Pazartesi, Temmuz 7, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 6

FİLLER TEPİNİRKEN, ÇİMENLER EZİLİYOR!!!

BASINA VE KAMUOYUNA:

Değerli Basın Emekçileri ve Sevgili Sinop Halkı,

Yıllardır Ülkemizde, Sinop’ta ve Akkuyu’da ve İğneada’da bir Nükleer Santral yapma belası sürüp gidiyor. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Rusya Devlet Başkanı Putin ile her yan yana gelmelerinde Sinop’a Nükleer Güç Santrali yapma işini altın tepside Putin’e sunuyor. En son Soçi’de yan yana geldiklerinde Sinop’a NGS yapma işini Putin ile konuştuklarını ulusal basın temsilcilerine söylediğini yazılı ve görsel basından öğreniyoruz. Gerek Akkuyu’da ve gerekse Sinop’ta yaşayan yerel halka rağmen yapacaklarını ifade ediyorlar. Oysa ne Akkuyu’da ne Sinop’ta ne de Dünyada Nükleer Güç Santrali istemediğimizi sesimizin çıktığı kadar yüksek sesle söylüyoruz!

Recep Tayyip Erdoğan bu sözleri söyledikten hemen sonra Akkuyu Nükleer AŞ’yi yapan ROSATOM şirketinin Genel Müdürü Anastasia ZOTEEVA durumdan vazife çıkartıp yazılı ve görsel basına; Akkuyu’ya ikiz kardeş olarak Sinop NGS’yi yapacaklarını açıkladılar. Yetmedi! Türkiye’nin Enerji Bakanı sadece Akkuyu’da değil 2. ve 3. Nükleer santralleri yapmak için Çin, Güney Kore ve Rusya yetkilileriyle görüşmeler yaptıklarını ulusal basında pervasızca açıkladılar.

Son olarak Akkuyu Nükleer AŞ’nin CEO’su Zoteeva, basına verdiği bir röportajda “Akkuyu santralini kendi topraklarımızda değil kendimiz için inşaa ediyoruz. Bu nükleer santral Rusya’ya aittir. Bu, Başka ülkenin topraklarında bulunan kendi santralimizdir.” dedi. Kamuoyunda görülen tepkilere karşı da bu açıklamanın sonrasında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Alparslan Bayraktar, Akkuyu Nükleer Güç Santrali’nin (NGS) bir Rus yatırımı olduğu ama bu yatırımın Türkiye’deki herhangi bir yabancı yatırımdan hiçbir farkının olmadığını söyleyerek, “Akkuyu Nükleer AŞ, Türkiye Cumhuriyeti’nin vergi mevzuatına, hukuk kurallarına göre çalışan  bir şirket, bir Türk şirketidir. Nükleer santral yatırımı yapan başka ülkelerde böyle tartışmalar göremezsiniz”  demekle yetindi. Ne yazık ki Türkiye ve Rusya arasında 2010 yılında yapılan Hükümetler arası anlaşmayı bile okumamış yada anlamamış bir enerji bakanı bu sözleriyle Akkuyu Nükleer AŞ’ye itiraz edenlere ayar vermeye çalışmaktadır.

Enerji Bakanı Bayraktar, Nükleer Santral yaparak Türkiye’nin 2053 karbon nötr bir ekonomi olma noktasındaki hedefine ulaşmak için Türkiye’nin mutlaka Sinop’ta, Trakya’da yeni nükleer santralleri devreye alması gerektiğini iddia ederek Güney Kore, Rusya Federasyonu ve Çin ile konuya ilişkin görüşmeleri sürdürdüğünü söyleyen Bakan Bayraktar, “Dolayısıyla henüz netleşmiş, imza altına alınmış bir anlaşmamız yok ama bu üç ülkeyle hem Sinop için hem Trakya için çok yoğun görüşmelerimiz devam ediyor diyor!!!

Karşılıklı yapılan bu açıklamalar sonrasında Akkuyu için bir mülkiyet tartışması yaşandığı açıkça görülüyor. Yani, üste Filler tepinirken aşağıda çimenler eziliyor. Açıkçası taraflardan biri yalan söylüyor. Kimin yalan söylediğini de Kamuoyunun takdirine bırakıyoruz!

Akkuyu Nükleer Santrali için yapılan sözleşmede de açıkça belirtildiği gibi Akkuyu Nükleer AŞ sahası Ruslara tahsis edilmiştir. “Her Türk şirketi gibi Türk ticaret kanunlarına göre yönetilmektedir” demek soruna açıklık getirmemektedir.

               Soruna biz açıklık getirelim:

AKKUYU NÜKLEER SANTRALİNİN SAHİBİ TÜRKİYE DEĞİL RUSYADIR!

Bilindiği üzere, Akkuyu Nükleer AŞ yani Rusya Devletine bağlı nükleer enerji tesisi Rosatom tarafından   ‘YAP – SAHİPOL – İŞLET’ modeliyle yapılan proje Rusya’nın kendisi %100 hisse payıyla kuracak ve işletecek. Türkiye ve Rusya arasındaki anlaşmaya göre santralin sahibi Proje Şirketi olacak ve Rusların payı hiçbir zaman %51’in altına düşmeyecek.

60 yıl boyunca 11 km2’lik o alanda Rosatom ve Akkuyu Nükleer AŞ elektrik üretecektir. Kısaca Akkuyu Nükleer AŞ’de söz sahibi her zaman Rusya Atom Enerjisi Kurumu (ROSATOM) olacak. Bu da göstermektedir ki Santralin sahibi Rusya’dır.

Dünyada bir örneği dahi olmayan ve bizim ülkemizde başka bir ülkenin mülkiyetinde olan bir santraldir AKKUYU NÜKLEER AŞ! Türkiye sınırları içerisinde Ruslara hem “ÜS” vereceksiniz hem de yüksek fiyattan elektrik sattıracaksınız ve ülke olarak sessizce izliyor olacağız!!

Konuyu Sinop NGS’ye getirirsek ve yapım şirketi Rusya olursa Karadeniz bir Rus gölü haline gelir ki bu da Türkiye’nin güvenliği açısından Stratejik bir sorun/risk haline gelecektir.

Bizim için asıl sorun; Nükleer santrallerin Yapımı, İşletmesi ve Kaza yapmaları halinde; ortaya yaydıkları radyasyon nedeniyle Ekolojik yaşama vereceği zararlardır. Sinop İnceburun mevkiine yapılması planlanan Sinop NGS, hem karada hem de denizde yaşamını sürdüren canlıların yaşamına olumsuz etkiler yapacaktır.

Nükleer Güç Santralleri, enerji alanında dışa bağımlılığımızı arttıracak eskimiş bir teknolojidir.  Nükleer santral olağan çalışma sürecinde de doğa ve tüm canlılar için; hem radyasyonu hem de kimyasallarla doyurulmuş soğutma suyu ile yıllarca atıklarının ve santrallerin ticari ömrü bittiğinde de santralin kendisinin bertarafının maliyeti bakımından da yanlış bir tercihtir.  İnsan hataları, deprem ve tsunamiler, savaşlarda hedef teşkil etmesi ile nükleer santrallar canlılara ve ekolojik yaşama yönelik büyük riskler barındırmaktadır. Siyasi kararlarla nükleer santrallar hayata geçirilmeye çalışılmakta, yaratılan sahte enerji krizleriyle de kamuoyu yanıltılmaktadır.

Hiçbir ekonomik, toplumsal ve çevresel faydası bulunmayan, olası bir kaza ve saldırı sonrası yaydığı radyasyonun etkileri yüzyıllarca devam edecek; pahalı, kirli, tehlikeli, atık sorunu çözülmemiş Akkuyu Nükleer AŞ için Rusya ile yapılan anlaşma fesih edilmeli, Sinop NGS projesi daha fazla kamu zararı doğurmadan iptal edilmedir.  Nükleer santrallar yerine kalıcı yoksulluğa mahkûm edilen, yaşamsal ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan halkımızın beklentileri doğrultusunda politikalar üretilmeli, nükleer santral projeleri ülke gündemimizden derhal çıkartılmalıdır.

Yukarıda açıklanan nedenlerle, bizler; ne Sinop’ta, ne Akkuyu’da, ne de Dünyada nükleer Santral yapılmasına izin vermeyeceğiz. Siyasal iktidara önerimiz;  Bu lanet projelerden derhal vazgeçin!!!

  • Nükleere İnat Yaşasın Hayat!

SİNOP NÜKLEER KARŞITI PLATFORM

YÜRÜTME KURULU

                                                                                                                 adına

                                                                                                         Murat ŞAHİN

Pestisit Atlası

Tarımda kullanılan zehirler hakkında gerçekler ve rakamlar

https://tr.boell.org/sites/default/files/2023-10/pestisit-atlasi-final.pdf

Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından hazırlanan  “Tarımda Kullanılan Zehirler Hakkında Gerçekler ve Rakamlar: Pestisit Atlası”, her yıl dünyada yaklaşık 385 milyon pestisit zehirlenmesi vakası yaşandığı ve her yıl 11 bin kişinin doğrudan bu zehirlenme nedeniyle hayatını kaybettiğini ortaya koyuyor.

Pestisit Atlası’nda, pestisite yoğun maruz kalanlarda kalp, akciğer ya da böbrek yetmezliğinin yaşandığı ifade edilirken, pestisitlerin de etkisiyle parkinson, lösemi, akciğer ve meme kanseri, tip2diyabet, astım, alerji, obezite ve hormon bozukluklarında da dünyada ciddi artışlar olduğuna dikkat çekiliyor.

Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Otoritesi’nin (EFSA) yasaklamasına rağmen

pestisit kullanımının dünyada rekor seviyelere çıktığının vurgulandığı Pestisit Atlası’nda, yoğun pestisit kullanımının arılar başta olmak üzere uçucu böceklere ve kuşlara zarar vererek biyoçeşitliliği tehlikeye soktuğunu, toprak, su ve havada kalıcı ya da uzun dönemli toksik kirlenmeye yol açtığının altı çiziliyor.

Heinrich Böll Stiftung Derneği tarafından hazırlanan  “Tarımda Kullanılan Zehirler Hakkında Gerçekler ve Rakamlar: Pestisit Atlası”, bilim insanlarının uyarılarına ve Avrupa Birliği Gıda Güvenliği Otoritesi’nin (EFSA) yasaklamasına rağmen, pestisit kullanımının dünyada rekor seviyelere çıktığını ortaya koydu. Dünyadan ve Türkiye’den pestisit kullanımına dair çok yönlü bilgilerin yer aldığı Pestisit Atlası’nda konunun uzmanları tarafından hazırlanan 26 başlıktaki makalelerle durum tespiti, ortaya çıkan zarar ve risklerin boyutu ve çözüm önerileri yer alıyor.  “Tarımda Kullanılan Zehirler Hakkında Gerçekler ve Rakamlar: Pestisit Atlası” Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Proje Koordinatörü Yonca Verdioğlu ve Pestisit Atlası’nın Türkiye’ye dair bilgilerini oluşturan ve bilimsel okumaları yapan Gıda Mühendisi, Yazar Dr. Bülent Şık’ın katılımıyla düzenlenen basın toplantısında kamuoyu ile paylaşıldı.

‘Tarımda Kullanılan Zehirler Hakkında Gerçekler ve Rakamlar: Pestisit Atlası’ Heinrich Böll Stiftung Derneği’nin Berlin Merkez Ofisi’nin Almanya Çevre ve Doğayı Koruma Birliği Pestisit Eylem Ağı ve Le Monde Diplamatique ile birlikte hazırlandı. Heinrich Böll Stiftung Türkiye Temsilciliği tarafından Türkçe’ye çevrilen Pestisit Atlası ‘Mutfaktaki Kimyacı’ kitabının yazarı Gıda Mühendisi Dr. Bülent Şık’ın katkılarıyla Türkiye’ye özgü bilgiler de eklenerek zenginleştirildi.

Kimyasal zehirler her yerde

Pestisit, tarımda ekinlere ve bitkilere zarar verme potansiyeli bulunan haşereleri, istenmeyen yabani otları, böcekleri yok etmek ve kontrol altında tutmak için kullanılan kimyasal bir zehir olarak tanımlanıyor. Pestisitler kimyasal yapılarına ve işlevlerine göre sınıflara ayrılıyor. Pestisit Atlası’nda böcek öldürücüler (insektisit), ot öldürücüler (herbisit), mantar öldürücüler (fungusit) zehir grubunda en sık kullanılan pestisit çeşitleri olarak geçiyor ve pestisitlerin gıdalarda kalıntı bıraktığı ve sağlık açısından ciddi zararlara neden olduğu belirtiliyor.

Pestisit Atlası, tarımda kullanılan pestisitlerin insan sağlığı başta olmak üzere, böceklere, bitkilere verdiği zararlar bilindiği halde; pestisitlerin izlerine meyve-sebzeden, bala, parklardaki otlardan insanlara kadar her yerde rastlandığını ortaya koyuyor.

Dünyada yılda 4 milyon ton pestisit kullanılıyor

Yarattığı tehlikelerine rağmen pestisitsiz endüstriyel tarımın imkânsız hale geldiğine dikkat çekilen Pestisit Atlası’nda yer alan verilere göre, dünya çapında yılda 4 milyon ton pestisit kullanılıyor. Küresel pestisit pazarının bu yıl itibariyle, 130,7 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaştığı tahmin ediliyor.

Avrupa’nın çifte standardı: Kullanıma yasak getiriliyor, üretim devam ediyor!

Pestisit Atlası’nda dünyanın kimi bölgelerinde daha az pestisit kullanıldığına vurgu yapılıyor. Öte yandan son derece tehlikeli pestisitlerin yasaklandığına da değinilen Atlas’ta pestisitlerin kullanımına yasaklar getirilmesine rağmen üretiminin artarak devam ettiği belirtiliyor. Avrupa Birliği’nin (AB) tehlikeli pestisitlerin Avrupa’da kullanımı yasakladığının hatırlatıldığı Pestisit Atlası’nda, AB’nin kullanımını yasakladığı pestisitlerin üretiminin ve ihracatının engellenmediği ve bu zehirlerin dünyanın dört bir yanına ihraç edilmesine engel olmadığına dikkat çekiliyor. Atlas, pestisit kullanımını azaltacak bağlayıcı bir uluslararası sözleşmenin ise henüz imzalanmadığına vurgu yapıyor.

Hem insan sağlığını bozuyor hem biyolojik çeşitliliği yok ediyor

Pestisit Atlası’na göre, Türkiye’de 2019 yılında yapılan bir çalışmada analiz edilen gıda örneklerinin yüzde 49’unda sucul canlılar, arılar, su yosunları ve faydalı böcekler açısından çok zararlı olan, yüzde 42’sinde ise doğal hayatta biyolojik birikime neden olan ve toksik etkisi uzun süre kalıcı olan pestisitlerin kalıntısı tespit edildi. Türkiye’de 2013 ve 2014 yıllarında yapılan bir araştırmada analiz edilen gıda örneklerinin yüzde 85’inde birden fazla sayıda pestisit kalıntısı bulundu. Tespit edilen pestisit sayısı 2 ile 13 arasında değişim gösteriyordu.

Parkinson ve lösemide büyük artış!

Pestisit Atlası’nda, pestisite maruz kalanlarda özellikle de tarımda çalışanlarda görülen sağlık problemlerine de dikkat çekiliyor. Pestisit Atlası’na göre her yıl dünyada 385 milyon kişi pestisit zehirlenmesi yaşıyor. Mağdurların kendilerini yorgun, halsiz ve bitkin hissedebildiği, ya da gripte olduğu gibi baş ağrısı ve eklem ağrıları yaşayabildikleri vurgulanıyor. Bunun ötesinde sindirim sistemi etkilenebiliyor, mide bulantısı, kusma ve ishal görülebiliyor. Sinir sisteminin pestisitlerden etkilendiği vakalar da bulunuyor. Pestisit zehirlenmesinde ağır seyreden vakalarda kalp, akciğer ya da böbrek gibi organların iflas etmesine de sıkça rastlanıyor. Her yıl yaklaşık 11.000 kişinin bu şekilde hayatını kaybettiği belirtilen Pestisit Atlası’nda bunun en yoğun tarım sektöründe çalışanları etkilediğine vurgu yapılıyor. Pestisitler havaya ve suya kolayca karışabildiği için tarımsal alanların dışında yaşayan ya da tarımla uğraşmayan insanlar açısından da tehlike yaratıyor. Bulaş yoluyla çevreyi kirleten pestisitler sadece kullananları değil pestisit kullanılmış ürünü tüketenleri de etkiliyor. Bu maddelerden zehirlenen kişilerin pek çoğunda uzun vadeli etkilerin gözlendiğine dikkat çekilen Pestisit Atlası’nda, son yıllarda özellikle parkinson hastalığı veya lösemi gibi kronik rahatsızlıklarda önemli bir artış yaşandığına vurgu yapılıyor. Bu alanda önemli bilimsel çalışmaların olduğu ifade edilen Atlas’ta pestisitler ayrıca karaciğer ve meme kanseri, tip 2 diyabet ve astım, alerji, obezite ve hormon bozuklukları açısından artan risk oranlarıyla da ilişkilendiriliyor. Yine doğum kusurları, erken doğum ve büyüme bozukluklarını da pestisitlerle olan temasla gerekçelendiren Pestisit Atlası’nda, son yılların en yoğun pestisit tartışmasının ise glifosat üzerinden yürütüldüğü ifade ediliyor. Bu herbisitle temas eden ve kanser olan sayısız insanın, pestisit üreticisi Bayer’e tazminat davası açtığı belirtilen araştırmada, bu davaların 30 bin kadarının ise halen devam ettiği vurgulanıyor. Geçmiş yıllarda birçok davayı kaybeden Bayer’in yaklaşık 96 bin davacıyla uzlaşmaya vardığı bilgisi de veriliyor ve bugüne kadar varılan uzlaşmaların 11,6 milyar avroya mal olduğu tahmininde bulunuluyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün alt kuruluşu olan Uluslararası Kanser Araştırmaları Ajansı’nın (IARC), glifosatı 2015 Mart’ında olası bir kanserojen olarak sınıflandırdığı ifade edilen Atlas’ta 2019 yılında Washington Üniversitesi’nde yapılan bilimsel bir meta-analiz, pestisite maruz kalan kişilerde non-hodgkin lenfoması geçirme riskinin göreli olarak yüzde 41 arttığını da ortaya koyuyor.

Pestisitler 1.000 km kadar taşınabiliyor

Pestisit Atlası’nda etken maddelerinin sadece uygulandıkları yerde kalmadığına dikkat çekiliyor. Pestisitler sızarak, rüzgârla ya da hava yoluyla çok uzaklara, bazıları ise 1000 kilometre kadar uzağa taşınabiliyor. İnsan sağlığına verdiği büyük zararların yanı sıra bu taşınmanın da etkisiyle biyoçeşitliliğe zarar verdiğine, toprak ekosistemini yok ettiğine değinilen Pestisit Atlası’nda gıdalardaki pestisit kalıntılarının insan sağlığına ciddi zararlar verebildiği de belirtiliyor. Atlas, dünya çapında yürütülen uzlaşı çabalarına rağmen izin verilen azami pestisit değerlerinin ülkeden ülkeye de büyük farklılıklar gösterdiğini belirtiyor. Sentetik kimyasal pestisitler kullanılmadan uzun yıllar boyunca organik tarım yapılan arazilerdeki bitki çeşitliliğinin, sadece birkaç yıldır organik tarım yapılan arazilere oranla 17 kat daha fazla olduğuna değinilen Atlas’ta, yararlı böceklerin zararlıların doğal düşmanı olduğu belirtiliyor. Atlas’a göre yararlı böceklerin önceliklendirilmesiyle pestisit kullanımı önemli ölçüde azaltılabilir.

Dünyadaki tarım arazilerinin üçte ikisi en az bir pestisit ile kirlenmiş

Pestisit Atlası, tarım zehirlerinin görünmeyen ekosistem üzerindeki etkilerini de ortaya koyuyor. Toprakta biriken pestisitlerin yenilenemeyen kaynağı da önemli ölçüde kirlettiğine dikkat çekilen Pestisit Atlası’nda dünyadaki tarım arazilerinin yaklaşık üçte ikisinin en az bir pestisit ile kirlenmiş olduğu vurgulanıyor. Avrupa’da 317 tarım arazisinden alınan toprak testlerinin yüzde 80’inden fazlasında pestisit kalıntısına rastlanmış. Yayımlanmış 400 sistematik araştırmaya göre pestisitler sağlıklı toprakları korumak için hayati önem taşıyan organizmalara zarar veriyor. Pestisit Atlası’nda bu alanda yapılan 2800’den fazla testin yüzde 70’inde bu sonuca ulaşıldığı belirtiliyor. Atlas’ta pestisitlerin kullanımlarından yıllar sonra bile toprakta kirliliğe neden olmaya devam ettiği ifade ediliyor.

Faydalı böcekler de yok oluyor

Atlas’ta doğal faydalılar olarak tanımlanan uğurböceği, tırtır sineği veya kulağakaçanlar gibi canlıların doğal zararlı savaşçısı ve etkili bitki koruyucuları olduğuna dikkat çekiliyor. Bunların hem çevreye zarar vermediği hem de çiftçilere masraftan tasarruf ettirdiği belirtilirken pestisitler nedeniyle yaşam alanlarının büyük bir tehdit altında olduğuna yer veriliyor.

Toprağın yanı sıra nehirler, denizler ve yeraltı su kaynakları da kirleniyor

Pestisit Atlası’nda su kaynaklarının pestisitlerle kirlenmesi başlığı yer alıyor. Atlas’a göre çevre uzmanları nehirlerin, denizlerin, karasularının ve yeraltı sularının pestisitlerle ne kadar kirlendiğini düzenli aralıklarla yapılan testlerle ortaya koyuyor. Zararlı maddeler akarsulara genellikle tarım alanlarından sızma yoluyla, yüzeysel akıntıyla ve sürüklenmeyle ulaşıyor. Atlas’ta Türkiye’deki akarsu ve göllerde bulunan pestisit kalıntılarını belirlemeye yönelik bilimsel çalışmalarda tarımsal faaliyetin yoğun olduğu bölgelerde sularda ve dip tortularında çeşitli pestisitlerin kalıntılarına rastlandığı belirtiliyor. Türkiye’deki akarsu ve gölleri pestisit kirliliğine karşı koruyacak bir kıyı-kenar şeridi uygulamasının olmadığı da Atlas’ta vurgulanıyor. Sulara pestisitlerin bulaşmasını önlemek için öncelikle pestisit kullanımını azaltmak ve zaman içinde de ortadan kaldırılması gerekliliği üzerinde duruluyor. Bunu sağlamak için de Türkiye genelinde uygulanacak agroekolojik bir tarım programının hayata geçirilmesi gerekliliği ifade ediliyor.

Ekolojik mahşer pestisitle geliyor!

Tarım için çok önemli olan yararlı böcekler de pestisitten nasibini alıyor. Pestisit Atlası, yapılan bilimsel çalışmaların yararlı böceklerin yok oluşunu hızlandırdığını gösteriyor. Pestisit Atlası yapılan araştırmalarda bütün böcek popülasyonlarının yüzde 41 oranında azaldığını ve bütün türlerin üçte birinin yok oluşla karşı karşıya kaldığını dikkat çekiyor. Sydney Üniversitesi’nin yaptığı araştırmayı baz alan Atlas, her yıl böceklerin toplam biyolojik kütlesinin yüzde 2,5 oranında azaldığını vurguluyor. Böcek ölümlerine dair bölgesel örnekleri de veren Pestisit Atlası, Birleşik Krallık’ta kelebek popülasyonun 1976’dan beri yaklaşık yarıya indiğini söylüyor. Alman doğa koruma bölgelerinde, rastgele alınan örneklere göre uçucu böceklerin biyolojik kütlesi 1989 ile 2016 yılları arasında yüzde 76 azaldı. Kuzey Amerika’da doğu kral kelebeğinin sayısı 30 yılda yaklaşık yüzde 80 geriledi. Hollanda’daysa evcikli böceklerin sayısı 2006 ile 2016 yılları arasında yüzde 60 azaldı. Birçok bölge, özellikle de tropik bölgeler için henüz veri yok. Atlas’ta ‘eldeki bilgiler, azalmanın küresel bir olgu olduğuna işaret ediyor’ ifadesi kullanıldı. Yararlı böceklere en fazla zarar veren pestisit ise neonikotinoidler olarak belirtiliyor.

Türkiye’de de yasak ancak ihraç edilen ürünlerde pestisit çıkıyor

Neonikotinoidlerin Türkiye tarımında da yoğun bir şekilde kullanıldığına işaret eden Pestisit Atlası, neonikotinoid grubu bünyesinde yedi adet pestisit bulunduğunu belirtiyor. Bu yedi pestisitten beşinin Türkiye tarımında uzun yıllar boyunca kullanıldığı ifade ediliyor. Bu pestisitlerin kullanımına 2018 yılında Türkiye’de de bazı kısıtlamalar getirildi. Bakanlık ile yapılan görüşmeler sonrasında imidakloprid, klotianidin ve tiametoksam isimli pestisitlerin kullanımına büyük sınırlamalar konuldu. Ancak 2019 yılında yapılan bir çalışmada gıda ürünlerinde bu pestisitlerin kalıntılarının tespit edilmesi bu sınırlamaların uygulanmadığını da gösteriyor. 27 Eylül 2021 tarihinde çıkarılan yeni pestisit yönetmeliği ile 2018 yılında alınan yasaklama kararı esnetilerek çeşitli ürünlerde (asetamiprid, imidakloprid, tiakloprid, tiametoksam) kullanımı serbest bırakıldı. Tarım ve Orman Bakanlığı 2018 yılında aldığı kararda hormonal sistem bozucu tiakloprid aktif maddesini içeren pestisitlerin kullanımı hakkında daha sonra karar vereceğini, şimdilik kullanıma devam edileceğini belirtmişti. Avrupa Birliği 15 Ocak 2020 tarihinde aldığı bir kararla tiakloprid kullanımını yasakladı. Yasaklama kararının tiaklopridin yeraltı sularına bulaşma potansiyelinin yüksek olması ve insanlarda üreme sağlığı üzerinde olumsuz etkiler göstermesi nedeniyle alındığı belirtiliyordu. Bu ciddi gerekçelere rağmen tiakloprid Türkiye’de hâlâ yasaklanmadı. Pestisit Atlası’nda, 2021 yılında çıkarılan son pestisit yönetmeliğinde de hormonal sistem bozucu tiaklopridin çeşitli tarımsal ürünlerde kullanılmasına hâlâ izin verildiğini de ifade ediliyor.

Pestisitin beş büyüğünün toplam cirosu 30,9 milyar Euro…

Dünyada pestisit kullanımına, Sanayi Devrimi sonrasında 1940’larda başlanıyor. Tarımda kullanılan pestisitlerin üretiminin yıllar içinde artarak devam ettiği belirtilen Atlas’ta şu bilgiler yer alıyor: Pestisit kullanımındaki artış, 1990-2017 yılları arasında yüzde 80’lere ulaştı. Türkiye’de 1990 yılında yaklaşık 30 bin ton civarında kullanılan pestisitler iki kat artış göstererek 2018 yıllında 60 bin tona ulaştı. 2020 yılında ise bu oran 54 bin ton oldu. Dünyada en çok pestisit üreten dört şirket ise Syngenta, Bayer, Corteva ve BSF olarak belirtiliyor. Atlas’ta bu dört şirketin 2020 yılında pestisit üretiminden toplam 30,9 milyar Euro ciro yaptığı ifade ediliyor. Syngenta 9.9 milyar Euro ile sıralamada birinci olurken, Bayer 9.8 milyar Euro ikinci, Corteva 5,7 milyar Euro ile üçüncü, BSF ise 5.5 milyar Euro ciroyla dördüncü en çok kazanan şirket oluyor. Kimya sektöründeki bazı satın almalar sonucunda pestisit üretiminde beş şirket öne çıkıyor. Bu şirketler; Syngenta, Bayer, Corteva, BSF ve FM. Pestisit Atlası’na göre bu beş şirketin 2018 yılında Türkiye’deki satış gelirleri 68 milyon dolar olarak gerçekleşti. Beş şirketin elde ettikleri bu gelirin yüzde 16’sı insan sağlığına ve ekosisteme zarar veren son derece tehlikeli pestisitlerin satışından elde ediliyor.

En yoğun pestisit kullanımı Adana, Mersin, Manisa, Aydın, Bursa, İzmir ve Antalya…

Pestisit Atlası’nda 2020 yılında Türkiye’de kullanılan pestisit miktarının 50 ile 60 bin ton/yıl olduğu tahmininde bulunuluyor. Atlas’ta pestisit kullanılan illere yönelik çarpıcı bilgiler yer alıyor. Pestisit Atlası’nda kullanılan pestisit miktarının yaklaşık yüzde 50’sinin Adana, Mersin, Manisa, Aydın, Bursa, İzmir ve Antalya’da kullanıldığı ifade ediliyor. Bu illerde hektar başına kullanılan pestisit miktarı çok fazla. Antalya’da 2020 yılında hektar başına pestisit kullanımı yaklaşık 14 kg, Manisa’da 9 kg seviyesinde. Pestisit kullanımının yoğun olduğu illerde halk sağlığı, biyoçeşitlilik kaybı, kimyasal kirlilik gibi önemli sorunların görülmesi bekleniyor.

Yasak var, uygulanmıyor

Pestisit Atlası’na göre Türkiye’de kullanılan pestisit etken madde sayısı 2018 yılında 385 adede düştü. 2008-2021 yılları arasında da 213 etken maddenin kullanımına yasak getirildi. Ancak Atlas’ta Türkiye’den ihraç edilen gıda ürünlerinde yasaklanmış pestisit kalıntılarının çıktığına bu nedenle pestisit etken madde sayısının resmi kurumların bildirdiği sayıdan çok daha fazla olduğuna işaret edildi.

Türkiye’de pestisit onayından Tarım ve Orman Bakanlığı sorumlu

Pestisit Atlası’ndaki bilgilere göre Avrupa Birliği’nde pestisitlere ruhsat süreci iki aşamada gerçekleşiyor. Avrupa Gıda Güvenliği Otoritesi’nin (EFSA) denetiminde yürütülen bu sürecin ilk aşamasında etken maddeler tüm Avrupa düzeyinde onaydan geçiriliyor. İkinci aşamada ise bu etken maddeleri içeren ürünler tek tek AB üye devletleri tarafından onaylanıyor. Pestisit üreticileri, çevre ve sağlık bakımından risk değerlendirmesi yapılabilmesi için gereken verileri içeren bilimsel bilgi ve çalışmaları sunuyor. EFSA bunun ardından sunulan dosyaları incelemek üzere farklı üye devletleri raportör olarak görevlendiriyor. Raportör onay talep edilen ürünlerin insan sağlığı ve çevre açısından risklerine dair bir ‘Taslak Rapor’ hazırlayıp EFSA’nın ve üye devletlerin değerlendirmesine gönderiyor. Bu süreç sonucunda çevre ve insan sağlığı açısından kabul edilemeyecek etkiler bulunmadığı sonucuna varılacak olursa, EFSA tarafından onay veriliyor. Yani örneğin söz konusu etken madde faydalı böceklere zarar verecek olsa dahi EFSA’dan onay alabiliyor. Türkiye’de onay sürecinden Tarım ve Orman Bakanlığı sorumlu. Bakanlık, Avrupa Birliği’ndeki onay süreçlerini dikkate alsa da ülkede kullanılan pestisitler AB’de kullanılan pestisitlerden farklı. Örneğin çocukların bilişsel yeteneklerine zarar verdiği için 2016’da AB’de yasaklanan klorpirifos etil Türkiye’de ancak 21 Mayıs 2020 tarihinde yasaklandı. Pestisit Atlası, alınan yasak kararının bir pestisitin kullanımını sonlandırmadığına değiniyor. Atlas’ta klorpirifos etilin hâlâ Türkiye’den ihraç edilen gıdalarda kalıntısı en çok çıkan pestisitlerden biri olduğuna dikkat çekiliyor.

İyi örnekler de var: Lüksemburg, Danimarka…

Pestisit Atlası’na göre dünyanın en büyük pestisit pazarlarından biri Avrupa Birliği. Birliğin pestisit kullanımını azaltmaya yönelik yasaklarına rağmen üretim devam ediyor. Avrupa Birliği’ne üye ülkeler arasında pestisit kullanımı ülkenin tarım modeline göre değişiklik gösteriyor. Pestisit Atlası’na göre 1 Ocak 2021’den itibaren bir herbisit olan glifosatı içeren her tür ürünün kullanılmasını yasaklayan tek ülke Lüksemburg oldu. Ülke ayrıca üzüm üretiminde, bütün insektisit türlerinin kullanımına da aşamalı olarak son vermek ve bunları kimyasal olmayan alternatiflerle değiştirmek için AB’nin Ortak Tarım Politikası fonundan yararlanıyor. Pestisit Atlası’na göre pestisit kullanımında en çarpıcı düşüş Danimarka’da gözleniyor. Çünkü Danimarka 1972’de pestisit harcı uygulaması getirdi ve 1982’de ise bunu pestisit vergisi ile destekledi. Vergiden elde edilen gelir de tarım sektörüne aktarılıyor.

İnsana, doğaya, yaşama zarar veren zehir: Pestisitler

Henirich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Proje Direktörü Yonca Verdioğlu, Pestisit Atlası’nın 26 başlık altında toplanan makalelerden oluştuğunu söyledi. Bu Atlas ile pestisite yönelik farkındalığın oluşturulmasını hedeflediklerini belirten Verdioğlu, “Pestisitlerin nereden geldiği, nasıl kullanıldığı ve yarattığı etkiler hakkında birçok ülkede veriler yok denecek kadar az. Varsa bile bunlara ulaşmak neredeyse mümkün değil. Ne yazık ki Türkiye de bu ülkeler arasında yer alıyor. Resmi rakamlara göre, tarım arazilerinde kullanılan yıllık yaklaşık 60 bin ton pestisitin yol açtığı etkilerin son derece vahim olduğu kuşkusuz. Pestisit kullanımı başta insanlarda ve özellikle çocuklarda sağlık sorunlarına neden olurken, ekolojik çeşitliliği yok ediyor, hızlı bir yok oluşa neden oluyor. Biz Dernek olarak pestisitin çevreye, doğal hayata insana ne tür zararlar verdiğini ortaya koyarak bu zehirleri nasıl azaltabileceğimize dair tartışmalara anlamlı bir katkı sunmayı amaçlıyoruz. Bu uzun soluklu ve zahmetli çalışma sonucunda ortaya pestisit kullanımının insan sağlığına, doğaya, ekosisteme, biyoçeşitliliğe verdiği zararlar ortaya konuyor ve bu tarım zehirlerinin yerine üretimde kullanılabilecek alternatif çözümlere de yer veriyoruz” dedi.

“Çocuklarımızın geleceği tehlikede”

Pestisit Atlası’nın Türkiye’ye dair bilgilerini oluşturan ve bilimsel okumaları yapan Gıda Mühendisi Yazar Dr. Bülent Şık, pestisitin sağlığa ve ekosisteme etkilerinin uzun zamandır bilinmesine rağmen pestisit kullanımının bütün dünyada artış gösterdiğine dikkat çekti. Türkiye’de pestisitin ağırlıklı olarak insan sağlığı çerçevesinde tartışıldığına değinen Şık, pestisit ve kalıntılarından en fazla çocukların etkilendiğini belirtti. Türkiye nüfusunun yüzde 26,5’ini çocukların oluşturduğunu kaydeden Şık, 23 milyon çocuğun pestisit tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu ifade etti.

Pestisit Atlası’nda sağlık ve çevre için özellikle yüksek düzeyde akut ve kronik risk oluşturduğu kanıtlanmış zehirlerin ‘Yüksek Riskli Pestisitler” olarak tanımlandığını söyleyen Şık, “Yüksek Riskli Pestisitler’lerin tanımlanması konusunda kriter var. Ancak hiçbir uluslararası anlaşma veya protokol bunların tamamına yer vermiyor. Tüm dünyada kullanılan bütün pestisitlerden hukuken bağlayıcı uluslararası sözleşmeler kapsamında düzenleme altına alınan pestisitlerin oranı sadece yüzde 4 seviyelerinde” olduğunu belirtti.

“Pestisit olumsuz etkilerini değerlendiren rutin çalışmalar çok az”

Kullanılan pestisit miktarlarının ve kalıntılarının izlenmesinin insan sağlığı, çevre ve ekoloji için zorunlu olduğunu kaydeden Şık, “Ancak Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde izlenmiyor” dedi.  Dünyada biyoçeşitliliğin korunması için konulan uluslararası hedeflere ulaşmanın tek yolunun pestisit kullanımını azaltmak olduğunu vurgulayan Şık, “Her yıl bütün dünyada yaklaşık 385 milyon pestisit zehirlenmesi vakası yaşanıyor. Bu zehirlenmeden en fazla mağdur olanlar ise tarım alanında çalışan insanlar. Öte yandan Avrupa’da ekoloji ve sağlık nedeniyle kullanılmasına izin verilmeyen pestisitlerin üretilmesine ve başka ülkelere ihraç edilmesine ise devam ediliyor. AB’de pestisitlerin kullanım onayı katı kurallara bağlı. Buna rağmen onay verilirken pestisitlerin ekosistemlerin tamamı üzerindeki zararlı etkileri ne yazık ki dikkate alınmıyor” diye konuştu. Bülent Şık, Türkiye’de de pestisitlerin kullanımının onaya bağlı olduğunu, ancak ekosistem üzerindeki zararlı etkileri bilinmediği gibi insan sağlığına yönelik olumsuz etkilerini değerlendiren çalışmalarının da çoğu ülkede, özellikle de AB ülkelerinde yapılan rutin çalışmalara kıyasla çok az olduğunu ifade etti.

Zehirli Pestisitlerin Türkiye’de kullanıldığı alanlar

Glifosat: Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) kanser araştırma ajansı tarafından “muhtemel kanserojen” olarak sınıflandırılıyor. Türkiye’de zeytin, üzüm, portakal, mandalina, fındık, elma, kayısı, şeftali, greyfurt, limon, asma yaprağı üretiminde kullanılıyor. Bayer tarafından üretilen Glifosat’ın 2018’deki cirosu 841 milyon dolardır.

Tiametoksam: Arılar başta uçucu böceklere zarar verdiği için AB’de tarım arazilerinde kullanılması yasaklandı. Syngenta şirketi tarafından üretilen zehir, Türkiye’de marul, soya fasulyesi, yağlık zeytin, mısır, karpuz, hıyar, patlıcan, biber, domates, patates, şeftali, armut ve elma başta olmak üzere çeşitli ürünlerde kullanılıyor. Ürünün 2018’deki cirosu 242 milyon dolardır.

Glufosinate: Avrupa Kimyasallar Ajansı’na göre “üremeyi riske atıyor.” Türkiye’de zeytin, üzüm, erik, şeftali, kayısı, armut, kiraz, elma, limon ve turunçgillerde kullanılıyor. BASF tarafından üretilen Glufosinate’in 2018 yılı cirosu 227 milyon dolardır.

Klorantraniliprol: Su organizmaları için çok tehlikeli. Türkiye’de kullanılmasına izin verilen ürünler arasında en başta gelen pestisitlerden biri. Pamuk, şeker pancarı, mısır, yer fıstığı, mercimek, asma yaprağı, baş lahana, karnabahar, kornişon, hıyar, patlıcan, biber, domates, patates, ceviz, Antep fıstığı, fındık ve üzüm başta olmak üzere yaygın olarak tüketilen tüm meyve çeşitlerinde kullanılıyor. FMC tarafından üretilen Klorantraniliprol 2018 yılında 255 milyon dolarlık ciro elde etti.

Siprokonazol: AB’ye göre “üremeyi riske atıyor.” Türkiye’de şeker pancarı, buğday, mısır, pirinç, asma yaprağı ve üzümde kullanılıyor. Corteva tarafından üretilen Siprokonazol 2018 yılında dünyada 144 milyon dolar ciro elde etti.

TEMİZ ENERJİ VAR MI?

09.09.2023 Karaburun
Metin IRMAK

JES, GES, RES olarak kısaca bildiğimiz Jeotermal, Güneş ve Rüzgar enerji temiz enerji mi? Bunu konuşmak için buradayız. Ülkemizde uygulanan bu enerji üretim işletmelerinin çevreyesindeki yaşamın bundan nasıl etkilendiğini birlikte konuşacağız.

Öncelikle altını kalın harflerle çizerek belirteyim hiç bir enerji temiz değildir.

Buna rağmen yine de enerjiye ihtiyacın var olduğunu inkar etmiyoruz.

Yaşam alanımdan örnekler vererek benim konum olan Jeotermal Enerji Santralleri ile ilgili görüşümü sizlerle paylaşacağım.

Dağlarından bal, ovalarından yağ akıyor diye tabir edilen Türkiye’nin en verimli tarım topraklarına sahip, aynı zaman da turizm cenneti denen kıyılarıyla ünlü Aydın ilinde yaşıyorum ve turizmle uğraşan birisiyim.

İlimiz ürettiği bir çok ürünlerin ötesinde incirin anavatanı olarakta bilinir. Zeytin denince de hemen akla gelen yerlerin başın da gelir.

Büyük Menderes Irmağı’nın suladığı verimli toprakları da bölgenin sebze ihtiyacı karşılar. Doğal güzellikleri, iklim koşullarıyla, sağlıklı yaşamın var olduğu bölge sıralamasının ilk başlarında gelirdi.

Cümlemi gelirdi diye bitirdim. Çünkü artık bu sağlıklı kent olma özelliğini maalesef enerji sağlama bahanesiyle rant uğruna kaybetmeye başladı.

İlimiz maden işletmeleri, Jeotermal Enerji Santralleri (JES), Rüzgar Enerji Santralleri (RES) Güneş Enerji Santrallerinin (GES)en yaygın olarak faaliyet gösterdiği bir bölgedir. Diğer katılımcı arkadaşlarımız RES ve GES enerji üretiminin yaşamımıza yaptığı etkileri paylaşacaklar. Bende ilimizde yaygın olan JES’lerin yaşama etkilerini sizlerle paylaşacağım.

Jeotermal enerji, yer kürenin içinden yer üstüne kadar ulaşan çatlak ve kırklardan yüzeye çıkan su, gaz ve buhardan elde edilen bir enerji kaynağıdır.

Özel olarak açılan sondaj kuyularından çıkışı sağlanan su, buhar ve gazdan oluşan jeotermal akışkanlar, derinliklerden yeryüzüne ulaşırken içerdiği gazların ve sıcaklığının etkisiyle kayaçlarla etkileşime girer ve bir çok kimyasalı bünyesine alarak yeryüzüne ulaştırır.

Üretim sonucunda ortaya çıkan kimyasalların doğaya ve insana zarar vermemesi için, akışkanlardan enerji elde edildikten sonra su, toprak veya hava ile etkileşime girmeden mutlaka yer altına geri enjekte edilmesi gerekmektedir. Bu reenjeksiyon uygulanmadığı takdirde insana ve doğaya çok ciddi zararlar verebilmektedir.

Türkiye’de ilk jeotermal 1963 yılında İzmir Balçova’da açılmış.
1982 yılında Germencik jeotermal alanları tesbit edilmiş.
1984 yılında İtalya’dan sonra ikinci Jeotermal Enerji Santrali (20.4MW) kapasite ile Denizli Kızıldere’de kurulmuş.
2009 yılında Türkiye’nin en büyük Santrali Germencik’te devreye girmiş.

Türkiye’de 63 Jeotermal Enerji Santrali( JES) faaliyet gösteriyor. Bunun %98’i Batı Anaodolu Bölgesi’nde kurulmuştur. 32 tanesi de yaşadığım Aydın ilinde bulunmaktadır.

İlk Jeotermal Enerji konuşulmaya başladığında yöre halkına evlerin ısıtılmasında, seraların ısıtılmasında kullanılacak, topraklarınızdan daha iyi verim alacaksınız diyerek söylenmiş. Bu söylem ilk başta olumlu karşılanmış topraklarında, evlerinin yanıbaşında yapılan sondaj çalışmalarına pek fazla tepki olmamış. Hala, 30 senedir ne evleri ısınmış ne de sıcak seralara kavuşabilmişler.

JES’ler aktif olarak çalışmaya başlayınca incir, zeytin ağaçları etkileniyor. Arıları ölüyor, hayvanları zehirleniyor. Tarımın can suyu Menderes kirlenmeye, sülfürik asitli yumurta kokulu hava ciğerlerini yakmaya başlayınca tepkiler oluşmaya başlıyor.

Yeni açılan kuyulara karşı köylüler büyük direnişler gösterdiler. Aydın Köylüleri JES’lere karşı destansı bir mücadeleyi ortaya koydu. Bu mücadeleler JES’lerin yoğun olduğu Denizli, Manisa halkı tarafından da verildi, verilmeye de devam ediyor.

2010 yılında Ege Üniversitesi Fen Bilimleri Fakültesi’nin Germencik Alangüllü’de yaptığı araştırma sonucunda Alangüllü’de yer alan jeotermal santrallerin çıkardığı akışkanların yerüstü ve yeraltı sularına karışarak kaynakları kirlettiğinin tespit edildiğine dikkat çekildi.
Bu suların tarımsal sulamada kullanıldığında ağır metal ve kimyasal maddelerin besin yolu ile insan ve canlılara geçebileceği, jeotermal kaynakların boşaltım gösterdiği dere sularının Hıdırbeyli Barajı’nda toplandığı; bu suların tarımda kullanılınca tarım arazilerinin olumsuz etkilendiği; sularda yüksek oranda bulunan Bor’un bitkilere toksik etki gösterdiği saptanmış.

2015 yılında Adnan Menderes Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin Alangüllü’de yaptığı araştırmada jeotermal santrallere yakın topraklarda asit miktarının arttığını, incir ağaçlarının daha az sürgün verdiğini, sürgünlerin daha kısa, yaprakların hastalıklı olduğunu, dallardaki meyve sayısının daha az, meyve büyüklüğünün daha küçük olduğunu saptadılar. Jeotermale yakın incir ağaçlarına ait kuru incirlerde uzak bölge kuru incirlere göre daha yüksek değerlerde Hidrojen Sülfür (HS2) Bor, Kükürt, Nikel, Kurşun, Kobalt, Kadmiyum, Krom saptandı.”

Zeytin kanunu göre tarım arazilerin 3 kilometre mesafesinde duman ve atık bırakan sanayi tesisinin yapılmasına izin verilmemektedir.

Aydın’da zeytin bahçelerinin içinde jeotermal santralleri kuruluyor. Yine su kaynaklarına yakınlığı en az iki bin metre uzakta olması gerekir ama Menderes Nehri’nin 5 metre mesafesinde kuruluyor. Yerleşim yerlerinin içinde, evlerin, bahçelerin yanında kurulmuş durumda. Hıdırbey, Pamukören, Germencik’te Jeotermallerin mahallenin içinde çocukların oyun bahçesinde kurulduğunu görürsünüz. Borular evlerin üstünden, balkonların üstünden geçiyor. Bu jeotermal akışkanların sıcaklıkları 250 il 300 derece arasında. Bu bölge deprem bölgesi, herhangi bir depremde ya da herhangi bir patlamada bütün insanların orada yanması olasıdır.

Jeotermallerin salmış olduğu akışkanlar yaklaşık yerin 2 bin ile 3 bin metre mesafe derinliğinden çıkarıldığı biliniyor. Jeotermal kanununa göre bu çıkarılan zehirli akışkanların aynı noktaya enjekte etmeleri gerekir. Ama masraflı olduğu gerekçesiyle yüzde 40’ına yakın miktarını derelere, çaylara ve en nihayetinde Menderes nehrine bırakıyorlar. Nehre bırakılan bu akışkanlar normalin çok üstünde. Bunların sulara bırakılması sonucu hem yer üstü hem de yer altı su kaynaklarımızı kirletiyorlar”

Menderes Üniversitesi’nin yapmış olduğu araştırmalarda jeotermal akışkanların bırakıldığı ağır metaller sonucu, Menderes nehrinde yaşayan balık ve yosunsu bitkilerin genetik yapısında değişim olduğunun tesbiti yapılıyor, nehrin kirli sularıyla sulanmış topraklarda bor, arsenik ve ağır metaller saptandığı belirtiliyor. Bu akışkanlardan kaynaklı Büyük Menderes nehri dördüncü sınıf su kirliliği taşıyor ve Türkiye’nin üçüncü kirli nehri konumundadır

Aydın’da jeotermallerin salgıladığı hidrojen sülfür gazından kaynaklı yoğun bir şekilde solunum yolu ve kanser gibi hastalıklarına yol açıyor, bu gazların çoğu alerjik hastalılara sebep olduğunu biliniyor. Aydın ve çevresinin sülfür gazından dolayı sürekli çürük yumurta kokuyor. Bunun en büyük sebebi de jeotermik santrallerin salgıladığı gazlardan hava kirliliğinden oluyor. Çünkü hava kirliliği zaten kanserojen bir olaydır. Jeotermallerin salgıladığı ağır metallerin hepsi havadan ağır olduğu için uçup gitmiyorlar, belli bir süre havada asılı kaldıktan sonra,asit yağmurları olarak yer yüz yüzüne inerek hem insanlara hem de tarımsal ürünlerin üstüne çöküyorlar. 

Adnan Menderes Üniversitesinin kentte yaptığı araştırmalarda inek sütünde ağır metaller saptadığı belirtiliyor. Arı sütlerinde ise propolis borun çok yüksek miktarda saptanıyor. Ağır sanayilerin bulunduğu yerde annelerin sütlerinde ağır metal kirliliği bulunduğuna dikkat çekiliyor. Kanserlerin en büyük sebebinin çevresel faktörlerdir., Aydın’da kanser vakaları Türkiye ortalamasından iki kat üstündedir.

Aydın kent merkezine birkaç kilometre uzaklıktaki Kalfaköy’de yapımı hızla devam eden JES santral ve kuyularının tamamı birinci sınıf tarım arazileri üzerine kuruluyor. Zeytinlikler, incir ve meyve bahçelerine açılan kuyuların olduğu arazilerdeki tüm ağaçlar kesilerek alana beton dökülmüş. Şu an birbirine yakın üç farklı alanda 7 kadar kuyu açıldığını söylüyor köylüler. Bu kuyulardan ikisinin açıldığı yer ise ADÜ hastanesine çok yakın. Hastane ile JES tesisi yapılacak yer arasında sadece Zindan Deresi denilen bir vadi var. JES tesisleri ile hastane arasında kuş uçumu 200-300 metre kadar bir mesafe olacak. Öyle pervasızca hareket ediyorlar ki hastanenin hemen yanına JES yapmaktan bile çekinmiyorlar. Bu toplumun sağlığını korumakla görevli devlet de buna onay veriyor.

Aydın tabip odası başkanı Hakan Karagözlü Aydın’ın tarım kenti mi enerji kenti mi olacağına karar verilmesi gerektiğini belirtiyor. Verimli Aydın topraklarının bin yıllardır üzerinde yaşayanları beslediğini ifade eden karagözlü enerji ihtiyacının başka kaynaklardan sağlanması gerektiğini Aydın’ın çoraklaşmasına izin vermeyeceklerini buna karşı mücadele verileceğinin altını çiziyor.

JES’lerden çıkan buhar ve akışkanların sağlık açısından bir çok hastalığa zemin hazırladığını, özellikle de kalp dolaşım solunum sistemi hastalıklarına, kanser hastalıklarına yol açtığını dünyada yapılmış istatistiki verileri ispat edildiğini ifade etti. JES’lerin Aydınlılara hiç sorulmadan, onların izni alınmadan ÇED raporları dikkate alınmadan verimli tarım arazilerine, zeytinliklere, yerleşim bölgelerine yapıldığını her geçen gün daha da arttığını söyleyen Karagözlü“ Aydınlılar JES’ler nedeniyle çürük yumurta kokulu havayı her gün soluyor. Dünyada Jeotermal tesislerindeki ölçümlerde Kükürt dioksit oranı %1 ilken bu oran Aydın da %10-21 arasında çıkmaktadır. Sulara topraklara karışan ağır metaller sağlığımızı çok ciddi oranda etkiliyor. Jeotermal atıklarının kirlettiği Menderes’in suladığı tarım ürünlerini yiyerek bir çok ölümcül hastalıklara yakalanmamız kaçınılmaz oluyor diye belirtiyor.

Yine açıklanan sağlık verilerine göre Aydın ilinde kanser vakaları ülke ortalamasının 2 katıdır. Jeotermallerle birlikte akçiğer ve solunum yolu hastalıklarında büyük artış tesbit edilmiştir.

Yine Aydın ilinde Jeotermallerle ilgili TMMO birliğinin açıklaması;
Jeotermal akışkanın sıcaklık değerlerine göre jeotermal kaynakların kullanım alanları; elektrik üretimi dışında, kent ve sera ısıtmacılığı ile tarım ve sanayideki çeşitli kullanımlar şeklinde sıralanabilir.

Dünyada Jeotermal enerji üretiminin olmazsa olmaz üç kuralı; Santrallerin yaşam alanlarından uzağa kurulması, yeraltından çekilen akışkanla birlikte gelen ve yoğunlaşmayan gazların atmosfere salınmaması ile akışkanın bir damlasının dahi yerüstüne deşarj edilmemesidir.

Jeotermal enerji uygulamalarında oluşan çevresel etkiler; hava, su, toprak, termal ve gürültü kirliliği basamaklarına ayrılabilirler. Kuyular (yüzey ekipmanları yoluyla), separatörler, buhar boruları, silencerler, kondenserler (yoğuşmuş buhar atımı yoluyla), soğutma kuleleri, reenjeksiyon sistemleri başlıca kirletici kaynaklardır. Elektrik enerjisi üretiminden dolayı oluşan çevresel etkiler ise; Sondaj süresinde ekosistemin bozulması, Kuyu sondajları boyunca jeotermal sıvı ile su ve toprağın kirlenme riski, Tesisin işletilmesi süresince CO2 ve H2S emisyonları, Jeotermal sıvının ekstraksiyonu nedeniyle arazinin çökme riski, Doğrudan akarsulara deşarj yoluyla yoğun su kirliği, Asit yağmurları nedeniyle toprağın, ağaçların, tarımsal ürünlerin, göller ve akarsuların etkilenmesi şeklinde, yaşam döngüsü ve küresel ısınmaya etkiler sıralanabilir.

Ülkemiz jeotermal enerji kaynakları açısından zengin bir ülkedir. Bununla birlikte işletmede olan jeotermal esaslı elektrik santrallerinin (JES) üçte ikisine yakın bir bölümü Aydın`da kurulmuş olup; halen yatırım sürecinde olan, ön lisans ve planlama aşamasındaki yeni JES proje stokunun da dörtte biri Aydın il sınırları içindedir.

TMMOB ve bağlı Odaları, yıllar içerisinde Jeotermal kaynaklara ve uygulamalara yönelik görüş ve önerilerini bilimsel etkinlikler ve basın açıklamaları ile kamuoyu ile paylaşmış, yanlış uygulamalara karşı yöre halklarının yanında mücadele etmiştir.

Yaşanan süreçte, Jeotermal enerji kaynaklarının yoğunluklu olduğu Ege bölgesinde ve özellikle de Aydın‘da; daha fazla kar odaklı, çevresel tahribatların görmezden gelindiği ve buna ilişkin önlemlerin alınmadığı, kuyu ve nakil hatlarının ovayı bir örümcek ağı misali örttüğü, vahşi deşarj yöntemlerinin uygulandığı ve bölgenin geri dönülemez tahribatlara uğradığı bir uygulama söz konusudur. Açık sistemlerde havaya salınan gazların etkisiyle tüm bölgede hissedilen çürük yumurta kokusunun yöre halkını rahatsız etmesi yanında, akışkan deşarjlarındaki yanlış uygulamalardan en fazla zararı Büyük Menderes Havzasında incir, zeytin ağaçları ve pamuk tarlaları ile Gediz Havzasında ise üzüm bağları görmüştür.

Bölge halkı, yıllardır sırf daha fazla para kazanma hırsıyla jeotermal enerji yatırımlarının hoyratça kullanmalarının ekosistemdeki ve yaşam alanlardaki olumsuz değişimlerine ve insan sağlığına yönelik tehditlerine karşı, hukuk mücadelesi yanı sıra, çeşitli etkinliklerle tepkilerini ortaya koymaktadır.

JES‘lerin, arama kuyuları ve nakil hatlarının çoğunluğunun, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu`nun 13. ve 14. maddesine aykırı şekilde, yasal düzenlemelerle koruma altına alınmış büyük ova koruma alanlarına, koruma alanları dışında ise mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ile sulu tarım arazileri yapılması yanlış ve hukuka aykırı işlemlerdir. 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunda öngörülen yaklaşma mesafelerine ve kısıtlamalara da aykırı uygulamalar söz konusu olup, Yasa ile öngörülen mesafe sınırlamalarına uymak bir yana, alandaki zeytin ağaçları sökülerek zeytinlik vasıfları yok edilmeye çalışılmaktadır. Gerek dikili alanların yoğunluğu gerekse tarımsal bütünlük dolayısıyla parsel bazında sondaj kuyusu açılması, tarımsal bütünlüğü bozmakta, mutlak korunması gereken verimli tarım araziler tarım dışına çıkarılmaktadır. Tarımsal üretim ve tarımsal alan bütünlüğü ilkeleri, santral ya da kuyu yerleri için parsel bazında değerlendirilememeli, havza bazında değerlendirmelidir.

Yürürlükteki yasalara aykırı şekilde nitelikli tarım arazilerinin kütlesel kaybına yol açan izinlendirme ya da kaçak/mevzuata aykırı fiili uygulamalara karşı, başta Tarım ve Orman Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olmak üzere, Valilikleri ve Kaymakamlıkları göreve davet ediyoruz.

Jeotermal atık sular yüksek miktarda tuz, bor, tarımsal üretim için zararlı madde, arsenik gibi fiziksel zehirli maddeler ve su kirliliği yapan maddeler içerdiği için, jeotermal akışkanların kontrolsüz olarak yüzey üstü su kaynaklarına boşaltılması durumunda yüzey ve yeraltı suları kirlenmektedir. Ayrıca yüksek derişimler, hem kullanılan yüzey ve yeraltı suları, hem de toprak için tehdit oluşturmaktadır.

Uygulanan vahşi deşarj yöntemleri ile jeotermal akışkanların bilimsel gerekliliklere ve ilgili mevzuata aykırı biçimde Büyük Menderes nehrine deşarj edilmesi sonucu zararlı ve yüksek oranda kimyasallarla nehrin kirletilmesi halk sağlığı yanı sıra, başta incir, zeytin, üzüm ve pamuk olmak üzere tarımsal üretimin sağlıklı sürdürülebilirliği açısından çok ciddi tehdit oluşturmaktadır.

TMMOB, Anayasanın “Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir” ilkesi gereği, temel insan haklarından olan sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının ihlal edilmemesi adına, yöre halkının haklı muhalefetinin yanındadır. Kurulması planlanan ve halen hukuk mücadelesi süren yeni JESlere karşı başta Kızılcaköy, Kıyıköy ve diğer yöre halklarının sergilediği haklı tepki ve mücadelesinin destekçisi ve takipçisidir. Aydın ili özelinde önerilerimiz; "Enerji mi, Tarım mı, daha önemlidir?" gibi gereksiz tartışmalara girmeden, koruma-kullanma dengesi içerisinde mevcut JES tesislerinin etkin bir şekilde denetlenmesi, yanlış yerde yanlış projelendirilen ya da yanlış uygulamalarla işletilen JESlerin kapatılması, kapasite aşımı nedeniyle Aydın ilinde yeni JES yatırımlarına izin verilmemesidir.

JES sorunu, sadece Aydın ilinin sorunu değildir. Manisa, Denizli, İzmir, Çanakkale, Afyon, Van, Elazığ, Bolu dâhil birçok ilimiz kontrolsüz ve denetimsiz jeotermal enerji yatırımları tehdidiyle karşı karşıyadır. Bu nedenle konuya bütüncül yaklaşmalı, ülke düzeyinde gerekli bilimsel ve teknik çalışmalar yürütülmeli, mevzuat yeniden değerlendirilmeli, kamu denetimi etkin bir şekilde sağlanmalıdır.

Jeotermal kaynakların aranması, kullanımı ve işletilmesine ilişkin mevzuattaki yetersizliklerin giderilmesi, mevzuatın bilimsel ve teknik gereklere uygun olarak Dünya ölçeğine çekilmesi; arama ve işletme aşamasındaki mevzuata yaykırı uygulamaların denetlenmesi ve engellenmesi ile aykırılıklara devam eden mevcut işletmelerin ruhsatlarının iptal edilmesi; santrallerin çevresel etkilerinin bütüncül biçimde tespit edilerek değerlendirilmesi ve en aza indirilmesi için gerekli işlemlerin yapılması; tüm bu aşamalarda eksik olan kamu denetiminin tam anlamıyla sağlanması gerekirken; dava konusu ihale ile yeni ruhsat sahalarının devreye alınması yukarıda özetlenen tüm zararlı sonuçların katlanarak artmasına, Aydın ilindeki Dünyaca ünlü incir ve zeytin başta olmak üzere tarımsal faaliyetlerin yok olmasına, Aydın ilinin insan sağlığı açısından yaşanmaz hale gelmesine neden olacaktır.

Dünya da bir çok ülkede Jeotermal Enerji kullanılmaktadır. ABD, Endonezya, Filipinler, Türkiye ve Yeni Zelanda şeklinde sıralanmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri’nde tüm enerji projelerinin çevresel etkileri birçok düzenlemeye tabi tutulmuş ve jeotermal projelerinin gerçekleştirilmesinde;

  • Temiz Hava Yasası
  • Ulusal Çevre Politikası Yasası
  • Ulusal Kirletici Deşarj Tasfiye Sistemi İzin Programı
  • Güvenilir İçme Suyu Yasası
  • Kaynakları Koruma ve Kurtarma Yasası
  • Zehirli Madde Kontrolü Yasası
  • Gürültü Kontrol Yasası
  • Nesli Tükenmekte Olan Türler Yasası
  • Arkeolojik Kaynakları Koruma Yasası
  • Tehlikeli Atık ve Madde Tüzüğü
  • İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası
  • Kızılderili İnanç Özgürlüğü yasaları ve tüzükleri rol oynamaktadır [*]

    Bu denli geniş kapsamda düzenlemelere uyulması gerektiği için, Amerika Birleşik Devletleri’nde jeotermal enerji tesislerinin çevre ve insan sağlığına bir tehdit oluşturması, olası bir durum değildir. Yine bir çok ülke de jES’ler yaşam alanlarından uzakta ve tamamen kapalı sistemle işletilmektedir. Akışkanların çevreye bulaşması hava ile temas etmesi söz konu değildir. Yaşam, tarım, sulak alanlarından 75 km uzakta kurulması gereken bu işletmeler şehirlerin,mahallenin, zeytin ve incir bahçelerinin, üzüm bağlarının, çocuk oyun alanlarının içine ve hastanelerin yanına kurulmuştur.

Çevresine bu kadar zarar veren JES’lerden üretilen enerji hiçte olmazsa olmazımız değildir. Bakanlığın jeotermal kurulu gücü 2022 Haziran sonu açıklaması 1686 MW. Bu da üretilen toplam enerjinin %1,66 denk geliyor. Eskimiş hatları yenilerseniz bu enerjinin 5 katı bir enerji kazancımız olacaktır. Sadece enerjiyi kendi kullanımız İçin üretmiyoruz, yarısını başka ülkelere satıyoruz. Kısacası boşuna doğamızı kirletmekteyiz.

Bizim ülkemizde bu konu da yeterli yasa, yönetmenlik yoktur. Gerekli denetimler de yapılmamaktadır. Daha önce Üniversitelerin ve bilim insanlarının çalışmaları desteklenirken şimdi bu çalışmalar engelleniyor, bilim insanları tehdit ediliyor. Üniversiteler araştırmaya izin vermiyor, ödenek ayırmıyor. Aydın Çevre örgütlerin bilgi edinme isteklerine yanıt verilmiyor. Jeotermallerle yapılmış Çevre, Tarım ve Sağlık Bakanlığınca yapılmış incelemelerle ilgili bilgiler gizlenmektedir.

Yine Aydın Efeler Belediyesince detaylı bir rapor açıklanmış bu raporda şimdiye kadar Aydın Büyük Şehir Belediyesince Jeotermaller konusunda detaylı bir çalışma yapılmadığı belirtilmiştir.

Germencik çevre örgütünün bir açıklamasında 22 tane Faaliyet gösteren JES’in belediyelerden alınmış işletme Ruhsatı dahi olmadığı tesbit edilmiş ve bu konu dava konusu yapılmıştır. Kısacası her enerji işletmesinde olduğu gibi bu alanda da vahşilik ve hoyratlığı söz konusudur. Adı ne olursa olsun insan, canlı ve çevre sağlığını hiçe sayarak elde edilen hiç bir enerji temiz olamaz.

Öldüren değil yaşatan enerjiye, kapitalist ranta hizmet için değil topluma hizmet için enerjiyi temel almalıyız.

Ben bir enerji uzmanı değilim. Sağlıklı bir çevre de yaşamak ve yaşam alanlarına sahip çıkmaya çalışan çevreciyim. Doğa insanlar ve tüm canlıların yaşam alanıdır. Egemen kapitalist sistem için doğa rant alanı, sınırsız üretim deposudur. Çok üretecek çok satacak ve hep büyümek isteyecektir. Bunun içinde sınırsız tüketim anlayışını egemen kılacaktır. Bu çarkın dönmesi İçin de daha fazla enerjiye ihtiyacı var. Yaşamın sürdürülebilirliği, insan ve canlıların doğal ortam da, sağlıklı yaşamı gibi konular hep geri plandadır. Çok üretim ve çok üretim için de çok enerjiyi sağlayacaktır.

Demek ki konuşacağımız enerji nereden, nasıl ve kim için üretilecektir.
Enerji öncelikle kime gereklidir. Bu enerjiye sağlıklı yaşam kurmak, insanların daha mutlu yaşaması İçin mi ihtiyacımız var. Yoksa egemen sistemin her ne pahasına olursa olsun ucuz ve kolay biçimde nasıl bir enerji sağlamak isteğimidir. Elbette yaşamımızın devamı İçin enerjiyi biz insanlar da kullanıyoruz. Bunun İçin ne kadar enerjiye ihtiyaç olacağı da ayrı bir konudur.

Doğada her şeyin bir limiti var. Sınırsız üretim ve bu tüketim anlayışı sürdürülebilir değildir. Pandemi dönemi biz insanlara bir kez daha doğanın patronu olmadığımızı gösterdi. Doğanın bize ihtiyacı olmadığını, bizsiz doğanın daha mutlu olduğunu gördük.

Doğaya ihtiyacımızın olduğunu acı reçeteler ödeyerek bir kez daha anladık. Bundan dersler çıkararak doğamıza, yaşam alanlarımıza daha fazla sahip çıkmamız gerektiğini öğrendik.
Eski enerji kaynakları azalıp, hem de geri dönülmez çevre kirliliği yarattıkça toplumlarda huzursuzluğa ve büyük tepkilere yol açtı. iklim krizi kapımıza dayanıp ,küresel ısınma ve iklim değişiklikleri doğal felaketleri, susuzluk,sel felaketler iklim göçleri ortaya çıkınca bu sefer sistem yeni bir enerji arayışlarına yöneldi.

Toplumların, bilim insanlarının karşı koyuşlarını sönümlendirmek için de yenilebilir, temiz enerji kaynakları gündeme geldi. Bir anda iktidarlar, partiler yeşil dostu görünmeye başladılar. Doğanın yeşiline saygı ve gerçekten temiz enerji değil dillerindeki söylem yeşile boyama, yaptıkları çevre talanını gizlemekten ibarettir

Uzman kurum, kişi ve kuruluşların JES’lerin çevreye verdikleri olumsuz zararlar konusunda inceleme ve araştırmaları bizlere ülkemizde uygulandığı haliyle JES’lerin hiçte temiz olmadığı gösteriyor.

Aydın’dan yolu geçenler tarım arazilerinde, zeytin ve incir bahçelerin de kurulu bulunan JES binalarını ve geniş bir alana yayılan boruları, havaya karışan beyaz asitli buharları görecektir. Soludukların da boğazlarını yakan yumurta kokulu havayı ciğerlerine çekince JES’in iyi bi şey olmadığını anlayacaktır.

Köylüler canla başla tarım alanlarını, inciri, zeytini, sebze bahçelerini, sularını, havalarını koruma mücadelesi için güçlü mücadele verdiler vermeye devam ediyorlar.

ZEYTİN BİTİNCE DAŞ MI YİYEECEĞİZ diye her ne pahasına olursa olsun yaşamlarına sahip çıkma mücadelesini sürdürüyorlar.

Ülkemizin zenginlik kaynaklarını talan eden bir sistemle karşı karşıyayız. Maalesef bu talanı bizzat yapan ve yapılması için fırsat veren zemin hazırlayan iktidardır. Anayasal hakkımız olan yaşam hakkını, tarım alanları, zeytin alanları, orman alanları, akar sular ve içme sularıyla ilgili yasa ve yönetmenlikleri hiçe sayarak yer üstü ve yer altı zenginliklerimiz bir avuç kapitalist şirkete talan ettiriliyor.

Ülkemizin her köşesinde bu talan altın, kömür vb madenlerle ya da nükleer enerji, termik, JES, GES, RES enerji üretme bahanesiyle devam ediyor.

Buna karşı halk gücü oranın da yerel güçleriyle, zaman zaman ülke gündemine taşınan mücadeleyle karşı koymaya yaşamına sahip çıkmaya mücadelesi veriyor.

Bu mücadelenin başarıya ulaşabilmesi için yerellerde verilen ekoloji mücadelesini, ülke genelinde verilen ekoloji mücadelesiyle ortaklaştırmak hatta evrensel boyuta taşınıp dünya çevre mücadelesiyle bütünleştirmek gerekiyor.

Zenginlik kaynaklarımızın talanı bizzat siyasi iktidar tarafından yapılmaktadır. Bu bağlamda çevre ve yaşam mücadelemiz siyasi bir mücadeledir. Bir avuç kapitalistin hizmetinde olan devletin demokratikleştirilmesi ve doğaya saygılı bir yaşamın kurulması İçin siyasi yapının ele geçirilmesi gereklidir. İşte bu nedenle havamızı,toprağımızı, suyumuzu koruma ve sahip çıkma mücadelesi siyasidir.

Egemen kapitalist sistemin doğayı kar pazarının üretim deposu olarak kullanması aynı zaman da anti kapitalist bir mücadeledir.

Doğa talanları, güç ve rant savaşları, sosyal ve ekonomik krizler, iklim krizi, küresel ısınma tüm bunların yaratıcısı kapitalist sistemdir.

Yerellerde verdiğimiz ekolojik mücadeleleri politik hata taşıyamazsak başarı sağlayamayız. Yer yer sisteme karşı noktasal olarak başarılar sağlanabilir.

Nihai zafer Ekolojik mücadelenin politik mücadeleyle, sınıf mücadelesiyle, demokrasi mücadelesiyle ortaklaşmasıyla mümkün olacaktır.

Bu üretim ve büyüme hırsıyla, bu tüketim anlayışıyla yaşam sürdürülebilir değildir. Bu gidiş bizi hızlıca yok oluşa götürür. Yeni bir yaşam anlayışına ihtiyacımız var. Bu doğayla barışık ekolojik yaşam biçimi olacaktır.

JES ÜLKEMİZDE UYGULANDIĞI HALİYLE TEMİZ DEĞİLDİR.
DOĞA VE CANLI KATİLİDİR

TEMİZ ENERJİ YOKTUR.
09.09.2023 Karaburun
Metin IRMAK

Nükleer Santral İstemiyoruz.

BASINA VE KAMUOYUNA!

Japonya’da 11 Mart 2011 tarihinde meydana gelen deprem sonrası Fukuşima Daichi Nükleer Santrali tsunami dalgaları altında kalarak ekosistemimize büyük bir felaket yaşatmış ve bugün bu felaketin daha dehşetli bir aşamasına gelinmiştir. UAEK ve Japon Hükümeti resmi verilere göre 1.38 milyon metreküp birikmiş ve radyoaktif izotoplarla kirlenmiş soğutma suyunu sözüm ona filtre ederek Pasifik Okyanusuna deşarjına karar vermişlerdir.

Biz biliyoruz ki; bahsettikleri filtrasyon sisteminin tutamadığı, hidrojenin radyoaktif izotoplarından olan Trityum ve Döteryumun katıldığı radyoaktif özellik kazanan su molekülleri deniz suyuna geçecek ve canlılar tarafından metabolizmalarına alınarak kalıcı hasarlar bırakacaktır. Yarı ömrü 24 yıl olan hidrojen izotoplarının bileşeni olduğu su molekülleri buharlaşarak atmosfere çıkacak Dünya’nın hemen her yerinde yağış olarak yeryüzüne inecektir. Liyakatleri son derece tartışmalı yetkililer, deşarjın 20 Yıl devam edeceğini söylemektedir. Yapılan dağılım modellemelerine göre bu kirliliğin önce Kuzey Amerika’nın batı kıyılarını sonra Atlas ve Hint okyanusunu kirleteceği ön görülmüştür.  Üç okyanusta oluşacak kirlilik kuşkusuz Akdeniz’e de taşınacaktır.  

UYARIYORUZ!!

Biz insanların da içinde yaşadığımız ve onlarsız da yaşayamayacağımız milyonlarca canlı türünün tek evi olan Dünya’mızı iğrenç kar hırslarınız uğruna yok etmenize izin vermeyeceğiz.

Nükleer Güç Santrallerinin (NGS) büyük riskler barındırdığının, kaza sonrası büyük felaketlerle karşı karşıya kaldığımızın örneklerini hep birlikte yaşadık. Bu da yetmezmiş gibi devletler aralarındaki çıkar çatışmaları sonucu birbirlerini NGS’lerini vurmakla tehdit etmekten geri durmuyorlar. Bu durum ortaya çıkarıyor ki; NGS’ler kurulu oldukları yerler için kitle imha silahı olarak görülüyor.

Üstüne IPCC’in (Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli) Mısır Şarm-el Şeyh’deki toplantısında NGS’lerin sırf karbondioksit emisyonu olmadığı için yeşil enerji sınıfına alındığını utanç ve dehşet içinde izledik.

Biz Nükleer karşıtları biliyoruz ki; Nükleer programlar başlı başına devlet politikası değil, devlet destekli kapitalist politikalardır. Bir avuç sermayedarın kar hırsı uğruna Dünyamızı yok etmesine müsaade etmeyeceğiz.

Mersin’de inşaatı devam eden Akkuyu NGS’nin Fukuşima ile benzer kaderi paylaşma olasılığı azımsanamaz. İnşaatta yapılan hatalar, mekanik aksamda var olan hatalar bizlerin malumudur. Kaidelerine uygun yapmış olsa dahi deniz suyunun sürekli ısınması bir süre sonra soğutma suyu ihtiyacını karşılayamayacak bir noktaya gelecektir.

En son 13 Eylül tarihinde Yeşilovacık açıklarında 11 km derinliğinde, Akkuyu’ya 15 km mesafede 2.6 büyüklüğünde bir deprem olması endişelerimizi daha da arttırmıştır. Çok yakın zamanda Kıbrıs’ın kuzeybatı kıyılarında ve Mersin kıyılarında birçok deprem meydana gelmiştir. 16 Mart 2023’de Narlıkuyu’ya 20 km mesafede 4,5 büyüklüğünde, 11 Ocak 2022’de Kıbrıs’ın kuzeybatı kıyısında Misis – Dipkarpas – Girne – Antalya Körfezinden geçen Helenik Fayı üzerinde Akkuyu’ya 160 km mesafede 6,2 şiddetinde deprem yaşanmıştır. O bölgede yakın bir fay hattı olmadığını iddia eden yetkililer, bu konularda hiçbir açıklama yapmamışlardır. Bölge şiddetli depremlerden ve tsunamiden ari bir bölge değildir. Kıbrıs dalma batma kuşağı, Antakya Ölüdeniz, Misis fay hatlarında oluşan şiddetli depremlerin Anamur Mersin arasındaki sahillerde tsunamiye yol açtığı arkeolojik ve tarihsel kayıtlarda saptanmıştır. 14 Eylül günü ise Akkuyu NGS inşaatında çalışan işçiler yedikleri yemekten zehirlenmiş, yıllardır dikkat çektiğimiz iş cinayetlerine bir yenisinin eklenmesi kıl payı ile atlatılmıştır. Maliyetleri düşürme, karları arttırma hırsından kaynaklanan, 1500 işçinin zehirlendiği bu olay da göstermektedir ki, Nükleer Lobi diye adlandırdığımız sermaye çevreleri ne insan ne de canlı hayatına zerrece saygı duymamaktadır.

Yaşadıklarımızdan yola çıkarak benzer bir felaketin Fukuşima’da olduğu gibi, Akkuyu’da da olması ihtimali ütopik değildir.  

Akkuyu’nun bir Çernobil, bir Fukuşima olmaması için,

Akkuyu Nükleer Santral inşaatı derhal durdurmalıdır. Sinop, İğneada projeleri iptal edilmelidir.  

Dünya’nın hiçbir yerinde, ne çalışan, ne inşa halinde, ne de proje olarak hiçbir nükleer santral istemiyoruz.                                                             

MERSİN NÜKLEER KARŞITI PLATFORM

17. Karaburun Bilim Kongresi’nin tarihi ve programı belli oldu

0

17. Karaburun Bilim Kongresi, 7-10 Eylül 2023 tarihleri arasında düzenlenecek. Kongrenin programı ise açıklandı.

İzmir’in Karaburun ilçesi bilim kongresine hazırlanıyor. 17. Karaburun Bilim Kongresi’nin tarihleri ise 7-10 Eylül 2023 olarak açıklandı. Kapitalizm ve yıkımın konuşulacağı kongrenin programı da belli oldu.

detail-photo-fancybox-0
detail-photo-fancybox-1
detail-photo-fancybox-2
detail-photo-fancybox-3
detail-photo-fancybox-4
detail-photo-fancybox-5
detail-photo-fancybox-6

PLASTİK/ YÜZYILLAR SONRASINA BIRAKACAĞIMIZ LANETLİ MİRAS

Son zamanlarda deniz ve okyanuslarda birikerek görünürlüğü daha da artan, hayatın hemen her alanında kullanılan plastikler, üretenlerin ve bu ürünleri tüketenlerin ekosisteme verdiği zararların yeterince sorgulanmaması yüzünden çözülmesi çok zor bir sorun haline gelmiştir.

Plastisite terimi aslında bir malzeme türünü ya da onun bir fiziksel özelliğini tarif eder. Uygulanan kuvvet altında şekil değiştiren, bu kuvvet ortadan kalktığında bütünlüğü bozulmadan fakat eski haline dönemeyen malzemeleri ifade eder. Plastik malzemeler C, H,O,N,S ve Cl  içeriği olan organik kimya ürünleridir.

Endüstrinin gelişmesi, üretim maliyetinin düşük olması ve birçok alanda kullanılabilmesi açısından plastik kullanımını yaygınlaştırmıştır.

Günlük toplumsal hayatta en çok karşılaştığımız alan, ambalaj malzemesi olarak kullanıldığı alanlardır. Bir kısmı biyolojik yollarla sentezlenebilse de büyük çoğunluğu ham petrolün kimyasal işlemlerden geçirildikten sonra elde edilmesine dayanır.  Monomer olarak adlandırılan  Etilen, Propilen, Stiren, Teraftalat, Amid, Vinil Klorür, Karbonat, Viniliden Klorür gibi kimyasal moleküllerin kimyasal tepkimeler sonunda birbirine bağlanarak moleküler zincir oluşturması ile Polimerleşmesi yöntemi ile elde edilirler.

En çok hayatımızı işgal eden gıda maddelerinin daha uzun süre saklanabilmesi, raf ve taşıma ömürlerinin uzatılması amacı ile üretilen plastikler genelde tek kullanımlıktır. Bu yapılarından dolayı kullanım süresi biten plastikler ekosisteme büyük bir kirlilik yükü oluşturmaktadır. Avrupa Birliği Ülkeleri Çevre müktesebatı gereği oluşan bu kirlilik için çare aramaya başlamış, en etkili çözümün atıkların kaynağında ayrıştırılması olduğunu düşünmüş, bu sorun için toplum hayatında ve endüstride kapsamlı politikalar geliştirmiştir. Buna rağmen üretilen/ geri dönüştürülen plastik malzeme miktarları arasında büyük farklar bulunmaktadır. Sonuçta Atlas Okyanusu üzerinde uzaydan görülebilecek büyüklükte plastik adaları oluşmuştur.

Plastik malzemeler üretim mantığı gereğince U.V. ışığı, pH dayanımı, Oksidasyona karşı dayanıklı olmaları için üretimleri sırasında ana molekülü korumak amaçlı olarak ek kimyasallar eklenir (B.P.A). Bu moleküllerin kullanılması plastik malzemelerin doğada kendiliğinden yok olma sürecini yüzlerce yıl ileriye atar. Kısaca yüzyıllar sonrasına çocuklarımıza Güzel mimari eserler yerine çöp dağları bırakmaktayız.

Plastik maddelerin bir de görünmeyen ama çok daha tehlikeli bir etkisi olduğu son zamanlarda yapılmış farklı çalışmalarla ortaya çıkmıştır. Mikroplastikler, doğada izlenmesi son derece zor ama çok daha tehlikeli bir sorun oluşturmaya başlamıştır. Tekstil ve gıda sektörlerinden kaynaklanan bu etki evlerde çamaşır yıkanması sonucundan ambalaj malzemelerinin üretimi, yeniden işlenmesi ya da toplanması sırasında özellikle atıksuların arıtılmadan ya da arıtıldıktan sonra deşarjı, düzenli/ vahşi katı atık depolama alanlarından çıkanlar başlıklar altında toplanabilmektedir. Küçük polimer zincirleri, mikrofiberlerin deniz ortamına ulaşmasının engellenmesi çok zordur. Bunun sonucu olarak bu kimyasallar gerek bitkisel, gerek hayvansal olmak üzere besin zincirine katılmakta daha da kötüsü insan solunum sisteminde de birikimi mümkün olmaktadır. Canlı yapısında bu molekülleri parçalayacak enzim sistemi gelişmediği için besin zincirinin yukarılarına gidildikçe kümülatif olarak artmaktadır. Özellikle sucul ortamda biriken plastik kirliliği, hem küresel hem de bölgesel ekosistemleri tehdit etmektedir. Antropojenik ya da doğal süreçlerle taşınan plastikler içinde bölgesel ekosistemlerin daha önce karşılaşmadığı bir çok yabancı canlı türü ekosistemi istila etmektedir. Bunun sonucu olarak hassas ekosistemler orta ve uzun vadede çökme riski ile karşı karşıya kalmaktadır.

Her ne kadar plastiklerin yeniden kullanımı amaçlansa da geri dönüşüm ekolojik bir duruş değil sadece ticari bir fırsatçılıktır. Üretilen plastiğin yeniden kullanılabilmesi için fiziksel olarak ( Isıl yöntemlerle) yeniden işlenmesi; tükettiği enerji, oluşturduğu zehirli gazlar, ürettiği atıksuların kirliliği açısından ve dahi yeniden işlenmesindeki kısıtlamalar bu maddeleri daha da tehlikeli bir hale getirmektedir. Yani kelimenin tam anlamıyla kaş yaparken göz çıkarmak demektir. Bir çok plastik türü bir ya da en fazla iki kere yeniden işlenebilmektedir. İşleme sırasında kullanılan ısıdan dolayı dioksin, furan gibi zehirli gazlar ya atmosfere verilmekte ya da malzemenin içinde hapsolarak canlı hayatını tehdit etmektedir. Ayrıca, geri dönüştürülmüş ürün içinde polimerin ısıl işleme maruz kalmasından dolayı hapsolmuş dioksin gibi kanserojenik maddelerin gıda ile yeniden teması sonucu bulaşma riski olduğunu söylemek çok iddialı olmayacaktır.

GERİ DÖNÜŞÜM YALANI:

Yayı biraz daha geriye çekince aslında plastiğin varlığından da tehlikeli bir durumu, aslında plastik malzemenin hayatımıza neden girdiği ile ilgili bir durumu kısaca vurgulamak, geri dönüşümün neye hizmet ettiğini gözler önüne serecektir.

Kapitalist üretim modeli minimum maliyet, maksimum kar zihniyeti ile işlediğinden ötürü, arzı artırmak eğilimindedir. Daha çok üretmek için daha çok Pazar hacmini garanti altına almak ister. Bu da üretilen metanın kullanım süresinin daha düşük olması ile doğrudan ilişkilidir. İkamesi olan metal, ahşap ya da cama göre çok daha kısa ömürlü olması Plastik malzeme kullanımı ile daha çok ürün üretilmesi ya da üretilen ürünlerinin ömür belirleyici kısımlarında plastiğin kullanılması zorunluluğunu doğurmuştur. Kullanım ömrü biten malzeme, artık atık haline dönüşür. Bir süre sonra durum içinden çıkılmaz hale geldiği, çevresel yükünün tolere edilebilir değerlerden fazla olduğu noktada plastik malzemenin yeniden kullanımı, hem ana hammaddesi olan Petrolün kullanımını azaltmış hem de PLANLANMIŞ ESKİTME  ÜRETİM MODELİNİ yeniden besleyen bir sektör olarak gelişmiştir. Elbette buradaki amaç çevreyi korumak değil. Asıl amaç daha düşük maliyetle bir atığı başka bir ürüne dönüştürme. Her ne kadar ilk üretildiği halinden daha farklı/ dayanıksız olsa da plastikler geri dönüşüm uyulandığında yine plastik malzeme kullanılan başka sektörleri de besler ayrıca (örneğin tarımsal sulama, tarım ürünü paketleme vs) . Üstelik eğer ki plastik malzemelerin geri dönüşümden murat çevresel kaygılar olsa idi bu tür tesislerin işletim lisansları verilirken çok sıkı önlemler istenir, geri dönüşüm sırasında ortaya çıkan

  1. Ön depolama sırasında toprağa kaırşacak kirliliğin önlenmesi amacıyla sızdırmaz zemin üretilmesi,
  2. Temizleme işlemine girmeden önce ısı temas yüzeyini artırmak için malzemenin kırpılması aşamasında oluşan atıksuyun içinde karışacak olan kırpıntı/ mikrofiber lerin çok sıkı kontrol edilmesinin sağlanması, buna uygun atıksu arıtma sistemlerinin projelendirilmesi
  3. Isıl işlem uygulanarak malzemenin eritilmesi sırasında ortaya çıkacak olan zehirli emisyonlar için özel tedbirler alınmasının sağlanması

Gibi başlıklar için önemli kriterlerin mutlaka yerine getirilmesi istenirdi. Etraftaki sözde geri dönüşüm tesislerine bir ziyarette bulunursanız ne demek istediğim daha net anlaşılacaktır.

Atıksuya, oradan kanalizasyon sistemine karışan kırpıntılar/ mikrofiberler şehir atıksu arıtma tesislerini işlemez hale getirmekte, arıtma tesisinden kaçan parçalar sahillere vurmakta, suda askıda kalan mikroplastikler/ mikrofiberler de deniz ortamındaki canlılar için büyük bir tehdit oluşturmaktadır.

Isıl işlem sırasında oluşan zehirli/ toksik gazlar yerleşim birimleri ile iç içe olan bu tesislerin yakınında kalan insanlarda kanser ve astım gibi hastalıkları tetiklemektedir.

Farklı odaklardan gelen plastik malzeme, kullanıldığı alan içinde farklı kimyasallar ile kontamine olmakta hali ile sızdırmaz zeminlerde depolanmasından dolayı bu kimyasallar yağmur suyu aracılığı ile toprağa sonuçta yer altı sularına karışmakta ve yer altı sularını, toprağı zehirlemektedir.

Bütün bu önlemler alınsa bile tek başına büyük bir yalanı beslediği için geri dönüşüm kabul edilir bir şey değildir. Hatta plastiğin üretimi için kullanılan petrolün varlığı, plastik malzemenin kullanılması da kabul edilebilir değildir.

Geçtiğimiz Mart ayı içinde kaynağı İngiltere olan plastik atıkların izinin sürülmesi sonucu Adanada ortaya çıkması, Kapitalist arsızlık/ 3. Dünya ülkesi kapitalist fırsatçılığı ilişkisini görünür hale getirmiştir.

Ç. Ş.İ.D. Bakanlığının ortaya attığı 0 atık söyleminin de bu noktada ne kadar temelsiz olduğunu göstermiştir. İnsani ve endüstriyel faaliyet sonunda 0 atık oluşmasının pratikte bir karşılığı yoktur. Öte yandan atık ithalatı kapsamına polietilen kökenli atıkların da dahil edilmesi bu samimiyetsizliğin ayrı bir göstergesidir. Kendi ülkemizde oluşan atıklar sanki çok etkili bir şekilde bertaraf ediliyormuş gibi sözümona gelişmiş ülkelerin de atıklarını da kabul ediyoruz.

Bu ülkeler daha 2021 yılında Glasgow ‘da imza altına aldıkları iklim değişikliğine karşı mücadele kararlarında 0 Karbon taahhütü vermişlerdir. Plastik atıkları Avrupa topraklarından uzaklaştırmakta temelde 2 fayda sağlamaktadırlar.

  1. Oluşan devasa plastik atık kirliliğinin sorumluluğundan kurtulmak,
  2. Karbon salımı ve buna bağlı Karbon borsası ile ticarileştirdiği küresel iklim krizinin yükünü 3, Dünya ülkelerinin sırtına yığarak,bu sayede bu ülkelere kredi ve teknoloji sağlarken Karbon borsası aracılığı ile sömürmek. Evet Emperyalizm artık büyük büyük ordular ile değil, basılı kağıtlar üzerinden Dünyayı sömürmenin bir yolunu bulmuştur.

Kapitalist azgınlık tanımlamasının temelini bu argümanlar oluşturmaktadır.

Kendi içimize baktığımızda durum daha da vahim bir hal almaktadır. Zaten ülke içinde toplanması %2-3 olan plastik atıkların geri dönüşüm sisteminden geçmesi ve yeniden ürün halini alması sürecindeki verimliliği %40-60 mertebelerindedir. Kalan kısım ise ya yakılmakta ya da vahşi olarak depolanmaktadır. Bu depolar her türlü atmosferik etkiye de açıktır.

Üstüne ithal edilen plastik atıklar bu orandan bağımsız değildir. Bildiğiniz Avrupa çöpünü bize yığmakta, ne haliniz varsa görün demektedir.

Önce de belirttiğim üzere kümülatif olarak artan bu sorun kısa vadede içinden çıkılmaz bir hal alacaktır.

Karşı karşıya kaldığımız bu felaket eğer önlem alınmazsa, üretimi tamamen dursa dahi yüzyıllar boyunca ekosistemimizi etkileyecek, canlı türlerini ve insan hayatını tehdit etmeye devam edecektir. Akdeniz ekosistemi daha şimdiden bundan nasibini almış görünmektedir. Kızıldenizden Akdenize açılan süveyş kanalından gerek insan faaliyetleri ile gerekse akıntıya kapılarak üzerinde deniz çayırları, Aslanbalığı larvaları taşıyan plastikler Doğu akdenizden başlayarak Akdeniz ekosistemini tehdit etmektedir. Zaten bitki va hayvan çeşitliliği açısından fakir bir deniz olan Akdenizde deniz çayırları istilacı türlere karşı savunma geliştirememkte ve yok olma tehdidi ile karşı karşıya kalmaktadır. Benzer durum Akdenizde avcısı olmayan zehirli bir balık türü olan Aslan balığı içinde geçerlidir. Deniz suyu sıcaklığının Küresel iklim değişikliği neden ile artış gösterdiği Akdeniz sedimentinde yerel türler büyük bir tehditle karşı karşıyadır.

Plastik sorununa yaklaşım, sonuç olarak içinden çıkılmaz bir hale dönüşmüştür.

Var olan sorunun çözümü için bakış açımızı biraz değiştirmek gerekli diye düşünüyorum.

Plastik malzemeler daha önce de saydığım gibi farklı molekül yapısındalar. Ve üretilen her polimer farklı bir endüstriyel dalda kullanılmıyor yani spesifik kullanım alanları yok. O zaman biz de yeni bir kategori oluşturmalıyız.

Plastik malzemenin insan hayatını işgal süresi ile ilgili bir kategoriden bahsediyorum. Aşağıdaki grafik bize plastiklerin hangi sektörlerde yaygın olarak kullanıldığını göstermektedir.

Üretilen 407 milyon ton plastik başına 321 milyon tonluk bir kısım insan hayatına hızlıca girmekte, kısa süre işgal ettikten sonra atık haline dönüşmektedir. Bu da oransal olarak yaklaşık %79 luk bir miktara denk gelmektedir.

Kalan kısımlar ise kullanım süreleri oldukça uzun olan bir fraksiyona karşılık geliyor.

Kaynak: Ourworld in data

Plastik malzeme kullanımı eğer karşı karşıya kaldığımız bir vakıa ise bertarafı için de atılması gereken adımlar İnsan hayatında ne kadar yer işgal ettiği ile paralel planlanması gereken bir olgudur.

Cihan ERSOY
ÇEVRE MÜHENDİSİ

Kronik bir Tahribat Hikayesi (Plastik Ambalaj Gerçeği)

Yusuf Üçay

Ambalaj herhangi bir fiziki metayı her türlü iç ve dış etkenden fiziki, kimyasal bozunumunu önlemek için izole etmeye yarayan malzemelere verdiğimiz genel addır. Topraktan yapılan küp, testi, dokumadan ürünler, cam, Kağıt, Plastik, ahşap, metal vb bir çok malzemeden oluşur.

Ambalajın tarihi sanıldığı kadar yeni değildir insanlık her çağda özellikle gıdanın güvenliği için bir çok teknik geliştirmiştir. 20000 yıl önceye kadar tarihlendirebildiğimiz topraktan yapılan malzemenin pişirilmesinden bu güne tarihlenebilir gerçekliğe sahip ambalajın günümüze kadar uzanan hikayesini kısaca göz atalım;

Topraktan üretilen koruyucular

Amerikalı arkeologlar, Çin’in güneyinde yaptıkları kazılar sırasında dünyanın en eski çömlek parçalarını buldu. Science dergisinde yayımlanan makalede, Ciangsi eyaletinin Şianrendong Mağarası’nda bulunan çömlek parçalarının yaklaşık 20 bin yıllık olduğu belirtiliyor. Anadoluda çömlekçiliğe ait bulgulara ise, günümüzden yaklaşık 5000 yıl önce Kayseri dolaylarında Alişar’da Boğazköy’de ve Truva’da rastlanılmıştır. Çömlekçilik bir zanaat ürünüdür ilk ne zaman başladığı tespit edilememektedir.

Cam Ambalaj

Cam ambalaj ilk olarak M.Ö. 1500 yıllarda Mısır’da kap şeklinde karşımıza çıkan cama kireçtaşı, soda kum, silikat karıştırılıp eritilerek sıcak olarak şekil veriliyor ve cam ambalajlar elde edildiği tarihsel verilerle biliniyor.

Metal Ambalaj

Eski çağlardan altın ve gümüş gibi malzemelerden yapılan kutular olarak karşımıza çıkar, daha sonra daha güçlü alaşımlar, sıradan malzemeler  ve kaplamalarla hayat bulan metal ambalajlar günümüzde de pek çok ürünün korunmasında görev üstlenir. Teneke plakanın üretimi M.S. 1200 yılında Bohemya’da keşfedilmiştir. Daha sonra 14. yüzyılın başlarında Bavyera’da teneke kaplı konserve kutular kullanılmaya başlanmıştır.

Ahşap Ambalaj

2017 yılında Mısır’ın Dahshur bölgesindeki 3.800 yıllık piramidin içinde, Hatshepset adlı prensesin mumyasının olduğu bir mezar odası keşfedilmiştir. Mısırlı arkeologların 3.800 yıllık piramitte ulaştığı mezar odasında büyük hasar görmüş lahit kalıntısı ve  üç satır hiyeroglif yazılı bir ahşap kutu bulunmuş. Bu ahşap kutu arkeolojik olarak tarihlenebilir en eski veri olsa da ahşap kutuların 5000 yıllık bir tarihe sahip olduğu düşünülmektedir.

Kâğıt Ambalaj

İşlenmiş dut ağacı kabukları M.Ö. 1. ve 2. yüzyıllarda Çin’de yiyecekleri sarmakta kullanılmış sonraki bin 500 yıl boyunca kâğıt yapma teknikleri geliştirilmiş ve Ortadoğu’ya aktarılmıştır. Buradan Avrupa’ya, 1310’da İngiltere’ye gelen kâğıt yapma teknikleri Amerika’ya 1690’da ulaşmıştır. İlk ticari karton ve kutu, Çin’den 200 yıl sonra 1817’de İngiltere’de üretilirken oluklu kâğıt 1850’lerde ortaya çıkmıştır, ticarette el yapımı tahta kasaların yerini oluklu karton kutular almaya başlamış,  20’nci yüzyıl kâğıt ve karton açısından en parlak dönem olmuştur.

Ve Cinayetin Hikayesi

İlk yapay plastik 1838 yılında Alexander Parker tarafından hazırlanarak,1862 yılında Londra’daki Büyük Uluslarası Fuarda sergilenmiştir. Bu plastiğin, fildişi gibi doğal malzemelerin yerini alması planlanmış ve “parkesin” olarak isimlendirilmiştir.1840 yılında Charles Goodyear ve Thomas Hancock yapışkanlık özelliğini ortadan kaldıran ve doğal kauçuğa elastiklik özelliğini katan bir yöntem geliştirmiştir.1851 yılında sert kauçuk ya da bilinen adıyla “ebonit” ticari hale gelmiştir. 1870 yılında New Yorklu John Wesley Hyatt’a yüksek sıcaklıkta ve basınçla üretilen düşük nitrat içerikli “selüloit” için patent almıştır. Bu buluş, piyasaya sürülen ilk plastiktir ve1907 yılında Leo Hendrik Baekeland tarafından “Bakelite” üretilene kadar da tek plastik olarak kalmıştır.

Plastiklerin tam olarak ne oldukları 1920 yılında Hermann Staudinger’in bir fikir öne sürmesine kadar bilinmiyordu. Tüm plastikler, kauçuk ve selüloz gibi malzemelerin polimer veya makro molekül olduklarını öne sürmüştür. Bu varsayım başlangıçta birçok bilim adamı tarafından kolayca kabul edilmemekle beraber, Staudinger bu fikirle 1953 yılında Nobel ödülü de almıştır. Plastik ambalaj 1950’li yıllardan sonra yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır. 1970’li yılların sonunda plastik ambalaj sektörü büyümeye başlamıştır.

Plastik Ambalajlar savaş artığıdır..

II. Dünya Savaşında polietilen çok miktarda üretilmiş ve savaş sonrası piyasada kolayca bulunabilen bir malzeme haline gelmiştir. Plastik ambalaj sektöründeki büyüme 1970’li yıllardan başlayarak günümüze değin hızlanmıştır.

Sayılarla Plastik Ambalaj Kirliliği

1950 – 2015 yılları arasında üretilen plastik atık miktarı 8 milyar 300 milyon tondur. Dünya üzerinde her yıl ortalama 380 milyon ton plastik atık üretilmektedir. Bu atıkların %1,5 ila %4,5 arasında ki bir kısmı denizlere karışmaktadır. Plastik doğada hızlı çözünüme sahil olmadığından yüzlerce yıl ufak aşınmalarla mikroplastik üretimini sağlamaktadır.

Kaynak: Our world in data

Yıllık plastik kullanımının büyük kısmını ambalaj sektörü kaplamaktadır. Yukarıda ki grafikte verildiği üzere bu miktar neredeyse yıllık kullanımın yarısından biraz azdır. Plastik ambalajlarda geridönüşüm oranı azdır ve her geçen yıl hızla artan kirliliğe neden olmaktadır

Plastiğin Vücuda Girişi

Plastikler vücdumuza nasıl girer? Bu sorunun cevabı yiyecek ve içecek temasından oluşan doğrudan alım ve plastik atıkların depolanmasından sonra dönüştürülemeyen kısımlarının doğada bozunarak gerek diğer canlıların bünyesine alınması gerekse hava su diğer gıda ürünleri ile dolaylı olarak mikroplastik diye tanımladığımız hali ile girer. Bazı araştırmalar sonucu açığa çıkan veriler aşağıdadır.

1 – Yapılan bir pilot çalışmada denekler 1 hafta süre içinde, plastik ambalajlı yiyecekler yedi ve pet şişelerdeki  içeceklerden içti. Araştırma kapsamında, deneklere dışkı tahlili yapıldı. 50-100 mcm çapında 9 farklı mikroplastik rastlandı.Mikroplastiklerin mikron çapında olduğu için lenf ve kan dolaşımına hatta karaciğere gittiğini Avrupa Gastroenteroloji Kongresinde bildirilmiştir.

2  – Altı kıtadan 16 farklı ülkede üretilen 39 farklı marka deniz, kaya ve göl tuzunu inceleyen araştırmacılar, bu markalardan 36’sında mikroplastik parçacıklarına rastladı.3 – Kanadalı McGill Üniversitesi araştırmacıları, çok sayıda farklı markanın plastik çay poşetlerini laboratuvar ortamında 95 santigrat derece suda teste tabi tutarak serbest kalan mikroplastik partiküllerin yoğunluğunu ölçtü. Yayınlanan raporda yalnızca bir bardakta 11,6 milyar mikroplastik parçacık ve 3,1 milyar nanoplastik parçacık suya sızdığı tespit edildi.

4 – Green Peace Akdeniz’in denizlerde mikroplastik kirliliği raporuna göre her iki balıktan birinde mikroplastik kirliliği söz konusu.

5 – Hollanda’nın Amsterdam Vrije Üniversitesi’ndeki (VUA) bilim insanlarının araştırmasında, test yapılan et ve süt ürünlerinin dörtte üçünde ve her kan örneğinde mikroplastik partikülleri bulundu.

6 – Ayrıyeten havada, su da, toprakta ve buzulllarda mikroplastik kirliliğine rastlanmıştır.

İnsanda Mikro Plastik..

Şuana kadar araştırmalar sonucu elde edilmiş olan veriler aşağıda yer almaktadır;

1 – Amsterdam Özgür Üniversitesi uzmanları tarafından yapılan testler sonucunda, çalışmaya katılan 22 kişiden 17’sinin kanında mikroplastik tespit edildi.

2-  İngiltere’deki Hull Üniversitesi ve Hull York Tıp Fakültesinden araştırmacılar, 13 hastanın 11’inin akciğer derinliklerinde, insan sağlığını tehdit eden 39 mikroplastik partiküle rastlandığını açıkladı.

3 – İtalya’nın başkenti Roma’daki San Giovanni Calibita Fatebenefratelli Hastanesi’nde Doğum Bilim ve Jinekoloji Direktörü olan Antonio Ragusa tarafından yönetilen çalışmada 6 plasentanın incelendiği ifade edilirken, mikroplastik parçacıkları, normal gebelik ve doğumları olan 4 sağlıklı kadından alınan plasentaların hem fetüs hem anne tarafında hem de fetüsün geliştiği zarın içinde tespit edildi.

4 – Bazı verilere göre mikroplastikler en çok karaciğer, dalak ve böbreklerde birikmektedir.

5- Avustuya Çevre Ajansı ve Viyana Tıp Üniversitesinden bilimciler, dışkı örneklerini aldıkları kişilerin son bir haftada hangi gıdaları tükettiğini kaydetti, çoğu katılımcı plastik şişelerden sıvı içmiş ve ayrıca deniz ürünleri  tüketmişlerdi. Testlerde dokuz farklı çeşit plastik tespit edildi. Plastik ürünlerde çoğunlukla kullanılan polipropilen ve polietilen tereftalat en yaygın olarak tespit edilen plastik çeşitleri oldu.

Mikroplastikler Hangi Hastalıklara sebep oluyor?

Mikroplastikler aniden bir hastalığa sebep olmamak ile birlikte sigara gibi uzun vadeli sonuçlar doğuracak bir yapıya sahip. Mikroplastiklerde bulunana bir çok etken maddenin etkiler açısından kanser, solunum yolları sorunu, gen bozulmaları ve bir çok hastalık riskini taşıdığı uzmanlarca söylenmektedir.

Plastik Ambalajlar ve Diğer Tek Kullanımlık Plastikler Derhal Yasaklanmalı

Bütün bu veriler ışığında ambalajın amacına dönecek olursak, ambalajlamanın amacı gıda güvenliğini korumaktan doğmuştur. Plastik ambalajlar açık şekilde misyonu olan gıda güvenliğini yerine getirmekten ziyade gıda güvenliğini tehdit eden bir unsurdur. Gıda güvenliğini riske atan ve bir çok alana olumsuz etkisi olan plastik ambalajlar ve tek kullanımlık diğer plastikler derhal yasaklanmalıdır.

Mevlüt Oruç’un Evvel Temmuz Yazısı…

0

Mevlüt Oruç 23. Evvel Temmuz Festivali ile ilgili kaleme aldığı yazısını gazetemiz aracılığı ile okurları ile paylaştı. Oruç yazısının içeriğinde Evvel Temmuz’un detaylarına, tarihine, geçmiş ve geleceğine dair aşağıdaki ifadelere yer verdi.

23. Evvel Temmuz Festivali: Depremin ilk gününden itibaren; “Ma Rıhna Nıhna Hon” (Biz gitmedik buradayız) diyerek, toplumsal yaşamı yeniden örmek için emek harcayanların organizasyonudur. Evvel Temmuz Festivali; 6000 yıldan beri kutlana gelen, doğanın yeniden diriliş bayramı olan Evvel Temmuz bayramının üzerine inşa edilmiştir. Bu yıl deprem bölgesinde organize edilen ve depremzedelere adanan festival; kentimizi yıkıntılarından yeniden diriltme ve toplumsal yeniden inşa sürecine mütevazı bir katkıdır. “Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği” ve “Samandağ Kalkındırma Derneği’nin” düzenlediği festival etkinlikleri Samandağ, Defne, Antakya, Arsuz ilçelerimizde, başta Adana ve Mersin ve bütün ülkemize yayılmaktadır. Etkinlikler; 526 yılında, Antakya’da yaşanan depremde, bütün ailesini kaybeden genç ST. Simeon ’un; toplumsal yaşamı yeniden inşa ettiği ve adını verdiği (Simeon dağı- Sem’an dağı) Samandağ ilçemizde başlatıldı.  Evvel Temmuz; “Evvelden” başlayan “Ahire” uzanan ve her yıl yeniden dirilen doğanın ezgisini, yaşamı ve yaşam alanımızı yıkıntılardan yeniden örmenin/ küllerinden yeniden doğmanın şarkısını; “Musikar Kaknüs” kuşundan dinlemektir. Can verene, bir olana, sonsuz büyük olana, yeniden dirilten, yeniden dirilen diyalektiğe adanan ve Hz. Hıdır makamının gölgesinde kutlaya geldiğimiz bayramdır. Depremde ölen canlara adadığımız Evvel Temmuz festivalinde; mücadelenin, zaferin, doğanın ölümsüzlüğünün, yaşamın sürekliliğinin simgesi “Dephne’ ye” ve “Antioch ad Orontem’e” adanan şiirler ve şarkıları müzik tanrısı Apollo’nun lirinden dinledik. Depremin vurduğu; İpek yolunun Anadolu’daki ilk durağına, tek tanrı inancının yeni coğrafyalara ilk açılım yaptığı yere, dünyanın ilk aydınlatılan caddesi Herod caddesine, Anadolu’nun ilk Camisi Habibi Naccer’a, İlk Mağara Kilisesine, İlk Hristiyan adının verildiği yere, ilklerin ve başlangıçların kenti Antakya’da; küllerinden yeniden doğan Simurg’un sesinden 4 dilde şarkılar dinlemektir. Sümerlerde Temmuz (Dumuzi), Suriye’de Adonis, Anadoluda Attis, mısırda Osiristir. Temmuz Bayramının eşdeğeri Anadoludaki Hıdırellez, Türk Altay mitolojisinde Tamız( Tamus, Tammus, Tamıs, Dumuz, Dumıs) Han olarak geçmiştir. Dumuzi Sümerlerde İnanna’nın eşiyken, Akadlar’da İştar’ın eşidir. İnanna Yunanlılarda Afrodit, Romalılarda Venüs’tür. Temmuz; antik Kenan inancındaki sürekli yenilenme tanrısı “Adonis’tir”. Daha sonraları Yunan panteonuna da girmiştir. Daha önce yeniden dirilen doğa, semavi inançlarda yeniden dirilen Hz. İsa’dır.  Evvel Temmuz Bayramının; Arap Alevileri inancındaki adı “İyd L Havariyin İsa’dır”. Yeniden diriliş inanışı ve anlatımı Yahudilik, Hristiyanlık ve Müslümanlıkta değişik isimler ile kendine yer bulmuş ve Tevrat, Zebur, İncil ve Kuran-ı Kerimde geçmektedir. Hz. İsa’nın havarilerinin Antakya’ya gelişi, Habibi Neccar ve Antakya ahalisi ile ilişkilere ilişkin “3iyd Havariyun İsa” anlatımı; Kur’an-ı Kerim Yasin Süresi 13-32 ayetlerinde dir. 

ÖRGÜTLÜ TOPLUM NEREDE?

 Festival kapsamında yapılan paneller, forumlar, söyleşilerimizde; toplumsal yeniden inşa süreci üzerine fikir alışverişi yapıldı. Afetlerde “Devlet nerede?” Sorusunun yanlış soru olduğu ve yanlış soruya doğru cevaplar verilemeyeceği vurgulandı. Örgütlü toplum nerede? Sorusuna karşılık verebilecek süreci örmemiz gerekiyor. Pandemi ve deprem süreçleri; devletin sosyal güvenlik maskesini düşürmüştür. Devlet; kamusal mal ve hizmetlerden çekildi ve bu alanlar, neoliberal politikalar sonucu özel şirketlerin sermaye birikim sürecine sokuldu. Devletler ve Şirketler birbirinin araçları haline gelmiştir. Kamusal alanlara ilişkin devletlerden beklentileri sıfırlamak ve örgütlü toplumu örmek bir zorunluluktur. Tek adam rejimi, yandaş şirketlerin koordinasyon merkezi haline gelmiştir. Deprem öncesi depreme dirençli kentler oluşturulması ve deprem sonrası yapılması gereken hayati müdahalelere ilişkin, devletten beklenti içinde olmak, ancak örgütsüz toplumlara özgü beyhude beklentilerdir. Doğal ve toplumsal her ihtiyaç için örgütlenmek esastır. Örgütsüz toplum yok hükmündedir. Dünyanın bütün devletleri; halklar için değil, kendileri ve sermaye için vardır. Devletler vermek için değil, almak için varlar. Doğal bir olay olan deprem öldürmez. İnsan hayatının önemsiz, şirket karlarının ve rantın önemli olduğu sistem öldürür. Deprem sonrası yıkıntıların altında kalan canlar, depremden dolayı değil, kurtarılmadığı için ölmüştür. Devletler “Kevin Carter’ın” çektiği ölmek üzere olan çocuğun ölmesini bekleyen akbabalardır. Depremden sonra, hayati önemde olan ilk 3 gün arama kurtarma ekiplerinin gelmemesi; deprem sahasının genişliği vb basitlikle açıklanamaz. Arama kurtarma ekipleri yerine, inşaat şirketleri geldi, acil tıbbi müdahale yerine OHAL, polis ve jandarma geldi, gıda, su, çadır ve konteyner yerine acele kamulaştırma, rantsal dönüşüm, asbest üretim merkezleri geldi. Depremi rant ve servet aktarımı fırsatı olarak gören tekçi sermaye sistemi; İnsansızlaştırma, tapusuzlaştırma, Alevi’sizleştirme, Hıristyan’sızlaştırma, Ermeni’sizleştirme, Yahudi’sizleştirme vb uygulamaları ile geldi. TSE’nin tekçi makbul vatandaş standartlarına, uymayanlara ait arazilerin, parsellerin, yaşam alanlarının; konteyner, çadır kent yapımı, moloz döküm sahası, kalıcı konut, sanayi bölgesi vb için el konulması demografinin değişimine neden olabilecek kalıcı göçlere ve pogromlara yol açma riski yüksektir.

NE YAPMALI?

Afetlerde; arama kurtarma, barınma, toplanma, su, gıda, giyim, enkaz kaldırma v.b. bütün ihtiyaçlarını, toplum kendi kendine karşılayabilecek araçları örgütlemelidir. Bu bağlamda yerel halk inisiyatifleri yerel halk meclisleri kıymetlidir. Halkın katılımına kapalı mevcut yerel yönetim anlayışını ret eden bir yerden yerel seçimlere sıkı hazırlanmalıyız.  Demokratik Yerel yönetimler, toplumsal yeniden inşa için yerel yönetim seçimleri aracını doğru kullanmalıyız. 2019 yerel seçimlerinden edindiğimiz deneyimlerle; 2024 yerel seçimlerinde bütün belediyeleri kazanmak ve etkili olmak için, merkezi ve yerel en geniş ittifakları örmeye, şimdi hiç vakit kaybetmeden başlamalıyız. Rejim, girdiği her seçimi ölüm kalım meselesi olarak ele alıp programlarken, demokrasi güçleri, seçimi sadece seçim kampanyası ve seçim propaganda dönemine indirgeyemez.