Cumartesi, Temmuz 5, 2025
Google search engine

TORBANIN DİBİ

Mehmet HORUŞ

Ülkenin dört bir yanında yangınlar devam ederken TBMM’de doğa koruma mevzuatını ortadan kaldıracak torba yasa görüşülüyor. Yangınların görüntüleri, yitip giden canların çığlıkları, yöre halkının çaresizliği, itfaiye ve orman işçilerinin insanüstü gayretleri torba yasanın ne anlama geldiğini bütün ayrıntılarıyla anlatıyor. Belki bu yüzden hukuki bir tartışma da yürütülmüyor. AKP, doğaya karşı politikalarında yeni bir faza geçerken görüntüde de olsa tarafsızlık iddiasına gerek duymadan dümdüz ilerliyor. 24 saatten fazla kesintisiz komisyon görüşmesiyle tek bir cümlesine dokunulmadan meclis genel kuruluna getirilen kanun teklifinin yaratacağı pratik sonuçlara dair çok şey söylendi ve yazıldı. Yine de önümüzdeki dönemin ipuçlarını daha somut yakalayabilmek için torbanın dibini karıştırmakta fayda var.

Çevre Kanunu, İmar Kanunu, Maden Kanunu, Elektrik Piyasası Kanunu, Mera Kanunu ve Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanun’da doğrudan belirtilerek değişiklik öngörülüyor ama Orman Kanunu, Kamulaştırma Kanunu ve Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun başta olmak üzere ondan fazla kanunda da dolaylı değişiklik yapılıyor. Maden Kanunu’nda daha önceki ünlü 7. madde değişikliği şimdi farklı kanunlara da dağıtılarak yeniden getiriliyor. 2004 yılında da ilgili bütün kanunlar Maden Kanunu’na tabi olarak şekilde bir üst norm ihdasına yönelik değişiklik yapılmış ve bu konuda Bakanlar Kurulu’na yönetmelik çıkarma yetkisi verilmişti. Anayasa Mahkemesi 2009 yılında bu değişikliği iptal etti. Madencilerin aynı içerikte kanun ısrarının arkasında Anayasa Mahkemesi’nin bu kez iptal etmeyeceği yönünde bir beklenti olabilir. Ya da iptal edilene kadar alabildikleri kadar yol almaya, çevresel standartlardan ve hukuki bağışıklıklardan yararlanmaya devam etmeyi planlıyorlar. Çevre Kanunu’nda yapılan değişikliğe bakılırsa birinci olasılık daha güçlü görünüyor. 2006 yılında Çevre Kanunu’nun 10.maddesinde şirketlere ÇED muafiyeti getiren değişiklik çok net biçimde Anayasa Mahkemesi’nden 2009 yılında dönmüştü. Fakat bu yıl Mart Ayı’nda benzer içerikteki bir düzenleme hakkında verdiği kararda, Anayasa Mahkemesi bu içtihadından dönme sinyali verdi. (bkz. https://bianet.org/yazi/anayasa-mahkemesi-nden-ekstraktivizm-karari-305857) Bu yüzden şirketler, Anayasa Mahkemesi’nden bu kez geçeceği beklentisi içinde olabilirler.

Torbada yasama tekniği de alt üst ediliyor. Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretimi Amaçlı Kullanımına İlişkin Kanunu’na ek madde konularak İmar Kanunu değiştiriliyor. Maden Kanunu değişikliğiyle Çevre Kanunu değiştiriliyor. Elimizde yeterli veri olmadığı için bu yöntemin yaratacağı görev ve yetki karmaşasıyla amaçlanan adrese teslim düzenlemelerin bir dökümünü yapamıyoruz. Ama ilgili konularda temel kanun niteliklerinin aşındırıldığı ve özellikle Bakanlıklar açısından görev ve yetki krizinin yaşanacağını tahmin etmek zor değil. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na imar planı onaylama yetkisi veriliyor. Yapı ruhsatları ve çalışma ruhsatları belediyeler yerine Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı tarafından veriliyor. “Zeytin ağaçlarının taşınması ile zeytin sahası tesis edilmesine ilişkin usul ve esaslar” konusu neden Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na veriliyor. Ayrıca “esaslar” ile ne kastediliyor? Neden Yönetmelik denmiyor? Ya da “Orman Genel Müdürlüğü tarafından verilen izin, çevresel etki değerlendirmesi yönünden uygun görüş olarak kabul edilir.” şeklindeki düzenleme ile Tarım ve Orman Bakanlığı’na Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na ait olan ÇED yapma yetkisi veriliyor. 1985 yılında çıkan Maden Kanunu’nda 19 ek maddesi varken geçici madde sayısı 2025 yılına gelindiğinde Geçici 46.maddeye ulaşıyor. Bir kanunda maddelerinden daha fazla geçici ve ek maddesi olması, özellikle madencilik alanında nasıl bir kanun tekniği izlendiğini anlatıyor.

Enerji ve maden şirketlerinin siparişi ile acele kamulaştırmaya yönelik düzenlemeler ise özellikle yargısal denetimi işlevsizleştirmeyi amaçlıyor. Danıştay artık iyice erozyona uğramış olsa da yıllardır acele kamulaştırmanın savaş ve seferberlik gibi olağanüstü durumlarda istisnai bir uygulama olduğunun altını çiziyor. Anayasa Mahkemesi’nin çelişkili kararlarına rağmen yargısal denetim boyutuyla halen acele kamulaştırma uygulamasının Anayasa’ya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin mülkiyet hakkını düzenleyen 1 nolu ek protokolüne aykırı olduğunu söyleyebiliriz. Kamulaştırma Kanunu’nun acele kamulaştırmayla ilgili 27.maddesinde bahsedilen Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’ndaki orduya lazım olacak yiyecek ve içecek maddeleri, hayvanlara lazım olan ot ve saman, binek, yük ve koşum hayvanları için semer, yular, hamut, eyer gibi malzemeler, değirmenler, fırınlar, nakil vasıtalarını ilgilendiren bir kanunla RES ve GES yapmak, buna da yeni teknoloji makyajıyla “yenilenebilir enerji” demek ancak sermayenin aklıyla mümkün olabilir. 1939 yılında 2.Dünya Savaşı öncesinde çıkartılan bu Kanun’da dahi; ”Tarlalardan sahiplerinin ve işletenlerin ekip biçeceği kadar kısmı işgal edilmez” diyor. Böylece geç kapitalizm çağında, deregülasyon ile sermaye için her türlü kuralsızlık sağlanırken ezilenler için en basit hukuki güvenlik imkanı ortadan kaldırılmış oluyor.

Torbanın ikirciksiz şekilde niyetinin en açık ifadesi şu şekilde; “…ilgili kurum tarafından IV. Grup ile stratejik veya kritik madenlere izin verilmeyen hâllerde; sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi hususlar dikkate alınarak Bakanlıkça yapılacak başvuru üzerine izin hakkında nihai karar, üstün kamu yararı çerçevesinde Kurul tarafından verilir. Kurul, madencilik faaliyeti lehine karar verirse ilgili kurum bir ay içinde izin kararını Genel Müdürlüğe gönderir ve ruhsat düzenlenir.” Düzenleme iki ayak üzerinde tanımlanıyor: “Üstün kamu yararı” ile yargısal denetim imkanını ortadan kaldırmak ve “sahanın rezerv potansiyeli, yeri, cinsi ve ekonomiye katkısı gibi” salt ekonomik kriterleri baz almak. Bu kanun metni sermaye için olağanüstü bir hukuksal rejim öngörüyor. Şirketler için diğer idarelerin ve mahkemelerin tartışamayacağı bir hukuki statü yaratılıyor.

Neredeyse her ilçede, mahallede ve köyde bir ekolojik sorun var. Bu ihtilaflar önemli oranda bir hukuksal mücadele olarak yürüyor. Bu nedenle avukatlarla sınırlı kalmaksızın ekoloji mücadelesi içinde yer alanlar, son yıllarda en belirgin hukuk normlarının bile ilgili idareler ve şirketler tarafından nasıl kötüye kullanılabildiğini çok iyi biliyorlar. Bu kadar kasıtlı düzenleme barındıran bir kanun teklifine ekoloji hareketlerinin yaygın bir kaygıyla reaksiyon göstermesi, bu yüzden çok anlaşılabilir bir durum.

Orman yangınları ile eşzamanlı bu yasama pratiği ve sermayenin felaketler karşısındaki soğukkanlılığı, doğal varlıklar aleyhine çok daha fazla yeni hukuksal hamlelerin önümüzdeki dönemde karşımıza çıkacağını gösteriyor.  

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Advertisment -
Google search engine

Most Popular

Recent Comments