmalarda, hem ürettiği birlikte yaptığı tartışmalarda, ekoloji hareketleriyle birlikte tutum almalarında hiç eksilmeden giderek daha toplumsal ulaşan bir hat izliyor. Her iki örgüt de bu anlamda çok kıymetli. Ama bir örgütten bahsetmiyoruz. Bu iki oluşumun her ikisi de politik tutumu toplumsal ulaştırmaya çalışan farklı yöntemler kullanıyor. Tabii ki bir örgütsel buluşmayı, güçlü bir buluşmayı söylemek her ikisi için de şu anda çok mümkün değil. Ama giderek içinde bulunduğum ekolojik politik grup da bu gücün, bu ideolojik bağla örgütsel bağ yani hareketler arasındaki bağın güçlendirildiğine tanıklık ediyorum.
21 Ocak’ta Ekoloji hareketlerinin buluştuğu bir Konferans gerçekleştirilecek. Seçim sürecine girdiğimiz bu süreçte siyasetin yüksek konuları içinde yine ekoloji yok. Kimse ne Akkuyu’daki nükleer kıyametten ne de diğer ekolojik yıkımlardan bahsediyor. Böylesine yoğun ve baskın bir gündemin ortasında Konferans toplanacak. Neler amaçlanıyor konferansla? Konferans hazırlık süreci nasıl gidiyor? Konferansın gündeminde neler var?
MH: Şimdilik Mayıs’ta yapılacağı görülen seçimin önemi, ekoloji mücadelesi içinde de giderek daha net anlaşılıyor. Ya faşizmin kurumsallaşmasının tamamlanması yönünde en belirleyici adımlardan biri atılacak ya da rejimin asgari hukuksal standartlara döneceği, toplumun ve doğanın nefes almasına aralanacak demokratik bir dönüşümün başlangıcı olacak. Türkiye’nin seçiminin en çok Brezilya seçimleriyle benzerlik taşıdığı çok sık dile getirildi. İşin en başlarında Ekoloji Politik içinde Fransa, Şili ve Kolombiya’daki seçim ittifaklarında ekoloji hareketlerinin öne çıkmasını değerlendirmiştik. Ama Brezilya seçimleriyle birlikte içinde yer aldığımız ekoloji hareketleriyle birlikte sesli düşünmeye başladık.
Dünyada, kapitalizmin çoklu krizine karşı çoklu ittifaklarla yanıt üretilen seçim deneyimleri yaşanıyor. Türkiye’de de seçimlere çoklu ittifaklarla gidiliyor. Bu seçimin en ayırt edici yanı iç içe geçmiş bu çok sayıda ittifak denkleminin oluşmuş olması. Ancak bu ittifaklar birer siyasal ittifak olarak şekilleniyor ve toplumsal ittifakların bu denkleme dahil olması noktasında Türkiye pratiğinde önemli eksiklikler var. Konferans, ekoloji hareketlerinin taleplerinin yaklaşan seçimlerde siyaset alanına taşınması yanında siyaseti de ekoloji alanından dönüştürme iddiasını taşıyor. Brezilya seçimlerinin ana gündemini Amazon Ormanları belirledi. Lula’nın da Bolsanora’nun da seçim stratejileri Amazonlar üzerinden şekillendi. Lula’nın seçim ittifakı kendi içlerinde de çok sayıda bileşeni olan yüzlerce yapının bir araya gelmesiyle oluştu. Siyasi partilerle ekoloji örgütlerinden kadın örgütlerine, gençlik örgütlerine, sendikalara ve çiftçi örgütlerine, LGBTİQ+ örgütlenmelere kadar çok geniş bir toplumsal ittifakla muhalefet seçime girdi ve kazandı. Seçim sonucunda kurulan hükümette Amazon Yerlisi ve Amazon’un talanına karşı mücadelenin öncülerinden Marina Silva, Çevre Bakanı olarak görev aldı. Türkiye’nin seçimini de nükleerden, Kanal İstanbul’dan ve diğer ekolojik talan projelerinden kurtulacağımız, Hasankeyf’in hesabını soracağımız, Gezi’den tutsak arkadaşlarımızın özgürlüğünü sağlayacağımız bir seçime dönüştürmek istiyoruz.
Konferansın sonuçlarını hep birlikte görüp değerlendireceğiz. Ekolojik hareketleri politik bir özne olduğunu bu bir araya geliş iradesiyle ortaya koymuş oldu. Konferanstaki tartışmaları olgunlaştırmak için konferansa giderken iklim krizi, kadın ve ekoloji, enternasyonal deneyimler, savaş, göç ve mültecilik ile ekolojik anayasa başlıklarında webinarlar düzenliyoruz. Çağrıcılar arasında ekoloji hareketleri ile birlikte kadın, sağlık, emek ve meslek örgütleri de yer alıyor. Kolektif olarak ördüğümüz bu kürsüden 21 Ocak’ta yine kolektif sözümüzü kuracağız. Ekoloji hareketinin önemli bir politikleşme eşiğini daha örgütlediğine tanık oluyoruz. Herşey bir konferansla bitmeyecek. Farklı tartışma başlıkları ve yeni sorun alanlarıyla mücadeleyi eylemsellik ve fikriyat düzeyinde daha ileriye taşıyacak bir deneyimi yaşamaya başladığımız söyleyebilirim.
Son olarak şunu belirtmek istiyorum. Bu anlattıklarım içinde yer aldığım mücadelelerden benim görebildiklerim. Başka arkadaşlarım çok daha zengin ve benim göremediğim gözlemleri buradan veya başka mecralardan aktarıyorlar. Kesin olan kısmı ise umudumuz ve heyecanımız her gün daha da artıyor.
BÜ: Siyasi partilere baktığımızda genelde ekoloji politikalarının olmadığını söyleyebiliriz. Nükleer siyasi iktidar tarafından yürütülecek bir proje olarak her yerde sunulurken iktidara aday olduğunu söyleyenler de bu sürecin devam ettireceklarını söyleniyor. Gerçekten yaşam alanlarında yoğun bir baskı sürerken, sistemin ürettiği bütün projelerde, bütün uygulamalarda işçiler gün geçtikçe iş cinayetlerine daha fazla maruz kalırken, her geçen gün bu daha da şiddetlenirken, sömürü daha da artarken, geçimlik yaşamdan halklar giderek koparılarak sermayenin işçileri haline dönüştürülürken ya da yerlerinden zorla edilirken, Hasankeyf’te, Suriçi’nde, Sulukule’de, Validebağ’da her yerde bunlar oluyorken siyasetin gündeminde yoklar. Siyasi örgütler ya da partiler sadece basın açıklamalarında var oluyorlar. Ama bunları dönüştürmek için bir projeleri, bir perspektifleri olduğunu gösteren bir veri görmek mümkün değil. Tam tersi aynen devam edeceğini, sistemin bu seçim sürecinde de aynen devam edeceğini açıkça görüyoruz.
Onun için bizler ekoloji hareketinin derdi, ekoloji mücadelesi verenlerin derdi seçim sürecinde bir umuda bağlanmak değil. Bu süreci yürütecek olan siyasi partilerden bir beklentinin ötesinde, bizler yaşamı gerçekten özgürleştirecek, ekolojik politik perspektifi yaşama geçirecek, yeni yaşamı, özgür bir yaşamı kapitalizmin elinden, kapitalist sistemin elinden yaşam alanlarını, kentleri, kültürel varlıkları, tarım alanlarını, geçimlik yaşamı, halkları, emekçileri kurtaracak olan politik perspektifin bu seçimde ya da sonrasında yaşamı özgürleştireceğine inanıyoruz ve bunu söyleyen siyasete yüzümüzü dönüyoruz. Konferansta siyasete sözümüzü söyleyeceğiz, bu amacımızı söyleyeceğiz. Bizim derdimiz yaşamın özgürleşmesidir. Bizim derdimiz, yaşamları, yaşam alanlarını, kültürel varlıkları, doğal varlıkları, halklar da dahil olmak üzere bütün canlı sistemi sermaye birikimine sokacak olan bu sisteme karşı yeni yaşamın öreceğimiz, birlikte başaracağımız bir toplumsal iradeyi ortaya koyacaktır konferans. Bu anlamda da az önce söylediğim gibi tarihsel bir dönemeç dedir bu pratik. Yolumuz açık olsun.