Cuma, Aralık 5, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog

COP30’A DOĞRU HALK ZİRVESİ BİLDİRGESİ

Biz, Halkların Zirvesi olarak, 12-16 Kasım 2025 tarihleri ​​arasında Brezilya Amazonlarındaki Belém’de bir araya geldik. Aylarca süren hazırlıklar ve burada toplandığımız bu günler boyunca, mücadeleler, tartışmalar, çalışmalar, deneyim paylaşımları, kültürel faaliyetler ve tanıklıklar yoluyla biriktirdiklerimizi dünya halklarına duyuruyoruz.

Sürecimiz, yerli ve geleneksel halklar, köylüler, yerli halklar, kölelikten kaçan özgür siyahların torunları, balıkçılar, sürdürülebilir ormancılıkla geçinen geleneksel halklar, kabuklu deniz ürünleri toplayıcıları, kent işçileri, sendikacılar, evsizler, hindistan cevizi kırıcıları, yerli halklar, kadınlar, LGBTQIAPN+ topluluğu, gençler, Afro-soylular, yaşlılar, orman, kırsal bölge ve çevreler, deniz, nehir ve göllerden gelen halklardan oluşan; yerel, ulusal ve uluslararası hareketlerden gelen 70.000’den fazla kişiyi bir araya getirdi. Herkes için iyi bir yaşam sunan adil ve demokratik bir dünya inşa etme görevini üstlendik. Çeşitlilik içinde birliğiz.

Aşırı sağın, faşizmin ve dünya genelindeki savaşların ilerlemesi, iklim krizini ve doğanın ve halkların sömürülmesini daha da kötüleştiriyor. Küresel Kuzey ülkeleri, ulusötesi şirketler ve egemen sınıflar bu krizlerin başlıca sorumluluğunu taşıyor. ABD imparatorluğunun, İsrail’in ve Avrupa’daki müttefiklerinin güçleri tarafından acımasızca saldırıya uğrayan ve tehdit edilen tüm halklarla dayanışma içinde olduğumuzu ilan ediyor ve direnişlerini selamlıyoruz. 80 yılı aşkın bir süredir Filistin halkı, Gazze Şeridi’ni bombalayan, milyonlarca insanı zorla yerinden eden ve çoğunluğu çocuklar, kadınlar ve yaşlılar olmak üzere on binlerce masum insanı öldüren Siyonist İsrail devleti tarafından gerçekleştirilen soykırımın kurbanı oldu. Filistin’e karşı gerçekleştirilen soykırımı tamamen reddediyoruz. Cesurca direnen halka ve Boykot, Yatırımın Çekilmesi ve Yaptırımlar (BDS) hareketine destek ve dayanışmamızı sunuyoruz.

Son zamanlarda, Amerika Birleşik Devletleri Karayip Denizindeki emperyal varlığını yoğunlaştırıyor. Bunu, uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizmle mücadele bahanesiyle aşırı sağla iş birliği yaparak ortak operasyonlar, anlaşmalar ve askeri üsler açarak yapıyor; tıpkı yakın zamanda duyurulan “Güney Mızrağı” operasyonunda olduğu gibi. Emperyalizm, halkların egemenliğini tehdit etmeye, toplumsal hareketleri kriminalize etmeye ve tarihsel olarak bölgede özel çıkarlara hizmet eden müdahaleleri meşrulaştırmaya devam ediyor. Venezuela, Küba, Haiti, Ekvador, Panama, El Salvador, Kolombiya, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Mozambik, Nijerya, Sudan’da emperyalist veya kaynak gaspı saldırıları altındaki halkların direnişiyle ve Sahel, Nepal ve dünyanın dört bir yanındaki halkların özgürleştirici halk projeleriyle dayanışma içindeyiz.

Doğa olmadan yaşam olmaz. Etik ve bakım emeği olmadan yaşam olmaz. İşte bu yüzden feminizm siyasi projemizin merkezinde yer alıyor. Yaşamı yeniden üretme işini merkeze koyuyoruz; bu da bizi, kârı ve özel servet birikimini önceliklendiren bir ekonomik sistemin mantığını ve dinamiklerini korumak isteyenlerden kökten farklı kılıyor.

Dünya görüşümüz, halklarımız arasında dayanışma, mücadele ve işbirliği bağları kuran bilgi ve bilgelik alışverişiyle halk enternasyonalizminden ilham almaktadır. Topraklarımızda ve birçok elin emeğiyle geliştirilen bu deneyim alışverişi, gerçek çözümlerin güçlenmesini sağlar. Bu inşaları teşvik etmeye, bir araya getirmeye ve güçlendirmeye kararlıyız. Bu nedenle, Barajlar, Sosyo-Çevresel Suçlar ve İklim Krizinden Etkilenenler Uluslararası Hareketi’nin inşa duyurusunu memnuniyetle karşılıyoruz.

Halk Zirvemize, sularıyla tüm bedeni besleyen Amazon nehirlerinde gezinerek başladık. Tıpkı kan gibi, yaşamı destekler ve bir karşılaşmalar ve umutlar denizini beslerler. Ayrıca, yerli ve geleneksel halkların dünya görüşünde, manevi güçleri yollara rehberlik eden, toprakları koruyan ve yaşam, hafıza ve iyi bir yaşam dünyası için mücadelelere ilham veren büyülü varlıkların ve diğer temel varlıkların varlığını da kabul ediyoruz.

İki yılı aşkın bir süredir devam eden kolektif inşa ve Halk Zirvesi’nin ardından şunu beyan ediyoruz:

  1. Kapitalist üretim biçimi büyüyen iklim krizinin temel nedenidir. Çağımızın başlıca çevre sorunları, finansal sermayenin ve büyük kapitalist şirketlerin mantığı ve egemenliği altında, malların üretim, dolaşım ve elden çıkarılma ilişkilerinin bir sonucudur.
  2. Çevresel topluluklar, aşırı hava olaylarından ve çevresel ırkçılıktan en çok etkilenenler onlar. Bir yandan altyapı ve uyum politikalarının eksikliğiyle karşı karşıyalar. Diğer yandan, özellikle kadınlar, gençler, yoksullar ve beyaz olmayanlar için adalet ve tazminat eksikliğiyle karşı karşıyalar.
  3. Ulusötesi şirketler Küresel Kuzey’deki hükümetlerle işbirliği içinde olan, kapitalist, ırkçı ve ataerkil sistemin güç merkezinde yer alıyor ve karşı karşıya olduğumuz çoklu krizlere en çok sebep olan ve bundan en çok faydalanan aktörlerdir. Madencilik, enerji, silah, tarım endüstrisi ve büyük teknoloji sektörleri, yaşadığımız iklim felaketinin başlıca sorumlularıdır.
  4. İklim finansmanı da dahil olmak üzere, zararlı uygulamaları sürdüren, öngörülemeyen riskler yaratan ve iklim adaletine ve tüm biyom ve ekosistemlerdeki halkların adaletine dayalı dönüştürücü çözümlerden dikkati uzaklaştıran iklim krizine yönelik her türlü sahte çözüme karşı çıkıyoruz. Finansallaştırılmış bir program olan TFFF’nin yeterli bir yanıt olmadığı konusunda uyarıyoruz. Tüm finansal projeler, şeffaflık, demokratik erişim, katılım ve etkilenen nüfuslar için gerçek fayda kriterlerine tabi olmalıdır.
  5. Mevcut çok taraflılık modelinin başarısızlığı ortadadır. Çevre suçları ve ölüm ve yıkıma yol açan aşırı hava olayları giderek yaygınlaşıyor. Bu durum, bu sorunları çözmeyi vaat eden ancak yapısal nedenlerine asla değinmeyen sayısız küresel konferans ve toplantının başarısızlığını göstermektedir.
  6. Enerji dönüşümü kapitalist mantıkla yürütülüyor. Yenilenebilir kaynakların yaygınlaşmasına rağmen sera gazı emisyonlarında bir azalma olmadı. Enerji üretim kaynaklarının yaygınlaşması aynı zamanda sermaye birikimi için yeni bir alan haline geldi.
  7. Son olarak, kamu mallarının ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinin, metalaştırılmasının ve finansallaştırılmasının halkın çıkarlarına doğrudan aykırı olduğunu teyit ediyoruz. Bu bağlamda, yasalar, devlet kurumları ve hükümetlerin büyük çoğunluğu, finansal sermaye ve ulusötesi şirketler tarafından azami kâr elde etme amacına hizmet edecek şekilde ele geçirilmiş, şekillendirilmiş ve tabi kılınmıştır. Devletlerin toparlanmasını ilerletmek ve özelleştirmeyle mücadele etmek için kamu politikalarına ihtiyaç vardır.

Bu zorluklar karşısında şunları öneriyoruz:

  1. Sahte piyasa çözümleriyle yüzleşmek. Hava, ormanlar, su, toprak, madenler ve enerji kaynakları halkın ortak malı olduğundan özel mülkiyet olarak kalamaz veya başkalarına verilemez.
  2. İklim çözümlerinin inşasında halkların katılımını ve liderliğini talep ediyor, atalarımızdan kalma bilgi birikimini dikkate alıyoruz. Kültürlerin ve dünya görüşlerinin çeşitliliği, devletlerin insanlığı ve Doğa Ana’yı etkileyen çoklu krizlere çözümler için referans olarak kabul etmesi gereken atalardan kalma bilgelik ve bilgiyi taşır.
  3. Ormanların varlığını güvence altına alanlar yerli halklar ve diğer yerel halk ve toplulukların toprak ve bölgelerinin sınırlandırılmasını ve korunmasını talep ediyoruz. Hükümetlerin sıfır ormansızlaşma politikası uygulamasını, suç teşkil eden orman yakma eylemlerine son vermesini ve iklim krizinden etkilenen ve bozulan alanların ekolojik restorasyonu ve iyileştirilmesi için devlet politikaları benimsemesini talep ediyoruz.
  4. Gıda egemenliğini güvence altına almak ve toprak yoğunlaşmasıyla mücadele etmek için halk tarım reformunun uygulanmasını ve tarımsal ekolojinin teşvik edilmesini talep ediyoruz. Halklar, dünyada açlığı ortadan kaldırmak için, işbirliği ve halk kontrolündeki teknik ve teknolojilere erişim temelinde, insanları beslemek için sağlıklı gıda üretmelidir. Bu, iklim kriziyle mücadelede gerçek bir çözümün örneğidir. Topraklar halkların eline geri verilmedikçe iklim adaleti mümkün değildir.
  5. Çevresel ırkçılığa karşı mücadeleyi ve çevre politikaları ve çözümlerinin uygulanması yoluyla adil şehirler ve yaşanabilir banliyöler inşa edilmesini talep ediyoruz. Konut, sanitasyon, suya erişim ve kullanım, katı atık arıtımı, ağaçlandırma, araziye erişim ve arazi düzenleme programları doğayla bütünleşmeyi göz önünde bulundurmalıdır. Ücretsiz ve kaliteli toplu taşıma ve toplu taşıma politikalarına yatırım yapılmasını istiyoruz. Bunlar, dünyanın dört bir yanındaki çevre bölgelerdeki iklim kriziyle mücadele için gerçek alternatiflerdir ve iklim adaptasyonu için yeterli fonla birlikte uygulanmalıdır.
  6. Kentsel yaşamın metalaşmasını hızlandıran gayrimenkul şirketlerine karşı koymak için şehirlerde iklim politikalarının doğrudan istişare edilmesini, katılımını ve halk tarafından yönetilmesini savunuyoruz. İklim ve enerji geçişinin şehri, ayrımcılığın olmadığı, çeşitliliği kucaklayan bir şehir olmalıdır. Son olarak, iklim finansmanı, hem kırsalda hem de şehirlerde konut sürekliliğini ve nihayetinde garantili arazi ve konuta sahip kişilere ve topluluklara adil tazminat sağlamayı hedefleyen protokollere bağlı olmalıdır.
  7. Savaşların ve silahsızlanmanın sona ermesini talep ediyoruz. Savaşlara ve savaş endüstrisine ayrılan tüm mali kaynakların bu dünyanın dönüşümüne yönlendirilmesini. Askeri harcamaların, iklim felaketlerinden etkilenen bölgelerin onarımı ve iyileştirilmesine yönlendirilmesini. İsrail’in Filistin halkına karşı işlediği soykırımdan sorumlu tutularak, İsrail’in engellenmesi ve baskı altına alınması için gerekli tüm önlemlerin alınmasını talep ediyoruz.
  8. Yıkıcı yatırım projeleri, barajlar, madencilik, fosil yakıt çıkarma ve iklim felaketlerinin insanlara verdiği kayıp ve zararların adil ve eksiksiz bir şekilde tazmin edilmesini talep ediyoruz. Ayrıca, dünya çapında milyonlarca toplumu ve aileyi etkileyen ekonomik ve sosyo-çevresel suçlardan sorumlu olanların yargılanıp cezalandırılmasını talep ediyoruz.
  9. Yaşamı yeniden üretme işi görünür kılınmalı, değer verilmeli, olduğu gibi anlaşılmalı -iş- ve toplumun tamamı ve devletle paylaşılmalıdır. BBu çalışma, gezegendeki insan ve insan-dışı yaşamın devamı için hayati önem taşır. Aynı zamanda bakımın bireysel olarak kadınlara yüklenemeyeceğini, ancak kadınların katkılarının mutlaka dikkate alınması gerektiğini garanti eder: çünkü çalışmamız ekonomiyi ayakta tutar. Feminist adaletin, kadınların özerkliğinin ve tam katılımının olduğu bir dünya istiyoruz.
  10. Tüm çalışanların haklarını, insan onuruna yakışır çalışma koşulları, örgütlenme özgürlüğü, toplu pazarlık ve sosyal koruma haklarını güvence altına alan adil, egemen ve halkçı bir geçiş talep ediyoruz. Enerjiyi ortak bir fayda olarak görüyor ve yoksulluk ve enerji bağımlılığının üstesinden gelinmesinin savunuculuğunu yapıyoruz. Ne enerji modeli ne de geçişin kendisi dünyadaki hiçbir ülkenin egemenliğini ihlal edemez.
  11. Fosil yakıtların sömürülmesine son verilmesini talep ediyor ve hükümetleri, özellikle Amazon ve gezegendeki yaşam için elzem olan diğer hassas bölgelerde egemenlik, koruma ve onarımı içeren adil, halkçı ve kapsayıcı bir enerji geçişini hedefleyen fosil yakıtların yayılmasının önlenmesini sağlayacak mekanizmalar geliştirmeye çağırıyoruz.
  12. Şirketlerin ve en zengin bireylerin kamu finansmanı ve vergilendirilmesi için mücadele ediyoruz. Çevresel bozulmanın ve toplumlara yüklenen kayıpların maliyetleri, bu modelden en çok faydalanan sektörler tarafından ödenmelidir. Bunlara finansal fonlar, bankalar ve tarım işletmeleri, hidroelektrik santralleri, su ürünleri yetiştiriciliği, endüstriyel balıkçılık, enerji ve madencilik sektörlerindeki şirketler dahildir. Bu aktörler ayrıca, halkın ihtiyaçlarına odaklanan adil bir geçiş için gerekli yatırımları da üstlenmelidir.
  13. Uluslararası iklim finansmanının, IMF ve Dünya Bankası gibi Kuzey ve Güney arasındaki eşitsizliği derinleştiren kurumlar aracılığıyla yapılmamasını talep ediyoruz. Adil, şeffaf ve demokratik bir şekilde yapılandırılmalıdır. Küresel Güney’in halkları ve ülkeleri egemen güçlere borç ödemeye devam etmemelidir. Yüzyıllardır emperyalist, sömürgeci ve ırkçı uygulamalarla, ortak mallara el konularak ve öldürülen ve köleleştirilen milyonlarca insana uygulanan şiddetle biriken sosyo-çevresel borcu ödemeye başlaması gerekenler bu ülkeler ve şirketleridir.
  14. Topraklarını savunmak için mücadele eden liderlerimizin, siyasi tutukluların ve ulusal kurtuluş için mücadele eden Filistinli tutsakların kriminalize edilmesini, zulüm görmesini, öldürülmesini ve ortadan kaldırılmasını kınıyoruz. Escazú Anlaşması ve diğer bölgesel düzenlemeler çerçevesinde, küresel iklim gündeminde insan ve sosyo-çevresel hak savunucularının korunmasının genişletilmesini talep ediyoruz. Bir savunucu topraklarını ve doğayı koruduğunda, yalnızca bir bireyi değil, tüm bir halkı korumuş olur ve bu da tüm küresel topluma fayda sağlar.
  15. Halkların haklarını, örf ve adet haklarını ve ekosistemlerin bütünlüğünü savunan uluslararası araçların güçlendirilmesi çağrısında bulunuyoruz. İhlallerden etkilenen toplulukların halklar için hak ve şirketler için kurallar talep eden mücadelelerinin somut gerçekliğine dayanan, insan hakları ve ulusötesi şirketler konusunda yasal olarak bağlayıcı bir uluslararası araca ihtiyacımız var. Ayrıca, Köylülerin ve Kırsal Alanlarda Çalışan Diğer İnsanların Hakları Bildirgesi’nin (UNDROP) iklim yönetişiminin temel taşlarından biri olması gerektiğini vurguluyoruz. Köylü haklarının tam olarak uygulanması, insanların topraklarına geri dönmesini sağlayarak gıda güvenliklerine, toprak bakımına ve gezegenin soğutulmasına doğrudan katkıda bulunur.

Son olarak, güçlerimizi birleştirmenin ve ortak düşmanımızla yüzleşmenin zamanının geldiğine inanıyoruz. Örgüt güçlüyse, mücadele de güçlüdür. Bu nedenle temel siyasi görevimiz, tüm ülke ve kıtalardaki halkları örgütlemektir.

Enternasyonalizmimizi her toprak parçasına kökleştirelim ve her toprak parçasını uluslararası mücadelede bir siper haline getirelim. Daha örgütlü, bağımsız ve birleşik bir şekilde ilerlemenin, farkındalığımızı, gücümüzü ve mücadelemizi artırmanın zamanı geldi. Direnmenin ve kazanmanın yolu budur:

Dünyanın bütün halkları, birleşin!

Dijital Monarşi ve Toplumsal Çöküş: Veri Güvenliği, Merkezi Kontrol ve Yönetimin Dönüşümü

​Yusuf ÜÇAY

Günümüz toplumunu köklü bir şekilde yeniden şekillendiren dijitalleşme dalgası, beraberinde getirdiği büyük potansiyelin yanı sıra, toplumsal yapının temel direklerini zorlayan ciddi riskleri de içermektedir. İnternet, mobil teknolojiler ve yapay zekâ uygulamalarının günlük hayatın her köşesine entegre olması, bireysel verilerin devasa boyutlarda toplanıp merkezileşmesine yol açarken; bu durum, bir “Dijital Monarşi”nin sessizce yükselişine ve potansiyel bir toplumsal çöküş senaryosuna işaret etmektedir.

1. Dijitalleşme ve Veri Güvenliği Paradoksu
​Dijitalleşmenin hızı, veri güvenliği önlemlerinin gerisinde kalmaktadır. Her geçen gün artan siber saldırıların ölçeği, bu hassas dengeyi gözler önüne sermektedir. Örneğin, küresel çapta 2019’un ilk yarısında 4.1 milyar veri ihlali tespit edilmiş olması, bu tehdidin boyutunu açıkça göstermektedir. Şirketler için bir veri ihlalinin ortalama maliyetinin 3.92 milyon dolar seviyelerinde olması (2019 verisi), dijital ekonominin bu kırılgan zeminde ilerlediğini teyit etmektedir. Verilerin bu denli büyük ölçekte ve sıkça tehlikeye atılması, bireylerin dijital sistemlere olan temel güvenini sarsmaktadır.

2. Merkezi Veri Kontrolü ve Yönetimin Dönüşümü: Algoritmik Tahakküm
​Merkezileşmiş devasa veri yığınları, yalnızca güvenlik riski taşımakla kalmaz, aynı zamanda iktidar sahiplerine (hükümetler ve büyük teknoloji şirketleri) eşi benzeri görülmemiş bir toplumsal denetim gücü sunar. Bu durum, yönetim biçimini de kökten değiştirmektedir:
​Veri Odaklı Yönetimin Kontrol Gücü: Geleneksel bürokratik yönetimin yerini, bireylerin çevrimiçi aktiviteleri, konum bilgileri ve davranışlarına dair toplanan verilerle beslenen “veri odaklı yönetim” almaktadır. Bu veriler, algoritmik sistemler aracılığıyla analiz edilerek, hem ticari hem de siyasi amaçlarla toplumsal davranışları önceden tahmin etme ve yönlendirme yeteneği vermektedir. Örneğin, belirli bir sosyal kesimin politik eğilimlerini belirleyip, mikro hedefleme ile oylama davranışını etkileme çabaları, bu kontrol mekanizmasının siyasi izdüşümüdür.

Algoritmik Tahakküm: Yeni yönetim biçimi, geleneksel toplumsal kontrol mekanizmalarının (yazılı ve yazısız kurallar) yanına, bireyleri sürekli izleyen, sınıflandıran ve hedefleyen “algoritmik tahakküm” adı verilen yeni bir gözetim biçimi eklemektedir. Teknolojinin yanlış kullanımı, yüz tanıma algoritmalarının bazı etnik grupları yüksek oranda yanlış sınıflandırması gibi örneklerle kanıtlandığı gibi, sistemik ayrımcılığı artırma potansiyeli taşımaktadır. Yönetim, “ölçülebilir” metriklere aşırı odaklanarak biyoçeşitlilik kaybı veya yerinden edilme gibi karmaşık sistemik sorunları göz ardı edebilmekte, bu da uzun vadeli toplumsal ve ekolojik çözümleri engellemektedir.

3. Online Kumar ve Dijitale Entegre Suç Alanının Yükselişi: Verinin Silahlanması
Dijitalleşme, suç alanının da hızla evrilmesine neden olmuştur. Online kumar ve dolandırıcılık, dijital suçların ön saflarında yer almaktadır.

Sektörün Büyüklüğü ve Toplumsal Yıkım: Küresel kumar endüstrisi 2023’te 536 milyar dolara ulaşırken, bunun yaklaşık 132 milyar dolarını (%24,6) sanal kumar oluşturmuştur. Sanal kumar pazarının 2030 yılına kadar 150 milyar doları aşması beklenmektedir. Türkiye gibi ülkelerde sanal kumar oynayanların oranı %10.6 ile dünya ortalamasının üzerinde yer alırken, kumar bağımlılığı nedeniyle danışmanlık merkezlerine yapılan başvuruların büyük çoğunluğu (örn. YEDAM’a başvuranların %97’si erkek) genç ve orta yaş (26-35 yaş grubu en yüksek başvuru) grubunda yoğunlaşmaktadır. Bu durum, sadece bireysel mali çöküşlere değil, aynı zamanda ulusal düzeyde üretkenlik kaybına ve aile dramlarına neden olan bir toplumsal bağımlılık pandemisi yaratmaktadır.

Yasa Dışı Bahis ve Kara Para Aklama: Yasa dışı bahis ve kumar, aynı zamanda küresel bir kara para aklama mekanizması olarak da işlev görmektedir. Suç örgütleri, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yasadışı faaliyetlerden elde ettikleri parayı, karmaşık sanal bahis ve kumar sistemleri üzerinden dönüştürerek yasal hale getirmeye çalışmaktadır. Bu sitelerin sayısındaki büyük artış (bir ülkede 2024’te yasa dışı bahis ve kumar nedeniyle 375 binden fazla sitenin erişime kapatılması), bu suç ekonomisinin devasa boyutunu ve devletlerin denetim yeteneği üzerindeki baskısını göstermektedir.

Çalınan Veriler: Dolandırıcılığın Yeni Silahı: Dolandırıcılık, veri ihlallerinde ele geçirilen kimlik bilgileri, finansal detaylar ve kişisel alışkanlıklarla beslenen “hassas güdümlü füze” saldırılarına dönüşmüştür. Dolandırıcılar, sızan bu verileri kullanarak hedefli oltalama (spear phishing), kusursuz sosyal mühendislik saldırıları ve kimlik hırsızlığı gerçekleştirmekte, kurbanın güvenini kazanarak finansal varlıklarını kolayca ele geçirmektedir.

Sonuç: Dijital Monarşi’den Kaçınmak

Dijitalleşmenin sunduğu konfor ve hız, veri güvenliği riskleri, merkezileşmiş kontrolün toplumsal denetim potansiyeli ve online suçların yaygınlaşması gibi bedellerle gelmektedir. Merkezi veri sistemleri etrafında kurulan ve büyük teknoloji/devlet aktörlerinin elinde yoğunlaşan bu güç, bireyin bir veri noktasına indirgendiği bir “Dijital Monarşi”nin doğuşunu simgelemektedir.

Bu monarşi, toplumsal uzlaşının, demokratik tartışma kültürünün ve bireysel refahın zayıflamasına yol açarak, toplumsal çöküş riskini artırmaktadır. Bu döngüyü kırmak için; teknolojik sorumluluk, şeffaflık, hesap verebilirlik mekanizmalarının güçlendirilmesi ve bireylerin dijital okuryazarlığının artırılması elzemdir. Aksi takdirde, verinin silahlandırıldığı ve yönetimin algoritmaların hükmüne girdiği bir gelecekte, dijitalleşmenin vaat ettiği aydınlık çağ yerine, gözetimin karanlık çağına doğru ilerlemek kaçınılmaz olacaktır.

2. Mezopotamya Su Forumu Çağrı !

0

İkinci Mezopotamya Su Forumu’nun 17-18 ve 19 Ekim 2025 tarihlerinde Amed (Diyarbakır) kentinde düzenleneceğini heyecanla paylaşmak isteriz!

Nisan 2019’da Kürdistan’ın Silemanî (Süleymaniye) kentinde gerçekleşen birinci forum gibi, İkinci Mezopotamya Su Forumu (MSF) de alternatif bir su hakkı buluşması olacaktır. Bu forumda, Mezopotamya Havzası’ndaki su ve suyla ilişkili meseleler, havzaya can veren Dicle ve Fırat nehirleri ile Van Gölü’nün özgünlüğü temelinde, su havzaları bütüncül bir yaklaşımla ele alınacaktır. MSF, doğanın ve halkların su hakkını savunurken, egemen ve kapitalist su politikalarına karşı dışlanmış ve bastırılmış seslere öncelik tanıyacaktır.

Farklı etnik ve dini kültürlere ev sahipliği yapan Mezopotamya, insanlık tarihinde ilk sistematik sulama sistemlerinin geliştirildiği, tarımın başladığı ve ilk şehirlerin kurulduğu kadim bir coğrafyadır. Ancak bugün bu coğrafyada karşı karşıya olduğumuz sorunlar, tarihte hiç olmadığı kadar büyük ve sistematik boyuttadır. Geçmişte yaşanan ve süregiden savaşlar ile çatışmalar, bunlara paralel olarak halklara ve inançlara uygulanan ayrımcı politikalar ve kapitalist sistemin neden olduğu iklim değişikliği, Mezopotamya’daki dört devletin (Irak, Suriye, İran ve Türkiye) yürüttüğü merkeziyetçi, güvenlikçi ve sermaye odaklı su politikalarıyla birleşerek bölgeyi derin bir ekolojik yıkıma sürüklemektedir. Bu yıkım, milyonlarca insanın yaşam koşullarını doğrudan etkileyerek bölgeyi bir ekokırım felaketiyle yüz yüze bırakmaktadır.

MSF, yaşamın özgürlüğü, ekosistemlerin dengesi ve ekolojik adalet ilkelerine dayanan bir su politikasını benimsemektedir. Bu yaklaşımın temelinde, suyun tahakküm ve egemenlik aracı olmaktan çıkarılıp, dayanışma ve barışın kurucu unsuru haline getirilmesi yer almaktadır. MSF, yaşamın özgürlüğü ve su hakkı için mücadele eden sivil toplum kuruluşları, aktivistler, araştırmacılar, gazeteciler ve yerel topluluk temsilcileri arasında sınır tanımaksızın suya dayalı kolektif dayanışmayı desteklemeyi ve güçlendirmeyi amaçlar.

Aynı zamanda MSF, devletlerden ve hükümetlerinden, su ve suyla ilişkili politikalarını halkların ve doğanın ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmelerini talep eder. İktidar ve sermaye odaklı kalkınma ve enerji politikalarına karşı, yerel toplulukların bilgi birikimini, dayanışma pratiklerini ve doğayla uyumlu yaşam biçimlerini esas alır. Bu nedenle forum, su varlıklarını koruma mücadelesini kültürel çeşitliliğin ve topluluk temelli yaşamın savunusuyla birlikte ele almaktadır.

Amed’de düzenlenecek foruma dair katılım, lojistik ve benzeri konulara ilişkin daha detaylı bilgilendirme MSF tarafından paylaşılacaktır. Bu bilgilendirme aracılığıyla sivil toplum kuruluşları, aktivistler, çiftçiler, sanatçılar, topluluk temsilcileri ve diğer ilgililere atölye, sanatsal çalışma/proje ya da farklı katılım biçimleri için imkân sunulacaktır.

Mezopotamya’da su varlıkları yalnızca fiziksel kaynaklar değil, aynı zamanda halkların tarihsel hafızasını, kültürel çeşitliliğini ve dayanışmacı yaşam biçimlerini taşıyan yaşamsal varlıklardır. Bu nedenle su hakkı mücadelesi sadece çevresel değil, aynı zamanda adalet, özgürlük ve öz-yönetim arayışının da bir parçasıdır. Bu forum, su ile tahakkümsüz ilişki biçimlerinin nasıl inşa edilebileceğini birlikte düşünmek, tartışmak ve üretmek için kolektif bir zemin sunmaktadır. MSF, suyun metalaştırılmasına, güvenlik aracı haline getirilmesine ve özelleştirilmesine karşı; ortak yaşamı, barışı ve halkların suya erişim hakkını esas alan alternatif yolları birlikte kurmaya çağrıdır.

Mezopotamya Su Forumu’nun ilk çağrıcıları (bu listeye genişletilmeye açıktır):

  • 1) Mezopotamya Ekoloji Hareketi
  • 2) Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
  • 3) Dicleyi Yaşatma Kampanyası (Save the Tigris Campaign)
  • 4) Ekoloji Derneği, Amed (Diyarbakır)
  • 5) Ekoloji Derneği, Wan (Van)
  • 6) Ekoloji Derneği, Mêrdîn (Mardin)
  • 7) TMMOB Bölge İl Koordinasyon Kurulları
  • 8) Humat Dijlah, Irak
  • 9) Al Masalla, Irak Kürdistanı
  • 10) Nextep Örgütü, Kuzey ve Doğu Suriye

Daha fazla Bilgi ve İletişim

2. MSF’nin arka planı ve ilkeleri konusunda daha fazla öğrenmek için şu linki tıklayın: https://savethetigris.org/mesopotamian-water-forum-2025/

MSF ile ilgili son bilgilere ulaşmak için şu web siteye bakın: www.savethetigris.org

Instagram hesabımız: @mwf2025amed

X (Twitter) hesabımız: @mwf2025amed

2. MSF’nin email adresi: [email protected]

NOTLAR

Türkiye’den kurum kuruluşların da katılımıyla çıkacak Forumun sonuç bildirgesi de sayfamızda paylaşılacaktır.

Kurumların listesinde yeni çağrıcı katılımları olduğu sürece sitemizde güncellenecektir.

ANAYASA MAHKEMESİ TOPRAĞIMIZI VERMİYORUZ DAVASINI GÖRÜŞMEYE BAŞLIYOR

0

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun 24 Temmuz 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 7554 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun hakkında yapılan iptal başvurusu hakkında 8 Ekim 2025 tarihinde ilk incelemesini yapacağı Anayasa Mahkemesi’nin resmi sayfasından duyuruldu.

Toprağımızı Vermiyoruz kampanyasının çağrısıyla TBMM çatısı altındaki tüm muhalefet partileri bir araya gelerek 260 milletvekiliyle 17 Eylül 2025 tarihinde Yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapmıştı. Başvuru sırasında ekoloji örgütleri ve başvurucu milletvekilleri Anayasa Mahkemesi’ne davayı ivedilikle ele alması ve yürütmeyi durdurma kararı vermesi çağrısında bulunmuştu.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 8 Ekim 2025 tarihli toplantısında dava dosyasını ele alacak. Bu aşamada hakkında iptal başvurusu yapılan kanun maddeleri ile ilgili yürütmeyi durdurma talebini de inceleyecek. Anayasa Mahkemesi’ne yapılan iptal başvurusu dilekçesinde, yürütmeyi durdurma kararı verilmesinin koşullarının oluştuğu, yasanın uygulanması ile doğa üzerinde ve sosyoekonomik olarak telafisi mümkün olmayacak zararların oluşacağı, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce benzer başvurularda verdiği kararlar hatırlatılarak belirtilmişti. Yine Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere ve Anayasa’ya aykırılıklar konusunda çok detaylı açıklamalar yapılmıştı.

Kampanya tarafından açılan imza kampanyasında şu ana kadar yasanın önce yürürlüğünün durdurulması ardından iptalini talep eden 20 bine yakın imza toplandı. İmza kampanyasına “ http://www.change.org/isgalyasasiniiptalet ” adresinden ulaşılabilir.

Toprağımızı Vermiyoruz Kampanyası bileşeni 146 ekoloji örgütü ve demokratik kitle örgütü olarak Anayasa Mahkemesi üyelerine sesleniyoruz: Akbelen’de sökülmeye başlayan zeytinlerin, Samandağ’da talan edilen mandalina bahçelerinin, Kırşehir, Eskişehir, Tokat, Balıkesir, Uşak, Kütahya’da ve memleketin dört bir yanında yaşam mücadelesi veren halkın çığlığını duyun. 8 Ekim’de yürütmeyi durdurma kararı verilmemesi halinde şirketler doğayı ve halkın yaşam kaynaklarını tahrip etmek için daha çok cesaret kazanacaktır. Bu saldırıyı, yasaların Anayasaya uygunluğunun sigortası olan AYM’nin üyeleri olarak siz engelleyebilirsiniz.

Anayasa Mahkemesi’ne “Toprağımızı Verme” diyoruz. 

Yıkımın Sentezi: İnsan, Kurban ve Katil Arasında

Yusuf ÜÇAY

Doğa, insanlığın var olduğu andan itibaren sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda varoluşunun ta kendisi olmuştur. Kadim bilgeliğe göre insan, doğanın ayrılmaz bir parçasıdır; tıpkı bir ağacın yaprağı, bir nehrin damlası gibi. Ancak modern çağın hızına ve “gelişim” yanılsamasına kapılan insan, bu kadim bağı kopararak doğayı fethedilecek, tüketilecek ve kontrol altına alınacak bir kaynak olarak görmeye başladı. İşte tam bu noktada, insanlık kendi sonunu hazırlayan bir kurbana ve aynı zamanda yeryüzünün faal katiline dönüştü. Ekolojik tahribat, bu kronik intihar ve cinayetin birleşiminden oluşan trajik bir sentezdir.

​Ekolojik yıkım, bir gecede meydana gelen, aniden ortaya çıkan bir felaket değildir. Bu, uzun yıllara yayılan, sessiz ve sinsi bir suçun hikayesidir. Her bir kesilen orman, kurutulan nehir, zehirli atıklarla doldurulan toprak ve kirletilen hava, bir cinayet mahalli gibi, her geçen gün daha da görünür hale gelen kanıtlardır. Bu cinayetin failleri olarak, ormanları sadece kereste için değil, yeni yerleşim alanları ve tarım arazileri açmak için yok ettik. Denizleri ve okyanusları plastik atıklarla boğduk, atmosferi fosil yakıtlarla doldurduk ve bir zamanlar yaşamla dolup taşan sulak alanları imara açtık. Bu döngüde, doğa artık sadece cansız bir arka plan değil, aynı zamanda bizimle birlikte can veren bir kurban oluyor.

Ancak bu cinayet, aynı zamanda bilinçli ya da bilinçsiz bir intihardır. Çünkü doğayı yok ederken, aslında kendi yaşam kaynaklarımızı da tüketiyoruz. Sanayi devriminden bu yana ekolojik krizin tetiklediği iklim değişikliği, kuraklıklar, gıda kıtlığı ve aşırı hava olayları, doğanın bize karşı bir intikamı değil, kendi eylemlerimizin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Soluduğumuz hava kirlendikçe astım ve solunum yolu hastalıkları yaygınlaşıyor. Zehirlediğimiz sular, besin zincirimize girerek sağlığımızı tehdit ediyor. Bu zincirleme reaksiyonun en büyük kurbanı yine insan oluyor. Bizler, doğanın dengesi bozulduğunda, en kırılgan ve savunmasız olanın kendimiz olduğunu görmezden geldik. Bu durum, insanlık olarak kendi kuyumuzu kazdığımızın en net göstergesidir.

Bu trajik denklemden çıkış yolu, sadece teknolojik çözümlerle ya da yeşil kampanyalarla sınırlı değildir. Asıl dönüşüm, zihniyetimizde başlamalıdır. İnsanın doğadan bağımsız ve ona üstün olduğu yanılgısından kurtulmalı, onunla bir bütün olduğunu yeniden idrak etmeliyiz. Bu, sadece bir çevreci duruşu değil, aynı zamanda varoluşumuzun en temel koşuludur. Aktivist sanat projeleri, plastik atıklardan eserler yaratarak dikkat çekmek, yazdığımız her bir makale ya da yaptığımız her bir eylem, bu uyanışın bir parçasıdır.

Bugün, ekolojik krizin eşiğinde, bu trajediyi idrak etmek zorundayız: Doğa üzerinde işlediğimiz her cinayet, aynı zamanda kendimize uyguladığımız bir intihardır. Bu döngüyü kırmak, sadece doğanın değil, insanlığın geleceği için de hayati önem taşımaktadır. Belki de bu yıkımdan bir ders çıkararak, doğayla yeniden barışık, onun bir parçası olduğumuzu idrak eden ve yaşamı bir tüketim nesnesi olarak değil, bir ortaklık olarak gören bir varoluş inşa edebiliriz. Aksi halde, bu döngüde hem katil hem de kurban olmaya devam edeceğiz.

Barışın Ekolojisini Savunmak: 1 Eylül’de Küresel ve Yerel Bir Çağrı

İsmet Papila

1 Eylül, insan eliyle yaratılan yıkımın en karanlık biçimi olan savaşın başlangıcının anmasıdır. Faşizmin 1939’da Polonya’yı işgali, milyonlarca insanın, bitkinin, hayvanın ve yaşam alanlarının yok oluşunun fitilini ateşlemişti. Bugün, bu tarihi anarken, barışı sadece silahların susması olarak değil; insanın doğa ile, birbiriyle ve gezegenle kurduğu uyumlu, “ekolojik bir varoluş” biçimi olarak düşünmek zorundayız.

Ancak, bu ekolojik barış hali, küresel ölçekte benzeri görülmemiş bir tehdit altında. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, kirlilik ve doğanın hoyratça sömürülmesi, gezegenimizin dört bir yanında bir “savaş” yürütüyor. Bu savaş, cepheleri belli orduların değil, çok uluslu şirketlerin, sömürücü ekonomik modellerin ve onların yasalaştırıcıları olan hükümetlerin yürüttüğü, topyekün bir yaşam alanı işgalidir.

Küresel Bir Tehdidin Yerel Tezahürü: Kapımıza Dayanan Yıkım

Bu küresel ekolojik savaş, dünyanın her köşesinde farklı biçimlerde tezahür ediyor. Türkiye’de tam da bu günlerde, bu tehdidi somutlaştıran bir kararname ile karşı karşıyayız. 22 Ağustos 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Orman Kanunu’nun 16. Maddesinin Uygulanması Hakkında Yönetmelik’te Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”, küresel ekolojik krizin yerel bir cephesini açıyor. Bu değişiklikle, maden ruhsatları şirketler için bir tür “garanti belgesine” dönüşmüştür.

Şirket kârları mı, toplumun ve doğanın yaşam hakkı mı?

Amazonlar’da yağmur ormanları kesiliyor, Afrika’da toprak ve su varlıkları özelleştiriliyor, Avrupa’da endüstriyel tarım toprağı öldürüyor ve Türkiye’de madenler yaşam alanlarımızın içine kadar giriyor. Görünüşler farklı olsa da mücadele aynıdır: Doğayı meta olarak gören bir sisteme karşı, barışın ekolojisini savunmak.

Savaş ve Ekolojik Yıkım: Aynı Küresel Paradigmanın Ürünü

“Ekolojipolitik” perspektifinden baktığımızda, geleneksel savaşla endüstriyel ekolojik yıkım aynı kökten beslenir: Sınırsız büyüme hırsı, doğanın yağmalanması ve yaşamın piyasa değeri üzerinden tanımlanması.

İkisi de;

Toprağı zehirler: Bombalar ve siyanürlü altın madeni aynı amaca hizmet eder: yaşamı sonlandırmak.

Küresel bir krizi besler: Savaşların yarattığı göç dalgaları ile iklim krizinin yaratacağı iklim mültecileri, aynı adaletsiz sistemin kurbanlarıdır.

Ortak varlıkları yok eder: Bir savaş gemisinin denizi kirletmesi ile bir maden şirketinin su kaynağını kurutması, hepimizin ortak mirası olan doğal varlıklara yönelik bir saldırıdır.

Dolayısıyla, Türkiye’deki bir maden kararnamesine karşı çıkmak, Amazon’da bir ağacın kesilmesine karşı durmak veya Avrupa’da bir termik santralin kapatılması için mücadele etmek, aynı evrensel direnişin farklı cepheleridir.

Barışın Ekolojisi: Küresel Dayanışma ile Örülecek Bir Ağ

“Barışın Ekolojisi”, sınır tanımayan, yerelden küresele örülen bir dayanışma ağıdır. Tıpkı bir ekosistem gibi birbirine bağlı olan bu ağın ilkeleri şunlardır:

Yerel Mücadeleler, Küresel Etki: Bir Honduras köylüsünün toprak gaspına direnişi, bir Türkiyeli yurttaşın maden projesine itirazı ve bir Avrupalı aktivistin karbon emisyonlarını düşürmek için verdiği mücadele, aynı nehrin farklı kollarıdır. Hepsi aynı okyanusa akar.

Sınırlar Değil, Yaşam Öncelenir: Bu yeni ekoloji, ulus devlet sınırlarının ötesine geçer. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı ve kirlilik hepimizi etkiler. Çözüm, ancak sınır ötesi dayanışma ve işbirliğiyle mümkündür.

1 Eylül: Küresel ve Yerel Direniş İçin Bir Çağrı

Bu 1 Eylül, sadece geçmişin savaşlarını anma günü değil, bugünün ve geleceğin ekolojik savaşına karşı küresel bir uyanış ve yerel bir direniş günü olmalı.

Bu, hem Türkiye’deki yıkım kararnamesine karşı hukuki ve toplumsal mücadeleyi büyütmek, hem de dünyanın dört bir yanındaki benzer mücadelelerle dayanışmak anlamına gelir. Yapabileceklerimiz:

  • Yerel olarak örgütlenmek,
  • Küresel olarak bağlantı kurmak,
  • Tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamak,
  • Küresel şirketlere değil, yerel topluluklara ve kooperatiflere destek olmak,
  • Doğanın haklarını ve ekosistemlerin değerini savunan küresel hareketlerin bir parçası olmak.

Barış, artık sadece insanlar arasında değil, insanlıkla gezegen arasında da tesis edilmek zorundadır. Bu Dünya Barış Günü, sınırların değil, yaşamın; şirket kârlarının değil, toplumsal ve ekolojik adaletin öncelendiği bir dünya için hep birlikte haykırma günü olsun. Barışın ekolojisini, küreselden yerele hep birlikte savunalım ve inşa edelim.

Unutmayın, yerel bir zafer, hepimizin zaferidir.

Batı Akdeniz, Büyükmenderes ve Kuzey Ege su tahsis planları

Güngör Erçil / MSİ Eşsözcüsü

Tarım Bakanlığına bağlı Su Yönetimi Genel Müdürlüğünce yürürlüğe konması gerekirken CB tarafından yürürlüğe konan Batı Akdeniz, Büyükmenderes ve Kuzey Ege su tahsis planları, daha önce yürürlüğe konan planlarla birlikte Türkiye’nin susuz kalması için suların sermaye, maden şirketlerine tahsisini öngörüyor.

Halk da su bulacağım diye imkansız projelerle, ekolojiyi hiçe sayan projelerle uğraştırılıyor (https://kenttv.net/haber/26009067/buyuksehirden-bodruma-tarihi-yatirim)

Bir örneğini verdiğimiz suyun sermayeye tahsisinin bir başka örneği Uşak’tan. Uşak’ta Belediye’nin şehre günde 6 saat su verebileceğini açıkladığını; buna karşılık Tüprag’ın şehirden, yüz binlerce insandan daha fazla su kullandığını hatırlatalım. Yeraltı sularının çekilmesini saymıyoruz bile. https://www.sonmuhur.com/o-ilde-baraj-seviyesi-sifira-indi-belediye-gunde-sadece-6-saat-su-verilecegini-duyurdu

https://dumlupinargazetesi.com/komsuda-su-krizi-kutahyada-kuraklik-tehlikesi-kapida-mi?

Üstelik, Muğla’da suyu yok eden 3 termik santralin kapatılmasına 2005 yılında AİHM tarafından karar verilmiş halde. İdarenin uydurduğu gerekçelerle TES’ler kapatılmamış ve bugün su ihtiyacı tümüyle karşılandığı gibi; insan hayatının sektör olarak tanımlandığı su tahsis planında 2041 yılında da sanayinin ihtiyaçları neredeyse tümüyle karşılanıyor.

Ayrıca, Büyükmenderes havzasına Batı Akdeniz havzasından su aktarılmasını öngören Devlet Su İşleri suyun ekosistemler arasında taşınması için yaptığı ihaleyi marifetmiş gibi sunuyor.
https://www.facebook.com/share/p/1D7nYKjuEo/?mibextid=wwXIfr

Muğla Su İnisiyatifi’nin Resmi Gazete’de yayımlanan su tahsis planları ile ilgili bilgi notu yayınladığına vurgu yapalım. Su tahsis
planlarına karşı son çare olarak dava açmayı planlıyor Muğla Su İnisiyatifi.

https://muglasuinisiyatifi.blogspot.com/2025/07/bati-akdeniz-havzasi-buyukmenderes.html

Milas (Kazıklı–Bozbük–Danişment) DenizSuyu Arıtma Tesisi: Ekolojik Riskler, Önlem ve Çözüm Önerileri

Can Göloğlu tarafından hazırlanan bu rapor, Milas’ın Kazıklı–Bozbük–Danişment bölgesine planlanan deniz suyu arıtma tesisi (DSAT) ile ilgili ekolojik riskleri, olası etkileri ve alınması gereken önlemleri kapsamaktadır. Özellikle kapalı koy yapısı, Posidonia oceanica deniz çayırlarının varlığı ve mevcut kirlilik yükü nedeniyle tesisin arıtma sonucu oluşan yoğun tuzlu atık suyun (brine) denize deşarjının ciddi çevresel tehditler oluşturabileceği vurgulanmaktadır. Raporda, tuzluluk artışı, kimyasal kalıntılar ve oksijen düşüşü gibi olası zararlar detaylandırılırken, bu riskleri en aza indirmek için çok ağızlı difüzörler, kıyı-altı su alımı, kimyasal yönetimi ve şeffaf izleme gibi en iyi uygulama önerileri sunulmaktadır. Ayrıca, önlem alınmaması durumunda oluşacak kısa ve uzun vadeli ekolojik yıkımlar ile bölgesel bağlamda kümülatif etkilerin önemi belirtilmektedir. Rapor, projenin şeffaf bir şekilde yönetilmesi ve bağımsız denetim mekanizmalarının kurulması gerektiği sonucuna varmaktadır.

Raporun tamamı aşağıdadır.

.event-gallery:empty, .td-gallery:empty { display: none !important; }