Salı, Temmuz 8, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 23

Bir Miting ve Yürüyüşün Daha Ardından

0

aydın bodur

Dün (06 Kasım 22) Muğla’da Muğla Valiliğinin engelleme girişimlerine rağmen saat 14.00’de Muğla Mehmet Ali Eren Parkında toplanan binlerce yaşam savunucusu, şenlikler içinde yürüyüş ve mitinglerini gerçekleştirdi. Amaç sadece insanın değil, insanla birlikte farklı türlerin, sadece yaşayan canlıların da değil, suyun, toprağın, havanın,  tüm gezegenin daha uzun ve sağlıklı yaşamasını savunmak üzere bir araya gelmekti. Muğla’da yaşam alanlarına saldırılar altında geçirilmeyen tek bir gün var mı hatırlamıyoruz… Her gün yeni bir saldırı-tehdit haberi alıyoruz. Ya bir taş ocağı, ya betona teslim edilen bir kıyı parçası, ormanın içine kadar ya da kenarı, belki de sulak alanlara kadar saldırı altında?. Ya da yaşam alanlarını ve hatta tüm gezegeni zehirleyen 3 tane termik santrali ve bu santrallere kömür sağlamaya çalışan kömür ocakları topraklarımızı yutuyor, sularımızı zehirliyor, gezegeni yok ediyor…

Akbelen köylüleri Yeniköy ve Kemerköy Termik Santrali için senelerdir direniyor. Yatağanda Turgut köylüleri de öyle… Göcek’te MUÇEV’in işgal ettiği kıyıda inşa edilen devasa yat limanı, Fethiyelilerin  denizini çaldı, sırada Datça ve Karacasöğüt var, direniyorlar… Marmaris’te Tabiat Parkının içinde Kızılbük koyunda yasadışı olarak SİNPAŞ tarafından yapılan 1400 küsur hanelik koca bir otel yatırımı kıyılarımızı, gelecek kuşaklara miras bırakmak için korunan alanlarımızı işgal ediyor, bir para babasının daha da zenginleşmesi için… Aynı tehlike Bodrum ve Milas’ta Bargilya Tuzlasının da her an başına gelebilir. Deştin’de, Bayır’da köylüler, Muğla Entegre Çimento Fabrikasına karşı topraklarını savunup duruyorlar, Deştin Çayı Özgür Akacak diye haykırıyorlar…  Sandras Dağına hala maden şirketleri, saldırıp duruyor. Köyceğiz gölünü besleyen akarsular tehdit altında. Göltürkbükü tehdit altında. Akyaka’da, Datça’da, Marmaris’te imar planları değiştiriliyor: koruma altındaki alanların koruma dereceleri düşürülüyor. Bu sistem iklimi değiştiriyor. Ormanlar yanıyor, kül oluyor. Taşkınlar daha da çoğalıyor… Rastlantıya bak mitingle aynı zamanlarda Datça kıyılarında hortum tehlikesi dört dönüyor… Önlem alması gerekenlerse hala ayırdında değil olan ve bitenin. Ya da farkında ama ..?

Kimler Katıldı
Sadece Muğla mı? Muğla dışından da misafirleri vardı mitingin ve yürüyüşün. Denizli Avdan’dan, Çine’den, Ege-Çep’le İzmir’den gelenler oldu.  Hatta çok uzaklardan Zilan’dan Van’dan, İliç’ten destek verenler de vardı. Çünkü Y a ş a m  A l a n l a r ı (m ı z)  M ü ş t e r e k !  Aralarında Ekoloji Birliğinden, İklim Adaleti isteyenlere, Akdeniz Yeşillerinden İç Anadolu Çevre Platformuna, İkizköy Çevre Komitesinden, Marmaris Ekolojik Mücadele Komitesine, Fethiye Ekolojik Yaşam Derneğinden, Mezopotamya Ekoloji Hareketine bir sürü ekoloji örgütünün yanı sıra kent konseyleri, kadın örgütleri, hak savunucuları, KESK’li, DİSK’li sendikalar, TMMOB’den Elektrik Mühendisleri Odası, Çevre Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası ya da Muğla Barosu gibi meslek örgütleri de alandaydı… Ve CHP’sinden Deva Partisi’ne, HDP’sinden EMEP’ine, Memleket Partisine Yeşil Sol ya da Devrimci Partisine, SYKP’sinden TİP’ine kadar birçok farklı düşünce de siyasi parti de kortejde yerini aldı. Pir Sultan Abdal Derneği ve HacıBektaş Anadolu Kültür Vakfının farklı şubeleri de bizlerleydi. Toplam 83 farklı örgüt imzacıydı, ortak çağrı metnine… Farklı siyasi düşünceler,  Ç o k  G e ç  O l m a d a n  yaşam alanlarının savunulması gerektiği konusunda ortaklaştı, bir araya geldi. Şenlikli bir yürüyüş ve miting oldu. Valiliğin süreyi kısaltmak ve yürüyüşü yaptırmamak için ısrarlı çabalarına ve yağmura rağmen alanlardaydık. Düzenliydik. Kargaşaya mahal bırakmadık…Coşkuluyduk, ısrarcıydık ama barışçıydık… Ortalıkta tek bir çöp bırakmadık, temizdik. Dayanışmacıydık, yardımlaşmacıydık…
Alanda Muğla vekillerimiz Burak Erbay, Mürsel Alban, Suat Özcan da katılanları yalnız bırakmadı. Eski vekilimiz Beyza Üstün de, hep yanımızda destekçimizdi. Problemlerin çözümünde bizimleydi.  HDK  Ekoloji Meclisinden Naci Sönmez kortejin en başındaydı. Muğlalı sanatçımız, ODTÜ’lü dostumuz Tolga Çandar bizimleydi… Devrimci 78’liler bizleri bir an bile yalnız bırakmadı… CHP’li belediyelerin mitinge ulaşım ve sahne düzeni için destekleri de değerliydi. Anmadan geçmeyelim.

Keşke daha da çok ve daha da kapsayıcı olabilseydik
Ama belediye başkanlarımızı da görmeyi isterdik aramızda… Ya da birlikte yürümeyi çok arzuladığımız Sol Partili dostlarımız, Muğla Çevre Platformunun çağrısıyla Muğla’da bir Ekoloji Mitingi yapılması için yapılan çağrıya başlangıçta olumlu yanıt verip görüşmelere katılmasına rağmen birlikte hazırlanılan Ortak Çağrı Metnine imza atmaktan kaçındı.  İkna çalışmaları uzun sürdü. Ama bazen ayrı da düşülebiliyor. Sol Parti çağrıcı olmadı. KESK ve TMMOB’nin Muğla düzeyinde çağrıcı olmasında da sıkıntılar yaşandı. DİSK Muğla çapında destekçi olurken, KESK – TMMOB – TTB’li dostlar, ayrı ayrı meslek odaları, şubeler ve temsilcilikler olarak desteklerini açıkladılar.  Herşeye rağmen miting ve yürüyüşte Sol Partili ya da KESK’li, TMMOB’lu arkadaşlarımıza rastlamak bizleri sevindirdi. TMMOB merkezi düzeyde katılmadı ama Elektrik Mühendisleri Odası, Çevre Mühendisleri Odası Mitingteydi. Mimarlar Odasından dostlarımız Mitingteydi. KESK’li SES’ten, TümBelSen’den arkadaşlarımız,  EğitimSen’li Öğretmenler, Pir Sultan’dan, HacıBektaş’tan Alevi dostlarımız, Datça-Bodrum-Menteşe-Fethiye-Köyceğiz’den kadın dayanışmalarından, platformlarından arkadaşlarımız, Fethiye, Datça Dahil CHP Kadın Kolları faaldi.2017 Bodrum Yurttaş İnisiyatifi, İklim Adaleti gibi hak savunucusu örgütlerden ya da Doğa için Sanat Derneği ya da Idyma Çağdaş Sanat Derneği gibi kültür sanat derneklerinden arkadaşlarımız da miting ve yürüyüşteydi. HDK ve HDP  Kortejleri kalabalık ve çok canlıydı. TİP’li dostlar, EMEP’li dostlar hep birlikteydik…
Yağmura rağmen katılım en az 1 Mayıslar kadar iyiydi, kalabalıktı. Kortejin tamamı canlıydı. Umut tazelendi…

Muğla Çevre Platformunun Çabaları
Bu miting MUÇEP’in önçağrısıyla bir araya gelen 100’e yakın ekoloji örgütü, siyasi parti, sendika, meslek örgütü, kadın örgütü, hak savunucusu örgütlerin, sanat ve kültür örgütlerinin ortak hazırladıkları çağrı metni ile yapıldı. Çağrı metni ve destekçi-imzacı kuruluşların listesi:  Yaşam Alanlarımızı Savunuyoruz | MUÇEP – Muğla Çevre Platformu (mucep.org) linkinde var. Valiliğin mitingi ve yürüyüşün etkinliğini kırma çabaları da oldu. KPSS gerekçe gösterilerek mitingi 2 saate indirilmeye çalışıldı. Miting Tertip Komitesi dirayetliydi. İlkelerinden vazgeçmedi ve anında bir basın açıklaması ile karşılığını verdi: bu açıklamaya ve belgelere  Yaşam Alanlarımızı Savunuyoruz Muğla Mitingi 6 Kasımda Yapılacak | MUÇEP – Muğla Çevre Platformu (mucep.org)  adresinden ulaşabilirsiniz… Yine mitingte okunan konuşma metnine de bu linkten ulaşabilirsiniz: https://mucep.org/yasamalanlari-miting_konusma_taslagi_son/ . Konuşma metni yaşam savunucularının acil taleplerini de kapsıyordu…

Mitingle ilgili internet gazetesi haberlerinden de birkaç link paylaşmakta yarar var:
İlki görüntülü olan Politik Haber’den (Anka Ajansının haberine yer vermiş): https://www.youtube.com/watch?v=oKfbIQRqbxU

https://datcagundem.wordpress.com/2022/11/06/iktidarin-dogayi-yagmasina-karsi-mugla-meydana-cikti/

https://www.birgun.net/haber/mugla-da-yasam-alanlarimizi-savunuyoruz-mitingi-yok-edilen-bizim-dogamizdir-409047
https://sendika.org/2022/11/muglada-yasam-savunuculari-doga-talanina-karsi-ses-yukseltti-havama-suyuma-topragima-dokunma-670326/

https://www.gazeteduvar.com.tr/amp/muglada-cevre-mitingi-cok-gec-olmadan-haber-1588103

Gelelim bu mitingin en can alıcı noktasına

Bu mitingin en can alıcı noktalarından biri: Muğla çapında seçim öncesi,  birbirleriyle  ortak iş yapmaktan kaçınan farklı farklı yapıları bir araya getirmek ve birlikte ses çıkartılmasına dönük ilk sokak hareketlerinden biri olmasıydı… üstelik onların tabiriyle “bir avuç kalkınma karşıtı ekolojist”, hak savunucusunun birleştirici ve gönüllü çabaları ile başarılı da oldu bu etkinlik…  Polisin, devletin tüm engelleme çabalarına da dirayetle karşı konulabildi. Yaşam alanlarına saldıranlara, hukuku tanımayıp saldırganları koruyup kollayanlara karşı hep birlikte karşı koymak zorundayız. Başka yolu yok. Umarız bundan böyle de yolumuza aynı dayanışma ruhuyla devam edebilir ve engelleri birer birer aşabiliriz…
Yaşam Alanlarımız Müştereklerimizdir!

Ekolojistler ‘Ekokırım Suçu’nu yasalaştıracak!

Kolektif akıl ve birleşik ekolojik mücadeleyle önce doğa düşmanı AKP-MHP iktidarından kurtulacak ve süreç içerisinde vereceğimiz mücadele ve çalışmalarımızla Ekokırım Suçu’nu 2023 yılında yasalaştıracağız

Koray Türkay*

Uluslararası Ekokırım Konferansı 3-4 Kasım tarihlerinde İstanbul Kadıköy’de 130 yıllık Müze Gazhane’de gerçekleştirildi. Sınırlı imkanlarla ancak kolektif dayanışmayla gerçekleştirilen konferansa, yurt dışından ve Türkiye’nin dört bir yanından ekolojik talana ve yağmaya karşı mücadele edenlerin katılması önemli fikir ve deneyim zenginliğini beraberinde getirdi.

Yurt dışında alanda mücadele eden arkadaşların, Şili’de gerçekleştirilen anayasa referandumuna önerilen Ekokırım Suçu Yasa Tasarısı’ndan, Belçika’da yasalaşan Ekokırım Suçu Yasası’nın mücadele süreçlerine ve İspanya’da Mar Menor Lagünü’nün mücadeleler sonunda gerçek kişi statüsünün yasal olarak tanınmasına kadar deneyimleri ve aktarımları yapması, konferansın somut hedefi doğrultusunda bir umudun habercisi oldu.

Konferansın somut çağrı başlığı da olan “Ekokırım” suçunun yasalaştırılma mücadelesinin yol haritasının çıkarılabilmesi adına gerçekleşen enternasyonal ekolojik dayanışmanın altını çizmek gerekir.

Konferansın emektarları ve çağrıcıları; İklim Adaleti Koalisyonu, End Ecocide Türkiye, Stop Ecocide, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası, Fibgar, Müze Gazhane gönüllüleri olduğunu da belirtelim.

Konferansta memleketin dört bir yanından gelen mücadele arkadaşlarımızın her birinin aktarımları ve yaklaşımları çok değerliydi ancak Şırnak Barosu Başkanı Rojhat Dilsiz ve Van Çevre Derneği Başkanı Ali Kalçık arkadaşların Kürdistan coğrafyasında gerçekleştirilen ekolojik yıkımın boyutlarının ve saldırı metodlarına dair aktarımların gerçekten bilinmesi ve daha fazla dillendirilmesi gereken durumlar olduğunu düşünüyorum. Aslında Kürdistan’daki yıkımın ve şiddetin boyutunu iki arkadaşın da üzerinde durdukları şu cümle ile özetlemek dahi oldukça etkileyici; “Birçok arkadaş ekolojik tahribat alanında verdikleri mücadeleyi, tespitleri ve tahribat alanında verilen fiziki nöbetleri aktarıyor ve biz buna şaşırıyoruz çünkü devlet Kürdistan’da kesilen orman alanlarının yakınına dahi ulaşmamıza, tahribatın boyutunu görmemize kolluk güçlerinin silah tehditleri altında izin vermiyor. Bu bakımdan biz sizlerin direniş olanaklarını kıskanarak dinliyoruz. Biz aylardır Şırnak’ta kesilen orman alanlarının miktarını devletin açıklamalarından öğrenerek toplam ormanlık alanın yüzde 8 katledildiği bilgisine ulaştık ancak gerçek tahribatın boyutunu henüz alana giremediğimiz için bilemiyoruz.”

Alanlardan yapılan aktarımlardan sonra Ekokırım Suçu’nun yasalaşabilme mücadelesine dair yaklaşımlar ve önermeler konferansın hedefine varabilmesine yardımcı oldu. Anayasa profesörü İbrahim Kaboğlu ve hukuk alanında çalışmalar yapan akademisyen Kutluhan Bozkurt’un sunumları ve sonrasında söz alan katılımcıların Ekokırım’ın suç kapsamında yasalaşmasının zaruriyetine dair konuşmalar oldukça fikir açıcı nitelikteydi.

Konferansta da dile getirdiğim gibi; Ekokırım Suçu’nun yasalaşabilmesi yerelden demokratik yurttaş sorumluluğunda ve mücadele sonucunda hayata geçirilebilecek bir ödev olmalıdır. Bu ödevi bir partiye, vekillere veya salt hukukçulara atmak demokratik katılımcı anlayışın yadsınması ve ıskalanması anlamındadır. Konferansı gerçekleştiren öznelerin aynı zamanda mücadeleyi yürütenler olması gibi yasanın hazırlığından mücadelesine kadar her aşamasında da ekoloji mücadelesi yürütenlerin, hukuk alanında mücadele verenlerle ortak çalışmasının ürünü olabilmesi, demokratik fikriyatın ve pratiğin oluşması anlamında büyük fırsattır.

Halkın kendi yaşamını belirleyen yasaların hazırlığından bihaber olması kabul edilemez. Yasaların oluşması ve kabul edilebilmesi toplumsallaştırıldığında demokratik anlayıştan bahsedebiliriz.

Ekokırım Suçu’nun yasalaşması son derece elzemdir ve bu yasanın hazırlığından, yasalaşma imkanını yaratacak sokak mücadelesinin verilmesine kadar tüm süreçlerin öznesinin toplumsallaşabilmesi, demokratik katılımcı anayasa ihtiyacının olanaklılığını açığa çıkarması bakımından hayati öneme sahiptir. Yapabilir miyiz? Evet, bunu başarabilme potansiyelimiz var ve yakın zamanda yıkılacak AKP-MHP sonrası oluşacak politik atmosferin olanaklarındayız.

Kolektif akıl ve birleşik ekolojik mücadeleyle önce doğa düşmanı AKP-MHP iktidarından kurtulacak ve süreç içerisinde vereceğimiz mücadele ve çalışmalarımızla Ekokırım Suçu’nu 2023 yılında yasalaştıracağız.

*HDP Kadıköy İlçe Eşbaşkanı

Muğla’da ‘Yaşam alanlarımızı savunuyoruz’ mitingi

0

Giderek artan ekolojik saldırılara ‘dur’ demek amacıyla Muğla’da düzenlenen Çok Geç Olmadan Yaşam Alanlarımızı Savunuyoruz Muğla Mitingi’ne büyük katılım oldu. Mitinge sendikalar, meslek kuruluşları, sosyal hak örgütleri ve siyasi partiler katıldı.

https://geo.dailymotion.com/player/x4sp6.html?video=x8f9etj

Muğla’da 48 kurumun imzasıyla, ekoloji krizine karşı mücadeleyi büyütmek ve ekolojik yıkıma izin veren politikalara ‘dur’ demek amacıyla düzenlenen Çok Geç Olmadan Yaşam Alanlarımızı Savunuyoruz Muğla Mitingi’ne büyük katılım oldu.

image small

Mehmet Ali Eren Parkı’ndan başlayan yürüyüşün ardından Açık Oto Pazarı’ndaki mitinge sendikalar, meslek kuruluşları, sosyal hak örgütleri ve siyasi partiler katıldı.

image small

Mitingde yapılan ortak açıklamada şu ifadelere yer verildi;

*Türkiye’de saldırılar saymakla bitmiyor, Muğla’da ortalamanın üstünde kötü bir durum var. Kar üzerine kurulu sistem, adını koyarsak kapitalist sistem bizi geçinme araçlarımızdan yoksun bırakarak sürdürülmek isteniyor. Yoksulluğa, geçinememeye, yaşam alanlarımızdan edilmeye HAYIR diyoruz, kabul etmiyoruz.

*Saymakla bitmeyecek saldırılar, Meclisten ya da kendisini sermayenin istediği her şeyi yapmakla görevli sayanlarca hızla uygulanıp hukuk-mevzuat diye karşımıza çıkarılıyor. Dünyada, yurttaşlarının kamu organlarını bu kadar çok davayla durdurmaya çalıştığı başka bir ülke yoktur.

*Açılan davaların yetmediği bütün ülkede talana, yağmaya karşı yaşadığı yeri savunmaya, geçinmeye çalışan ezilen, yerinden edilen, yaşam alanlarından koparılanların çığlığı, karşı çıkışı yükseliyor her yerden.

*Kabul edilemez, etmediğimiz kararlar bizi yoksullaşmakla, aşımızdan ekmeğimizden etmekle kalmıyor, canımızı da alıyor. Daha dün Bartın’da en az 41 işçi, geçinmeye çalışırken canından oldu; hepsini saygıyla anıyoruz. Bugün 6 Kasım, YÖK’ün kuruluşunun yıldönümü, YÖK’ü de kabul etmedik, etmiyoruz.

image small

MUĞLA’NIN YÜZDE 59’U MADEN RUHSAT ALANI İLAN EDİLDİ

“Muğla’nın %59’u maden ruhsat alanı ilan edilmiş durumda; bozulmamış doğa parçası kalmadı, bunun daha da kötü bir duruma gelmesini istemiyoruz, bunu da söylemek için toplandık” diyen eylemciler, Muğla’daki doğa katliamlarını şöyle özetledi:

*Zeytinliklerimiz, temel geçinme, beslenme varlıklarımız yok ediliyor, bu talan sürsün isteniyor. Yönetmelik değişikliği yargı kararıyla iptal ediliyor, başka bir yönetmelikte tekrar halkın önüne konuyor. Yetmiyor, daha çok para kazanılsın diye kanun değiştirilmek isteniyor. Bunun yol açacağı sonuç, zaten yoksullaşmış olanların, geçinmeye çalışanların daha çok yoksullaşmasıdır. Akbelen, 450 günü aşkın zamandır bu yoksullaşmaya hayır diyor. İkizköy geçinmek, üretmek, yaşamak istiyor! Mevzuatın-ardından dolanılan hukukun, halka karşı kullanılmasına hayır demek için buradayız.

*Bayır-Deştin sınırındaki Tekağaç Sırtı’nda yapımı süren, çimento farikası durdurulamazsa, tozuyla dumanıyla ekolojik yıkıma yol açacaktır. Fabrika 13 maden ocağının açılmasına 8.000 hektar orman alanının yok olmasına neden olacak. Zeytinlikler, bağ-bahçeler, arılıklar yok olacaktır. Fabrika tarım alanlarını yok edip tarımı imkansız hale getirecektir. Yok edecekleri arasında Bayır Barajı, Kazan Göleti de yer alıyor. Ortak varlıkları yok edecek çimento fabrikası inşaatının bir an önce durdurulmasını istiyoruz. Fabrika yapıldığında bir avuç para babası karlarını büyütürken, halk yoksullaşacak, fabrikada çalışanlar başta, etkilediği alandaki tüm canlıların sağlığı bozulacaktır. Bunun adı ekonomik gelişme değil, az sayıda kişi zenginleşirken binlerce kişiyi yoksullaştıran sağlığını bozan ekolojik ve ekonomik bir yıkım projesidir.

*Kızılbükte kaçak inşaat yalanlarla sürüyor. Marmarisliler, Muğlalılar, bütün ülke mahkeme kararlarını dolanarak sürdürülen kaçak inşaatın durdurulmasını istiyor. Kaçak inşaatı durdurması gerekenler, mahkeme kararına uyulmasını sağlamakla görevli olanlar, ÇED sürecini mahkeme kararını hiçe sayarak yürütüyor. Kabul etmiyoruz, etmeyeceğiz.

image small

*Fethiye’den Datça’ya, Gökova’dan Bodrum’a kıyılar talan ediliyor. Dünya‘da benzeri olmayan, kamuya ait kıyılar talan ediliyor. Bu talan sürdüğünde geriye yok edilen doğa, kirlenen deniz, kıyı ekosistemi, beton yığınlarına dönmüş kıyılar kalacak. Kıyıların doğallığının yok edilmesini istemiyoruz. Kıyıların doğal yapısını bozan hepimiz adına davranmak zorunda olan devletin ortak olduğu Muçev Limited Şirketi olsa da kabul etmiyoruz.

*Birbiriyle uyumlu olmayan Bütünleşik Kıyı Alanları Yönetim Planı, Aydın-Muğla-Denizli Çevre Düzeni Planı, koruma amaçlı ÇDP planlarını yapanların tek derdi bir avuç şirketin daha da zengin edilmesi. Bütün bunlar, dava açanların aldıkları mahkeme kararlarına rağmen yapılıyor. Kullanmanın az sayıda şirket lehine sürekli artırıldığı, ekolojik varlıkların, ortak varlıklarımızın yok edildiği bir işleyişi istemiyoruz, kabul etmiyoruz.

*Muğla’nın önemli sulak alanlarından Köyceğiz Dalyan özel çevre koruma alanını besleyen Sandras Dağı’nın da madencilik faaliyetleri ile yok edilmesine karşı mücadele devam ediyor. Doğal sit alanları, önemli doğa koruma alanları, onları koruması gereken kurumlar yerine halkın davalarıyla korunmaya çalışılıyor.

*Korunması gereken diğer bir sulak alan, Bodrum-Milas Bargilya Tuzlası ise büyük inşaat şirketlerine peşkeş çekiliyor. Buradan bir kez daha ilan ediyoruz: resmi kararlara konu edilmeyen sulak alanlar da dahil, korunması ve gelecek nesillere bırakılması gereken doğal alanları, kararlılıkla savunmaya devam edeceğiz…

*Yat limanlarının mavi yolculuğu yok edeceğini, yat limanlarının Muğla’nın kıyılarını sadece zenginlerin, dolar milyonerlerinin görebileceği, giderek yaşanmaz alanlar haline gelmesine yol açacağını biliyoruz. Yat limanları, yüzyıllardır kıyılara, denize zarar vermeden kullanan yöre halkının denizini, kıyısını çalacak! yaşanan örneklerden biliyoruz. Kıyılardaki biyolojik çeşitliği yok edecek yat limanlarının kalkınma masalıyla yaşam alanlarını yok etmesini kabul etmiyoruz.

TALEPLERİNİ SIRALADILAR

Mitingdeki açıklamada talepler ise şöyle sıralandı:

*Devlet tarafından uluslararası sözleşmelerle üstlenilen yükümlülüklere uygun davranılmasını,
*Çevreye-ekolojiye ilişkin kararların, ortak varlıkların, hayatın korunması, süreklilik esas alınarak verilmesini,

*Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığının işlevlerine göre bölünerek, doğal olanı korumak için yeniden yapılandırılmasını,

*İklim krizinin hepimizin, bütün dünyanın sorunu olduğunun kabul edilmesini; iklim krizinden sadece etkilenmediğimizi, aynı zamanda krize katkıda bulunulduğunun kabul edilmesini,
*Başta fosil yakıt kullananlar olmak üzere, iklim krizine katkıda bulunan tesislerin ve projelerin bir an önce sona erdirilmesini,
*Özelleştirme uygulamalarına derhal son verilmesini; tersine, kamulaştırma yoluna başvurulmasını,
*Kıyıların metalaştırılmasından vazgeçilmesini,
*Bilimsel olmadığı mahkeme kararları ile kanıtlanmış Ekolojik Temelli Bilimsel Raporlara dayanarak ve şirketlerin çıkarlarına göre kullanmayı esas alarak, bütün Türkiye’de doğal sit alanlarının belirlenip ilan edilmesinden derhal vazgeçilmesini talep ediyoruz.

Bundesliga’da Katar’daki iş cinayetleri protesto edildi: 5760 dakikalık futbol için 15 bin ölüm!

Bundesliga’da taraftarlar, Dünya Kupası’na ev sahipliği yapan Katar’ı protesto etti, boykot çağrısı yaptı. Stadyum inşaatlarındaki iş cinayetlerini hatırlatan pankartlarda “Yazıklar olsun” denildi.

Katar’da düzenlenecek 2022 Dünya Kupası’nın başlamasına sayılı günler kala Bundesliga’da oynanan karşılaşmara protestolar damga vurdu.

Borussia Dortmund, Bayern Münih ve Hertha Berlin taraftarları, Katar’ı boykot çağrısında bulundukları pankartlarla iş cinayetlerine dikkat çekti ve bu organizasyon için Bundesliga’ya ara verilmesini protesto etti.

Bir pankartta “Boykot Katar 2022” ifadeleri yer aldı. Bayern Münih taraftarları da “5760 dakikalık futbol için 15 bin ölüm. Size yazıklar olsun!” pankartıyla iş cinayetlerine ve Katar’a tepkilerini dile getirdi. (SPOR SERVİSİ)

KAZMA BIRAK KAMPANYASI ULUSLARARASI TOPLANTISI BASIN BİLDİRİSİ

31 Ekim 2022 ve 1 Kasım 2022 tarihleri arasında 2 günlük bir toplantı gerçekleştiren Kazma Bırak kampanyası Eylül 2020’de Karadeniz’de ve Doğu Akdeniz’de devam eden fosil yakıt aramalarına karşı bir imza metni ile başladı ve Yunanistan’la Kıbrıs’tan büyük destek gördü. Doğu Akdeniz’in zengin doğalgaz rezervleri yıllardır husumetin körüklendiği Türkiye ve Yunanistan arasında yeni bir gerilime yol açtı ve artan gerginlik silahlanma yarışını körükledi. Savaş tehditlerinin ve ekolojik yıkımların yaşandığı bu coğrafyada Kazma Bırak, doğal tahribatın savaşa, savaşın doğal tahribata neden olacağı bir kısır döngü riskiyle karşı karşıya olduğumuza dikkat çekiyor. Türkiye’den 4 imzacı örgütle başlayan ve yeni katılımlarla büyüyen örgütlenme, Kıbrıs ve Yunanistan’dan daha da zengin katılımla güçlendi.

Bugün Kazma Bırak kampanyası, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs’tan 70’e yakın ekoloji örgütünü, “fosil yakıt karşıtlığı” ana teması çevresinde bir araya getiriyor. Kazma Bırak, savaş naralarının atıldığı bu coğrafyada “savaşa hayır” diyerek, uluslararası dayanışmanın önemini vurguluyor ve bir ülkenin enerji faaliyetlerinin ekolojik ve sosyal bedelini komşularının da ödeyeceğinin altını çiziyor; Sinop’ta ve İğneada’da yapımı planlanan nükleer santrallerde bir sızıntı tüm Karadeniz ülkelerinde ve Balkanlarda, deniz sondajları sonucu tetiklenebilecek bir deprem, komşu ülkelerde felaketlere yol açacak.

Bugün Yunanistan büyük bir enerji kriziyle karşı karşıya. Bu kriz kısmen Rusya-Ukrayna savaşından ve artan doğal gaz fiyatlarından kaynaklansa da kökeninde neoliberal politikalara dayalı deregülasyonlar ve enerjide özelleştirmeler yer alıyor. Yunanistan aslında doğru bir karar alarak verimi düşük ve çok kirletici olan linyit kömürü kullanımını sonlandırdı. Ancak kömürü ikame etme yöntemi, doğal gaz ithalini artırmak oldu. Bu da enerji maliyetlerinin, ardından elektrik fiyatlarının artmasına yol açtı. Devlet rüzgâr ve güneşe dayalı yenilenebilir enerjiyi genişletme yolunda adımlar atsa da yerel halkın tepkileri ve ekolojik etkiler göz ardı ediliyor. Yangınlardan sonra açılan ormanlık alanlar kısa süre sonra rüzgâr santralleri ile doluyor. Enerji, piyasada satılan ve şirketlere kazanç sağlayan bir meta olarak algılanıyor. Aynı zihniyeti denizlerde ve karada doğal gaz sondajlarında da görüyoruz; ekolojik zenginliği yüksek olan bölgelerde yapılan sondajlar “ulusal menfaatler” yoluyla gerekçelendiriliyor: Ülkeyi bir uçtan diğerine parçalayan doğal gaz boru hatları, Yunanistan’ın bir enerji merkezi olacağı ve enerji bağımsızlığı için bunların gerekli olduğu anlatısıyla meşrulaştırılıyor. İki ülke arasındaki gerilimler, Türk ve Yunan emekçilerini ekonomik krize ve enerji yoksulluğuna sürüklerken, ABD Yunanistan’a yüklü miktarda silah satışı yaparak ve kendi ürettiği kaya gazını pazarlamaya çalışarak bu gerilimlerden nasıl en yüksek kazancı sağlayacağının hesabını yapıyor. Biliyoruz ki günün sonunda kazançlar asla emekçi halka gitmiyor! Yine biliyoruz ki kapitalistler doğal varlıkları hiçbir zaman barışçı yollarla ve kamu yararına değerlendirmeyecekler.

Kıbrıs’ta da durum farklı değil; aramalar sırasında bu gazın, “barış gazı” olduğu ve Kıbrıs’ın kuzey kesiminin de bundan faydalanacağı gibi inandırıcılıktan uzak söylemlerle halklar kandırıldı. Türkiye’de ise ülkeyi boydan boya delik deşik eden doğalgaz hatlarına son dönemde yenileri eklendi; Azerbaycan gazını Avrupa’ya taşıyan Trans Anadolu Doğalgaz Hattı (TANAP) Türkiye için bir fiyat avantajı getirmiyor. Rus gazının Ukrayna’yı devre dışı bırakarak Avrupa’ya ihracını sağlamak için Trakya’nın ormanlarını ve verimli tarım alanlarını tahrip eden Türk Akım hattının taşıdığı gazdan ise Türkiye yararlanmıyor. Ayrıca endemik canlı türlerini barındıran ve dünyada kendi kendini temizleyen ender sucul ekosistemlerden olan Saros körfezinde, Yunanistan sınırındaki Enez’de yapılan FSRU (Yüzer Sıvılaştırılmış Doğalgaz Depolama ve Gazlaştırma Ünitesi) limanı da burada ciddi ekolojik tahribata yol açıyor ve bu limana Katar’dan gelecek olan sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) Türkiye’nin ihtiyacı için kullanılmayacak. Bu projenin bir benzeri sınırın karşı tarafındaki Dedeağaç’ta yapılıyor.

Yunanistan, Kıbrıs ve Türkiye’nin doğal gaz hafriyatçılığına yönelik deneyimleri pek çok alanda birbirine benzerlik gösteriyor. Ortak sorunlar, birlikte mücadeleyi daha da anlamlı ve kaçınılmaz hale getiriyor.

Bunca çekişmenin arkasında elbette yönetici sınıfların körüklediği milliyetçiliğin önemli payı var. Yükselen milliyetçilik, artan gerilimle birlikte savaşa dönüşme tehlikesini barındırıyor. Bu bağlamda mücadelemizde öne çıkacak başlıca felsefi altyapı ve yöntemler; ekstraktivizmin politikayla ilişkisini ve savaşkan söylemlere yol açtığını dile getirmeliyiz, özellikle de orduların tükettikleri anormal enerji miktarlarını kamuoyuna duyurmalıyız. Enerji alternatiflerini vurgulamalıyız, doğayla barışık enerji kurulumunu ve enerjinin kamulaştırılmasını savunmalıyız. İnsanları mücadelemize kazanmak için her zaman gerçeği dile getirmeye ve hükümetlerin söylemlerindeki kandırmacayı ifşa etmeye özen göstermeliyiz. İklim adaletini ve sosyal adaleti savunarak, yenilenebilir enerjiyi kapitalizm dışı bir sistemde devreye almayı savunmalıyız. Ekolojiyle samimi olarak ilgilenen gençlerle anti-kapitalist, anti-emperyalist politikaları nasıl oluşturabileceğimizi konuşmalıyız. Toplumu ikna etmek için bu konularda somut öneriler getirilmeli. Emekçilere, kabaran elektrik ve doğal gaz faturaları üzerinden gerçek maliyetleri ve sermayeye aktarılan fahiş kazançları göstermeliyiz. Saros’tan Dedeağaç’a, Ege’den Karadeniz’e giden uluslararası kervanlar düzenleyerek, gençleri bu kervanlara davet etmeliyiz.

Kuruluşundan bu yana sadece 2 yıl geçmesine karşın, bileşenler olarak Kazma Bırak tecrübelerinden çok şeyler öğrendik; belirli bir temaya odaklanmanın fark yaratan etkisini ve uluslararası dayanışmanın somut faydasını deneyimledik. Düşmanın dışarıda olmadığını, çok uluslu şirketler ve işbirlikçileri popülist hükümetlerin yıkıcı etkilerini, aşırı üretim-tüketim döngüsünün dünyayı yaşanmaz hale getirdiğini ve iklim adaletini kavramsallaştırmanın önemini kavradık.

Kazma Bırak, politik içeriğiyle birlikte, dünya deneyimini öğrenmek ve uluslararası bağları geliştirmek için kapılarını açıyor. Çıktığımız yolda dostluk ve kardeşlikle ilerlemeye kararlıyız ve yöneticilere sesleniyoruz; “Bizler başka ülkelerle savaşmak istemiyoruz, ancak siz savaşta ısrar ediyorsanız bu kaçınılmaz olarak bir “sınıf savaşı” olacaktır.”

“DON’T DIG CAMPAIGN” INTERNATIONAL MEETING

PRESS RELEASE

The Don’t Dig campaign held a 2-day meeting in Istanbul from 31 October 2022 to 1 November 2022. The campaign started in September 2020 with a petition against the ongoing fossil fuel exploration in the Black Sea and the Eastern Mediterranean and received widespread support from Greece and Cyprus. The rich natural gas reserves in the Eastern Mediterranean have led to a new tension between Turkey and Greece, where animosity has been fuelled for years, and the growing tension has fuelled the arms race. In this region where the threat of war and of ecological destruction are ever present, the Don’t Dig campaign draws attention to the risk of a vicious cycle in which natural destruction will lead to war and war will lead to natural destruction. The organisation, which started with 4 signatory organisations from Turkey and then grew as many new participants joined, has been further strengthened with even wider participation from Cyprus and Greece.

Today, the Don’t Dig campaign brings together nearly 70 ecological organisations from Turkey, Greece and Cyprus around the main theme of opposition to fossil fuels and war. Don’t Dig emphasises the importance of international solidarity by saying “no to war” in this geography where war threats are often being issued and emphasises that the ecological and social costs of a country’s energy activities will also be paid by its neighbours; a leak from the nuclear power plants planned to be built in Sinop and İğneada will cause disasters in all Black Sea countries and the Balkans, an earthquake that may be triggered by offshore drilling may cause disasters in neighbouring countries.

Today Greece is facing a major energy crisis. Although this crisis is partly caused by the Russia-Ukraine war and rising natural gas prices, its roots lie in deregulation and energy privatisation based on neoliberal policies. Greece has actually made the right decision to end the use of lignite coal, which is inefficient and highly polluting. However, coal was substituted with increased natural gas imports. This led to an increase in energy costs and subsequently electricity prices. The state is taking steps to expand renewable energy based on wind and solar, but local community reactions and ecological impacts are being ignored. Forested areas opened up after the forest fires are soon filled with wind farms. Energy is perceived as a commodity sold on the market and a source of profit for companies. We see the same mentality in natural gas drilling in the seas and on land; drilling in areas of high ecological value is justified by appeals to “the national interest”: natural gas pipelines that will cut across the country are legitimised by the narrative that Greece will become an energy hub and that they are necessary for energy independence. While the tensions between the two countries are dragging the working people of Turkey and Greece into economic crisis and energy poverty, the US is calculating how to make the most profit from these tensions by selling large amounts of arms to Greece and trying to market the shale gas it produces. We know that at the end of the day the profits never go to the working people! We also know that capitalists will never utilise natural assets peacefully and in the public interest.

The situation in Cyprus is no different. When gas exploration began, the people were deceived with the unconvincing rhetoric that this gas was “peace gas” and that the northern part of Cyprus would also benefit from it. In Turkey, new gas pipelines have recently been added to the gas pipelines riddling the country; the Trans Anatolian Natural Gas Pipeline (TANAP), which transports Azerbaijani gas to Europe, does not bring any price advantage for Turkey. Turkey does not benefit from the gas carried by the Turkish Stream line, which destroys the forests and fertile agricultural areas of Thrace in order to export Russian gas to Europe, bypassing Ukraine. In addition, the FSRU (Floating Liquefied Natural Gas Storage and Gasification Unit) port built in Enez on the Greek border in the Saros Gulf, one of the world’s rare self-cleaning aquatic ecosystems that hosts endemic species, is also causing serious ecological damage here, and the liquefied natural gas (LNG) coming from Qatar to this port will not be used for Turkey’s needs. A similar project is being built across the border in Alexandroupoli.

The experiences of Greece, Cyprus and Turkey with natural gas exploration and extraction are similar in many areas. Common problems make joint struggle even more meaningful and inevitable.

Of course, nationalism fuelled by the ruling classes plays an important role behind all these conflicts.  With increasing tension, rising nationalism carries the danger of turning into war. In this context, the main ideological background and methods that will come to the fore in our struggle are to express the relationship of extractivism with politics and the fact that it leads to warlike discourses. Especially we should publicise the abnormal amounts of energy consumed by armies. We must emphasise energy alternatives, advocate the installation of energy in harmony with nature and the nationalisation of the energy sector. To win people to our struggle, we must always be careful to speak the truth and expose the deception in the rhetoric of governments. We must advocate for the deployment of renewable energy in a non-capitalist system, defending climate justice and social justice. We should talk to young people who are sincerely interested in ecology about how we can create anti-capitalist, anti-imperialist policies. Concrete proposals on these issues should be brought to convince society. We must show working people the real costs and the exorbitant profits transferred to capital through rising electricity and natural gas bills. We must organise international caravans from Saros to Alexandroupoli, from the Aegean to the Black Sea and invite young people to join them.

Although only 2 years have passed since its inception, we as constituents have learnt a lot from the experience of Don’t Dig; we have experienced the tangible impact of focusing on a specific theme and the tangible benefits of international solidarity. We have understood that the enemy is not outside, the devastating effects of multinational corporations and their collaborators populist governments, that the overproduction-consumption cycle is making the world uninhabitable, and the importance of conceptualising climate justice.

Along with its political content, Don’t Dig opens its doors to learn experience from the world and develop international ties. We are determined to move forward with friendship and fraternity on the road we have set out and we challenge our rulers;

We do not want to fight a war against other countries, the only war we are willing to fight is a war between classes, not nations.

ΔΕΛΤΙΟ ΤΥΠΟΥ

Διεθνής συνάντηση πρωτοβουλίας Don’t Dig / Kazma Birak / Μας σκάβουν τον λάκκο στην Τουρκία

Η πρωτοβουλία Don’t Dig / Kazma Birak / Μας σκάβουν τον λάκκο πραγματοποίησε διήμερη συνάντηση στην Κωνσταντινούπολη στις 31 Οκτωβρίου και 1η Νοεμβρίου 2022. Η πρωτοβουλία ξεκίνησε τον Σεπτέμβριο του 2020 με μια κοινή ανακοίνωση κατά των συνεχιζόμενων ερευνών για ορυκτά καύσιμα στη Μαύρη Θάλασσα και την Ανατολική Μεσόγειο. Τα πλούσια αποθέματα φυσικού αερίου στην Ανατολική Μεσόγειο έχουν οδηγήσει σε μια νέα ένταση μεταξύ της Τουρκίας και της Ελλάδας, όπου η εχθρότητα καλλιεργείται εδώ και χρόνια. Και η αυξανόμενη ένταση έχει δώσει ώθηση σε μια νέα τρελή κούρσα εξοπλισμών. Στην περιοχή μας, όπου η απειλή του πολέμου και της οικολογικής καταστροφής είναι συνεχώς παρούσα, η πρωτοβουλία Don’t Dig / Kazma Birak / Μας σκάβουν τον λάκκο κρούει τον κώδωνα του κίνδυνου ενός φαύλου κύκλου όπου η περιβαλλοντική καταστροφή θα οδηγεί σε πολεμικές αντιπαραθέσεις και ο πόλεμος θα φέρνει νέες περιβαλλοντικές καταστροφές. Η πρωτοβουλία, η οποία ξεκίνησε με 4 οργανώσεις που υπέγραψαν από την Τουρκία και στη συνέχεια αυξήθηκε καθώς προστέθηκαν πολλοί νέοι συμμετέχοντες, ενισχύθηκε με ακόμη ευρύτερη συμμετοχή από την Κύπρο και την Ελλάδα.

Σήμερα, η πρωτοβουλία Don’t Dig / Kazma Birak / Μας σκάβουν τον λάκκο έχει φέρει κοντά σχεδόν 70 οικολογικές οργανώσεις από την Τουρκία, την Ελλάδα και την Κύπρο γύρω από το κύριο θέμα της εναντίωσης στα ορυκτά καύσιμα και τον πόλεμο. Η πρωτοβουλία τονίζει τη σημασία της διεθνούς αλληλεγγύης λέγοντας “όχι στον πόλεμο” στην περιοχή μας, όπου συχνά εκφέρονται απειλές πολέμου και επισημαίνει ότι το οικολογικό και κοινωνικό κόστος των ενεργειακών δραστηριοτήτων μιας χώρας θα το πληρώσουν και οι γείτονές της. Μια διαρροή από τα πυρηνικά εργοστάσια που σχεδιάζεται να κατασκευαστούν στη Sinop και την İğneada στην Τουρκία θα προκαλέσει καταστροφές σε όλες τις χώρες της Μαύρης Θάλασσας και τα Βαλκάνια. Ένας σεισμός που μπορεί να προκληθεί από τις υπεράκτιες γεωτρήσεις Ελλάδας και Κύπρου μπορεί να προκαλέσει καταστροφές σε γειτονικές χώρες.

Σήμερα η Ελλάδα αντιμετωπίζει μια μεγάλη ενεργειακή κρίση. Αν και η κρίση αυτή οφείλεται εν μέρει στον πόλεμο Ρωσίας-Ουκρανίας και στην αύξηση των τιμών του φυσικού αερίου, οι ρίζες της βρίσκονται στην απορρύθμιση και την ιδιωτικοποίηση της ενέργειας, ως αποτέλεσμα νεοφιλελεύθερων πολιτικών. Η Ελλάδα πήρε  τη σωστή απόφαση να σταματήσει τη χρήση του λιγνίτη, ο οποίος είναι ανεπαρκής και ιδιαίτερα ρυπογόνος. Ωστόσο, η ενέργεια από καύση λιγνίτη αντικαταστάθηκε με αυξημένες εισαγωγές φυσικού αερίου. Αυτό οδήγησε σε αύξηση του ενεργειακού κόστους και στη συνέχεια της τιμής του ηλεκτρικού ρεύματος. Το κράτος προωθεί την επέκταση των ανανεώσιμων πηγών ενέργειας (αιολικής και ηλιακής) αλλά οι αντιδράσεις της τοπικής κοινωνίας και οι οικολογικές επιπτώσεις των βιομηχανικών και προβληματικώς χοροθετημένων αυτών εγκαταστάσεων αγνοούνται. Οι δασικές εκτάσεις που ανοίγουν μετά από μεγάλες πυρκαγιές σύντομα γεμίζουν με αιολικά πάρκα. Η ενέργεια θεωρείται εμπόρευμα που πωλείται στην αγορά αποτελώντας πηγή κέρδους για τις εταιρείες. Βλέπουμε την ίδια νοοτροπία στις εξορύξεις φυσικού αερίου στη θάλασσα και στην ξηρά. Οι γεωτρήσεις σε περιοχές υψηλής οικολογικής αξίας δικαιολογούνται με επικλήσεις στο “εθνικό συμφέρον”. Οι αγωγοί φυσικού αερίου που θα διασχίσουν τη χώρα νομιμοποιούνται με το αφήγημα ότι η Ελλάδα θα γίνει ενεργειακός κόμβος και ότι είναι απαραίτητοι για την ενεργειακή της ανεξαρτησία. Ενώ οι εντάσεις μεταξύ των δύο χωρών ρίχνουν ακόμα πιο βαθιά τους εργαζόμενους της Τουρκίας και της Ελλάδας στην οικονομική κρίση και την ενεργειακή φτώχεια, οι ΗΠΑ υπολογίζουν πώς θα αποκομίσουν τεράστια κέρδη από αυτές τις εντάσεις, πουλώντας μεγάλες ποσότητες όπλων στην Ελλάδα και προσπαθώντας να εμπορευτούν το σχιστολιθικό αέριο που παράγουν. Γνωρίζουμε ότι τελικά τα κέρδη από εξορύξεις δεν πηγαίνουν ποτέ στους εργαζόμενους! Γνωρίζουμε επίσης ότι οι καπιταλιστές δεν θα μοιράσουν ποτέ τους φυσικούς πόρους ειρηνικά και προς το δημόσιο συμφέρον.

Η κατάσταση στην Κύπρο δεν είναι διαφορετική. Όταν άρχισαν οι έρευνες για το φυσικό αέριο, προσπάθησαν να εξαπατήσουν τον λαό με την εντελώς αβάσιμη προπαγανδιστική αιτίαση ότι αυτό το φυσικό αέριο θα είναι το “αέριο της ειρήνης” και ότι το βόρειο τμήμα της Κύπρου θα είχε επίσης όφελος από αυτό. Στην Τουρκία, νέοι αγωγοί φυσικού αερίου προστέθηκαν πρόσφατα στους ήδη υπάρχοντες που κατακλύζουν τη χώρα. Ο αγωγός Trans Anatolian Natural Gas Pipeline (TANAP), ο οποίος μεταφέρει αζέρικο φυσικό αέριο στην Ευρώπη, δεν αποφέρει καμία ευνοϊκή τιμή για την Τουρκία. Η Τουρκία δεν επωφελείται από το φυσικό αέριο που μεταφέρει η γραμμή Turkish Stream, η οποία καταστρέφει τα δάση και τις εύφορες γεωργικές περιοχές της Θράκης προκειμένου να εξάγει ρωσικό φυσικό αέριο στην Ευρώπη, παρακάμπτοντας την Ουκρανία. Επιπλέον, η πλωτή μονάδα αποθήκευσης και αεριοποίησης υγροποιημένου φυσικού αερίου (FSRU) που κατασκευάστηκε στον Κόλπο του Σάρου κοντά στα ελληνικά σύνορα, σε ένα από τα πιο σπάνια αυτοκαθαριζόμενα υδάτινα οικοσυστήματα στον κόσμο, που φιλοξενεί ενδημικά είδη, προκαλεί σοβαρές οικολογικές καταστροφές. Το υγροποιημένο φυσικό αέριο (LNG) που θα έρχεται από το Κατάρ στο λιμάνι αυτό δεν θα χρησιμοποιηθεί για τις ανάγκες της Τουρκίας. Ένα παρόμοιο έργο κατασκευάζεται στην απέναντι πλευρά των συνόρων, στην Αλεξανδρούπολη.

Οι εμπειρίες της Ελλάδας, της Κύπρου και της Τουρκίας με την έρευνα και την εξόρυξη φυσικού αερίου έχουν ομοιότητες σε πολλούς τομείς. Τα κοινά προβλήματα καθιστούν τον κοινό αγώνα ακόμη πιο επιτακτικό και αναπόφευκτο.

Φυσικά, ο εθνικισμός που καλλιεργείται από τις άρχουσες τάξεις παίζει σημαντικό ρόλο πίσω από όλες αυτές τις συγκρούσεις. Με τις εντάσεις να αυξάνονται, ο εθνικιστικός παροξυσμός ενέχει τον κίνδυνο να μετατραπεί σε πόλεμο. Σε αυτό το πλαίσιο, σε ιδεολογικό επίπεδο πρέπει να αναδείξουμε στην αγώνα μας τη σύνδεση των εξορύξεων με την πολιτική και το γεγονός ότι οδηγούν σε πολεμικές αντιπαραθέσεις. Θα πρέπει επιπλέον να βγάλουμε στην επιφάνεια το γεγονός ότι οι στρατοί καταλανώνουν τεράστιες ποσότητες ενέργειας. Πρέπει να προτείνουμε εναλλακτικές λύσεις στο θέμα της ενέργειας, να υποστηρίξουμε ότι η παραγωγή της ενέργειας πρέπει να είναι σε αρμονία με τη φύση και να παλέψουμε για την εθνικοποίηση του τομέα της ενέργειας. Για να κερδίσουμε τον κόσμο στον αγώνα μας, πρέπει να είμαστε προσεκτικοί στο να λέμε πάντα την αλήθεια και να αποκαλύπτουμε την απάτη στη προπαγάνδα των κυβερνήσεων. Πρέπει να υπερασπιστούμε την ανάπτυξη ανανεώσιμων πηγών ενέργειας σε ένα μη καπιταλιστικό πλαίσιο, υπερασπιζόμενοι την κλιματική και κοινωνική δικαιοσύνη. Πρέπει να μιλήσουμε στους νέους, που ενδιαφέρονται ειλικρινά για την οικολογία, για το πώς μπορούμε να ακολουθήσουμε αντικαπιταλιστικές, αντιιμπεριαλιστικές πολιτικές. Θα πρέπει να γίνουν συγκεκριμένες προτάσεις για τα θέματα αυτά, ώστε να πεισθεί η κοινωνία. Πρέπει να δείξουμε στους εργαζόμενους το πραγματικό κόστος και τα υπέρογκα κέρδη που αποκομίζει το μεγάλο κεφάλαιο μέσω της αύξησης των λογαριασμών ηλεκτρικού ρεύματος και φυσικού αερίου. Πρέπει να οργανώσουμε διεθνή καραβάνια από τον Σαρό μέχρι την Αλεξανδρούπολη, από το Αιγαίο μέχρι τη Μαύρη Θάλασσα και να καλέσουμε τους νέους να συμμετάσχουν σε αυτά.

Αν και έχουν περάσει μόλις 2 χρόνια από την ίδρυσή της πρωτοβουλίας, εμείς ως συνιστώσες έχουμε μάθει πολλά από την εμπειρία αυτή- η εστίαση σε ένα συγκεκριμένο θέμα μας έχει αποκαλύψει τα απτά αποτελέσματα της διεθνούς αλληλεγγύης. Καταλάβαμε ότι ο εχθρός δεν είναι έξω από την χώρα μας, ότι τις καταστροφικές συνέπειες των πολυεθνικών εταιρειών και των λαϊκιστικών κυβερνήσεων που συνεργάζονται μαζί τους τις πληρώνουν οι λαοί, ότι ο κύκλος υπερπαραγωγής-υπερκατανάλωσης καθιστά τον κόσμο μη κατοικήσιμο και ότι πρέπει να δώσουμε έμφαση στην έννοια της κλιματικής δικαιοσύνης.

Παράλληλα με το πολιτικό της περιεχόμενο, η πρωτοβουλία Don’t Dig / Kazma Birak / Μας σκάβουν τον λάκκο ανοίγει τις πόρτες της για να αντλήσει εμπειρίες από τον κόσμο και να αναπτύξει διεθνείς δεσμούς. Είμαστε αποφασισμένοι να προχωρήσουμε στο δρόμο που έχουμε χαράξει προτάσσοντας την φιλία και την αδελφοσύνη των λαών. Η απάντηση μας στις κυβερνήσεις μας είναι:

Δεν θέλουμε να κάνουμε πόλεμο εναντίον άλλων χωρών, ο μόνος πόλεμος που είμαστε διατεθειμένοι να κάνουμε είναι ένας πόλεμος μεταξύ τάξεων, όχι μεταξύ εθνών.

Ekokırım Uluslararası Toplantısı Sonuç Bildirgesi 

Ekokırımın bir suç olarak iç hukukta ve uluslararası hukukta yer almasını amaçlayan konferansımız, Türkiye’de bu konuda uluslararası düzeyde düzenlenmiş ilk toplantı olmanın sorumluluğunu taşıyor. 

Ekokırım kavramı, doğaya verilen zararların gitgide artmasıyla, farklı ülkelerde farklı boyutlarda ele alınmaya, tartışılmaya başlandı. Aktivistler ve hukukçular, ekokırım suçunu kendi ülkelerinin yasalarına geçirmeye çalışıyorlar. Çabaları sadece iç hukukta tanımlama yapılmasına yönelik değil, ekokırımın Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) baktığı 4 temel suça (insanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım, savaş, saldırı) eklenerek, 5. suç olarak kabul edilmesi yönünde. Ekokırımı gençlerin meselesi yapmak ve kamuoyu desteği alarak kampanyaların organize edilmesi de önemli. Çünkü hukuk mücadelesi, öznelerin katılımı ve aktif rol almaları ile başarıya ulaşabilir.

Küresel kurumlarla sermaye ise COP 27’ye sayılı günler kalmışken aynı retorikleri tekrarlıyorlar ve mevcut hukuk, ancak var olan sistemi korumaya yönelik. Oysa ki sistemin bu şekilde devam edebilmesi mümkün değil. Üstelik hukuk, durağan ve değişmez de değil, ihtiyaçlara göre şekilleniyor. Bu nedenle mutlaka doğaya karşı insanın yıkıcı faaliyetlerini engelleyen önlemler alınmalı. İki tür yıkım var; savaş sonucu oluşan ekolojik yıkımlar ve savaş oluşturan ekolojik yıkımlar. Hızla artan enerji, inşaat, madencilik faaliyetleri başlı başına yıkım oluşturuyorlar ve bunlar hukuktaki boşluklardan yararlanarak, daha büyük felaketlere yol açmak üzere faaliyetlerine devam ediyorlar. 

Diğer taraftan, yasaların normatif gücü, davaların çok daha ötesine ulaşabiliyor. İşte bu nedenle doğanın haklarını korumak için ekokırımın suç olarak tanınmasına ihtiyaç duyuyoruz. Doğaya zarar verilmesini önlemek, doğayı kendinde değer olarak görmek ve doğaya karşı işlenen suçları cezalandırmak için böyle bir kanunu hukuk sistemine dahil etmeliyiz.

Stop Ecocide (Ekokırıma dur de) vakfı tarafından oluşturulan “Çevreye ağır ve geniş çapta ya da ağır ve uzun vadeli bir biçimde zarara yol açmasının kuvvetle muhtemel olduğunun bilincinde, yasadışı veya keyfi olarak işlenen fiiller ekokırım suçunu oluşturur” tanımının ele alındığı konferansımızda tanımda yer alan kavramlar farklı bakış açılarından sorgulandı. Bu tartışmalar çerçevesinde özellikle çevre korumasını, savaş suçundan barış zamanına genişletmek gerektiği söylenebilir. 

Ekokırım suçu, ihtiyatlılık ve öngörülebilirlik ilkeleri doğrultusunda da sorumlulukların olduğundan hareketle ele alınmalıdır. Bu çerçevede fiilin potansiyel ekolojik yıkım tehlikesi barındırması, ceza yaptırımının oluşması için yeterli görülmeli, zararın gerçekleşmesi beklenmemelidir. Ekokırım suçunun karşılığı olan cezalar ise suçun oluştuğuna karar veren yapıların zamanla oluşturacağı bir süreçle tariflenebilirler ve ülkeden ülkeye farklılık gösterebilir.

Ülkelerin iç hukuklarında ve uluslararası hukukta ekokırım 

İklim ve ekoloji suçları ulusal, bölgesel ve uluslararası olmak üzere 3 ayrı başlıkta toplanabilir.  Dünyanın farklı ülkelerinde, yerel halkların uzun yıllar süren azimli çabaları sonuç veriyor ve ekosistemler özne olarak tanınarak, yasal haklar kazanıyorlar.

Ulusal kazanımlara güzel bir örnek İspanya’daki Mar Menor Tuz Gölü; uzun yıllar süren ekolojik yıkımlardan sonra tonlarca balığın ölümünün insanları harekete geçirmesiyle gölün kenarında 70 km’lik bir alanda insan zinciri eylemi yapıldı ve 650 bin ıslak imza toplandı. İspanya Parlamentosu’nun bu eylemlilik üzerine aldığı kararla Mar Menor Tuz Gölü ve havzası, doğal olarak korunma ve evrilme, eski sağlığına kavuşma, ekosistem olarak insan kaynaklı baskılardan korunma haklarına kavuştu. Bu hakların takibi için de üçlü bir yapı oluşturularak, eylemleri gerçekleştiren idare, onları kontrol eden izleme komisyonu ve bilimsel komisyon kuruldu.  

Ekokırım suçunu etkin hale getirmek için anayasa ve yasalara ekolojik temelli eklemeler yapmak gerekiyor. Bu bağlamda doğa haklarının tanındığı Ekvator anayasasından ve Bolivya kanunlarından ilham alınabilir. Ayrıca, ekokırımın bir suç olması konusunda aynı görüşü paylaşan parlamenterleri uluslararası düzeyde bir araya getiren “Ecocide Alliance”, parlamentolarda soru önergelerinin verilmesi, kanun önergeleri sunulması açısından faydalı olabilir. 

Belçika, ekokırımı parlamentosunda tartışmaya açan ilk ülke oldu; ekokırım suçunun geçerlilik alanı genişletilerek, kişiler sadece Belçika’da işlenen ekokırım suçlarından değil, ülke dışında işledikleri ekokırım suçlarından da yargılanabilecekler. Bu yasal değişiklikteki amaç, insanları cezalandırmaktan öte çevreye verilen tahribata karşı caydırıcı olmak ve bir toplumsal paradigma değişikliği yaratmak. Ekokırımın uluslararası mahkemede suç olarak tanınması da bizlere iç hukuk açısından temel bir dayanak sağlayacak ve doğaya verilen zararlara karşı ülkelerdeki yasaları güçlendirecektir.

“Nicel birikimler, nitel değişimlere yol açar” prensibinden yola çıkarak ekokırım kavramının kümülatif (birikimli) etkileri içerecek şekilde de ele alınması gerekmektedir.

İklime karşı işlenen suçlarda, suç mahali küreseldir 

Küresel iklim krizine neden olan tüm fosil yakıt, termik ve maden şirketlerinin yöneticileri UCM’de yargılanabilirler. Bu yargılama, iklim krizi çağında iklime etki eden bu şirketlerin eylemlerinin sonuçlarının sadece belli bir ülkeyle sınırlı kalmadığından, küresel düzeyde etki ettiğinden, yani suç mahalinin küresel olduğundan hareketle yapılabilir. İliç’teki altın madeninin varlığı ve en son siyanür sızıntısıyla verdiği zararların Fırat’ın Basra Körfezi’ne kadar uzanması, sadece Türkiye halklarına değil, tüm Ortadoğu halklarına karşı işlenmiş bir ekokırım suçudur. Aynı gerekçeyle, Adana’da termik santrallerin yarattığı yıkım nedeniyle iki termik santral yöneticisi, Kazdağları’ndaki yıkımı nedeniyle Alamos Gold, Kapadokya’daki yıkımı nedeniyle Centerra Gold, Uluslararası Ceza Mahkemesi Savcılık Ofisi’ne insanlığa karşı suç işledikleri gerekçesiyle şikâyet edildiler.

Bergama Altın Madeni ile ilgili başvurularda ise, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin özel hayatın korunmasına ilişkin maddesi gereğince ihlal kararı çıkmıştı. Sözleşmenin

tüm ekokırım suçları için böylesi geniş yorumlanmasını sağlamak veya ek protokolle ekokırım suçunun sözleşmeye girmesini sağlamak ta bir hukuksal mücadele alanı olarak önümüzde duruyor. 

Türkiye’deki ekoloji aktivistleri ve ekolojik suçlar 

Konferansımızın ekoloji hareketlerinin ve Türkiye’de hukuk mücadelelerinin konuşulduğu oturumu, Rize Fındıklı’da yeşil yola karşı mücadele ederken katledilen avukat Cihan Eren, Artvin Hopa’da HES’lere karşı verilen mücadelede polisin gaz bombası saldırısı sonucu katledilen Metin Lokumcu ve Antalya Finike’de mermer ocağına karşı yaşam alanlarını ve Sedir ağaçlarını korumak için verdikleri mücadelede katledilen Aysin Büyüknohutçu ve Ali Ulvi Büyüknohutçu anısına gerçekleştirilmiştir. Adaleti yalnız ekolojik yıkım alanları için değil, aramızdan alınan mücadele arkadaşlarımız için, “Gezi’yi savunuyoruz” diyerek kent ve doğa savunma mücadelesi vermeleri nedeniyle tutuklanan dostlarımız için de arıyoruz.

Gönüllü hak savunuculuğu yapan ekoloji aktivistleri Türkiye’nin özüdür. Bu özü, çeşitli mücadele alanlarından konferansımıza aktararak, ekokırım tartışmalarına katkı sunmaya çalıştık; JES’lere karşı Mezeköy’de, termik santrale karşı İkizköy’de, taş ocağına karşı İkizdere’de, çimento fabrikasına karşı Deştin’de süren direnişleri selamlıyoruz. ODTÜ ormanı rant yolu ile bölünüyor, ekosistem ve kent hakları savunması mücadelesi ise ODTÜ bileşenlerince devam ediyor. Kent içinde ekosistem çeşitliliği olarak önemli bir yaşam alanı olan Validebağ korusu, millet bahçesi yapılmak isteniyor. Güvenlik gerekçesiyle ormanların yakıldığı Munzur’da 145 maden ruhsatı ve orman kıyımı, yerel halkı topraklarını terk etmeye zorluyor. Kanal İstanbul projesi hayata geçerse tüm bir coğrafyayı hem karasal hem de sucul ekosistemleri etkileyen tam bir yıkım gerçekleşecek ve İstanbul bir ekokırım alanına dönüşecek. Kazdağıları’nda madencilik, tarihi dokunun yok edilmesi, uranyum aranması, JES, RES, taş ocakları ve deniz kirliliği gibi çok yönlü saldırılar yöreyi yok etmek üzere. Malatya’da altın, toryum, uranyum gibi madenler ve HES’lere ilişkin 1050 ihale söz konusu. Madra Dağı, madencilik tehdidi altında. Bursa’da Uludağ Milli Parkı’nın yok edilmesine ve sucul sistemlerin aşırı kirliliklerinin teşhirine yönelik düzenli eylemler yapılıyor. Karadeniz sahil yolunun yapıldığı 90’lı yıllardan bugüne yola karşı mücadele, HES’lere karşı direniş sürüyor. Bergama’daki altın madenine karşı başlayan doğa savunma mücadelesi, Ege’de Aliağa’daki yıkımlar, Çeşme’deki büyük proje, Gaziemir’de radyoaktif atıklar gibi saymakla bitiremediğimiz saldırılarla devam ediyor. Şırnak’taki ağaç kesimleri ve madencilik faaliyetleriyle sınırlı kalmayan doğa katliamı, güvenlik politikaları ile iç içe geçmiş halde ve son dönemde buna rant politikaları da eklendi. Güvenlik barajları oluşturulan tüm bölgede, yetkili mercilerin kapısı kapalı, ekokırım mahallerine halkın ulaşımı mümkün değil, güvenlik politikaları nedeniyle doğa mücadelesi verenler engelleniyor. Biyoyakıtlar Türkiye’nin her yerinde yaygınlaşıyor. Oysa ki orman ürünlerini, araba lastiklerini ve çöpleri yakmak yenilenebilir enerji olarak nitelenemez. Maraş Elbistan’da 2 adet termik santralin ve linyit ocaklarının verdiği zararlar, Türkiye’deki diğer tüm termik santral alanlarında olduğu gibi uzun yıllardır hem doğaya hem de insan sağlığına ağır bedeller ödetiyor. Zonguldak Filyos’ta gübre fabrikası, Karadeniz Ereğlisi’nde demir çelik fabrikası ve buradan yayılan hava kirliliği yaşamı tehdit ediyor. Sucul ekosistemlere yönelen tehlikeler, buralardaki canlı yaşamını yok etmek üzere; kapalı bir ekosistem olan Salda Gölü, millet bahçesi yapılarak yok edilmek isteniyor, yine güvenlik gerekçesiyle doğa savunucularının girişimlerinin engellenmeye çalıştığı Van’da Van Gölü (Denizi) havzası kuraklık ve kirlilikle boğuşuyor. Marmara, son yaşanan müsilajla açığa çıkmış olduğu üzere aşırı kirlilik nedeniyle can çekişir durumda. Marmara’nın yaşadığı bu durum aslında epey eskiye dayanıyor; Marmara’da ilk ekokırım, Küçükçekmece’de oluştu ve bu İspanya’da gerçek kişi statüsüne kavuşan Mar Menor’un yaşadıklarına çok benziyor; Marmara’nın yaşam mücadelesinde, Mar Menor’da kazanılan zaferden esinlenmeliyiz.  

Yukarıda sıralanan ülkenin farklı coğrafyalarından deneyimler, bizlere birlikte mücadelenin olanaklarını gösteriyor. Bilimden teoriyi, sahadan mücadeleyi öğreniyoruz, mücadele ettiğimiz tüm yaşam alanlarımızı, müştereklerimizi savunuyoruz.   

Ekokırım Türkiye’de suç olmalı! 

‘82 anayasasındaki demokratik haklar ve özgürlükler ekokırımın cezalandırılmasına izin veriyor mu?” sorusunu şöyle irdelemek mümkün: Anayasada kamu yararı ön planda ve çevresel demokrasi için devletin 3’lü görevi önlemek, korumak, geliştirmektir. Örneğin ÇED süreçleri devlet için pozitif bir yükümlülüktür. Devletin bu görevlerini ihlal etmesi bireyin devlete karşı öznel hakkını doğurmaktadır. Açıkça dile getirilmese de ekokırım suçu örtülü olarak anayasada tanımlanmıştır. 

Türk ceza kanununda, ekokırım suçunun kök salmasına katkısı olabilecek maddeler mevcut. Ayrıca, 2006’de ceza kanuna eklenen iki yeni suç olan soykırım ve insanlığa karşı işlenmiş suçlar ekokırımla ilişkilendirilebilir ya da ekokırımla ilgili yeni maddeler eklenebilir.  

Ekokırımın suç olarak tanınması ve TBMM’den geçmesi için bir yasa tasarısı hazırlığı çalışmalarına başlayacağız. Bu çalışmalar, ekoloji aktivistleri, yerel halk, hukukçular ve disiplinler arası alanlardan uzmanlarla tartışarak gerçekleştirilecek.  

Gezegenin kendi kaderini tayin hakkı 

Yeni bir kavram olarak gündeme gelen “sınır aşan sözleşmeler”e göre taraf olmayan ülkeler artık yaptırımları reddedemiyorlar. Gezegeni ilgilendiren sözleşmeler tüm insanlığı ilgilendiriyor ve bağlayıcılığı var.  

Ekokırımlarda tüm gezegen zarar görüyor. Bu nedenle gezegenin kendi kaderini tayin hakkına sahip olması hukuksal süreçlerde tanınmalıdır. Uluslararası bir ekokırım mahkemesi kurularak, yeryüzü genelinde dünya anayasasına giden yol açılmalıdır. 

Yeryüzünde o kadar uzun süreli ve ağır tahribatlara yol açtık ki, süreç artık doğanın inisiyatifinde. Buna bağlı olarak, insan elinden çıkan hukuksal süreç de artık doğanın verdiği uyarılara göre şekillenecek. Dünya bugüne kadar 6 defa yok oluş yaşadı ve her defasında bunun sorumlusu hâkim olan türdü. Sorumlusunun insan olacağı yeni bir yok oluştan kurtulmak, ekokırımın suç olarak ülkeler tarafından kabul edilmesiyle ve doğa savunucularının bu kanunun uygulanmasını azimli takipleriyle mümkün olacaktır.

4 Kasım 2022, İstanbul, Türkiye

Binler sokak sokak kimyasala karşı yürüdü

ŞIRNAK – Silopi’nin Tilqebîn beldesinde kimyasal silah kullanımına karşı “İnsanlık Yürüyüşü”nde buluşan binlerce kişi, asker saldırısına karşı sokak sokak direndi.  

Demokratik Toplum Kongresi (DTK), Özgür Kadın Hareketi (TJA), Demokratik Bölgeler Partisi (DBP), Halkların Demokratik Partisi (HDP), Barış Anneleri Meclisi, Tutuklu ve Hükümlü Aileleriyle Hukuki Dayanışma Dernekleri Federasyonu (MED TUHAD-FED), Medeniyetler Beşiğinde Yakınlarını Kaybeden Ailelerle Yardımlaşma Dayanışma Birlik ve Kültür Derneği (MEBYA-DER), Mezopotamya Kültür Merkezi (MKM), Göç Platformu ve Mezopotamya Ekoloji Hareketi öncülüğünde Şırnak’ın Silopi ilçesine bağlı Tilqebîn beldesinde kimyasal silah kullanımına karşı binler bir araya geldi. 

DERE VE TEPELERİ AŞTILAR  

“Kimyasal Silah Kullanımına Karşı İnsanlık Yürüyüşü” şiarlı yürüyüş öncesi Habur Sınır Kapısı’na giden bütün yollar yüzlerce asker ve polis tarafından kapatıldı. Aralarında DBP Eş Genel Başkanları Saliha Aydeniz ve Keskin Bayındır’ın da olduğu binlerce kişi farklı noktalarda buluşarak, toplanma yeri olan HDP Tilqebîn Belde Örgütü binasına doğru yürüdü. Engelleri tanımayan yüzlerce kişi dere ve tepelerden Tilqebîn’e ulaştı. 

‘BIJÎ SEROK APO’ SLOGANI

Daha önce Tilqebîn’e ulaşan kitleye askerler, tazyikli su ve gaz bombalarıyla saldırdı. Buna rağmen kitle dağılmadı. Farklı noktalardan yüzlerce kişinin de buradaki kitleye dahil olmasıyla büyük yürüyüş başladı. Binlerce kişi, tarlalardan İpekyolu’na doğru yürüyüşe geçti. Alkış ve zılgıtların dinmediği yürüyüş boyunca “Bijî Serok Apo”, “Bijî berxwedana Zapê”, “PKK halktır halk burada” ve “Bijî berxwedana gerilla” sloganları atıldı.

Bir süre sonra Habur Sınır Kapısı’na doğru giden İpekyolu’na ulaşan kitle, burada da asker engeliyle karşılaştı. Kitle, yolu tek yönlü trafiğe kapattı. Askerler bir kez daha tazyikli su ve gaz bombalarıyla kitleye saldırdı. 

Binler, yolu uzun bir süre trafiğe kapattıktan sonra bu kez ara sokaklara giderek, yürüyüşlerini sürdürdü. Asker saldırısı sürerken, kitle yürüyüş için tek noktada birleşti. 

VEKİLE PLASTİK MERMİ

Binler, yolu uzun bir süre trafiğe kapattıktan sonra bu kez ara sokaklara giderek, yürüyüşlerini sürdürdü. Asker saldırısı sürerken, kitle yürüyüş için bir kez daha birleşti. Bu sırada askerler tarafından atılan plastik mermi ve gaz bombaları HDP Milletvekili Nuran İmir’e isabet etti. İmir, göğsüne isabet eden plastik mermiden kaynaklı fenalaştı.

Beldenin diğer sokaklarında direnen gençler, alkış, “Bijî Serok Apo” sloganları ve zılgıtlarla bir süre halaya durdu. 

HER SOKAKTA DİRENİŞ

Asker saldırısı sürdükçe direniş de büyüdü. Binler beldenin tüm sokaklarında çöp kovaları ile barikatlar kurdu. Ayrıca gazlı ve tazyikli su saldırısına taşlarla karşılık verdi. 

Bu sırada askerler HDP binası önünde dakikalarca havaya ateş açtı. Gözaltına alınan kişilerin olduğu öğrenildi. 

Askerler, beldede yapılan düğüne de gazla saldırdı. Düğüne katılanlar gazdan olumsuz etkilendi. Düğün sahipleri ve yürüyüşe katılanlar askerlere tepki gösterdi.

Direniş, beldeyi ikiye ayıran İpekyolu’nun her iki yakasında da büyüyerek devam etti. 

GAZETECİLERE ŞİDDET

Yürüyüşü takip eden bazı gazeteciler de askerlerin hedefi oldu. Askerler, yere yatırdıkları gazetecilerin yüz ve sırtlarına ayaklarıyla bastı. Askerler, şiddet uyguladıkları gazetecileri gözaltına almak istedi. Gazeteciler, kartlarını göstermeleri üzerine serbest bırakıldı.

EVLERE BASKIN: ÇOK SAYIDA GÖZALTI 

Beldede tüm sokaklara yayılan direniş saatlerce devam etti. Sonrasında askerler birçok eve baskın düzenledi. Askerler, TMMOB Mardin İKK Sekreteri Aydın Aslan, HDP Mersin İl Eşbaşkanı Hoşyar Sarıyıldız, Eğitim Sen Mardin Şube Eşbaşkanı Mustafa Bozan, BES Mardin Şube Temsilcisi Mehmet Emin Özel, Beytocan Kırıcı, Sümeyye Kırıcı, İbrahim Kızılay ve Cahit Delek’in de aralarında olduğu onlarca kişiyi gözaltına aldı. 

Savaş sonrasında ekolojik yeni yaşam inşası

Dünya artık sıcak çatışmanın bittiğine ve soğuk savaşın devletlerarası ihtilaflarda kullanılacak en şiddetli metot olduğuna inanmaya başlamışken Orta Doğu halkları ve dünyanın yoksul ötekileri sıcak çatışmayı ve savaşı kapitalist modernite çağında hep yaşadılar. Savaştan kaçan halkların refah ülkelerinin kapılarına dayanmaları savaşın herkesi etkilediği gerçeğini hatırlatamadı. Savaş mağdurlarını Türkiye’de tutup, Türkiye’de insan hakları, demokrasi, evrensel değerler adına ne olduğuna göz-kulak tıkamak çok kolaydı. Fakat Ukrayna – Rusya savaşı sıcak çatışmayı ve savaşın herkesi etkilediği gerçeğini acı şekilde ortaya koydu. Kimi refah ülkesi sakinleri için enerji fiyatlarındaki aşırı yükselişle savaş herkesin evinin içine kadar girdi. Kapitalist modernite çağında kimse savaştan azade değil.

Bizler dahi kimi zaman yaşadığımız coğrafyada devam eden bir savaşın bir parçası olduğumuzu unutmaktayız. Üstelik bu savaş iki aktörlü bir savaş değil. Kürdistan bir coğrafya olarak düşünülürse Türkiye, Iran, Irak ve Suriye devletlerindeki siyasi iktidarların politikalarının yol açtığı birçok çatışma var. Birçok aktör var. Bu çatışma DAİŞ gibi tüm dünyayı hatta insanlığın medeniyet varlıklarını tehdit eden bir canavar yarattı. DAİŞ’in insanlık mirası kabul edilen her şeyi yok etmesi tüm insanlığın meselesiydi. DAİŞ zulmüne karşı mücadele edenler insanlığın değerlerini kurtardı.

Ukrayna’da ise savaş çok büyük bir yıkıma yol açtı. Yıllardır savaş karşıtı ekoloji hareketlerinin sloganı olan ‘savaş kirletir’ sloganı adeta Ukrayna’da bir kez daha gözle görünür oldu. Ukrayna savaşının tüm dünyadaki enerji piyasalarını da etkileyecek bir yönü var. Rusya’nın Avrupa’ya doğal gaz sağlayıcısı olması enerji güvenliği tartışmalarını hararetlendirdi. İklim krizi tartışmalarında karbon emisyonu azatlımı için BİMÇDS üyesi devletler ile büyük ilerleme kaydedilmişken ve fosil kaynaklı enerji kullanımı iyice zayıflamışken bu savaş, fosil sektörlerine can suyu oldu. Fosil sektörleri yeniden meşruiyet zemini kazandı ve devletlerin karar alma mekanizmalarında zayıflayan yerlerini güçlendirdiler. Savaş tüm dünyayı kirletiyor demek çok da iddialı bir söz olmayacaktır. Ukrayna savaşında başka çarpıcı bir tartışma da nükleer üzerinden açıldı. Rusya’nın Ukrayna’daki nükleer enerji santrallerini vurma tehdidi nükleer enerjinin güvenliliği meselesini ve devlet terörizmini tartışmaya açtı. Rusya’nın bu tehdidi Ukrayna’daki ekoloji hareketleri tarafından ‘nükleer terörizm’ olarak adlandırıldı.

Henüz Ukrayna savaşı bitmemişken savaş sonrasında ne olacak sorusu sorulmaya başlandı bile? Avrupa’da eskiden yoksul 3. dünya ülkeleri için konuşulan green recovery (yeşil iyileşme), green reconstruction (yeşil yeniden inşa), post war environmental mainsteaming (savaş sonrası çevreyi ana akımlaştırma) kavramları bu kez Avrupa için konuşulmaya başlandı.

Aslında ekolojinin savaşın da barışın da önemli bir başlığı olduğunu dünya genelinde yaşanan savaş-barış süreçlerinde gördük. Kolombiya Devleti ve FARC arasındaki barış müzakerelerinin bir başlığı da çevre barışıydı. Savaş sonrası hayat yeniden kurulurken ekolojik varlıkların iyileştirilmesi ve korunması birincil öncelikler arasında görülmekteydi. Vahşi neoliberal kapitalizm buna müsaade etti mi? Bu tartışmalı bir cevap olacaktır. Elbette ki tam olarak etmedi. Fakat bu tartışmanın kendisi bile çok kıymetli ve savaş karşıtı ekolojist hareketlere katkısı oldu. Üstelik bu tartışma savaş sonrasında ekolojik iyileşmenin kapsayıcı eşit toplumsal cinsiyet katılımı olmadan mümkün olmadığını kanıtladı. Eril, tekçi zihniyetle yapılan politikaların tekrarının bir döngü olduğunu vahşi kapitalizmi beslediğini gösterdi.

Kürdistan coğrafyasızındaki savaşların ekolojik maliyeti de artık gözle görünür oldu. Ekolojik varlıkların tahribi Türkiye’de de önemli bir tartışma konusudur. Son 5 yılda artan Kürdistan ormanlarının yakılması, kesilmesi, satılması, güvenlik barajlar ile su varlıklarının tahrip edilmesi hala sıcak bir tartışma konusudur. Buna karşılık Kürt halkı ve bu ekolojik yıkıma karşı çıkan demokrasi güçleri bu tahribatı engellemek istedikleri için büyük baskı görmektedirler. Türkiye’nin başka bir coğrafyasında aynı türden ekolojik bir ihtilaf yaşandığında bir araya gelen ve ses çıkaran insanların, bu ihtilaf Kürt illerinde olduğundaki sessizliği geçmişte Latin Amerika ülkeleri için tartışılan ‘çevre ırkçılığı’ kavramını akıllara getirmektedir. Kürt halkının ekolojik ihtilaflar karşısında çevre ırkçılığına uğrama meselesi tartışılması gereken bir konudur fakat buradaki en kesin olgu Kürt halkının yalnızlığı ve ekolojik varlılarını korumak istediklerinde karşılaştıkları acı sessizliktir. İklim krizi kuraklık eli ile Türkiye’nin her yerini kavururken tek bir ağaç dahi kaybetmemek gerekirken bu haklı mücadelede yalnız kalmak akıl alır gibi değil.

Geçtiğimiz ay Irak Kürdistan’ındaki çatışmalar sonrasında bir OPCW ülkesi olan ve kimyasal silahların kullanılmasını engelleyen sözleşmenin tarafı olan Türkiye’nin çatışmalarda kimyasal silah kullandığına ilişkin görüntüler yayımlandı. Türkiye devlet yetkilileri bu görüntülerin ardından bölgeye bağımsız heyet gönderilmesi talebini orduya ve devlete saldırı ve ihanet olarak değerlendirdi. Fakat bu sert yanıtlar arasında uluslararası kurumların ve diğer devletlerin OPCW üzerinden yaptıkları başvuruların akıbetinin ne olduğuna ilişkin bilgiye ulaşmak oldukça zor.

Kimyasal silah kullanımı zamanaşımı olmayan insanlığa karşı işlenen suçlardan sayılan çok ağır bir suç ve ekolojik varlılara da geri dönüştürülemez zararlar vermekte. İnsanları korkunç şekilde ölüme götürdüğü gibi tüm canlıları yok etmekte. Halepçe’deki insanlık dramı görüntüleri ve Halepçe’nin toprağının bu saldırılardan sonraki durumu bu acı gerçeği ortaya koyuyor.

Halepçe’nin hala zehirli olan toprağını düşündükçe bunun ardından yenilenme mümkün mü, sorusu tıpkı Ukrayna’daki yıkımın ardından sorulduğu gibi akıllara geliyor. Kürdistan coğrafyasındaki savaşların bıraktığı ekolojik kirlilik ve izler iyileştirilebilir mi? Ormanlar, su varlıları, biyoçeşitlilik yeniden kazanılabilir mi? Elbette kaybedilen insanların acısı asla kapanmayacak. Bu acıları unutmak ve kaybedilenleri onurlandırmamak, kayıpları normalleştirmek savaşı devam ettirmenin birinci unsuru. Kaybın ardından yaşanan yas garip bir şekilde insanı hayata döndürüp bu kayıpla yaşamasını devam ettirmeyi sağlayan en önemli unsurdur. Peki ya yastan sonrası? Yasın ardından yeni bir yaşam inşa etmek bu yeni yaşamda eski yanlışları tekrarlamamak mümkün.

Zarar gören ekolojik varlıların hayata dönmesini ve iyileşmesini mümkün kılan birçok yöntem var. Fakat bunun için sadece münferit girişimler yeterli değil, bir karar alma yöntemi değişikliğine ihtiyaç var. Erkek egemen, savaş yanlısı, tekçi ve kapsayıcı olmayan karar alma mekanizmaları ile ancak eski yanlışlar daha beteri ile değiştirilmiş olur. Toplumsal cinsiyet eşitliğinin olduğu, her kesimi kapsayan, ekolojik varlıları önceleyen ekolojik yeni bir yaşam inşa etmek zor değil. Bunu inşa etmek için savaşların bitmesini beklemeye gerek yok. Bu tıpkı adalet ve eşitlik olgusu gibi iç içe ve girift. Nasıl ki eşitliğin olması için adaleti, adaletin sağlanması için eşitliği beklemeden bunları gerçekleştirmek için aynı anda mücadele ettiğimiz gerektiği gibi. Ekolojik yeni bir yaşamı inşa etmek için çatışmanın ortasında dahi iyileşmeyi konuşmamız gerekmekte. Ukrayna savaşı bitmeden ekolojik iyileşmenin konuşuluyor olması tam da bunun kanıtı.

Savaşlar devam ederken yeni yaşamı yeşertmeyi konuşma oldukça güçlü bir direnişin ve sağlam duruşun, barışın geleceğinin inancını taşıma manasına gelmekte. Bizden sonraki kuşaklara ne savaş, ne tahrip edilmiş ekolojik varlıklar bırakmamak için bu direnişi göstermek zorundayız.

Menekşe Kızıldere/HDP Ekoloji Komisyonu Eşsözcüsü

Çocuklar ve Gıda Güvenliği

0

Bülent Şık’ın yeni kitabı çıktı. Anne ve babalar için bir rehber: Çocuklar ve Gıda Güvenliği

“Bu özenli çalışmasıyla anne/babaların çok yararlanabilecekleri bir rehber hazırlayan Bülent Şık, bize aynı zamanda gerçek bilim insanlarının akademinin dışında da bilgi üretebildiklerini bir kez daha gösteriyor.”
Prof. Dr. Kayıhan Pala

İyi bir hayat herkesin ama öncelikle çocukların hakkı, Çocuklar için bunu yapmaya çaba göstermeye değer. Çünkü çocuklar korunması ve özen gösterilmesi gereken ortak varlığımız.

Çocukların sağlıklı beslenmesini sağlamak ile çocuklara daha iyi bir dünya bırakmak aslında aynı şeyler. Çocuk sağlığını korumak sadece kendi çocuklarımızı değil, tüm çocukları korumakla ilgili bir şey.

Bu kitap, annelere, babalara, eğitimcilere, gazetecilere, medya çalışanlarına, gıda ve çevre sorunlarına duyarlı herkese sesleniyor. Çocukları, çocukların sağlıklı beslenmesini gıda güvenliği çalımalarının da odak noktasına koyuyor. Evimizde, mutfağımızda gıda güvenliğini nasıl sağlayabileceğimiz sorusuna çeşitle meseleler üzerinden yanıtlar veriyor. Amacımız, sorunlar kadar çözümlere de değinerek gıda güvenliği hakkında temel bir bakış açısına sahip olmamızı sağlamak.

HALKLARIN İKLİM ANLAŞMASI KONFERANSI TOPLANTI BİLDİRİSİ
28-30.10.2022

Kapitalist sömürünün en iyi tanımlarından birini 1845 yılında F.Engels, “sosyal cinayet” terimiyle dile getirmişti. Bu tanımlamayla, sermaye düzeninin binlerce işçiyi yavaş yavaş ölüme sürükleyen bir peş peşe cinayetler sistemi olduğu kastediliyordu. İklim krizini de bir tür sosyal cinayet formu olarak nitelendirebiliriz. Engels’in yakın dostu Marx ta kapitalist gelişimdeki yıkım ilişkilerini görmüş ve gelişmenin belli bir aşamasında üretici güçlerin yıkıcı güçlere dönüştüklerini ve ancak dışarıdan bir baskı gelmesi halinde kapitalist yıkımın engellenebileceğini belirtmiştir. Günümüzde ise bu yıkımın boyutu cinayetten de öte imhaya ulaştı. İklim krizi tekil bir kriz değil, kapitalizmin krizleri çağında yaşıyoruz ve karşımızda krizleri fırsata çeviren bir kapitalizm var; eriyen buzullar iklim felaketi olmaktan ziyade, altındaki fosil yakıtlara ulaşmaya ve yeni denizyolları açılmasına olanak sağladığı için fırsat olarak değerlendiriliyor. Sermayenin iklim krizine yanıtı ise yeni krizler yaratmak olacaktır; ırkçılığın, sömürgeleştirmenin, savaşların körüklenmesiyle.

Bu bağlamda, iklim aktivistlerinin son 50 yıldaki mücadelesine bakarsak; düzenlenen alternatif zirvelerin, resmi zirvelerle yeterli düzeyde hesaplaşma içinde olmadıklarını gözlemliyoruz. 1972’de başlayan Çevre mücadelesi, sürdürülebilir kalkınma adı altında sermaye tarafından sahiplenildi. Oysa ki bizler, sermayenin kendi ihtiyaçları dahilinde yazdığı ve dayattığı tarihi reddetmeliyiz. Doğayı karbon hesaplamaları ve tarihsel hedefler gibi niceliksel terimlere indirgemesini kabul etmeyip, doğayla ilişkimizi nitelikler üzerinden kurmalıyız. İklim krizi hareketi, sektörlere ayrılmadan, bütüncül bir anlayışla örgütlenmeli. Sınıfsal, bölgesel, etnik ve diğer sosyal hareketlerle dayanışma içinde olmalı. Sınıf mücadelesinin önemi iyi kavranmalı. İşçi-emekçi mücadelesi, ekoloji mücadelesinden ayrı tutulmamalı.

Birleşmiş Milletlerin taraflar toplantılarına (COP) muhalif olmamıza karşın, yine de bu kurumların bilimsel raporlarından faydalanıyoruz ve COP organizasyonları muhalif eylemlere imkân sağlıyor. Burada önemli olan, nasıl bir söylem oluşturup, kapitalist söylemle nasıl mücadele edebileceğimizi belirlemek. Öte yandan kapitalizm, sistem içinde kalan tüm muhalif eylemleri banalize etme gücüne sahip. Alternatif söylemin, sadece tepkisel değil, öneri getiren bir dile, kurucu bir anlatıma sahip olması faydalı olacaktır. Zira yeni bir yaşam kuracaksak, bunun yolu kapitalizme sürekli tepki vererek vakit kaybetmekten değil, tüm mücadelelerin birleşeceği bir noktaya evrilmekten geçecektir. Ayrıca meseleyi sadece iklim krizi kavramına indirgememeli, savaşlarla, bölgesel farklılıklarla, suyun metalaşmasıyla, ormansızlaşmayla, her tarafı saran meta transfer ağlarıyla, insansızlaştırılan yaşam alanlarıyla, korumayı başaramadığımız kültürel hafızayla olan bağlantıları ortaya konmalı; çünkü sadece iklim krizinden etkilenmiyoruz, aslında bir çoklu sorunlar sarmalında yaşıyoruz. Bu bağlamda, kapitalizmle etkili mücadele için Ekoloji-Politiği kullanmalıyız. Her birimiz iklim krizinde ve ekolojik yıkımlarda politik yönden sorumluluğumuzu sorgulamalı, her birimiz kendimize şu soruyu sormalıyız: “hâlâ sistemin içinden düşünmeye devam mı edeceğiz”. Bölünerek, dağılarak kaybedecek zamanımız kalmadı, örgütlü mücadeleyi nasıl kuracağımızı tartışmalıyız.

Bize düşen görevlerden biri de bilginin demokratikleştirilmesi; elimizin altında geniş bir bilgi kaynağı var ve bunu emekçi halkın perspektifinden yorumlamalıyız. Ayrıca iklim mücadelesi, yaşam hakkı mücadelesine dönüştürülmeli.
Türkiye’de ve küresel düzeyde, iklim krizinin farklı alanlardaki etkilerine ve devlet-sermaye ikilisinin icraatlarına göz atarsak, kapitalizmin yukarıda sıraladığımız niteliklerinin nasıl yıkıma dönüştüğünü görebiliriz:

Halk Sağlığı yönüyle durum oldukça endişe verici; enfeksiyon hastalıklarının bulaşması için iklimsel uygunluk gitgide artacağı öngörülüyor. 2010 yılından bu yana 21,5 milyon civarında olan iklim mültecilerinin 2050’ye kadar 1,2 milyara ulaşacağı hesaplanıyor. İklim krizi onca felakete ek olarak, ruh sağlığı sorunlarında da önemli artışa yol açıyor, tedarik zincirini aksatarak, gıdaya erişimi engelliyor. Lancet sağlık raporunda dile getirildiği şekliyle “insan sağlığı fosil yakıtların insafına kaldı”. Halk sağlığı yönüyle yapılması gereken, enerjiden tarıma, sağlığa kadar tüm alanlarda kamu yararını gözeten, toplumcu politika değişikliklerini hayata geçirmek. Afet risk analizi yapıp, yönetim planı hazırlamak ve afetlere müdahale konusunda tüm sektörler arası iş birliğini sağlamak.

Ormansızlaşma yönüyle de Türkiye’nin gidişatı çok endişe verici! Ağaçlandırma rakamları 1992’den bu yana çok azaldı; son 20 yılda ancak tüm ormanların %3’ü kadar orman ağaçlandırma ile kazanıldı. Son dönemde ağaçlandırmadan çok daha fazla oranda ormanlık alan 2B düzenlemesi ve ormana verilen enerji, maden, turizm, yol vs. tahsisleri ile kaybedildi. Yangınlarla yıllık ortalama 9.705 hektarlık orman kaybedilirken, kamu yararı kisvesi altında verilen tahsislerle yıllık 37.869 hektar orman kaybı söz konusu! Orman yönetmeliğindeki Ek-16 maddesi, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yapılaşmaya uygun tüm ormanlık alanları, orman tanımı dışına çıkarmaya imkân sağlıyor. Bunlara ek olarak, orman sanayisine ucuz hammadde sağlamak için aşırı odun üretimi nedeniyle yakın gelecekte ormanların kendini yenileyemeyip çökme riski söz konusu. Zira 2005 yılında 13 milyon m3 olan odun üretimi, 2021’de 32 milyon m3’e çıkmış durumda. Tüm endişe verici verilere karşın, halkın mücadelesi de giderek artıyor. Ancak ormanları koruma mücadeleleri yerel eylemlerle sınırlı kalıyor, ülke çapında ortak bir doğayı koruma mücadelesine dönüştürülemiyor. Bunu nasıl başaracağımız üzerinde çalışmamız gerekiyor.

Enerji konusunda, kömürlü termik santrallerin kapatılması hem sera gazı emisyonları hem de noktasal kirlilik yönüyle öncelikli eylem olarak önümüzde. Türkiye’de kömürlü santraller, 1965-2020 yılları arasında 200.000’ yakın erken ölüme yol açtı. Termik santraller nedeniyle kırlar insansızlaştırılıyor, gıda üretimine devam eden insanlar Soma örneğinde olduğu gibi mülksüzleştiriliyor. Çiftçi nüfus işçileştiriliyor, insanların doğayla ilişkileri koparılıyor. Bize düşen görevlerden biri, termik santralleri kapatmaya çalışırken, kömür sektöründe çalışan 45.000 civarında emekçinin geleceklerini garanti altına almak. Bu işçilerle birlikte örgütlenmenin yolunu bulmalıyız.

Türkiye’de İklim Adaleti Koalisyonunun 2022 yılı boyunca eylemlerinde kervanlar, ekokırımın suç olarak tanınması çabaları ve “kömürlü santrallerin kapatılması” kampanyası öne çıkan konulardan birkaçı.

Sınırları aşmak ve ekolojik yıkımları görünür hale getirmek için İrlanda ve Portekiz’le birlikte gerçekleştirilen kervan, Türkiye’de tek seferlik olmadı ve bir kervanlar serisine dönüştü. Türkiye’nin ekoloji mücadelesinde artık sembolik bir öneme sahip olan ve kömürsüz Muğla için mücadele veren Akbelen’den başlatılan kervanlar, bölgesel sorunlar üzerinden iklim krizini konuşmaya imkân sağladı. “Çözüm biziz” sloganıyla yola çıkan kervanlar boyunca kömürlü santrallerin yıkımlarından, zeytin yasasını delen yönetmelik değişikliklerine, jeotermal santrallerin geniş ölçekli tahribatından ormansızlaştırmanın aşırı boyutuna dikkat çekilmesine kadar farklı alanlarda ekolojik tahribatlar gündeme getirildi.

Kömürlü Santrallerin kapatılması kampanyasıyla, Meclis’te soru önergesi hazırlanması, çalıştay organizasyonu, bir pozisyon metni oluşturulması, kervanlardaki eylemler ve açılan davalar gibi farklı boyutlarda eylemler gerçekleştirildi.

Ekokırımın suç olarak tanınması için oluşturulan çalışma grubu, doğaya yaygın ve uzun süreli verilen tahribatlarda yasal yaptırım uygulanması için gayret gösteriyor ve 3-4 kasım tarihlerinde bu konuda bir Uluslararası Konferansa da ev sahipliği yapacak. Türkiye’de Marmara Denizi, bir ekokırım suç bölgesi olarak öne çıkıyor. Henüz Türkiye’nin anayasasında ve kanunlarında ekokırıma yönelik bir suç tanımı yer almazken, Avrupa ülkeleri, ekokırımı suç olarak yasalarına dahil edecek bir sürece girmiş görünüyorlar.
Ekolojik mücadelenin yayılabilmesi ve içinde bulunduğumuz aciliyet durumunda kitlesel destek bulabilmesi için özellikle enerji konusunda, pratikte uygulanabilir, somut öneriler getirmeli, her enerji türüne hayır demek yerine rüzgâr ve güneş enerjilerini savunarak, bunların doğal yıkımlara yol açmasına izin vermeden ve karbon ayak izlerini en aza indirecek şekilde devreye alınmalarına onay vermelidir. Öte yandan endüstriyel/kapitalist anlayışla işletilen enerjilere karşı çıkmalı, teknolojinin kime hizmet ettiğini dikkate almalı ve enerjinin nasıl tüketileceğini tartışmaya açmalıyız.

İçinde bulunduğumuz kapitalist sistem insanların gerçek ihtiyaçlarına göre işlemiyor. Üstelik kapitalizm, bir yandan sermayenin çıkarlarını savunurken diğer yandan genel halkın ve işçilerin talepleriyle ekolojistlerin talepleri arasında belirgin bir fark oluşturmayı başarıyor. Ekolojik krizleri üretenle, işçileri ekonomik krize maruz bırakan aynı sistem. Doğa ve yaşam savunucuları olarak bunların bilincinde olmalı ve hayatın somut gerçekleriyle yüzleşerek, kapitalizmin bizleri karşı karşıya getirdiği emekçilerle el ele vermeli ve birlikte çözüm üretmenin yollarını araştırmalıyız.

2 Kasım 2022
İklim Adaleti Koalisyonu
Not: Bizler, Cop26 Koalisyonu olarak yaptığımız çalıştay sonucu kapitalist ekonomi-politiğin neden olduğu iklim krizine karşı iklim adaletini savunmak ve bu doğrultuda uluslararası hareketlerin bir parçası olarak mücadeleyi büyütmek, geliştirmek ve sürdürmek amacıyla 25 Aralık 2021 basın toplantımızdan bu yana “İklim Adaleti Koalisyonu” olarak yolumuza devam ediyoruz. Koalisyonumuzun 75 bileşeni var, bireysel ve kurumsal katılımlara açık.

Katılımcılar listesine buradan ulaşabilirsiniz: https://www.iklimadaletikoalisyonu.org/katilimcilar

Bize her zaman [email protected] mail adresinden ulaşabilirsiniz.