Perşembe, Temmuz 31, 2025
Google search engine
Ana SayfaKişisel YazılarGerçek olanın eleştirisi

Gerçek olanın eleştirisi

Zehra Güneş

Var olan gerçeklikler ile olması gereken ve insanın kendi yarattığı gerçeklikler arasında belirgin farklar bulunmaktadır. Bu gerçeklikleri üç ana başlık altında sınıflandırmak mümkündür: toplumsal gerçeklikler, bireysel gerçeklikler ve evrensel gerçeklikler. Bu çalışmada esas olarak bireysel ve toplumsal gerçeklikler üzerinde durulacaktır.

İçinde bulunduğumuz sistemde her birey, öncelikle tek başına var olan bir özne olarak kabul edilir. Bu bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu kümeye ise toplum adı verilir. Tarihsel sürece bakıldığında, yaklaşık iki milyon yıl önce insanlar yalnız başına avlanan, barınan ve yalnızca kendini koruma içgüdüsüyle hareket eden varlıklardı. Bu dönem, paleolitik çağ olarak adlandırılır.

Paleolitik çağ, insanlık için oldukça uzun bir evredir. Bu dönemde insanlar yalnızca kendi eksenlerinde hareket ederken, yaklaşık 10 bin yıl önce bu eksenden çıkmaya karar verdiler. Bu dönüşüm uzun bir süreçtir ve çeşitli etkenlerin etkisiyle gerçekleşmiştir. Doğa koşulları, korunma içgüdüsü ve bunun günümüzdeki karşılığı olan “birliktelik” kavramı, toplumun oluşumuna zemin hazırlamıştır. Başlangıçta 20 kişilik gruplardan oluşan bu topluluklar, yaklaşık 7 bin yıl önce 600 kişilik kabilelere dönüşmüştür. Bu dönüşüm, yerleşik hayata geçişi, kentleşmeyi, üretim fazlasını ve diğer kabilelerle ticaretin başlamasını beraberinde getirmiştir. Ticaret, güçlü kentler arasında rekabeti doğurmuş; rekabet ise savaş ve şiddeti kaçınılmaz kılmıştır.

İlk başta insan dışındaki varlıklardan korunmak amacıyla bir araya gelen bireyler, kısa bir süre sonra (yaklaşık 3 bin yıl içinde) kendi türlerinden korunmak için büyümeye başlamışlardır. Bu büyüme, bireyin değil, sahip olduğu maddi varlıkların korunmasına yönelik bir ihtiyaçtan doğmuştur. Bu tarihsel süreç, bireysel gerçeklikten toplumsal gerçekliğe geçişin temelini oluşturur. Bu noktada şu soruyu sormak gerekir: Başlangıçta bu kadar sade olan yaşamı nasıl bu denli karmaşık hale getirdik? Olması gereken bireysel gerçeklik midir, yoksa toplumsal olan mı?

Bu soruya yanıt aramadan önce “toplumsal gerçeklik” kavramını açıklamak gerekir. Günümüzde toplumsal gerçeklik, çoğunluğun oluşturduğu ahlak yasalarına dayanmaktadır. Bu ahlakın temelinde ise din yer alır. Bireyin kendisinde bulduğu eksiklikler, tanrısal bir otorite aracılığıyla meşrulaştırılır ve toplumun geneline dayatılır. Böylece bireyde doğan eksiklik, bireyin tekelinden çıkarak “toplumun eksikliği” olarak etiketlenir. Bu eksikliği kabullenip ona göre yaşadığımızda, toplumun ahlaki normlarına uymuş oluruz.

Bireyin gerçekliği, başkalarının sınırlarına müdahale etmediği sürece geçerlidir. Kendi çemberinde varlığını sürdürebileceğine inanıyorsa, bu mümkündür. Ancak toplumsal gerçeklik göz ardı edilemez. Mevcut sistem içinde yaşayabilmek için diğer bireylerle uyum sağlamak gerekir. Örneğin, sistemin en büyük sorunlarından biri olan iktidar olgusu, bireyin tek başına değiştiremeyeceği bir yapıdır. Bu nedenle, başka bireylerin gücüne ihtiyaç duyulur. Güç, iktidara karşı örgütlenme ile mümkündür. Bu noktada bireysel gerçeklik ortadan kalkar; var olabilmek için topluma ihtiyaç duyulur. Çünkü birey, toplumun bir parçasıdır.

Bu gerçeklikler, insanın oluşturduğu sistem içindeki gerçekliklerdir. Dolayısıyla, insan tarafından yaratıldıkları için yine insan tarafından değiştirilebilirler. Bu durum trajikomik bir çelişkiyi ortaya koyar: Bozabileceğimiz bir şeyi yaratıyoruz; peki, neden bozuyoruz?

Bireysel ve toplumsal gerçekliklere değindikten sonra, asıl değiştirilemez olan evrensel gerçekliklere geçmek gerekir. Evrensel gerçeklikler, insan tarafından yaratılmamıştır; her zaman var olmuşlardır ve yalnızca insanı değil, tüm varlıkları kapsar. Bu gerçeklikler, insanın güdüleri ve duygularının ötesindedir. Evrensel gerçekliklere uyum sağlandığında, birey varlığını en mutlu şekilde sürdürebilir. Bu süreci bireyde başlatıp topluma yaymak, mutluluğun en üst düzeyine ulaşmayı mümkün kılar.

Evrensel gerçekliğin temelinde doğa yasaları yer alır. Bu yasalara uyulduğu sürece süreklilik sağlanabilir; karşı gelindiğinde ise kaos kaçınılmazdır. Günümüzde, insanlık kendi türünün sonunu getirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Doğa tahrip edilmekte, ekosistem bozulmaktadır. Ancak doğa yok olmaz; insana yaptıklarını mutlaka ödetir. Doğa, kendi kendini var edebilir; insan ise doğa olmadan var olamaz.

Bugün karşı karşıya olduğumuz ölümcül bir virüs, insanın kırılganlığını gözler önüne sermektedir. Aynı zamanda, insanın hareketsizliği doğanın kendini yenilemesine olanak tanımıştır. Bu durum, insanın muazzam olmadığını; muazzam olana kafa tuttuğunu göstermektedir. Kaybedeceğimizi bile bile…

Sonuç olarak, yaşam zor değildir; biz onu zorlaştırıyoruz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Advertisment -
Google search engine

Most Popular

Recent Comments