Çarşamba, Kasım 5, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 2

Moda’nın Gölge Karnesi: Ekolojik Yıkımın ve İnsan Sömürüsünün Tarihiyle Küresel Krize Doğru

Yusuf Üçay

Tarih boyunca insanlık için bir ifade biçimi, statü sembolü ve kültürel mirasın bir parçası olan moda, modern çağda bambaşka bir kimliğe büründü: küresel ekolojik yıkımın ve insan sömürüsünün gizli ortağı. Parıltılı defilelerin ve şık vitrinlerin ardında, gezegenimizi boğan tekstil atık dağları, kuruyan nehirler ve sömürülen milyonlarca insanın sessiz çığlığı yükseliyor. Bu makale, modanın ekolojik ve sosyal karnesindeki derin çizikleri, tarihsel kökenlerinden günümüzdeki yıkıcı etkilerine kadar gözler önüne sererek, bu “gölge karne”nin acı gerçeklerini ve acil değişim ihtiyacını vurgulamaktadır.

Tarihin Kumaşında Gizlenen Sömürü: Sanayi Devrimi’nden Günümüze

Moda endüstrisinin ekolojik ve sosyal maliyetleri, aslında Sanayi Devrimi ile kök salan seri üretim ve küreselleşme süreçleriyle doğrudan ilişkilidir. 18. yüzyılda tekstil makinelerinin icadıyla başlayan üretim patlaması, bir yandan giyimi daha erişilebilir kılarken, bir yandan da hammaddeye ve ucuz işgücüne olan iştahı artırdı. Pamuk tarlalarında köle emeğinin kullanılması, bu dönemin karanlık yüzlerinden biriydi.

1. yüzyılın son çeyreğinde “hızlı moda” (fast fashion) akımının yükselişiyle bu süreç hız kazandı. Tüketici talebini sürekli yeni koleksiyonlarla körükleyen bu model, üretim sürelerini kısaltırken maliyetleri düşürmek için her yolu denedi. Bu, Çin, Bangladeş, Vietnam gibi gelişmekte olan ülkelerde düşük ücretli, uzun çalışma saatli ve güvencesiz iş gücü sömürüsünün önünü açtı. Rana Plaza faciası gibi trajik olaylar, bu sömürünün insan hayatına mal olan boyutunu acı bir şekilde ortaya koymuştur. Moda endüstrisi, tarih boyunca sürekli olarak en ucuz kaynağı ve iş gücünü arayarak, sömürüyü kendi kumaşına işlemiştir.

Kaynaklara Aç Bir Oburluk: Su, Toprak ve Kimyasal Zehir

Moda endüstrisinin kaynak israfı, akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Bir tişört için yaklaşık 2.700 litre, bir kot pantolon için ise 7.000 litreden fazla su harcanması, su kıtlığı çeken bölgelerdeki acımasız tabloyu gözler önüne seriyor. Özellikle pamuk tarımı, dünya genelindeki pestisit ve böcek ilacı kullanımının büyük bir oranından sorumludur, bu da toprak verimliliğini düşürürken, yeraltı sularını zehirlemektedir.

Tekstil boyama ve terbiye işlemleri ise ayrı bir felakettir. Binlerce farklı kimyasalın kullanıldığı bu süreçler, milyarlarca metreküp zehirli atık suyun nehirlere, göllere ve okyanuslara deşarj edilmesine neden olur. Bu durum, ekosistemleri yok ederek biyoçeşitliliği tehdit eder ve yerel halkların sağlık sorunlarıyla boğuşmasına yol açar. “Denizlerin mavisini boyayan tekstil atıkları” gibi ifadeler, bu acı gerçeği yansıtmaktadır.

Tekstil Atık Dağları ve Afrika’nın Yıkıcı Yükü

Hızlı modanın en görünür ve en utanç verici sonuçlarından biri, devasa tekstil atık dağlarıdır. Her yıl milyarlarca ton giysi üretiliyor ve ne yazık ki, bu kıyafetlerin önemli bir kısmı kısa sürede çöpe atılıyor. Sentetik liflerden üretilen bu kıyafetler, doğada yüzyıllarca çözünmeden kalır ve metan gazı gibi güçlü sera gazları yayarak iklim krizini derinleştirir.
Bu atıkların önemli bir kısmı, gelişmiş ülkelerden Afrika ülkelerine “yardım” adı altında gönderilmektedir. Gana’daki Kantamanto pazarı gibi yerler, Batı’dan gelen kullanılmış giysi yığınlarıyla dolup taşar. Başlangıçta ucuz giysi sağlaması olumlu gibi görünse de, bu durumun yıkıcı sonuçları vardır:

Yerel Tekstil Endüstrisinin Çöküşü: Ucuz ikinci el giysilerin girişi, yerel tekstil üretimini ve geleneksel dokumacılığı bitirme noktasına getirmiştir.
Çevresel Felaket: Satılamayan giysiler, devasa çöp yığınlarına dönüşerek çevreyi kirletir, toprak ve su kaynaklarını zehirler. Accra’daki çöplükler, adeta tekstil mezarlıklarına dönmüştür.
Mikroplastik Kirliliği: Sentetik kumaşlardan sızan mikroplastikler, su kaynaklarına karışarak sadece insan sağlığını değil, tüm ekosistemleri tehdit etmektedir.
Afrika, küresel tekstil atığının “çöplüğü” haline gelerek, gelişmiş ülkelerin tüketim alışkanlıklarının bedelini en ağır şekilde ödeyen kıtalardan biri olmuştur.

İnsan Sömürüsünün Görünmez Dikişleri

Modanın “görünmeyen muhasebesi”, sadece ekolojik yıkımı değil, aynı zamanda insan sömürüsünü de içerir. Markalar, kâr marjlarını artırmak adına üretimi en ucuz iş gücüne sahip ülkelere kaydırır. Bangladeş’ten Kamboçya’ya, Pakistan’dan Etiyopya’ya kadar uzanan fabrikalarda, milyonlarca işçi günde 14-16 saat, insanlık dışı koşullarda, güvensiz binalarda ve asgari ücretin çok altında bir bedelle çalıştırılmaktadır.

Çocuk İşçiliği: Hala birçok ülkede çocuk işçiliği, bu endüstrinin karanlık yüzünü oluşturmaktadır.
● Sendikal Hakların İhlali: İşçiler, haklarını aramak için sendikalaşmaya çalıştıklarında baskı ve şiddetle karşılaşabilmektedir.
● Sağlık Sorunları: Kimyasal maddelere maruz kalma, yetersiz havalandırma ve uzun çalışma saatleri, tekstil işçilerinin kronik sağlık sorunları yaşamasına neden olmaktadır.

Bu durum, moda endüstrisinin küresel bir kölelik ağına dönüştüğüne dair güçlü iddiaları beraberinde getirmektedir. Tükettiğimiz her ucuz tişörtün arkasında, bir insanın onurunun ve emeğinin sömürüsü yatmaktadır.

Geleceğe Yönelik Acil Çağrı: Gölge Karneden Kurtulmak

Modanın “gölge karnesi” artık göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Bu yıkımın önüne geçmek için acil ve kapsamlı adımlar atılması elzemdir:

● Tüketici Bilinci ve Sorumluluk: Tüketiciler olarak, “daha az al, daha iyi al” felsefesini benimsemeliyiz. Kıyafetlerin nereden geldiğini, kimler tarafından ve hangi koşullarda üretildiğini sorgulamalıyız. İkinci el ürünlere yönelmek, kıyafetlerimizi tamir etmek ve ömrünü uzatmak, dolabımızdaki her parçayı bilinçli bir seçim haline getirmek zorundayız.

● Döngüsel Ekonomi ve İnovasyon: Moda endüstrisi, doğrusal “üret-kullan-at” modelinden, kaynakların sürekli döngüde kaldığı bir döngüsel ekonomiye geçmelidir. Geri dönüştürülmüş ve biyolojik olarak çözünebilen malzemelerin kullanımı, atıkların azaltılması ve onarım/yeniden kullanım kültürünün teşvik edilmesi hayati önem taşımaktadır.

● Şirketlerin Şeffaflığı ve Sorumluluğu: Moda markaları, tedarik zincirlerinin her aşamasında tam şeffaflık sağlamalıdır. Çevresel etkilerini ve işçi hakları standartlarını açıkça beyan etmeli ve bağımsız denetimlere tabi olmalıdır. Sadece kâr odaklı değil, gezegen ve insan odaklı bir iş modeli benimsemek zorundadırlar.

● Yasal Düzenlemeler ve Uluslararası İşbirliği: Hükümetler, moda endüstrisine yönelik daha sıkı çevresel ve sosyal düzenlemeler getirmeli, denetimleri artırmalı ve sürdürülebilir uygulamaları teşvik eden politikalar geliştirmelidir. Uluslararası işbirliği, küresel tedarik zincirlerindeki sömürüyü ve kirliliği durdurmak için elzemdir.

Moda, artık sadece bir giyim meselesi değildir; bir vicdan ve gelecek meselesidir. Her bir dikişin, her bir kumaşın, her bir tasarımın ardında yatan görünmez maliyetlerle yüzleşmek zorundayız. Bu “gölge karne”nin silinmesi, sadece moda endüstrisinin değil, tüm insanlığın ortak sorumluluğudur. Aksi takdirde, göz kamaştırıcı moda dünyası, gezegenimizin ve insanlığın üzerine çöken karanlık bir gölge olmaya devam edecektir.

Bu yıkıcı tabloyu değiştirmek için bir sonraki moda alışverişinizde neye dikkat edeceksiniz?

NÜKLEER HUKUK(III)

Av. Mehmet HORUŞ

İşler atom reaktörleri işler
Yapma aylar doğar güneş doğarken
Ve güneş doğarken çöp kamyonları
Ölüleri toplar kaldırımlardan
İşsiz ölüleri aç ölüleri

Nazım Hikmet

Türkiye’de nükleer santrallerle ilgili hukuksal gelişmeleri ele aldığımız serinin birincisinde, Yeşil Gazete’de[1] nükleer ile ilgili 2010 yılındaki hukuksal gelişmeler ele alınmıştı. Daha sonra 2019 yılında TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası yayın organı olan Elektrik Mühendisliği’nde[2] ikinci değerlendirme yapıldı. Şimdi de ekoloji mücadelesinin kolektif hafızasını taşıyan kurumlardan birine, Sinop’taki davaların davacılarından olan TMMOB Metalurji ve Malzeme Mühendisleri Odası’nın tanıklığına başvuruyoruz.

Türkiye’de nükleer santral kurulup kurulmayacağına ilişkin ikibinli yılların başında Nükleer Karşıtı Platform’da yaptığımız değerlendirmede; “Türkiye’de rejimin otoriterleşme eğilimlerine bakarak öngörüde bulunulabileceğini” net bir biçimde ortaya koymuştuk. Gelişmeler, bu tespitimizi doğrulmakla kalmadı. Rejimin otoriterleşme eğilimleriyle aynı dozda nükleer maceraya sürüklenmeye devam ediyoruz. Akkuyu’da devam eden inşaat faaliyetiyle artık nükleer, rejimin otoriter varlığını meşrulaştırmanın elverişli bir enstrümanını oluşturuyor. Nükleer Hukuk I’de; “nükleer felaket, ilk etkilerini hukuk alanında gösterecek. Nükleer enerjiden önce nükleer hukuk ile tanışacağız. Zararları sınır tanımayan, önlenemez ve tahrip gücü yüksek bir hukuksal felaketle karşı karşıyayız. Nükleer hukuk.” demiştik. Devamında Nükleer Hukuk II’de ise; “Nükleer, kendi kulvarının dışına taşan, bütün bir hukuk sistemini işlemez hale getiren bir mecraya doğru ilerliyor. Hukuk sitemimizin maruz kalacağı radyoaktif etkiler, NDK’nun müdahale alanına giren diğer kanunlarla sınırlı kalmayacak. Eğer nükleeri durduramazsak; bu yazı dizisinin üçüncüsünde, şimdilik nükleerle hiç ilgisi olmadığını düşündüğümüz başka hukuksal konularda nükleerin tahrip gücünü örneklemek zorunda kalacağız.” diyerek bitirmiştik.  Dolayısıyla bu üçüncü yazı daha önce öngördüğümüz hukuksal hasarın yaşanmaya başladığı içinde bulunduğumuz aşamadaki tespitleri içeriyor.    

Hukuksal tahribatın ilk etkisi davaların bir türlü bitirilememesi olarak karşımıza çıkıyor. Nükleer propaganda ileri teknoloji ve teknolojik üstünlük argümanlarıyla ortaya çıksa da sadece teknoloji kullanmakla ülkelerin gelişmeyeceğini görünüyor. Demokrasi ve hukuk standardınız da ülke olarak gelişmişliğinizde en az teknoloji kadar önemli bir yer ediyor. Nükleer santrallerle ilgili en önemli problemlerden birinin atık sorunu olduğu biliniyor. Türkiye’de henüz santral yok ama Gaziemir’de 20 yıl önce ortaya çıkan radyoaktif atıklar bugün bile gündemin ön sıralarında yer alıyor. 2005 yılında o zamanki adıyla Çevre ve Orman Bakanlığı’nın talebi üzerine Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne bağlı Çevre, Metalurji, Kimya ve Makine Mühendisleri Odası tarafından oluşturulan bir komisyon Ocak arafından Arslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye ait söz konusu tesiste inceleme yapılmış ve Bakanlığa rapor olarak sunulmuştu. Yapılan incelemeler ve sonrasında edinilen bilgilere göre söz konusu işletmenin bu tür bir tehlikeli üretim yapması için gerekli olan izinlerinin bulunmadığı tespit edilmişti. TAEK tarafından 8 Eylül 2008’de Şirkete gönderilen yazıda, “…fabrikada Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos’ta yapılan ölçümlerde depolama sahasında, fırınlar bölgesinde, kapalı istif sahasında radyoaktif madde bulaşmış atık tespit edildiği radyasyonlu atıkların bulunduğu yerin karantina altına alınması gerektiği…” bildirilmişti. İzmir Valiliği İl Çevre ve Orman Müdürlüğü yetkilileri, 17 Eylül 2008’de fabrikaya yazı yazarak “9-10 Eylül 2008’de fabrikada 90x90x12 metrelik depolanmış atık sahasında radyasyon tespit edildiği” bildirmişti. Bu tespitlere rağmen görevini yerine getirmeyen kamu görevlileri ve şirket yetkilileri hakkında TMMOB Metalurji ve Malzeme Mühendisleri Odası ve çok sayıda kurum tarafından suç duyuruları yapılmasına rağmen takipsizlik kararları verilmiştir. Ama 2025 yılına gelindiğinde halen Gaziemir’deki radyoaktif atıklar sorunu çözülmeyi bekliyor. Sahadaki radyoaktif atıkların ne olduğu konusunda şüphe ve endişeler daha da artarken nükleer bir tehlike karşısında yurttaşların hiçbir hukuksal güvenliğinin olmadığını göstermeye devam ediyor.

Akkuyu Davası’nda da aynı akıbet yaşandı. Danıştay, basit bir taş ocağı ÇED davasında bile şimdiye kadar gözettiği kendi içtihatlarını yok sayarak davayı reddetti. Ret kararıyla Akkuyu için hazırlanan ÇED raporuna hukuka uygunluk payesi verilmekle kalınmadı. Çevre Hukuku alanında şimdiye kadar elde edilmiş bütün hukuksal kazanımlar nükleer sevdasına feda edildi. Anayasa Mahkemesi de dosyaları yıllarca sürüncemede bıraktıktan sonra karar vermeye başladı.

Hasarın ilk boyutu adli yargıdaki suç duyurularında ve idari yargıdaki ÇED davalarında net bir şekilde görülen başvuruların ve davaların sürüncemede kalma hali nükleerle sınırlı kalmadı. Nükleer dışında en yakın örnek olarak 5 yıldır bitirilemeyen Kanal İstanbul davalarına da bakılabilir. Erzurum Tortum’daki çevre kirliği nedeniyle açılan ceza davası 13 yıldır devam ediyor. Bodrum’daki deniz kirliliği hakkında 2 yıl süren soruşturma sonrasında açılan ceza davası 5 yılı geride bırakarak devam ediyor. Erzincan İliç’te en yakın örnek olarak soruşturmalar halen devam ediyor. Geç yargılama yargının genel bir sorunu olarak görünebilir. Fakat çevre davaları özel bir yargılama usulü içinde idari yargı mekanizmasında ivedi yargılama usulüne tabi davalar. Temyiz aşaması dahil 6 ay gibi bir sürede tamamlanması öngörülen davalarda 5 yıldır karar bekleniyor. Tortum’daki ceza davasının açılmasını sağlayan yöre yurttaşların bir kısmının kararı görmeye ömürleri vefa etmedi. Bu nedenle genel cezasızlık halinin çevre davaları söz konusu olduğunda “yargılanmazlık” şeklini aldığını söyleyebiliriz.

Hasar tespitine ilişkin ikinci konu; doğal yargıç ilkesinin zedelenmesidir. ÇED davalarına projenin yer aldığı yerel mahkemelerde bakılıyor. İYUK’ta bu konuda kesin görev ve yetki kuralı öngörülmesine rağmen Mersin İdare Mahkemesi’nde açılan Akkuyu davası, Danıştay’a aktarıldı. Nedeni aynı zamanda düzenleyici işlem niteliğindeki yönetmelikle ilgili başka bir davanın açılmış olması gösterilse de aynı Danıştay daha önce Bergama ile ilgili davada görevsizlik kararı vermişti. Nitekim doğal yargıç ilkesine aykırı olduğu Mersin İdare Mahkemesi’nin kararında muhalefet şerhi olarak belirtildi. Kanal İstanbul davasında da İstanbul İdare Mahkemesi hem de keşif yapıp bilirkişi raporu sunulduktan sonra görevsizlik kararı vererek dosyayı Danıştay’a gönderdi. Sürüncemede bırakarak karar verememe hali, ayrıca mahkemeler arasında dolaştırma eğilimine dönüştü.  

Sinop davası da mahkemeler arasında dolaşmaya devam ediyor. 3 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Japonya Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Nükleer Güç Santrallerinin ve Nükleer Güç Sanayisinin Geliştirilmesi Alanında İşbirliğine İlişkin Anlaşma imzalandı. Amaç uluslararası anlaşma üzerinden gidilerek iç hukukta yargısal denetim yollarının kapatılmasıydı. Bunun için önce Çevre Düzeni Planı’nda hiçbir değişiklik yapılmadan nükleer yapılmak istendi. Ama bu yol tutmayınca 2020 yılında 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nda enerji alanı olarak nükleer santral işlendi. Bu plan değişikliğinin iptali istemiyle açılan davada, Danıştay tarafından 23/06/2023 yılında keşif-bilirkişi incelemesi yapılmış ve 16/04/2024 tarihinde bilirkişi raporu sunulabilmiştir. Bilirkişi raporunun sunulmasından bir yıl sonra 09/04/2025 tarihinde duruşma yapılmıştır. Bu yazı kaleme alındığında Danıştay 6.Dairesi bu karar duruşmasından sonra da karar vermeyerek yeni bir ara karar aldı. Bir kez daha davalı idarelerden bilgi ve belge talep edildi. Üç kişilik bilirkişi heyetinin tamamı tarafından çevre düzeni planının iptal edilmesi gerektiği yönünde net bilirkişi görüşü sunulan davada keşfin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen davanın esası hakkında karar verilmesi bekleniyor.     

2020 yılında Sinop NGS için ÇED süreci bütün itirazlara rağmen tamamlanarak ÇED Olumlu kararı verildi. Samsun 3.İdare Mahkemesi’nde Sinoplu yurttaşlar, Sinop Belediyesi, Sinop Barosu, sivil toplum örgütleri ile birlikte TMMOB Metalurji ve Malzeme Mühendisleri Odası, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası, TMMOB Şehir Plancıları Odası, Türk Tabipleri Birliği, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu tarafından iptal davası açıldı. Mahkeme tarafından o tarihe kadar seçilen en kalabalık sayıda 15 kişilik bilirkişi heyeti tarafından sunulan raporda üç yüze yakın iptal gerekçesi vardı. Ama Mahkeme, flora ve fauna, orman varlığı, korunan alanlar, jeolojik veriler, deniz ekosistemi ve bir ÇED raporundaki bütün kritik parametrelerle ilgili sıralanan iptal gerekçelerinin bulunduğu bu bilirkişi raporundaki bilimsel-teknik tespit ve değerlendirmelere itibar etmeyerek davanın reddine karar verdi.

Davanın reddi kararı üzerine temyiz incelemesi yapan Danıştay 6.Dairesi; “ÇED raporunda projenin teknolojisinden kaynaklanan çevresel etkilerinin ATMEA1 tipi reaktöre göre belirlendiği, başka bir teknoloji kullanılması durumunda, ÇED raporunun geçerliliğini kaybedeceği anlaşıldığından, İdare Mahkemesince, öncelikle yukarıda yer verilen ve ÇED raporunda atıfta bulunulan Uluslararası Anlaşmanın halen yürürlükte olup olmadığının tespit edilmesi, anlaşmanın  hükümsüz kaldığının ve proje şirketinin değişmesinin söz konusu olduğunun anlaşılması durumunda, ATMEA1 basınçlı su reaktörünün herhangi bir başka proje şirketi tarafından kullanılınıp kullanılamayacağının, diğer bir ifadeyle, bu reaktörün uluslararası anlaşmadan bağımsız olarak alanda inşa edilebilme olanağının bulunup bulunmadığının öncelikle incelenip gerekirse bilirkişilerden ek rapor  alınarak açıklığa kavuşturulması suretiyle işin esasına girilmeden bir karar verilmesi gerekmektedir.” dedikten sonra “İdare Mahkemesince, yukarıda belirtilen eksiklik giderilerek halen ÇED raporunun geçerli olduğu sonucuna varılması durumunda işin esası yönünden temyize konu karar değerlendirildiğinde;”(…) ek bilirkişi raporu alınması ya da yeniden oluşturulacak bir heyetle keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılmak suretiyle alınacak rapora göre yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir.” denilmiştir. Japonya’nın projeden çekilmesi sonrasında proje ortağı tarafından üretilen bu reaktör tipinin de üretilme olanağı kalmamıştı. Samsun 3.İdare Mahkemesi Danıştay kararına fiilen uyarak ilgili idarelerle ATMEA1 tipi reaktör konusunda yazışma yaptı. Ancak gelen yanıtlardan sonra Danıştay kararına uymadığını belirterek önceki kararında ısrar kararı vermiştir. Israr kararında; “2577 sayılı Kanun’un 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (i) bendi uyarınca ivedi yargılamaya ilişkin davalarda, ilk derece mahkemesince verilen kararlara karsı yapılan temyiz isteminin haklı bulunması halinde Danıştay’ın kararı bozmakla kalmayıp idare mahkemesi yerine geçerek gerekli inceleme ve tahkikatı yapması ve isin esası hakkında yeniden bir karar vermesi zorunlu olduğu halde, somut olayda Danıştay 6. Dairesi’nce bu gerekliliğe riayet edilmeksizin isin esası hakkında henüz bir karar verilmeden Mahkememizce verilen karar bozulmak suretiyle dava dosyasının Mahkememize gönderildiği anlaşılmış olup; bu kapsamda belirtilen yasal düzenlemeler doğrultusunda Mahkememizce isin esası hakkında verilen bozmaya konu karar dışında yeniden bir karar verilmesinin hukuken mümkün olmadığı açıktır.” şeklinde gerekçe oluşturuldu. Samsun 3.İdare Mahkemesi, böylece Danıştay’a davanın esası hakkında kararı Danıştay’ın vermesi gerektiğini hatırlattı. Bu özetlenen yargılama safahatı, TEMA Vakfı, TMMOB ve farklı çevre platformlarının açtığı davada da aynen uygulandı.

Dava dosyası temyiz başvurusu üzerine bir kez daha Danıştay’a taşındı. Samsun 3.İdare Mahkemesi ısrar kararı verdiği için dava dosyası Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na gitti. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından; “Bu durumda, ivedi yargılama usulü kapsamındaki 2872 sayılı Kanun uyarınca tesis edilen çevresel etki değerlendirmesi sonucu alınan karara karşı açılan bu davanın esası hakkında verilen kararın temyiz aşamasında, Danıştay Altıncı Dairesince, 2577 sayılı Kanun’un 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (i) bendi uyarınca, temyiz isteminin haklı bulunması hâlinde, kararı bozmakla kalmayıp İdare Mahkemesi yerine geçerek gerekli inceleme ve tahkikatı yapması ve isin esası hakkında yeniden bir karar verilmesi zorunlu olup, ivedi yargılama usulü kapsamındaki işbu uyuşmazlıkta, Mahkemece verilen kararın ısrar kararı olarak nitelendirilemeyeceği sonucuna varılmıştır.(…) Açıklanan nedenlerle, ısrar kararına konu olmayan uyuşmazlık hakkında temyiz incelemesi yapmak üzere dosyanın Danıştay Altıncı Dairesine gönderilmesine, 25/09/2023 tarihinde oybirliği ile karar verildi.” Böylece idari yargı alanındaki en yüksek merci olan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu da davada esas hakkında karar vermeyerek ilk derece mahkemesi olan Samsun 3.İdare Mahkemesi ile aynı yönde karar vererek davanın Danıştay 6.Dairesi tarafından karara bağlanmasına hükmetti.

 Bu arada davanın gönderildiği Danıştay 6.Dairesi’nin ÇED davalarına bakmasını öngören işbölümünde değişiklik yapılarak ÇED davaları Danıştay 4.Dairesi’nin işbölümü alanına alındı. Ama Danıştay 6.Dairesi’nin yerine ÇED davalarına bakan Danıştay 4.Dairesi de davanın esası hakkında karar vermeyerek daha önce Danıştay 6.Dairesi’nin verdiği kararı yineleyerek davanın reddi yönündeki ısrar kararını bozarak tekrar dava dosyasını Samsun 3.İdare Mahkemesi’ne gönderdi. Bunun üzerine üçüncü kez dava dosyası önüne gelen Samsun 3.İdare Mahkemesi’nin artık Danıştay’ın bozma kararına karşı bir kez daha davanın reddi kararında ısrar olanağı bulunmadığından bozma kararına uyularak yargılamaya devam edilmiştir. Bu aşamada bozma kararında Japonya’nın projeden çekilmiş olması ve ATMEA1 tipi reaktör konusundaki bozma gerekçeleri üzerinde durulmadı. Dava, aradan geçen 5 yılda yeni açılmış gibi bir kez daha keşif-bilirkişi incelemesi yapılmasına karar verildi. 24 Nisan 2025 tarihinde keşif yapıldıktan sonra dava dosyası bilirkişilere verildi. Bundan sonra dava bir 5 yıl daha sürecek mi? Hep birlikte göreceğiz.     

Doğal yargıç ilkesinin erozyona uğraması hukuk sisteminde çok daha yapısal hasarların oluşmaya başladığının sinyalini veriyor. Çünkü önemli davaların ilk derece mahkemeleri yerine Danıştay’da yüksek mahkeme olarak görülmesi muhalif çevrelerde de olumlu karşılanıyor. Yargıya olan güvenin azalması nedeniyle yüksek mahkemede kıdemli yargıçlarca karar verilmesi tercih nedeni olabiliyor. Ancak hukukun en temel ilkelerinden olan doğal yargıç ilkesinin zedelenmesi olağan yargılama dışında olağanüstü ve istisnai yargılama pratiklerine de kapı arayabilir. Nitekim bazı şirketler tarafından dile getirilebilen özel çevre mahkemeleri önerisi, DGM’nin çevre mahkemesi versiyonu olma riski de taşıyor. 

Nükleer Hukuk dizisinin önceki yazılarında geleceğe dair öngörü ve tahminlerde bulunabilmiştik. Bundan sonra ne zaman yazılacağını bilemediğimiz Nükleer Hukuk IV’ün konusunun neler olacağını tahmin etmek ise oldukça zor. Bu zorluğun birinci nedeni, iklim değişikliği başta olmak üzere ekolojik krizin gezegen ve insanlık için yarattığı yıkıcı riskler. Nükleer lobiler, bu krizi de fırsata çevirmek için iklim krizine karşı nükleer santralleri önermeye ve “yeşil enerji” olarak yutturmaya çalışıyorlar. Paris İklim Anlaşması ve devam eden uluslararası zirveler, şimdiye kadar iklim krizine karşı inandırıcı çözümler geliştiremediler. Muhalif hareketlerin gücü de bu olumsuz gidişi geri çevirmeye yetmiyor. İkinci zorluk, Türkiye’nin jeostratejik konumlanışı. Rusya, Akkuyu’dan sonra Sinop’ta da yatırımcı olabilir mi? ABD veya Çin olan ilişkiler nükleer alanda işbirliğine dönüşebilir mi? Bölgede İsrail ve İran ile olan ilişkilerde nükleerin önemli bir yanı var. Kanada ve Kore adı anılan diğer ülkeler arasında yer alıyor. Ukrayna’daki savaş sırasında her seferinde kıyısından dönülen nükleer patlamalardan sonra Hindistan ve Pakistan arasında nükleer savaş tehlikesi meydana geldi. Bütün bu denklemlerin nasıl evrileceği Türkiye’nin nükleer serüvenini de belirleyecek.


[1] https://yesilgazete.org › nukleer-hukuk 21 Ocak 2010

[2] Nükleer Hukuk(II) Elektrik Mühendisliği 2019 Ocak sayı 464

Kaynak: https://www.metalurji.org.tr/dergi_mm/dergi_mm09/MetalurjiMalzeme09.pdf

Nükleer Hukuk (II)

Av. Mehmet Horuş
Sinop NKP Avukatı [email protected]

Türkiye’de nükleer santral kurulur mu? Kurulmaz mı? Seksenli yıllardan itibaren nükleer karşıtı mücadelenin gündemi olan bu tartışmada artık kurulmaya başlanan Akkuyu, projelendirilen Sinop ve üçüncüsü olarak zikredilen İğneada’daki nükleer santrallar aşamasına gelindi. Türkiye’nin nükleer serüveni, somut ve güncel bir mesele haline büründü. Konunun pek çok veçhesi var. Bunlardan ilk akla gelen elbette enerji konusu oluyor. Ama enerji başlığını temel alan bir değerlendirmenin sürecin dinamiklerini ve gelişmelerin karakterini ortaya koymaya elverişli olmadığı açık. İlgili olanların çok iyi bildiği gibi Türkiye’de elektrik piyasasında arz fazlası var. Bu eğilim son on yıldır dile getirilmesine rağmen son yıllardaki nükleer santral ısrarını elektrik ihtiyacı üzerinden gerekçelendirmek mantıklı değil. Karşı tez olarak ileri sürülebilecek enerji alanındaki dışa bağımlılık ve ucuz enerji söyleminin de inandırıcılığı yok. Planlanan nükleer santrallar, hem pahalı hem de dışa bağımlılığı daha da arttırıyor. Nükleer karşıtı hareket, öteden beri bu çelişkileri ifşa ederek ve sorunun siyasal bir tercih sorunu olduğunu anlatarak bugünlere geldi.

Türkiye’de nükleer santral kurulup kurulmayacağına ilişkin on yıl önce Nükleer Karşıtı Platform’da (NKP) yaptığımız değerlendirmede; “Türkiye’de rejimin otoriterleşme eğilimlerine bakarak öngörüde bulunulabileceğini”1 net bir biçimde ortaya koymuştuk. Gelişmeler bu tespitimizi doğruluyor. Rejimin otoriterleşme eğilimleriyle aynı dozda nükleer ısrarı da arttı. Nükleer, hem AKP’nin dış politikada edinmeye çalıştığı vizyon hem de içerideki baskı ortamı için iyi bir enstrüman sunuyor. Bu nedenle nükleerle ilgili gelişmeleri anlamak için en başta bir demokrasi sorunundan konuştuğumuzu her fırsatta hatırlamamızda fayda var. Hukuksal gelişmeleri de bu eksende anlamlandırabiliriz.

Hiçbir çevre problemi tek başına doğal varlıkların kirlenmesiyle sınırlı kalmaz. Her zaman çevre kirliliğine, sosyal, siyasal, ahlaki ve hukuksal bir kirlilik eşlik eder. Doğal varlıkların kendi içsel değerlerini ihmal eden insan-merkezci bir yaklaşıma sahip olsanız dahi, toplum yararına aykırı her pratiğin önüne geçmek için bir dizi kirlilikle baş etmek zorundasınız. Bu kirlenmede hukuka başat bir rol biçmiyoruz. Edip Cansever’in “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu. Birinciliği beyaza verdiler” dizelerindeki “beyaz” yerine konulacak bir hukuk standardımız olmadığı malum. Ama birincilik anlamında değil, ilk olma anlamında, Türkiye’nin nükleer icraatındaki kirlenme hukukta başladı. Akkuyu’nun startı, “aleyhine dava açılamayacak bir formül” deklarasyonuyla uluslararası anlaşmayla verildi. Uluslararası sözleşme “formülü”, Mersin ve Sinop halkı başta olmak üzere nükleere karşı çıkan yurttaşların adalete erişim hakkının ihlalinin ötesinde, yasama yetkisinin de aşılması anlamına geliyor. “Anlaşılan nükleer felaket, ilk etkilerini hukuk alanında gösterecek. Nükleer enerjiden önce nükleer hukuk ile tanışacağız. Zararları sınır tanımayan, önlenemez ve tahrip gücü yüksek bir hukuksal felaketle karşı karşıyayız. Nükleer hukuk.”2 Sekiz yıl önceki bu tespit sonrasında hukukumuzda yaşanan nükleer etkilere bakabiliriz.

Hukuksal Güvenlik

Nükleer, otoriter bir rejime çift yönlü katkı sağlıyor. İlk olarak jeostratejik güç, nükleer silah teknolojisi, enerjinin yüksek temerküzünün iktidarın da tek elde toplanmasına hizmet etmesi, gizlilik, ulusal güvenlik ve devlet sırrı kalkanıyla otoriter bir rejimin inşasında siyasal iktidarın elini güçlendiriyor. Diğeri ise bir kere nükleere sahip olduktan sonra ilgili, ilgisiz toplum yaşamının her alanına müdahale edilebilecek bir ulusal güvenlik gerekçesi oluşturuyor. Kalkınma propagandası ve teknoloji fetişizmiyle nükleerin yol açtığı bu yaralar ve kayıplar üzerinde pek durulmuyor. Demokrasi ve hukuk standardı gelişmişlik hesaplarında dikkate alınmıyor.

Gaziemir Davası

Türkiye’de henüz bir nükleer santral olmamasına rağmen “çevre” duyarlılığı ve koruma çalışmaları açısından görece ileri sayılabilecek İzmir’in göbeğinde, Gaziemir’de nükleer atık çubukları bulundu.

1940’lı yıllardan 2010 yılına kadar faaliyeti süren kurşun fabrikası, çevre gazetecisi Serkan Ocak’ın haberine3 kadar sadece kurşun atıklarıyla gündemdeydi. Haberde özetle; Gaziemir’de kurulu bulunan kurşun üreten fabrikanın atıklarını arazisindeki toprağa gömdüğünün ortaya çıktığı, toprak altındaki atıkların zehir kusmaya başladığı, Türkiye Atom Enerji Kurumu’nun (TAEK) alandaki ilk radyasyon tespitini 2007 yılında yaptığı, raporlara göre radyasyonun fabrikanın nükleer santrallarda kullanılan nükleer çubukların eritilmesiyle oluştuğu, bu maddelerin Türkiye’ye yasal girişinin olmadığı, raporların Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Gaziemir Kaymakamlığı, Gaziemir Belediyesi’ne bildirildiği anlatılmaktaydı. Haberin yayınlanması üzerine, çok sayıda kurum tarafından İzmir Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunuldu. Radyasyon ölçen cihazla alanda yapılan ölçümlerde zaman zaman Fukuşima’ya yakın rakamlar tespit edildi. Daha sonra mahallede oturan diğer şikayetçilerin de katıldığı başvurular üzerine sadece şirket yetkilileri hakkında “çevreyi kasten kirletmek” suçundan dava açıldı. Ama TAEK raporu gözetilerek ortada suç teşkil eden hiçbir eylem bulunmadığının anlaşıldığı gerekçesiyle dosya kapatıldı. Halbuki TAEK, hakkında suç duyurusunda bulunulan kurumların başında geliyordu ve görevinin gereğini yerine getirmediğini ispatlamak için başkaca bir kanıta ihtiyaç yoktu. 16 Nisan 2007 tarihinde İzaydaş tesisi girişinde fabrika atıklarını taşıyan bir aracın geçişi sırasında sabit radyasyon ölçüm cihazının alarm vermesi üzerine atıklarda nükleer bulaşık olduğu ortaya çıkmıştı. 30 Nisan-1 Mayıs 2007 tarihleri arasında 6 aydır atık depolarında bekletilen ve İzaydaş’a gönderilecek yaklaşık 1.100 ton cüruf üzerinde yapılan ölçümlerde doğal radyasyon seviyesinin üzerinde artışlar tespit edilmişti. TAEK dışında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Gaziemir Kaymakamlığı, Gaziemir Belediyesi’ne bildirildiği halde, yetkili ve görevli idareler tarafından hiçbir önlem alınmamıştı.

Gaziemir olayı, nükleer bir tehlike karşısında yurttaşların hiçbir hukuksal güvenliğinin olmadığını göstermektedir. Kurulması düşünülen santrallardan kaynaklanacak benzer bir felakette de yıllarca gerçekler gizlenebilir ve olaylar örtbas edilebilir.

Akkuyu Davası

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye-Akkuyu Sahası’nda Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşma’yı Rusya, 19.11.2010 tarihinde onaylamıştır. Rusya ile olan jeopolitik ve askeri hesaplar, Akkuyu’nun da seyrini doğrudan belirliyor. Türkiye’nin nükleer serüvenini yakından izleyen ve alanındaki en yetkin isimlerden Prof. Dr. Tolga Yarman’ın deyimiyle; askeri ve sivil nükleer teknolojinin amaçları çok farklı olsa da, tıpatıp aynı doğrultuda gelişirler. Bunun bütün ülkelerde böyle olduğuna dikkat çeken Yarman’a göre; “nükleer santralin modeline ilişkin tercihler bile siyasi bir tercihtir.”4

Rusya ile imzalanan anlaşmaya karşı etkili bir hukuksal yol kalmadığından Akkuyu ile ilgili temel hukuksal süreç, ÇED aşamasında gündeme gelebildi. Daha önce açılan üst ölçekli plan davalarında verilen iptal kararları da usulen verilmiş gibi yeni plan onaylarıyla bertaraf edildi.

Bir kere nükleere sahip olduktan sonra ilgili, ilgisiz toplum yaşamının her alanına müdahale
edilebilecek bir ulusal güvenlik gerekçesi oluşturuyor. Kalkınma propagandası ve teknoloji
fetişizmiyle nükleerin yol açtığı yaralar ve kayıplar üzerinde pek durulmuyor. Demokrasi ve hukuk standardı gelişmişlik hesaplarında dikkate alınmıyor.

Nükleerle ilgili bu ilk ÇED sürecinde yapılan Halkın Katılımı Toplantısı’na, yöre halkı ve nükleer karşıtları alınmadı. Daha sonra düzenlenen İnceleme Değerlendirme Toplantısı’na da kimse alınmadı. Çevre hakkının temeli sayılan katılım ve bilgiye erişim hakları karşısında “güvenlik” düsturu yine hakim oldu. ÇED olumlu kararının iptali istemiyle açılan dava, ivedi yargılama usulüne tabi olmasına rağmen üç yılda karara bağlandı. ÇED davalarında yapılan keşif-bilirkişi incelemesi sonucunda düzenlenen bilirkişi raporunun karar aşamasında belirleyici olduğu biliniyor. Akkuyu keşfi, basının ifadesiyle “VIP keşif” şeklinde yapıldı. Bilirkişilerin ve mahkeme üyelerinin Akkuyu’nun yüklenicilerine  ait  ve  santralın  ünitesi  olarak inşa edilmiş otelde konaklamaları da cabası. “Güvenlik” parolası duruşma günü de devredeydi ve Danıştay’ın tanık olduğu en sıra dışı güvenlik tedbirleriyle duruşma yapıldı. Dava dosyasında yer alan belgeler, Danıştay’ın resmi ara kararıyla “güvenlik” gerekçesiyle davacı avukatlarına verilmedi. Böylece nükleerin zararlı etkileri, yargıya da sirayet etti. Nihayetinde Danıştay 14. Dairesi, basit bir taş ocağı ÇED davasında bile şimdiye kadar gözettiği kendi içtihatlarını yok sayarak davayı reddetti. Ret kararıyla Akkuyu için hazırlanan ÇED raporuna hukuka uygunluk payesi verilmekle kalınmadı. Çevre Hukuku alanında şimdiye kadar elde edilmiş bütün hukuksal kazanımlar nükleer sevdasına feda edildi.

Sinop Davası

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye-Akkuyu Sahası’nda Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine Japonya ile Türkiye arasında 3 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Japonya Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Nükleer Güç Santrallerinin ve Nükleer Güç Sanayisinin Geliştirilmesi Alanında İşbirliğine İlişkin Anlaşma imzalandı. Ama tüm dünyanın bildiği nükleer santral kararına anılan sözleşmenin imzalanmasından 2 yıl sonra tamamlanarak 16 Kasım-15 Aralık 2015 tarihleri arasında askıya çıkan ve onaylanan Çevre Düzeni Planı’nda rastlanmamaktadır. Sinop’ta yapılması planlanan nükleer santral, çevre düzeni planlarında gizlenmeye devam ederken şimdiden 650.000 ağaçlık orman ekosistemi yok edildi.

Nükleer, kendi kulvarının dışına taşan, bütün bir hukuk sistemini işlemez hale getiren bir mecraya doğru ilerliyor. Hukuk sistemimizin maruz kalacağı radyoaktif etkiler,NDK’nın müdahale alanına giren diğer kanunlarla sınırlı kalmayacak.  

Nükleerciler, Akkuyu’dan edindikleri tecrübelerini Sinop’ta sınamaya çalıştılar. Çevresel Etki Değerlendirme sürecinde yapılması zorunlu olan Halkın Katılımı Toplantısı, bilerek kent merkezinin uzağındaki bir kampusta yapıldı. Toplantı salonu bir gün önceden kolluk güçleri tarafından ablukaya alındı. Toplantı saati yaklaştığında halkın nükleeri savunduğu mizanseni için, AKP teşkilatlarından insanlarla salon dolduruldu. Sinop milletvekili, Belediye Başkanı, kitle örgütleri, sendikalar ve herkesimden Sinoplu’nun toplantıya katılması engellendi. Toplantıya alınmayan halk, Sinop Valiliği’ne katılımlarının engellenmemesi için yazılı başvuruda bulundu. Ama Valiliğe dilekçe vermeye gidenler hakkında daha sonra soruşturma başlatıldı. Katılım talebi, suç unsuruna dönüştürüldü.

Sinop NGS ÇED başvurusunu yapan şirket, EUAS International ICC Merkezi Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi. ÇED sürecinde yetkilendirilmiş ENVY Enerji ve Çevre Yatırımları A.Ş.’nin ise resmi olarak yerli bir şirket olarak kurulan ama referanslarından Sinop NGS için kurulan uluslararası bağlantılı bir şirket olduğu anlaşılıyor. İşte bu şirketlerin organize ettiği halkın katılımı toplantısı, Sinop Halkı’ndan kaçırıldı.

702 Sayılı KHK

Yukarıda ana hatlarıyla özetlediğimiz gelişmelerin kurumsal bir yapıya kavuşturulması aşamasına da gelindi. Nükleer Düzenleme Kurumunun Teşkilat ve Görevleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 9 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. 702 sayılı KHK’de nükleerle ilgili “tarafların sorumluluklarını ve bu faaliyetler üzerinde düzenleyici kontrol yetkisini haiz Nükleer Düzenleme Kurumu’nun teşkilat, görev, yetki ve sorumlulukları” belirlenmiştir. Böylece nükleer ile ilgili her türlü düzenleme yetkisi Nükleer Düzenleme Kurumu’na (NDK) verildi. Nükleer faaliyetlerin yürütüldüğü alanlar, kurumun kontrolüne bırakıldı. Nükleer Düzenleme Kurumu’na görev ve yetki alanındaki ilgili konularda, diğer yasal düzenlemeler ve idari yapıların üzerinde mutlak yetki tanındı. 4708 sayılı Yapı Denetimi Kanunu ve 3194 sayılı İmar Kanunu nükleerle söz konusu olduğunda devre dışı bırakıldı. Aynı şekilde hazırlanacak Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’nun radyolojik etkilerle ilgili bölümlerinin Nükleer Düzenleme Kurumu tarafından belirleneceği düzenlenerek, Çevre Kanunu ve ÇED Yönetmeliği alanına da müdahale edildi. Kurul üyelerinin göreve başlamadan önce Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu huzurunda yemin edecekleri düzenlendi. 2547 sayılı YÖK Kanunu, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun  NDK’yı  ilgilendiren  bölümleri  702  sayılı KHK’ye tabi hale geldi. Nükleer ile ilgili davalarda NDK’yı temsil edecek avukatlara Türkiye Barolar Birliği’nin belirlediği avukatlık asgari ücret tarifesindeki miktarın 15 katına kadar ödeme yapılması planlandı. Bir milyon TL sermayesi Hazine tarafından karşılanacak Nükleer Teknik Destek Anonim Şirketi (NÜTED A.Ş.) adı altında bir şirket kurulmasına karar verildi. Bütün bu düzenlemelerin bir parçası olarak da TAEK, NDK’ya devredildi. NDK’ya bu düzenleme alanı ve yetkileriyle “devlet içinde devlet” demek abartı sayılmamalı.

Bu gelişmeler ve sonuçları, nükleerin yol açtığı hukuka aykırılıklardan ibaret değil. Nükleer, kendi kulvarının dışına taşan, bütün bir hukuk sistemini işlemez hale getiren bir mecraya doğru ilerliyor. Hukuk sistemimizin maruz kalacağı radyoaktif etkiler, NDK’nın müdahale alanına giren diğer kanunlarla sınırlı kalmayacak. Eğer nükleeri durduramazsak; bu yazı dizisinin üçüncüsünde, şimdilik nükleerle hiç ilgisi olmadığını düşündüğümüz başka hukuksal konularda nükleerin tahrip gücünü örneklemek zorunda kalacağız.

1- Elektrik Mühendisliği, 434. sayı, s.95 Ankara 2008

2- HORUŞ, Mehmet https://yesilgazete.org/blog/2010/01/21/nukleer-hukuk/

3- OCAK, Serkan “İzmir’in Çernobil’i, İlk Nükleer Çöplük İzmir’de” Radikal Gazetesi 3 Aralık 2012

4- YARMAN, Tolga “Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması” İstanbul Okan Üniversitesi Yayınları 2011

Kaynak: https://www.emo.org.tr/ekler/dcb31a3e7f23b60_ek.pdf?dergi=1173

Nükleer Hukuk (I)

Av. Mehmet HORUŞ

Nükleer santraller ile ilgili Türkiye-Rusya Hükümetleri arasında  imzalanacak ikili bir anlaşma ile Türkiye’nin ulusal yasalarının by-pass edilmesi planlanıyor. Şu anda T.Erdoğan’ın “arkadaşları”’nın üzerinde çalıştığı bu formül ile; uluslar arası yasalara karşı Anayasa Mahkemesi’ne Anayasaya aykırılık iddiasıyla dava açılamadığından bu yolun tercih edildiği bildiriliyor. Uluslararası anlaşmalara karşı Anayasa Mahkemesi’ne dava açılamadığı doğru. Ama hükümetin yargı kararlarını yok sayma niyetini açıkça dile getirerek, hükümetler arası ikili bir protokolü uluslarası anlaşma olarak gösteren giriştiği bu yeni çabaların yeni bir hukuksuzluk olduğu açık. Ayrıntılar geldikçe değerlendirmelerimizi paylaşırız. Şimdilik üç noktanın altı çizilebilir.

1-Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararı ortada dururken bu protokolü imzalamak açıkça Anayasa’nın 138.maddesine göre suçtur. Çünkü yargı kararları uygulanmıyor.

2-Anayasa Mahkemesi’nin pek çok kararında tekrarladığı gibi Hukuk Devleti: Yasaların kamu yararına olduğu devlettir. Akkuyu ve Sinop halkının tepkisiyle birlikte bu konuda kamu yararı olmadığı açıktır.

3-Her ne kadar uluslarası anlaşmalar aleyhine Anayasa Mahkemesine iptal davası açılamasa da; bir uluslararası anlaşmaya Türkiye’nin taraf olması için TBMM’den  söz konusu anlaşmanın kabul edildiğine dair kanun çıkarılması gerekiyor. İşte bu uygun bulma kanunu aleyhine Anayasa Mahkemesi ne iptal davası açılabilir.

Bunları hükümetin hukuk danışmanlarının bilmemesi mümkün değil. Oldubittiye getirerek, yargının yavaş işlemesini lehlerine çevirerek bir formül aradıkları kesin. Anlaşılan nükleer felaket, ilk etkilerini hukuk alanında gösterecek. Nükleer enerjiden önce nükleer hukuk ile tanışacağız. Zararları sınır tanımayan, önlenemez ve tahrip gücü yüksek bir hukuksal felaketle karşı karşıyayız. Nükleer hukuk…

Kaynak: https://yesilgazete.org/nukleer-hukuk/

Gerçek olanın eleştirisi

Zehra Güneş

Var olan gerçeklikler ile olması gereken ve insanın kendi yarattığı gerçeklikler arasında belirgin farklar bulunmaktadır. Bu gerçeklikleri üç ana başlık altında sınıflandırmak mümkündür: toplumsal gerçeklikler, bireysel gerçeklikler ve evrensel gerçeklikler. Bu çalışmada esas olarak bireysel ve toplumsal gerçeklikler üzerinde durulacaktır.

İçinde bulunduğumuz sistemde her birey, öncelikle tek başına var olan bir özne olarak kabul edilir. Bu bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu kümeye ise toplum adı verilir. Tarihsel sürece bakıldığında, yaklaşık iki milyon yıl önce insanlar yalnız başına avlanan, barınan ve yalnızca kendini koruma içgüdüsüyle hareket eden varlıklardı. Bu dönem, paleolitik çağ olarak adlandırılır.

Paleolitik çağ, insanlık için oldukça uzun bir evredir. Bu dönemde insanlar yalnızca kendi eksenlerinde hareket ederken, yaklaşık 10 bin yıl önce bu eksenden çıkmaya karar verdiler. Bu dönüşüm uzun bir süreçtir ve çeşitli etkenlerin etkisiyle gerçekleşmiştir. Doğa koşulları, korunma içgüdüsü ve bunun günümüzdeki karşılığı olan “birliktelik” kavramı, toplumun oluşumuna zemin hazırlamıştır. Başlangıçta 20 kişilik gruplardan oluşan bu topluluklar, yaklaşık 7 bin yıl önce 600 kişilik kabilelere dönüşmüştür. Bu dönüşüm, yerleşik hayata geçişi, kentleşmeyi, üretim fazlasını ve diğer kabilelerle ticaretin başlamasını beraberinde getirmiştir. Ticaret, güçlü kentler arasında rekabeti doğurmuş; rekabet ise savaş ve şiddeti kaçınılmaz kılmıştır.

İlk başta insan dışındaki varlıklardan korunmak amacıyla bir araya gelen bireyler, kısa bir süre sonra (yaklaşık 3 bin yıl içinde) kendi türlerinden korunmak için büyümeye başlamışlardır. Bu büyüme, bireyin değil, sahip olduğu maddi varlıkların korunmasına yönelik bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu tarihsel süreç, bireysel gerçeklikten toplumsal gerçekliğe geçişin temelini oluşturur. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Başlangıçta bu kadar sade olan yaşamı nasıl bu denli karmaşık hale getirdik? Olması gereken bireysel gerçeklik midir, yoksa toplumsal olan mı?

Bu soruya yanıt aramadan önce “toplumsal gerçeklik” kavramını açıklamak gerekir. Günümüzde toplumsal gerçeklik, çoğunluğun oluşturduğu ahlak yasalarına dayanmaktadır. Bu ahlakın temelinde ise din yer alır. Bireyin kendisinde bulduğu eksiklikler, tanrısal bir otorite aracılığıyla meşrulaştırılır ve toplumun geneline dayatılır. Böylece bireyde doğan eksiklik, bireyin tekelinden çıkarak “toplumun eksikliği” olarak etiketlenir. Bu eksikliği kabullenip ona göre yaşadığımızda, toplumun ahlaki normlarına uymuş oluruz.

Bireyin gerçekliği, başkalarının sınırlarına müdahale etmediği sürece geçerlidir. Kendi çemberinde varlığını sürdürebileceğine inanıyorsa, bu mümkündür. Ancak toplumsal gerçeklik göz ardı edilemez. Mevcut sistem içinde yaşayabilmek için diğer bireylerle uyum sağlamak gerekir. Örneğin, sistemin en büyük sorunlarından biri olan iktidar olgusu, bireyin tek başına değiştiremeyeceği bir yapıdır. Bu nedenle, başka bireylerin gücüne ihtiyaç duyulur. Güç, iktidara karşı örgütlenme ile mümkündür. Bu noktada bireysel gerçeklik ortadan kalkar; var olabilmek için topluma ihtiyaç duyulur. Çünkü birey, toplumun bir parçasıdır.

Bu gerçeklikler, insanın oluşturduğu sistem içindeki gerçekliklerdir. Dolayısıyla, insan tarafından yaratıldıkları için yine insan tarafından değiştirilebilirler. Bu durum trajikomik bir çelişkiyi ortaya koyar: Bozabileceğimiz bir şeyi yaratıyoruz; peki, neden bozuyoruz?

Bireysel ve toplumsal gerçekliklere değindikten sonra, asıl değiştirilemez olan evrensel gerçekliklere geçmek gerekir. Evrensel gerçeklikler, insan tarafından yaratılmamıştır; her zaman var olmuşlardır ve yalnızca insanı değil, tüm varlıkları kapsar. Bu gerçeklikler, insanın güdüleri ve duygularının ötesindedir. Evrensel gerçekliklere uyum sağlandığında, birey varlığını en mutlu şekilde sürdürebilir. Bu süreci bireyde başlatıp topluma yaymak, mutluluğun en üst düzeyine ulaşmayı mümkün kılar.

Evrensel gerçekliğin temelinde doğa yasaları yer alır. Bu yasalara uyulduğu sürece süreklilik sağlanabilir; karşı gelindiğinde ise kaos kaçınılmazdır. Günümüzde, insanlık kendi türünün sonunu getirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doğa tahrip edilmekte, ekosistem bozulmaktadır. Ancak doğa yok olmaz; insana yaptıklarını mutlaka ödetir. Doğa, kendi kendini var edebilir; insan ise doğa olmadan var olamaz.

Bugün karşı karşıya olduğumuz ölümcül bir virüs, insanın kırılganlığını gözler önüne sermektedir. Aynı zamanda, insanın hareketsizliği doğanın kendini yenilemesine olanak tanımıştır. Bu durum, insanın muazzam olmadığını; muazzam olana kafa tuttuğunu göstermektedir. Kaybedeceğimizi bile bile…

Sonuç olarak, yaşam zor değildir; biz onu zorlaştırıyoruz.

BATI AKDENİZ HAVZASI, BÜYÜKMENDERES HAVZASI, KUZEY EGE HAVZASI DEĞERLENDİRMESİ

Muğla Su İnisiyatifi tarafından oluşturulan bu rapor, Türkiye’deki Batı Akdeniz, Büyük Menderes ve Kuzey Ege havzalarına ilişkin su tahsis planlarını eleştirel bir şekilde incelemektedir. Yazı, bu planların mevcut yasalara, uluslararası anlaşmalara ve iklim değişikliği gerçeklerine aykırı olduğunu savunmaktadır. Özellikle, su tahsisinde içme suyu ve çevresel ihtiyaçlar yerine sanayi, enerji ve madencilik gibi sektörlere öncelik verilmesi eleştirilmektedir. Belge, bu durumun su kaynaklarının tükenmesine, çevresel yıkıma ve gıda güvenliğinin tehlikeye girmesine yol açabileceğini belirtmektedir. Ayrıca, termik santrallerin faaliyetlerine devam etme planlarının yargı kararlarına aykırı olduğu ve halkın karar alma süreçlerine katılımının dışlandığı vurgulanmaktadır.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’e açık mektup

Bilge Seçkin Çetinkaya

Türkiye’nin taraf olduğu Paris İklim Anlaşması uyarınca, küresel sıcaklık artışını 1.5°C ile sınırlama hedefi, taraf devletler açısından bağlayıcıdır. Torba Yasa ile madencilik, termik santral ve arazi kullanımına dair getirilen kolaylıklar bu hedefi doğrudan tehdit etmektedir.

Doğa koruma mevzuatını işlevsiz hale getiren değişiklik paketi, ülkenin dört bir yanında ormanlar yanarken kesintisiz 26 saatlik komisyon toplantısından geçmesinin ardından TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Daha önce “İklim Yasası” adı kullanılarak getirilen emisyon ticaret yasası ile birlikte, son yılların en büyük ekolojik yıkım programının uygulanmasına başlandı. Torba yasanın geçirilmesi için çalışmaya ara verme takvimi uzatılan TBMM Genel Kurulu’ndaki görüşmeler sırasında, iktidar milletvekillerinin hırsı ve tahammülsüzlüğü muhalif milletvekillerine saldırganlık boyutuna ulaştı. Temmuz ayının ortasında Ankara’da yaşanan sel felaketi ve Akbelen köylülerinin Meclis önündeki feryatları arasında ekolojik yıkım yasaları kabul edildi.

Torbanın dibi delik

Çevre Kanunu, İmar Kanunu, Maden Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Mera Kanunu, Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun, Orman Kanunu, Kamulaştırma Kanunu ve Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun’da yapılan değişikliklerle neredeyse çevre ile ilgili bütün temel kanunlarda değişiklik yapıldı. Bu değişiklikler, hukuksal açıdan “kanun” olarak nitelendirilecek genel ve asli kurallar getirmekten çok uzakta kalıyor. Şeklen “kanun” olarak görünse de tek tek somut olaylar, belli bir şirket veya proje için doğa lehine konulmuş kuralları ortadan kaldırıyor. Yasama faaliyeti, şirketler için operasyonel kararlar üretmek için araçsallaştırılıyor. Maden sahibi ya da ortağı milletvekilleri, kanun teklifindeki imzalarıyla yapılan operasyonu üstlendiler. Bu yaklaşımla yasama tekniği açısından getirilen düzenlemelerdeki eksiklikler de ikinci planda kaldı. Daha sonra yeni torba paketlerle bu kusurları gidermeye çalışacaklarını ve bu vesileyle şirketler lehine yeni fırsatlar yaratacaklarını tahmin etmek zor değil. Mevzuat, her aşamada daha delik deşik ve sistematik yapısını kaybetmiş olacak. Yama tutmayıncaya kadar bu yolda ısrar edecekler. Şimdilik değişiklikler serisinin ilkini görmüş olduk.

Bu değişiklikler muhalefet tarafından Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) taşınacak ve AYM’nin bir an önce karar vermesi için kampanyalar düzenlenecek. AYM’nin kendi içtihadını da çiğneyen bu değişiklikleri iptal edeceği konusunda ise son dönem kararları olumsuz sinyaller veriyor. AYM, bu kez “sürdürülebilir kalkınma”, “sürdürülebilir çevre” diyerek 20 yıl önceki kararlarının aksine bir tutum alabilir.

Pakette kanunla düzenlenmesi gereken konular, yönetmeliklere bırakıldı. Yürütmenin insafına terk edilen bu yönetmelikler hakkında Danıştay’a çok sayıda iptal davası açılacak. Danıştay’da önceki Madencilik Faaliyetleri İzin Yönetmeliği davaları, sonrasında zeytinlik alanlarla ilgili çıkartılan Maden Uygulama Yönetmeliği Değişikliği için açılan dava gibi çok sayıda davalar açılacak. Danıştay’daki bu davalarda Anayasa’ya aykırılık temel iptal nedeni olarak öne çıkacağından, AYM’nin vereceği karar belirleyici olacak. Cumhurbaşkanlığı’na bağlı ve “süper izin” yetkisi verilen kurulun faaliyetleri de yönetmelikle düzenleneceğinden şimdilik ne ile karşılaşacağımız tam bir belirsizlik içeriyor. Ama hem bu yönetmelik hem de kurulun alacağı kararlar da Anayasa’ya aykırılık iddialarıyla açılacak davalara konu olabilecek. Asıl önemli dava yükü, ilk derece mahkemelerindeki çevre davalarında. ÇED izinleri, ormanlık alanlar, mera alanları, zeytinlik alanlar, ruhsat ve diğer izinler hakkında açılan davalarda yapılan yasal değişikliklerin Anayasa’ya aykırılığı gündeme gelecek. Çevre davalarında alışık olduğumuz keşif-bilirkişi süreçleri ve bilirkişi raporlarının davalardaki önemi geri planda kalabilir.

Torba Kanun’un Resmi Gazete’de yayımlanmasıyla Türkiye’de açılacak çevre davalarının büyük bir bölümü AYM’nin vereceği karara kilitlenecek. Bu nedenle TBMM muhalefetinin AYM’deki iptal başvurusu, ekoloji hareketleri için ortak bir ana dava niteliği kazanacak. Torba Yasa’nın en somut hukuksal sonucu, AYM önünde “çevre davaları torbası” yaratması olacak. Yeni açılacak her çevre davasını, AYM’de de açılmış kabul edebiliriz.

Zeytin kardeşliği

Siyasal iktidarın ekolojik yıkım getiren her düzenlemesinde olduğu gibi bu son yıkım paketi de genel gerekçe ve madde gerekçelerinde “yeşil”, “yenilenebilir”  ve “çevreci” makyajla sunuldu. Doğal varlıklar üzerinde yaratacağı yıkıcı etkiler yanında Çevre Hukuku alanındaki en önemli kazanımlardan olan katılım ilkesi, yasama sürecinin her aşamasında yok sayıldı. Komisyon toplantısına girmek isteyen hukukçular yerlerde sürüklenerek, köylülere ve ekoloji aktivistlerine Meclis giriş yasağı getirilerek katılım hakkını hatırlatmalarına bile izin verilmedi. 1972 yılında BM’nin çevre hakkını kabul etmesinden 1992 Rio Zirvesi’ne ve sonrasında çevre alanındaki ileriye dönük her adımda çevresel karar alma süreçlerinde katılım mekanizmaları güçlendirildi. Evrensel hukuk normu haline gelmiş son yarım asırlık bütün hukuksal kazanımlar yok sayılıyor. Bu geriye gidiş kadın hareketi açısından İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecine benzetilebilir. Ama bundan çok daha fazla bir düşüş söz konusu.

Torbada zeytinliklerden başka ve çok fazla sakıncalı düzenleme olduğu ilgili herkesin malumu. Hatta paketin zeytinliklerle sınırlı ele alınması kampanya gruplarında sert bir biçimde eleştiriliyor. Zeytinin mitolojik imgesi, tasfiye edilmek istenen üretici köylülüğün toprakla bağını görünür kılması, kapitalist yağmanın dolaysız anlatımı olması nedeniyle ekolojik yıkıma karşı mücadelenin simgesi haline gelmesini sağladı. Cihatçı çetelerin Afrin’deki zeytin ağaçlarını sökmesi, Filistin topraklarındaki zeytin ağaçlarına İsrail’in yaptıkları, zeytini koruma mücadelesini sermayeye ve dünyadaki gericiliğe karşı mücadele açısından da simgesel hale getiriyor.

Hukuksal açıdan da 1939 tarihli Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, daha önce şirketler için defalarca aşılmaya çalışılmasına rağmen kamuoyu tepkisiyle geri çekilmişti. Bu son değişiklik hamlesi ise bu kez TBMM’den geçerek ekoloji mücadelesinde yeni bir evreye girilirkenki tarihsel kırılma momenti oldu. Diğer bir değişiklik başlığı olan acele kamulaştırmaların ilgili olduğu Milli Müdafaa Mükellefiyet Kanunu da 1939 tarihli. Orman Kanunu 1956 tarihli; ama 1937 tarihli Kanun’un geliştirilmesi şeklinde düzenlenmiş. Aynı şekilde 1998 yılında çıkan Mera Kanunu’nda 1927 yılına kadar götürülebilecek Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren getirilen düzenlemeler, günün ihtiyaçlarına göre bu tarihte yenilenmiş. Paketle gelen bu en son yasal değişiklikler, Cumhuriyet’in ilk döneminden itibaren bugüne kadar geliştirilen 100 yıllık doğa koruma mevzuatından tarihsel bir geriye düşüştür. Ekoloji hareketleri yaratacağı yıkımın ağırlığını bilerek yasama sürecindeki kararlı duruşlarını büyüteceklerini TBMM’deki oylama sonuçlandığı anda ilan ettiler.

Ekolojik yıkım paketi TBMM’den geçmiş oldu. Daha önce de pek çok ekolojik konuda dönemsel olarak ya da sorun odaklı popüler gündemler oldu. Bergama veya Cerattepe direnişleri, Gezi süreci, hayvan hakları ile ilgili yasa değişiklikleri gibi ülke geneline yayılan ekolojik tartışmalar yaşandı. Son bir ayda ise toplumun farklı kesimlerinden ve siyaset yelpazesinin her kanadından ekolojik konularla ilgili daha esaslı ve kalıcı tutum alışları görüyoruz. Ekoloji hareketleri, çoğulcu ve çok renkli muhalefet yapma biçimiyle CHP ve DEM Parti haricinde muhalif partilerini de “Toprağımızı Vermeyeceğiz” talebi etrafında bir araya getirmeyi başardı. Katılım kapılarını kapatan, tekçi, dayatmacı ve otoriter siyasete karşı yerel, inisiyatif tanıyan, çoğulcu bir muhalefet örneği sergilendi.

Yasa değişiklikleri geçmiş olmasına rağmen ekoloji hareketleri, bu bir aylık mücadelede ülke siyasetine yön verme kapasitesinin farkına varan bir özgüven kazandı. Bu kazanımda kaybedilen oylamayı doğa ve yaşam alanlarımız için geri çevirecek çok fazla ipucu yer alıyor. (MH/TY)

Kaynak: https://bianet.org/yazi/hazine-ve-maliye-bakani-mehmet-simseke-acik-mektup-309546

Digital Düzen: Yeni Ağalar, Yeni Köleler?

Yusuf ÜÇAY

Merhaba! Etrafımızdaki dijital dünyayı hiç düşündünüz mü? İnternet, sosyal medya, akıllı cihazlar… Hayatımızı kolaylaştıran bu araçlar, farkında olmadan bambaşka bir düzen mi yaratıyor? Tıpkı eskiden toprak ağalarının her şeye sahip olduğu gibi, şimdi de bilginin ve platformların yeni ağaları mı var? Gelin, bu konuya biraz yakından bakalım.
Sanal Topraklar ve Görünen Olaylar

“Dijital feodalizm” kulağa ilk başta biraz sert geliyor, değil mi? Ancak etrafımızdaki durumlar, bu benzetmenin hiç de yabancı olmadığını gösteriyor. Günümüzün devasa dijital platformları, sadece birer hizmet sağlayıcı olmaktan çıktı; adeta yeni çağın toprak ağalarına dönüştüler. Ürünlerinizi satmak istediğinizde, müşterilere ulaşmak için Instagram’ın, Etsy’nin veya Amazon’un kapısını çalmak zorundasınız. Bu platformlar size küresel bir pazarın kapılarını açarken, karşılığında her satıştan komisyon alıyor, algoritmalarıyla görünürlüğünüzü belirliyor ve kurallarını diledikleri zaman değiştirme hakkını saklı tutuyorlar. Tıpkı bir köylünün ağanın toprağında çalışması gibi, siz de bu sanal topraklarda onların belirlediği şartlarda var olmaya çalışıyorsunuz.

Kendi 3D yazıcınızla benzersiz tasarımlar üretiyor, tamamen size ait bir değer yaratıyorsunuz. Bu, bireysel üretim ve girişimciliğin zirvesi gibi görünebilir. Ancak bu ürünleri satmak veya hizmetlerinizi duyurmak için yine büyük dijital ağlara bağımlı kalıyorsunuz. LinkedIn’deki profesyonel ağınız, Facebook’taki reklamlarınız ya da Etsy’deki mağazanız olmadan geniş kitlelere ulaşmanız neredeyse imkânsızlaşıyor. Kendi emeğinizle yarattığınız değeri pazara sunarken, gelirinizin önemli bir kısmını veya ürünlerinizin görünürlüğünü bu platformların insafına bırakmak zorunda kalıyorsunuz. Bu, modern bir dijital bağımlılık değil de nedir? Piyasanın “serbest rekabet” olarak sunduğu bu ortamda, aslında oyunun kuralları belirli büyük oyuncular tarafından konuluyor ve küçükler bu kurallara uymak zorunda kalıyor. Bu durum, yalnızca ekonomik bir kısıtlama değil, aynı zamanda yaratıcı ve girişimci ruhun da bir nevi platform zincirine vurulması anlamına geliyor.

Sosyal Medya ve Bilgi Akışının Perde Arkası:

Sosyal medya hepimizin hayatında büyük bir yer tutuyor. Arkadaşlarımızla iletişim kuruyor, haberleri takip ediyor, yeni ilgi alanları keşfediyoruz. Ancak burada da durum sandığımızdan farklı olabilir. Her beğeni, her paylaşım, her tıklama, aslında sizin hakkınızda bir veri parçası haline geliyor. Bu veriler birleşerek sizin dijital profilinizi oluşturuyor ve algoritmalar bu profilleri analiz ederek size neyin gösterilip neyin gösterilmeyeceğine karar veriyor. Bir tatil yeri araştırmanızın ardından karşınıza çıkan otel reklamları basit bir hedefleme gibi görünse de, aynı algoritmalar siyasi görüşlerinizi analiz edip size belirli propagandaları daha sık gösterebilir. Bu durum, aldığınız haberlerin veya fikirlerin ne kadar “tarafsız” olduğunu sorgulatır. Bilgiyi sadece tüketmekle kalmayıp, bilginin bizim hakkımızda da üretildiğini fark etmek, manipülasyonun ne denli incelikli olabileceğini gösteriyor.

Bu algoritmalar, sadece ne gördüğümüzü değil, aynı zamanda ne düşündüğümüzü de etkileyebilir. Oluşturulan “yankı odaları” içinde, sürekli kendi fikirlerimizi doğrulayan içeriklere maruz kalmak, farklı bakış açılarını görmemizi engelliyor. Bu durum, toplumsal kutuplaşmayı artırırken, eleştirel düşünme becerilerimizi aşındırıyor. Peki, böylesi bir bilgi akışı içinde, bireysel özerkliğimizi ve düşünce özgürlüğümüzü nasıl koruyacağız? Bu durum, sizin özgür düşünme ve karar verme süreçlerinizi nasıl etkiliyor olabilir?

Çalışma Hayatındaki Radikal Dönüşümler: Sosyal Güvencisizleştirme ve Yarınsızlık:

Çağımızın en tartışmalı konularından biri de gig ekonomisi. Kuryeler, sürücüler, çevirmenler gibi platform çalışanları, kendi saatlerini kendileri belirliyorlarmış gibi bir “özgürlük” vadedilse de, bu durum çoğu zaman yanıltıcıdır. İşin fiyatını, şartlarını, hatta bir sonraki siparişi platform belirliyor. Daha da önemlisi, bu platformlar çalışanlarını genellikle “bağımsız yüklenici” veya “ortak” olarak tanımlıyor. Bu tanım, platformlara geleneksel bir işverenin sorumluluğunda olan sosyal güvence, sağlık sigortası, emeklilik hakları veya sendikalaşma gibi yükümlülüklerden kaçınma imkanı tanıyor.

Bu “özgürlük” maskesi altında, bireyler aslında derin bir sosyal güvencesizliğe itiliyor. Bugün çalışmanızın karşılığını bulsanız bile, yarınınız ne kadar garantide? Hastalandığınızda, yaşlandığınızda veya platformun algoritması değiştiğinde iş bulamadığınızda sizi bekleyen bir güvence var mı? İşte bu durum, özgürlük adı altında bir “yarınsızlaştırma” riskini de beraberinde getiriyor. Dijital ağalar, bir yandan esneklik ve girişimcilik vadederek bireyleri sisteme çekerken, diğer yandan geleneksel işveren sorumluluklarından sıyrılarak büyük bir boşluk yaratıyorlar. Bu, adeta modern zamanların “neoliberal köleliği” gibi bir manzara sunuyor; bireylerin güvencesiz ve kırılgan bir gelecekle baş başa bırakılması anlamına geliyor. Bu durum, sadece bireysel yaşamları değil, toplumsal refahı ve devlete düşen sosyal sorumlulukları da derinden etkiliyor.

Bu Dijital Düzenin Potansiyel Etkileri

Bu yeni sistemin etkileri oldukça çeşitli olabilir:

Dijital ortamlarda yaratılan bu yeni eşitsizlikler sizce ne kadar derinleşebilir? Özellikle platformların sorumluluktan kaçınma eğilimiyle bu uçurum daha da açılır mı?

Verilerimiz üzerindeki kontrolümüzü kaybetmek, uzun vadede kişisel özgürlüklerimizi nasıl etkiler? Yarınımız belirsizleşirken, dijital kimliğimiz üzerindeki kontrolümüzü kaybetmek nasıl bir geleceğe işaret eder?

Tekelleşen bilgi akışı ve algoritmik manipülasyonlar, demokrasinin temel dinamiklerini değiştirebilir mi? Bu durum, toplumsal sözleşmeyi ve vatandaşların geleceğe dair beklentilerini nasıl etkiler? Bir avuç dijital ağanın, kamusal söylemi ve siyasi iradeyi şekillendirmesi ne gibi riskler barındırır?

Peki, Gelecek Nereye Evriliyor?

Bu soruların kesin ve tek bir cevabı yok. Önemli olan, bu konuyu düşünmeye başlamak, dijital dünyanın bize sunduklarıyla birlikte getirdiği potansiyel riskleri de görmek. Sonuçta, geleceğimizi şekillendiren bu dijital düzende, biz sadece birer kullanıcı mı olacağız, yoksa bu sistemin kurallarını etkileyen, değiştiren ve daha adil hale getiren aktörler mi?

TORBANIN DİBİ

Mehmet HORUŞ

Ülkenin dört bir yanında yangınlar devam ederken TBMM’de doğa koruma mevzuatını ortadan kaldıracak torba yasa görüşülüyor. Yangınların görüntüleri, yitip giden canların çığlıkları, yöre halkının çaresizliği, itfaiye ve orman işçilerinin insanüstü gayretleri torba yasanın ne anlama geldiğini bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Belki bu yüzden hukuki bir tartışma da yürütülmüyor. AKP, doğaya karşı politikalarında yeni bir faza geçerken görüntüde de olsa tarafsızlık iddiasına gerek duymadan dümdüz ilerliyor. 24 saatten fazla kesintisiz komisyon görüşmesiyle tek bir cümlesine dokunulmadan meclis genel kuruluna getirilen kanun teklifinin yaratacağı pratik sonuçlara dair çok şey söylendi ve yazıldı. Yine de önümüzdeki dönemin ipuçlarını daha somut yakalayabilmek için torbanın dibini karıştırmakta fayda var.

Çevre Kanunu, İmar Kanunu, Maden Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Mera Kanunu ve Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun’da doğrudan belirtilerek değişiklik öngörülüyor ama Orman Kanunu, Kamulaştırma Kanunu ve Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun başta olmak üzere ondan fazla kanunda da dolaylı değişiklik yapılıyor. Maden Kanunu’nda daha önceki ünlü 7. madde değişikliği şimdi farklı kanunlara da dağıtılarak yeniden getiriliyor. 2004 yılında da ilgili bütün kanunlar Maden Kanunu’na tabi olarak şekilde bir üst norm ihdasına yönelik değişiklik yapılmış ve bu konuda Bakanlar Kurulu’na yönetmelik çıkarma yetkisi verilmişti. Anayasa Mahkemesi 2009 yılında bu değişikliği iptal etti. Madencilerin aynı içerikte kanun ısrarının arkasında Anayasa Mahkemesi’nin bu kez iptal etmeyeceği yönünde bir beklenti olabilir. Ya da iptal edilene kadar alabildikleri kadar yol almaya, çevresel standartlardan ve hukuki bağışıklıklardan yararlanmaya devam etmeyi planlıyorlar. Çevre Kanunu’nda yapılan değişikliğe bakılırsa birinci olasılık daha güçlü görünüyor. 2006 yılında Çevre Kanunu’nun 10.maddesinde şirketlere ÇED muafiyeti getiren değişiklik çok net biçimde Anayasa Mahkemesi’nden 2009 yılında dönmüştü. Fakat bu yıl Mart Ayı’nda benzer içerikteki bir düzenleme hakkında verdiği kararda, Anayasa Mahkemesi bu içtihadından dönme sinyali verdi. (bkz. https://bianet.org/yazi/anayasa-mahkemesi-nden-ekstraktivizm-karari-305857) Bu yüzden şirketler, Anayasa Mahkemesi’nden bu kez geçeceği beklentisi içinde olabilirler.

Torbada yasama tekniği de alt üst ediliyor. Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunu’na ek madde konularak İmar Kanunu değiştiriliyor. Maden Kanunu değişikliğiyle Çevre Kanunu değiştiriliyor. Elimizde yeterli veri olmadığı için bu yöntemin yaratacağı görev ve yetki karmaşasıyla amaçlanan adrese teslim düzenlemelerin bir dökümünü yapamıyoruz. Ama ilgili konularda temel kanun niteliklerinin aşındırıldığı ve özellikle Bakanlıklar açısından görev ve yetki krizinin yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na imar planı onaylama yetkisi veriliyor. Yapı ruhsatları ve çalışma ruhsatları belediyeler yerine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından veriliyor. “Zeytin ağaçlarının taşınması ile zeytin sahası tesis edilmesine ilişkin usul ve esaslar” konusu neden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na veriliyor. Ayrıca “esaslar” ile ne kastediliyor? Neden Yönetmelik denmiyor? Ya da “Orman Genel Müdürlüğü tarafından verilen izin, çevresel etki değerlendirmesi yönünden uygun görüş olarak kabul edilir.” şeklindeki düzenleme ile Tarım ve Orman Bakanlığı’na Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na ait olan ÇED yapma yetkisi veriliyor. 1985 yılında çıkan Maden Kanunu’nda 19 ek maddesi varken geçici madde sayısı 2025 yılına gelindiğinde Geçici 46.maddeye ulaşıyor. Bir kanunda maddelerinden daha fazla geçici ve ek maddesi olması, özellikle madencilik alanında nasıl bir kanun tekniği izlendiğini anlatıyor.

Enerji ve maden şirketlerinin siparişi ile acele kamulaştırmaya yönelik düzenlemeler ise özellikle yargısal denetimi işlevsizleştirmeyi amaçlıyor. Danıştay artık iyice erozyona uğramış olsa da yıllardır acele kamulaştırmanın savaş ve seferberlik gibi olağanüstü durumlarda istisnai bir uygulama olduğunun altını çiziyor. Anayasa Mahkemesi’nin çelişkili kararlarına rağmen yargısal denetim boyutuyla halen acele kamulaştırma uygulamasının Anayasa’ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin mülkiyet hakkını düzenleyen 1 nolu ek protokolüne aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Kamulaştırma Kanunu’nun acele kamulaştırmayla ilgili 27.maddesinde bahsedilen Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’ndaki orduya lazım olacak yiyecek ve içecek maddeleri, hayvanlara lazım olan ot ve saman, binek, yük ve koşum hayvanları için semer, yular, hamut, eyer gibi malzemeler, değirmenler, fırınlar, nakil vasıtalarını ilgilendiren bir kanunla RES ve GES yapmak, buna da yeni teknoloji makyajıyla “yenilenebilir enerji” demek ancak sermayenin aklıyla mümkün olabilir. 1939 yılında 2.Dünya Savaşı öncesinde çıkartılan bu Kanun’da dahi; ”Tarlalardan sahiplerinin ve işletenlerin ekip biçeceği kadar kısmı işgal edilmez” diyor. Böylece geç kapitalizm çağında, deregülasyon ile sermaye için her türlü kuralsızlık sağlanırken ezilenler için en basit hukuki güvenlik imkanı ortadan kaldırılmış oluyor.

Torbanın ikirciksiz şekilde niyetinin en açık ifadesi şu şekilde; “…ilgili kurum tarafından IV. Grup ile stratejik veya kritik madenlere izin verilmeyen hâllerde; sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi hususlar dikkate alınarak Bakanlıkça yapılacak başvuru üzerine izin hakkında nihai karar, üstün kamu yararı çerçevesinde Kurul tarafından verilir. Kurul, madencilik faaliyeti lehine karar verirse ilgili kurum bir ay içinde izin kararını Genel Müdürlüğe gönderir ve ruhsat düzenlenir.” Düzenleme iki ayak üzerinde tanımlanıyor: “Üstün kamu yararı” ile yargısal denetim imkanını ortadan kaldırmak ve “sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi” salt ekonomik kriterleri baz almak. Bu kanun metni sermaye için olağanüstü bir hukuksal rejim öngörüyor. Şirketler için diğer idarelerin ve mahkemelerin tartışamayacağı bir hukuki statü yaratılıyor.

Neredeyse her ilçede, mahallede ve köyde bir ekolojik sorun var. Bu ihtilaflar önemli oranda bir hukuksal mücadele olarak yürüyor. Bu nedenle avukatlarla sınırlı kalmaksızın ekoloji mücadelesi içinde yer alanlar, son yıllarda en belirgin hukuk normlarının bile ilgili idareler ve şirketler tarafından nasıl kötüye kullanılabildiğini çok iyi biliyorlar. Bu kadar kasıtlı düzenleme barındıran bir kanun teklifine ekoloji hareketlerinin yaygın bir kaygıyla reaksiyon göstermesi, bu yüzden çok anlaşılabilir bir durum.

Orman yangınları ile eşzamanlı bu yasama pratiği ve sermayenin felaketler karşısındaki soğukkanlılığı, doğal varlıklar aleyhine çok daha fazla yeni hukuksal hamlelerin önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacağını gösteriyor.  

.event-gallery:empty, .td-gallery:empty { display: none !important; }