Cuma, Nisan 19, 2024
Google search engine

Ecehan Balta; Ekolojik Kriz, Sınıf ve Cinsiyet Meselesi

Dünyanın oluşumundan bu yana çok büyük “doğal felaketler”, “ekolojik krizler” yaşandı. “Tamamen doğal” ve “insan yapısı / insan tarafından hızlandırılmış” olarak ikili şekilde sınıflanabilecek bu krizler pek çok canlı türünü dünya yüzeyinden sildi. İnsan türü “doğal” olan küresel ekolojik krizler karşısında son derece kırılgan. Bir tsunami ya da bir deprem, insanlığı küresel olarak etkilemese de bölgesel olarak etkiliyor ve ciddi can kayıplarına neden olabiliyor. Ancak hemen eklemek gerekir ki, bir “doğal” felaketin kimi, nasıl etkilediği de kaynaklara erişilebilirliğine göre epey değişkenlik gösteriyor. Örneğin, yoksul bir ülkede bir tsunami tarlaları ziyan etmemek için okyanus kıyısında yapılmış kerpiç evleri alıp götürürken, zengin bir Batı ülkesinde tsunamiye karşı güçlendirilmiş duvarlar, felaketin daha az etki yapmasını sağlayabiliyor. Aynı kentin içinde yoksulların barınma sorunu daha az göze batsın diye sahiller doldurularak yapılan toplu konutlar ufak bir depremde bile kumsala karışırken, hemen yanı başındaki kayanın üzerine inşa edilmiş zenginlere ait olanlar sapasağlam durabiliyor. Dünyanın her yerinde istihdamda daha fazla yer alan erkekler görece sağlam kamu binalarında gündüz vakti depremi hissetmezken, deprem bölgesinden çocuklu ve yaya kaçmak, bir kadın için kolay olmayabiliyor. Sonuç olarak “felaket” doğal olsa bile toplumsal eşitsizlikler, o felaketin sonuçlarının nasıl yaşanacağını değiştiriyor. Yoksul ülkeler, işçi sınıfı ve yoksullar, yoksulların içinde en yoksullar olarak kadınlar, bu felaketlere daha fazla maruz kalıyor. Bu, yoksulluk kadar eski bir hikâye.

Son iki yüzyıldır, kapitalist üretim tarzının doğa üzerindeki tüm yıkıcı etkileriyle birlikte Avrupa ve Kuzey Amerika’da başlayıp, oradan dünyaya yayılmasına tanık oluyoruz. Eric Hobsbawm’ın deyişiyle, “Kısa Yirmi Birinci Yüzyıl”, kapitalist yaşam biçiminin tekleştiriciliği ve mutlaklığıyla, insanla insan ve insanla doğa arasındaki ilişkiyi hiyararşikleştirici biçimiyle belirledi. Bu belirlenim, iki dünya savaşı ve gezegenin savaşsız geçirdiği günlerin sayısının bir elin parmaklarını geçmeyecek ölçüde az olmasına yol açan bir vahşiliği içeriyordu. Kapitalizmi alt etmeye yönelik girişimler ise ne yazık ki eşitlik, kardeşlik ve demokrasi ile sonuçlanmadı. Rusya’nın mafya kapitalizmine, Çin’in ise devlet merkezli pazar ekonomisine geçişi, özel mülkiyete dayanmayan rejimlere inanmanın boş inançtan öteye gitmediği propagandasını güçlendirdi.

Son yirmi yıla damgasını vuran bu sürecin sonunda, ekolojik hareket içinde doğanın sınırsız sömürüsünün yarattığı felaketlerle kırdaki kentteki emek sömürüsünün, doğanın temellüküyle doğrudan üreticilerin mülksüzleşmesinin iç içe geçmişliğini kavrayan yeni bir damarın doğuşuna şahit oluyoruz. Doğanın talanına karşı, nükleer karşıtı hareket, baraj ve siyanür karşıtı mücadele, bugün Türkiye’de ve dünyanın pek çok yerinde emek hareketinin bir bileşeni olarak ortaya çıkıyor ve doğa ve insan ilişkisini yeniden tanımlama mücadelesi veriyor.

Kapitalizmin iki yüzyıllık serüveni, tam bir kaos ve yıkım süreci olarak ortaya çıktı. Toprağın aşırı sömürüsü gıda krizini yarattı, okyanuslar nükleer atıklarla doldu, ormansızlaştırma genişledi, türler yok oldu. Bunların en sarsıcısı ise, uzun zamandır devam eden ama niteliksel bir dönüşüme uğradığı için insanlığın varoluş-yokoluş mücadelesi haline dönüşen iklim krizi oldu. Yani, devasa toplumsal sorunlarla çevrilmiş bir dünyada, eşi benzeri görülmemiş bir kriz içinde yaşıyoruz.[1] Bu kriz, kapitalizmin yarattığı ayrımcılık ve eşitsizliklerden besleniyor ve onları besliyor.  Ancak geldiğimiz noktada insanlığı, doğayı, dolayısıyla tüm türleri etkisi altına alan “mükemmel bir sefalet fırtınasıyla” karşı karşıyayız.

Birleşmiş Milletler verilerine göre son 100 yılda su kullanımı nüfusun 2 katı hızda arttı. Şu anda dünya üzerinde 700 milyon kişinin temiz içme suyuna erişimi yok. Gıdaya erişimle birlikte temiz içme suyu meselesi, Arap devrimlerini de tetikleyen unsurlardan bir tanesi olmuştu.

Temiz içme suyuna erişimin azalması, aynı zamanda bölgesel eşitsizliklerin de artması, bazı bölgelerin daha da yoksullaşması anlamını taşıyor. 2030’da dünya nüfusunun yüzde 47’si susuzluk tehdidiyle karşı karşıya olacak. Aynı zamanda su kaynakları üzerindeki kontrol gerekçesiyle halihazırda bulunan savaşların da sayıca artması ve şiddetlenmesi, askeri gücü elinde bulundurulanların yeni sömürgeler icat etmesi söz konusu olacak. Örneğin Suriye’deki savaş bir milyondan fazla çiftçinin şehirlere göç etmesine neden olan, Suriye tarihi boyunca gerçekleşen en kurak dönemin sonunda başladı. Su, aynı zamanda savaşlarda bir silah olarak da kullanılıyor. Barajlar üzerindeki kontrolün ele geçirilmesi, yerel halkın desteğini sağlamak için baraj kapaklarının açılması ya da halkı dize getirmek için kapakların kapatılması, savaş tarihi boyunca kullanılan yöntemler.

Günümüzde elektrik tüketiminin çok büyük bir kısmı sanayi tarafından mal üretiminde kullanılıyor. Peki üretilen malların hepsi satılıyor mu? Hayır. Ne kadar mal üreteceğine kim karar veriyor? Piyasa. Bu malları üretirken elektriği rasyonel tükettiğini bilebiliyor muyuz? Hayır. Oysa kadınlara “Enerji Teyze”, “lüzumsuzsa söndür!” diye sesleniliyor.

Bu durum öyle bir hale geldi ki, şu anda iklim krizi dediğimiz gerçekliğin görüngüleri olarak su ve gıda konusunda ciddi bir kriz yaşıyoruz ve bir felaket söylemi olarak değil, ama durduramazsak daha da büyük bir felaketle karşı karşıya olacağımızı bilmemiz gerekiyor.

Bu manzara, doğal dönüşümlerin bir sonucu değil, doğal kaynakların aşırı sömürüsünün bir sonucu. Dolayısıyla bu yıkımın örneğin alternatif enerjilere yönelerek ya da “yeşil işler” yaratarak ortadan kalması da mümkün değil. Hatta bu tip “çözümler” krizin sürdürülebilirliğini sağlayan, yapay önlemler. GDO’lu bir mısırı yeşil paketlere koyarak algıyla oynamak gibi düşünün siz bunu.

Bugün bize gerekli olan, tamamen farklı bir üretim, tüketim ve yaşam biçimi. Bu ise, basitçe meta üretimine dayalı kapitalist üretim tarzının ortadan kaldırılmasını gerektiriyor. Daha çok ve daha fazla üretim, yapay ihtiyaçlar yaratılması ve son kalan fosil kaynaklarının da çıkartılıp satılması, 2010’da Meksika Körfezi’nde gözlemlediğimiz gibi ekolojik felaketler, uzun vadeli toplumsal ve ekolojik planlama doğasına aykırı olan kapitalizmin yapımı. Kapitalizmin uzun vadeli planlama yapabildiği tek alan, doğal kaynakların ve pazarların, enerji kaynaklarının ve ucuz emeğin, yani karına ne kar katacaksa onun, varlığını devam ettirmesini sağlamak. Bu planların uygulanması için de “ekonomik diplomasiyi”, gerekirse de Ortadoğu ve Afrika’da gördüğümüz gibi, savaşları devreye sokmak. Yani, kapitalizmden farklı bir medeniyete, onun rasyonalitesinden farklı bir mantığa geçmek, genelde doğa, özelde insanlık için bugün yakıcı bir ihtiyaç halini almıştır.

Peki bunu kim yapacak?

Her şeyden önce, toptan nesneleşme ve şeyleşme karşısında “gerçekliği ancak bir bütün olarak anlamak ve ona o haliyle nüfuz etmek mümkündür ve nüfuz etmeyi de ancak kendisi bir bütün olan özne becerebilir”. Parçalanmış mücadeleler ve parçalanmış benlikler, bunu yapamaz. Bir yandan cinsiyetçiliğe karşı mücadele ederken, örneğin ırkçılıkla ilgili söyleyecek hiçbir lafı olmayan, hatta bununla ilgili düşünmeye dahi zahmet etmemiş bir toplumsal hareket, kaybedecektir. Çünkü ırkçılık, cinsiyetçiliği de sürekli yeniden üretmektedir. İkisinin birden ortadan kalkmadığı bir toplum, hem ırkçı hem de cinsiyetçi olmayı sürdürecektir. Aynı biçimde, ekoloji meselesini gündemine almayan bir toplumsal hareket de bugün, üzerinde yeni bir toplum inşa edeceği bir toprak parçası dahi bulamama tehdidi ile karşı karşıyadır.

Sırf bu nedenle bile, kadın hareketinin de acil bir biçimde ekoloji meselesini gündemine alması gerekiyor. Ama hemen eklemek gerekir ki kadınlar, bu mücadelenin çok özgül bir biçimde, birincil öznesidir.

Her şeyden önce, yukarıda bahsettiğimiz iklim krizinin görüngülerinden gıda ve su krizinden kadınlar, erkeklere oranla farklı ve daha fazla etkilenir.

Kadınlar, tarih boyunca doğum fonksiyonlarından dolayı doğa ile eş görüldükleri için, kadın emeğinin aynı doğa gibi üretim sürecine sıfır maliyetli etmen olarak katılması, yani yeniden üretim emeğinin (ev işleri, “rahim emeği”, bakım emeği vs.) ücretsiz olarak kalabilmektedir. Ucuz doğa algısı, ücretsiz kadın emeğini de mümkün ve meşru hale getirir. O nedenle kadınlar kendi kaderlerini tersine çevirme mücadelesinde ekolojiyi de dikkate alan, hatta merkeze alan bir perspektif geliştirmelidir.

Bunun yanı sıra, bu aşırı üretim, hız ve tüketimciliğin; köyün ve tarım-hayvancılığın tasfiyesinin gittikçe yoksullaştırdığı kadınların da içinde bulunduğu geniş emekçi kesimler ekoloji mücadelesinde birincil bir rol oynamaktadır ve oynamak durumundadır.

Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması yolu ile insanın üzerindeki egemenliğinin son bulması, toplumun kendi kendini yönetmesi ve adalet fikrinin yeniden gündemleştirilmesi ve insan ve doğa arasındaki etkileşim alanının sömürüden adalete doğru yer değiştirmesi gerekiyor. Hiç kuşkusuz, böyle bir toplumun temeli üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkması olacak. Kâr güdüsü ortadan kalktığında ve ekolojik gereklilikler ve insan ihtiyaçları arasında bir denge söz konusu olduğunda, toplam olarak da değişim değeri değil, kullanım değeri ön plana çıktığında yeni bir üretim tarzından söz edilebilir olacak. Yine kuşkusuz, bunun için “ihtiyacın” demokratik bir ortamda yeniden tanımlanması gerekiyor. Bu demokratik ortamın varlığının önkoşulu ise, zaman. İnsanların kolektif düşünmeye zaman ayırması, ancak iş saatlerinin azaltılması ile mümkün olabilir. Diğer yandan katılımcı bir demokratik sürecin örgütlenmesi, “yaşam boyu öğrenmenin” gerçek anlamını kazanması ile mümkün hale gelecek. Öğrenme, kapitalizmin sürekli değişen ihtiyaçlarına bir yanıt verme çabası olmaktan çıkacak, toplumun gerçek ihtiyaçlarını karşılama anlamı kazanacak.

Bize düşen, gündelik düzeyde inşa edilen sıradan ve sahicinin gerçekliğini kavramak, ona bir ontoloji atfetmeyip dönüştürmeyi düşünmek ve harekete geçmek: Ancak bu bütünlük ve eylem içinde gündelik yaşam dönüştürülebilir ve ancak bu şekilde ütopya, bir kez daha mümkün hale gelebilir.

[1] https://iklimadaleti.org/?p=makale&n=21-yuzyilin-en-radikal

Related Articles

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Son Eklenenler