Salı, Eylül 16, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 26

CHP’li Akın: İktidara geldiğimizde Akkuyu projesi devam edecek

CHP’nin enerji ve altyapıdan sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Akın CHP’nin adayının seçimi kazanması durumunda Akkuyu ve Karadeniz doğalgazı projelerinin devam edeceğini belirtti.

CHP Genel Başkan Yardımcısı Ahmet Akın CHP’nin destekleyeceği adayın seçimleri kazanması durumunda uygulanacak enerji politikaları hakkında aralarında Sputnik muhabirinin de yer aldığı bir grup gazeteciye bilgi verdi.

CHP’nin desteklediği adayın seçilmesi durumunda şu anda AK Parti’nin yürütmüş olduğu enerji yatırımlarının sürüp sürmeyeceğine ilişkin soruya Akın “Devlette devamlılık esas olduğu için Akkuyu Nükleer Santral projesi tabii ki devam edecek. Biz CHP olarak nükleer enerjiye karşı değiliz. Ancak, Akkuyu Nükleer Santrali projesi hakkında mevcut durum analizi, sözleşme detaylarını bilmiyoruz. Bunları irdeleyeceğiz. Bir kere bunları kamuoyuna açıklayıp rahatlatmak lazım. Bizim en büyük hedeflerimizden bir tanesi Türkiye’nin nükleer teknolojiye sahip olması. Türk vatandaşlarının da işin içinde olduğu ve oyuncu oldukları ve teknolojiyi geliştirdikleri bir noktaya getirelim diye uğraşıyoruz. Tüm enerji konularına açığız ama önce insan diyoruz” ifadelerini kullandı.

“TÜRKİYE’NİN ENERJİ ÜSSÜ OLMASINI İSTERİZ”

Türkiye’nin enerji üssü haline gelmesine ilişkinde değerlendirme yapan CHP’li Akın “Türkiye’nin enerji olmasını isteriz. Ne kadar güzel bir şey enerji üssü olmak? Bunun detayları biz çok yakından takip ediyoruz. Alış, satış, kurulum, pazarlama detayları ile bilgimiz şu anda eksik. Bu ileriye doğru Türkiye’ye fırsatlar yaratabilir. Tabi bu iyi yönetilebilir ise. Bu iktidarın planlama diye bir sıkıntısı var. Bunun iyi planlanıp ona göre yol haritasının belirlenmesi gerekir” dedi.
‘Uluslararası yatırım fonları hazır’
Türkiye’de yeşil dönüşüm hedeflediklerini de kaydeden Akın, “Enerjinin ödene bilir şartlarda temiz ve kaliteli elektriğe ulaşımın mümkün olduğu bir sistemi hedefliyoruz. Enerji bir tasarım işi, biz bu enerji tasarımına başladık. Yüzümüzü gündeşe döneceğiz. Yeşil dönüşüm atacağımız adımların finansman alt yapısı hazır. Yeşil dönüşüm olmadan finansa ulaşamıyorsunuz. Şu anda Sayın Genel Başkanımız İngiltere’de. Yeşil dönüşüm projelerinde kullanacağımız finansmanla ilgili uluslararası yatırım fonları hazır” ifadelerini kullandı.

“ELEKTRİK DAĞITIM ŞİRKETLERİ DENETLENECEK”

Kendi iktidarlarında elektrik dağıtım şirketlerinin denetleneceğini de belirten Akın “Şu anda elektrikte 21 dağıtım bölgesi özelleştirildi. Ancak, sözleşmenin kurallarına uymuyorlar. Devletin kurallara uymayanlarla ilgili sözleşme fesih yetkisi var ama maalesef ne Enerji Bakanlığı ne de EPDK bunları denetliyor. Yaptırım da uygulamıyor. Ortada tamamen enerji şirketlerine, lobilerine teslim olmuş bir Enerji Bakanlığı ve bir EPDK var. Yeterli denetim yok. Denetlendiği zaman da 5’li çetenin firmaları çıkıyor. Biz bu şirketlerin yatırım vaatlerine, programlarına bakacağız. Öncelikle o yatırımların yapılmaları sağlanacak. Yatırım yapmayanlarla ilgili yatırım bedelinin şirketlere rücu ettirilecek, gerekirse sözleşmelerin feshedilecek” dedi.

“SABİT YAZ SAATİ UYGULAMASINI KALDIRACAĞIZ”

Kalıcı yaz saati uygulamasını kaldırmayı hedeflediklerini de anlatan CHP’li Akın “Bu yaz kış saati karmaşasına son vereceğiz. Hala devam ettirilip, vatandaşlarımızın karanlık ve güvenlik tehdidi ile işe ve okula gidip geldiği bir sistem. Bunu kaldıracağız” sözlerini kullandı.

SPUTNIK

Yeniköy Termik Santrali doğaya acımadı: İşte zararın raporu

Muğla’nın Milas ilçesinde bulunan Yeniköy Termik Santrali’nin 1986 ve 1987 yılında işletmeye alınan iki ünitesi hala aktif olarak çalışıyor. Aynı yörede bulunan Kemerköy Termik Santrali de 1990’ların başında beri işletmede. Jeoloji Mühendisi Hasan Kırmızıtaş, uzmanların ve çevrecilerin her fırsatta zararlarına dikkat çektiği santrali, bu santrale ait kül depolama sahası ve bu santrale kömürün sağlandığı İkizköy ve Sekköy kömür sahalarının etki alanındaki su kaynaklarını inceledi. Çalışma kapsamında su örneklerinin kalitesini belirlemek amacıyla 5-6 Şubat 2022 tarihinde inceleme alanında 11 noktada kapsamlı ölçüm ve örnekleme çalışması yürütüldü. İncelenen su örneklerin kalitesi Yer Üstü Su Kalite Yönetmeliği’nde belirtilen maksimum çevresel kalite standart (ÇKS) değerleri ve ilgili parametrelerin havza Doğal Arka Plan (DAP) değerleri ile karşılaştırılarak değerlendirildi.

whatsapp-image-2022-11-02-at-11-11-00-am-2.jpeg

‘Değerlerin üzerinde’

Buna göre çalışmadan çıkan sonuçlar özetle şöyle:

  • Sekköy maden ocağının etkisi altındaki Başkuyu deresi kirlenmiş su sınıfında yer alıyor. Başkuyu ve Kanlıgöl derelerinde sülfat konsantrasyonları havza DAP seviyesinin 11 ila 15 kat üzerinde.
  • İkizköy kömür ocağı içinden açılan bir kanal ile ocak içi suları Kocaman deresine bir deşarj ediliyor. Deşarj edilen su, III. Sınıf-kirlenmiş su kalitesinde, deşarjın sülfat içeriği havzadaki yerüstü̈ suların DAP (57,7 mg/l) değerinin 18 kat üzerinde.
  • Değirmen dere, su kalitesi ağır metaller açısından (Nikel, kobalt, manganez gibi) III. Sınıf – Kirlenmiş su kalitesi özelliği sergiliyor. Değirmen dere sülfat, Ni ve Co içeriğinin havza DAP değerlerinin sırasıyla yaklaşık 19, 8 ve 9 kat üzerinde görüldü.
  • Kül depolama sahası içindeki kuşaklama kanalı, sularını doğrudan orman içerisine doğru deşarj ediyor. Deşarjın sülfat içeriği havza sülfat DAP değerinin (57,7 mg/l) yaklaşık 26 katı. Deşarjın özellikle selenyum ve kadmiyum açısından da IV. sınıf (Çok Kirlenmiş- Zayıf Kalite Su) su kalitesine sahip.

whatsapp-image-2022-11-02-at-11-11-00-am-1.jpeg

‘Bedelini doğa ödüyor’

İkizköy Çevre Komitesi Sözcüsü Nejla Işık, santrale ilişkin “Kömürün bedelini Milas’ın sadece insanları değil, suyu, ormanı, toprağı da ödüyor. 40 yılın birikimini suda kirlilik olarak görüyoruz. Elektrik üretmenin çok yolu var ama suyun alternatifi yok. Yeni madenlerin açılması daha fazla kirlilik demek. Kömür için feda edecek bir damla suyumuz yok” diye konuştu.

Hazal Ocak

‘Kimyasal silahlar tüm ekosistemi etkiliyor’

0

DİYARBAKIR – SES Diyarbakır Şube Eşbaşkanı Şiyar Güldiken, kimyasal silahların sadece insanları değil, su, toprak ve hava dahil tüm ekosistemin üzerinde ağır tahribatlar yarattığını ve bunlara karşı çıkmak gerektiğini söyledi.

Türkiye’nin Irak Federe Kürdistan Bölgesi’ne yönelik 17 Nisan’dan bu yana sürdürdüğü savaşta şimdiye kadar 2 bin 467 kez kimyasal silah ve yasaklı bomba kullandığı ve bunun sonucunda da toplam 44 HPG’linin yaşamını yitirdiği açıklandı. Kimyasal silahların sadece insanların değil tüm canlı ve yaşamı etkilediğini hatırlatan KESK’e bağlı Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) Diyarbakır Şube Eşbaşkanı Şiyar Güldiken, devletlerin mantığında insanlık, tarih, ekoloji ve topluluklara karşı yürütülen savaşlarla dolu olduğunu dile getirdi.

Şiyar Güldiken

SADDAM DA KULLANDI

İnsanlığı ve tarihi yok etme anlayışının, birçok silahın kullanımını da beraberinde getirdiğini belirten Güldiken, “Kimyasal silahların kullanımı dünyada insanlık suçudur. Geçmişten günümüze kadar dünya savaşlarına neden olmuştur. Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde kullanıldı. Kürtlerin üzerinde de denendi. Örneğin Saddam Hüseyin, Enfal ve Halepçe’de kullandı. Sonrasında da birçok kez kullanıldığına dair iddialarının olduğu ve bu iddiaların araştırılmasına yönelik taleplerin de birçok defa dile getirildiği, sonuçlarının da günümüzde halen ortaya çıkaramadığı gerçeklikler var” diye belirtti.

‘EKOSİSTEM ZARAR GÖRÜYOR’

Kimyasal silahların hava, su, toprak gibi tüm ekosistem üzerinde kalıcı sonuçlar bıraktığını vurgulayan Güldiken, uluslararası anlaşmalara aykırı olan kimyasal silahların Türkiye tarafından açığa kavuşturulmalı. Güldiken, sözlerine şöyle devam etti: “Kimyasal silahlar dünyanın neresinde kullanılırsa kullanılsın aslında aynı ya da benzer sonuçlara neden olur. Bunun önünü almak için Birleşmiş Milletler (BM) insanlığı koruma adına ve ekolojik doğayı korumak için birçok kez uluslararası sözleşmeler yapılmış ve neredeyse bütün ülkeler de bunun altına imza atmıştır. Biz bu silahları kullanmayacağız diye taahhüt etmiştir. Kimyasal silah kullanımı sadece o anla sınırlı kalmaz, aynı zamanda uzun yıllar etkisini sürdürüp, geleceği de yok etmeye yönelik sonuçlar doğurur. Bunun yakın örneklerini yine Kürt halkı yaşadı. Saddam Hüseyin, Enfal ve Halepçe’de kullandığı halen binlerce insanın yaralı olarak yaşamına devam etmek zorunda kaldığı ve oradaki ekolojinin de halen yeniden kendini var etmeye yönelik durumların olmadığı bir gerçeklikle karşı karşıyayız. O dönem ve sonrasında da kimyasal silahlara maruz kalmış bireylerin üremelerinde halen sorunların olduğu buna dair bulguların olduğunu biliyoruz. Bütün dünyanın bu kimyasal silahların kullanımını önlemesine yönelik sözleşmelerini yeniden gözden geçirmesi gerek. İnsanlık onuruna yaraşır bir şekilde sahip çıkması gerekir.”

‘İNSANLIK ONURU’

Cenevre Sözleşmesi’nin herkesi kapsayan bir sözleşme olduğunu hatırlatan Güldiken, “Bir ülkede yasaklı silahların kullanıldığına dair iddialarla karşılaştığında yapacağı ilk ve tek şey bağımsız heyetleri kimyasal silahların kullanıldığı bölgeye göndermektir. Bu uluslararası alanda bir prestij ve onur meselesidir. Kürdistan bölgelerinde kullanılan silahlar ve var olan savaş gerçeği yeni olan bir şey değildir. Kürdistan halklarının haklarının gasp edilmesi ve sınırlarının bölünmesi meselesi vardır. Bugün Kürt halkının coğrafyasına yapılan saldırı, sadece Kürt halkını kapsayan bir durum değildir. İnsanlığı, insanlık onurunu kapsayan bir meseledir” diye konuştu.

‘ÖNEMLİ OLAN KULLANIMINA ENGEL OLMAK’

Kimyasal silahlara karşı gaz maskesi gibi bazı koruyucu tedbirlerin olduğunu anımsatan Güldiken, “Kimyasal silahların birçok çeşidi var. Halepçe’de kullanılan gazın elma kokusunu andırdığı ve gözle görülen bir madde değildi. Kimyasal silahlardan korunmanın en koruyucu örneği silahların kullanımına engel olmaktır. Yoksa kullanıldıktan sonra ne yaparsan yap mutlaka bir hasar bırakır. İnsan kendini koruyan bir varlık olabilir fakat yasaklı silahların kullanımında ekolojik tahribat da yok oluyor. Koruyucu önleyici tedbirler alınmalı” dedi.  

Halkların İklim Anlaşması Konferansı: Yıkımın boyutu cinayetten öte imhaya ulaştı

İklim Adaleti Koalisyonu, COP27 öncesi Uluslararası İklim Konferansları’na başladı. Halkların İklim Anlaşması III. Küresel Konferansı’nda iklim krizine karşı çözümler masaya yatırıldı: Çözüm biziz.

İklim Adaleti Koalisyonu ev sahipliğinde, 6-18 Kasım tarihleri arasında Mısır‘ın Şarm El-Şeyh’de gerçekleştirilecek Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCC) 27’inci Taraflar Konferansı (COP27)  öncesi düzenlenen ve 4 Kasım’a kadar sürecek olan Uluslararası İklim Konferansları başladı. 

Konferansların ilki Halkların İklim Anlaşması III. Küresel Konferansı hafta sonu (28, 29 ve 30 Ekim) gerçekleştirildi. 

Fotoğraf: Mehmet Temel

Halkların İklim Anlaşması III. Küresel Konferansı‘nda “Son dört yılın kazanım ve yenilgilerinden nasıl dersler çıkarabiliriz, 2023’te mücadeleyi nasıl sürdüreceğiz, planları ve kampanyaları bölgesel ve küresel olarak nasıl koordine edeceğiz” sorularına yanıt aramak üzere toplanıldı.

Konferans iklim adaleti hareketi ve sosyal hareketlerdeki tüm kurumlara açık olarak düzenlendi. Gazhane ve İstanbul Tabip Odası gibi mekanlarda bir araya gelinen konferansa fiziksel katılımın yanı sıra Zoom üzerinden de katılım sağlandı. Konferansın ardından paylaşılan basın bildirisi şöyle:

Fotoğraf: Mehmet Temel

“Kapitalist sömürünün en iyi tanımlarından birini 1845 yılında F.Engels, ‘sosyal cinayet’ terimiyle dile getirmişti. Bu tanımlamayla, sermaye düzeninin binlerce işçiyi yavaş yavaş ölüme sürükleyen bir peş peşe cinayetler sistemi olduğu kastediliyordu.

İklim krizini de bir tür sosyal cinayet formu olarak nitelendirebiliriz. Engels’in yakın dostu Marx da kapitalist gelişimdeki yıkım ilişkilerini görmüş ve gelişmenin belli bir aşamasında üretici güçlerin yıkıcı güçlere dönüştüklerini ve ancak dışarıdan bir baskı gelmesi halinde kapitalist yıkımın engellenebileceğini belirtmiştir.

‘Yıkımın boyutu cinayetten öte imhaya ulaştı’

Günümüzde ise bu yıkımın boyutu cinayetten de öte imhaya ulaştı. İklim krizi tekil bir kriz değil, kapitalizmin krizleri çağında yaşıyoruz ve karşımızda krizleri fırsata çeviren bir kapitalizm var; eriyen buzullar iklim felaketi olmaktan ziyade, altındaki fosil yakıtlara ulaşmaya ve yeni deniz yolları açılmasına olanak sağladığı için fırsat olarak değerlendiriliyor. Sermayenin iklim krizine yanıtı ise yeni krizler yaratmak olacaktır; ırkçılığın, sömürgeleştirmenin, savaşların körüklenmesiyle.

Fotoğraf: Gökhan Şahin

Bu bağlamda, iklim aktivistlerinin son 50 yıldaki mücadelesine bakarsak; düzenlenen alternatif zirvelerin, resmi zirvelerle yeterli düzeyde hesaplaşma içinde olmadıklarını gözlemliyoruz.

1972’de başlayan çevre mücadelesi, ‘sürdürülebilir kalkınma‘ adı altında sermaye tarafından sahiplenildi. Oysa ki bizler, sermayenin kendi ihtiyaçları dahilinde yazdığı ve dayattığı tarihi reddetmeliyiz. Doğayı karbon hesaplamaları ve tarihsel hedefler gibi niceliksel terimlere indirgemesini kabul etmeyip, doğayla ilişkimizi nitelikler üzerinden kurmalıyız. İklim krizi hareketi, sektörlere ayrılmadan, bütüncül bir anlayışla örgütlenmeli. Sınıfsal, bölgesel, etnik ve diğer sosyal hareketlerle dayanışma içinde olmalı. Sınıf mücadelesinin önemi iyi kavranmalı. İşçi-emekçi mücadelesi, ekoloji mücadelesinden ayrı tutulmamalı.

Fotoğraf: Gökhan Şahin

Birleşmiş Milletler‘in (BM) taraflar toplantılarına (COP) muhalif olmamıza karşın, yine de bu kurumların bilimsel raporlarından faydalanıyoruz ve COP organizasyonları muhalif eylemlere imkân sağlıyor. Burada önemli olan, nasıl bir söylem oluşturup, kapitalist söylemle nasıl mücadele edebileceğimizi belirlemek.

Öte yandan kapitalizm, sistem içinde kalan tüm muhalif eylemleri analiz etme gücüne sahip. Alternatif söylemin, sadece tepkisel değil, öneri getiren bir dile, kurucu bir anlatıma sahip olması faydalı olacaktır. Zira yeni bir yaşam kuracaksak, bunun yolu kapitalizme sürekli tepki vererek vakit kaybetmekten değil, tüm mücadelelerin birleşeceği bir noktaya evrilmekten geçecektir.

‘Bölünerek, dağılarak kaybedecek zamanımız kalmadı’

Ayrıca meseleyi sadece iklim krizi kavramına indirgememeli, savaşlarla, bölgesel farklılıklarla, suyun metalaşmasıyla, ormansızlaşmayla, her tarafı saran meta transfer ağlarıyla, insansızlaştırılan yaşam alanlarıyla, korumayı başaramadığımız kültürel hafızayla olan bağlantıları ortaya konmalı; çünkü sadece iklim krizinden etkilenmiyoruz, aslında bir çoklu sorunlar sarmalında yaşıyoruz. Bu bağlamda, kapitalizmle etkili mücadele için ekoloji-politiği kullanmalıyız.

Fotoğraf: Gökhan Şahin

Her birimiz iklim krizinde ve ekolojik yıkımlarda politik yönden sorumluluğumuzu sorgulamalı, her birimiz kendimize şu soruyu sormalıyız:

Hâlâ sistemin içinden düşünmeye devam mı edeceğiz?

Bölünerek, dağılarak kaybedecek zamanımız kalmadı, örgütlü mücadeleyi nasıl kuracağımızı tartışmalıyız.

‘İklim mücadelesi, yaşam hakkı mücadelesine dönüştürülmeli’

Bize düşen görevlerden biri de bilginin demokratikleştirilmesi; elimizin altında geniş bir bilgi kaynağı var ve bunu emekçi halkın perspektifinden yorumlamalıyız. Ayrıca iklim mücadelesi, yaşam hakkı mücadelesine dönüştürülmeli.

Türkiye’de ve küresel düzeyde, iklim krizinin farklı alanlardaki etkilerine ve devlet-sermaye ikilisinin icraatlarına göz atarsak, kapitalizmin yukarıda sıraladığımız niteliklerinin nasıl yıkıma dönüştüğünü görebiliriz:

Halk sağlığı yönüyle durum oldukça endişe verici; enfeksiyon hastalıklarının bulaşması için iklimsel uygunluk gitgide artacağı öngörülüyor. 2010’dan bu yana 21,5 milyon civarında olan iklim mültecilerinin 2050’ye kadar 1,2 milyara ulaşacağı hesaplanıyor.

İklim krizi onca felakete ek olarak, ruh sağlığı sorunlarında da önemli artışa yol açıyor, tedarik zincirini aksatarak, gıdaya erişimi engelliyor. Lancet sağlık raporunda dile getirildiği şekliyle ‘insan sağlığı fosil yakıtların insafına kaldı‘. Halk sağlığı yönüyle yapılması gereken, enerjiden tarıma, sağlığa kadar tüm alanlarda kamu yararını gözeten, toplumcu politika değişikliklerini hayata geçirmek. Afet risk analizi yapıp, yönetim planı hazırlamak ve afetlere müdahale konusunda tüm sektörler arası iş birliğini sağlamak.

Fotoğraf: Demet Parlar

‘Ormansızlaşma yönüyle de Türkiye’nin gidişatı çok endişe verici!’

Ağaçlandırma rakamları 1992’den bu yana çok azaldı; son 20 yılda ancak tüm ormanların yüzde 3’ü kadar orman ağaçlandırma ile kazanıldı. Son dönemde ağaçlandırmadan çok daha fazla oranda ormanlık alan 2B düzenlemesi ve ormana verilen enerji, maden, turizm, yol vs. tahsisleri ile kaybedildi.

Yangınlarla yıllık ortalama 9 bin 705 hektarlık orman kaybedilirken, kamu yararı kisvesi altında verilen tahsislerle yıllık 37 bin 869 hektar orman kaybı söz konusu!

Orman yönetmeliğindeki Ek-16 maddesi, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile yapılaşmaya uygun tüm ormanlık alanları, orman tanımı dışına çıkarmaya imkân sağlıyor. Bunlara ek olarak, orman sanayisine ucuz hammadde sağlamak için aşırı odun üretimi nedeniyle yakın gelecekte ormanların kendini yenileyemeyip çökme riski söz konusu. Zira 2005 yılında 13 milyon m3 olan odun üretimi, 2021’de 32 milyon m3’e çıkmış durumda.

Tüm endişe verici verilere karşın, halkın mücadelesi de giderek artıyor. Ancak ormanları koruma mücadeleleri yerel eylemlerle sınırlı kalıyor, ülke çapında ortak bir doğayı koruma mücadelesine dönüştürülemiyor. Bunu nasıl başaracağımız üzerinde çalışmamız gerekiyor.

Enerji konusunda, kömürlü termik santrallerin kapatılması hem sera gazı emisyonları hem de noktasal kirlilik yönüyle öncelikli eylem olarak önümüzde. Türkiye’de kömürlü santraller, 1965-2020 yılları arasında 200 bine yakın erken ölüme yol açtı.

Termik santraller nedeniyle kırlar insansızlaştırılıyor, gıda üretimine devam eden insanlar Soma örneğinde olduğu gibi mülksüzleştiriliyor.

Çiftçi nüfus işçileştiriliyor, insanların doğayla ilişkileri koparılıyor. Bize düşen görevlerden biri, termik santralleri kapatmaya çalışırken, kömür sektöründe çalışan 45 bin civarında emekçinin geleceklerini garanti altına almak. Bu işçilerle birlikte örgütlenmenin yolunu bulmalıyız.

Türkiye’de İklim Adaleti Koalisyonu’nun 2022 yılı boyunca eylemlerinde kervanlar, ekokırımın suç olarak tanınması çabaları ve ‘kömürlü santrallerin kapatılması’ kampanyası öne çıkan konulardan birkaçı.

Sınırları aşmak ve ekolojik yıkımları görünür hale getirmek için İrlanda ve Portekiz’le birlikte gerçekleştirilen kervan, Türkiye’de tek seferlik olmadı ve bir kervanlar serisine dönüştü.

‘Çözüm biziz’

Türkiye’nin ekoloji mücadelesinde artık sembolik bir öneme sahip olan ve kömürsüz Muğla için mücadele veren Akbelen’den başlatılan kervanlar, bölgesel sorunlar üzerinden iklim krizini konuşmaya imkân sağladı. ‘Çözüm biziz‘ sloganıyla yola çıkan kervanlar boyunca kömürlü santrallerin yıkımlarından, zeytin yasasını delen yönetmelik değişikliklerine, jeotermal santrallerin geniş ölçekli tahribatından ormansızlaştırmanın aşırı boyutuna dikkat çekilmesine kadar farklı alanlarda ekolojik tahribatlar gündeme getirildi.

Kömürlü Santrallerin kapatılması kampanyasıyla, Meclis’te soru önergesi hazırlanması, çalıştay organizasyonu, bir pozisyon metni oluşturulması, kervanlardaki eylemler ve açılan davalar gibi farklı boyutlarda eylemler gerçekleştirildi.

Ekokırımın suç olarak tanınması için oluşturulan çalışma grubu, doğaya yaygın ve uzun süreli verilen tahribatlarda yasal yaptırım uygulanması için gayret gösteriyor ve 3-4 kasım tarihlerinde bu konuda bir Uluslararası Konferansa da ev sahipliği yapacak.

Türkiye’de Marmara Denizi, bir ekokırım suç bölgesi olarak öne çıkıyor. Henüz Türkiye’nin anayasasında ve kanunlarında ekokırıma yönelik bir suç tanımı yer almazken, Avrupa ülkeleri, ekokırımı suç olarak yasalarına dahil edecek bir sürece girmiş görünüyorlar.

Ekolojik mücadelenin yayılabilmesi ve içinde bulunduğumuz aciliyet durumunda kitlesel destek bulabilmesi için özellikle enerji konusunda, pratikte uygulanabilir, somut öneriler getirmeli, her enerji türüne hayır demek yerine rüzgâr ve güneş enerjilerini savunarak, bunların doğal yıkımlara yol açmasına izin vermeden ve karbon ayak izlerini en aza indirecek şekilde devreye alınmalarına onay vermelidir. Öte yandan endüstriyel/kapitalist anlayışla işletilen enerjilere karşı çıkmalı, teknolojinin kime hizmet ettiğini dikkate almalı ve enerjinin nasıl tüketileceğini tartışmaya açmalıyız.

İçinde bulunduğumuz kapitalist sistem insanların gerçek ihtiyaçlarına göre işlemiyor. Üstelik kapitalizm, bir yandan sermayenin çıkarlarını savunurken diğer yandan genel halkın ve işçilerin talepleriyle ekolojistlerin talepleri arasında belirgin bir fark oluşturmayı başarıyor.

Ekolojik krizleri üretenle, işçileri ekonomik krize maruz bırakan aynı sistem. Doğa ve yaşam savunucuları olarak bunların bilincinde olmalı ve hayatın somut gerçekleriyle yüzleşerek, kapitalizmin bizleri karşı karşıya getirdiği emekçilerle el ele vermeli ve birlikte çözüm üretmenin yollarını araştırmalıyız.”

COP27’ye doğru yapılan konferanslardan diğer ikisi de 31 Ekim-1 Kasım 2022 tarihlerinde Kazma Bırak Konferansı ve 3-4 Kasım 2022 tarihlerinde Uluslararası Ekokırım Konferansı olacak.

EKOLOJİK IRKÇILIK SUÇU

Irkçılığın bin bir uygulama biçiminden biride ekolojik ırkçılıktır. Ekoloji mücadelesi ile eşitlik ve özgürlük mücadelesi kesişim alanını “Ekolojik Irkçılık” veya “Çevresel Irkçılık” olarak kavramsallaştırıyoruz. Doğal varlıkların ırkçılığın bir silahına dönüştürüldüğü “Ekolojik ırkçılık” bu coğrafyada geçmişten bugüne kesintisiz sürüyor. Bir gruba ırkı, dili, kültürü, dini inancı, mezhebi, kimliği, renginden vb dolayı zarar vermek, yaşam, geçim alanlarını tam veya kısmı yok etmek veya Habitatını bozmak amacı ile doğal öğeleri istismar etmeyi Ekolojik Irkçılık olarak tanımlıyoruz. Hava, su, toprak, bitki örtüsü, orman, madenler, kıyı vb yer üstü ve yer altı doğal kaynaklarının ve üzerlerine yapılan yatırımların, imar planlarının, toplu konutların vb demografik yapıyı bozmak için Irkçılık silahına dönüştürülmesidir. “Ekolojik Irkçılık” uluslararası ceza mahkemelerinde suç olarak kabul edilmeli ve cezalandırılmalıdır.

                    YENİ NORMALLER VE EKO SUÇLAR SARMALI

Eski mevsim normallerinin sınırlarını aşan büyüklükte sıcaklık ve yağış farkları, kuraklık, sel, fırtına, hortum, tsunami vb aşırı hava durumlarının normalleşmesinin (yeni normal) nedeni iklim değişikliğidir. İklim krizinin kaynağı doğayı ve emeği sömürmeye dayalı üretim biçimidir. İklim krizinin çözümleri, sonuçları vb sorunlar bütün insanlığın gündemine can alıcı bir şekilde girmiştir. Toplumsal eşitsizliklerin izdüşümü olan ekolojik eşitsizlikler; iklim krizinin ve ekolojik sorunların yükünü yoksullar, kırılgan gruplar ve “Makbul Vatandaş” sayılmayan gruplar üzerine bırakıyor. Doğa’nın dengesini bozabilecek ve küresel zarara yol açabilecek sistemli faaliyetler olan “Ekokırım” Doğaya Karşı Suç işlemek olarak kabul edilmesi tartışılıyor ve öneriliyor. Demografik yapıyı bozma amacı taşıyan Ekokırım uygulamaları ekolojik Irkçılıktır. Irkçı rejimlerde ekokırım uygulamaları etnik, dinsel seçicidir. Toplumsal Yapıda ırkçılık varsa ekolojik ırkçılık olarak tekrar topluma döner. Eko Kırım ekonomik bağlam ile ilgilidir, üretim biçimine içkindir. Ekolojik Irkçılık ise resmi ideoloji ile ilgilidir, “Müesses Nizama” içkindir. Ekolojik Irkçılık Suçu: “Ekolojik Adaletsizlik” “Ekolojik Eşitsizlik” Etnik Ayrım, “Ekokırım suçu”, Ekolojiyi İstismar vb olmak üzere birçok eşitsizliğin ve suçun iç içe geçmesi veya suç sarmalıdır.

                                 MÜESSES NİZAM

Ekolojik Irkçılık uygulamalarında Ekoloji de Ekonomi de ırkçılık için araçsallaşıyor. “Müesses Nizamın” kılcal damarlarına kadar ırkçı olduğu ve kesintisiz bir şekilde sürdürüldüğü bütün sonuçları ile açıktır. “Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yeğene sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır. Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost, Düşman hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler”. 1924-1930 yılları arasında Adalet bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt toplum anlayışını bu şekilde özetlemektedir. İsmet İnönü 31 Ağustos1930 tarihli Milliyet gazetesinde “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.” demişti. Toplum Mühendislerinin çerçevesini çizdiği tek millet, tek mezhep inşa süreci güvenlik, hukuk, eğitim, bayındırlık, çevre, şehircilik, ekonomi, dış işleri, iç işleri, diyanet, sözde laiklik anlayışı vb Müesses Nizamın bütün yapılarında, planlama ve uygulamalarına içerlenmiştir. Tarif edilen Beyaz Vatandaş ve Beyaz Toplumu inşa süreçlerinde en çok kullanılan araçlardan biri de Ekolojik varlıkların istismarıdır. Müesses Nizamın Demografik zenginliği fakirleştirmek amacı ile makbul beyaz vatandaşların lehine, ötekilerin aleyhine ekolojik varlıkları istismarının tarihi son on yılların değil, 1800’lere kadar uzanır. Tekçilik milli ve yerli “Toplum mühendislerinin” icadı bir isim olduğu için “Ekolojik Tekçilik” diyebiliriz. Tek Devlet, Tek Vatan, Ülkenin Sınırları, Bölünmez Bütünlüğü, Birlik Olmak, Birleşik olmak vb. ortak değerlerimizdir. Ama tek din, tek dil, tek mezhep vb. ırkçılığa ve inkâra karşı eşitlik ve özgürlük mücadelesi ülkemiz Türkiye’nin demokratikleşme ve çağdaş uygarlık mücadelesidir.

                         “EKOLOJİ POLİTİK YAZILAR”

Bilinen ezberlerin aksine ekolojik ırkçılığın uygulama alanı sadece bir halk veya sadece bir bölge değildir. Çok etnili, çok inançlı, kültürel zenginliğin olduğu her mıntıkada, mahallede, köyde, bölgede yani ülkenin her tarafında ekolojik ırkçı uygulamaları görülüyor. Çünkü Ekolojik ırkçılığın hedef kitlesi ve alanı “Derin TSE standartlarına uymayan demografidir. Yine bilinen ezberlerin aksine Ekolojik tahribatların nedeni ırkçılığa karşı mücadele edenler değildir. Geçmişten beri sürüp gelen Ekolojik Irkçılık dâhil ırkçılık uygulamaları var diye mücadele vardır. Ekolojik Irkçılık dâhil genel olarak ırkçılık sebep, mücadele sonuçtur. Ekolojik ırkçılık Alevilerin, Kürtlerin Köylerini, Habitatlarını, ibadethanelerini sular altında bırakarak (Hasankeyf ve Dersim), Amik Gölünü kurutup yerleşime açmak (Hatay), Maden ve altın ocakları ile Alevilerin habitatlarını, yaşam ve geçim alanlarını, su kaynaklarını yanı sıra Alevilerin kutsal mekânlarının tahrip edilmesi (Aydın, Yozgat, Sivas) vb ile demografik yapıyı dağıtmak ekolojik ırkçılıktır. Prof. Dr. Beyza Üstün’ün “Ekolojik Politik Yazılar” adlı Kitabının 40-43. Sayfalarında yer alan “Güç-şiddet-el koyma” ve “Yayılma- Yerinden zorla etme- el koyma” başlıklarından yaptığım iki kısa alıntıda konu ile ilgili ifadeler şu şekildedir. “Böylece Suriçi belleğinden ve içinde yaşayan halklardan koparılarak, demografik yapısı değiştirilerek yeni (!) bir kimliğe kavuşturulmuş oldu.”… “Demografik Yapının Değiştirilmesi, Komşuluk ilişkilerinin, Sokak Kültürünün, Dayanışmanın yok edilesi, Yöre halkının birbirinden koparılması ile süregiden süreç, siyasi iktidarın stratejileri ile devletin, devlet kurumlarının desteği ile yürütüldü.”

                         NASRANÎ MİSİN VAY VAY NUSAYRİ MİSİN VAY

Yenilenebilir, temiz vb yalanlar ile demografide yenilenemez, geri dönüşü olmayan tahribatlar “ekolojik ırkçılıktır”. Yenilenebilir Enerji (RES) adı altında Samandağ da Arap Alevi (NUSAYRİ) yurttaşın kullanımında olan geçimlik toprağı zorla elinden almak, endemik bitkilerin yayılma alanına, arıcılık, mera, hayvancılık ve tarım alanlarına RES türbinleri dikmek ekolojik ırkçılıktır. Arap Alevi (NUSAYRİ) ibadethanesi olan “AL ARABİ” türbesi yerleşkesine RES türbini dikmek ekolojik ırkçılıktır. Dünyanın en önemli Göçmen Kuşlar Ana göç yoluna RES türbinleri dikmek ekolojik kırımdır. Hristiyanların Kudüs’ten sonra hacı olmak için geldikleri, Hristiyanlığın ilk hac yerlerinden ve 1. derece turizm Sit alanı olan ST. SİMEON Manastır Yerleşkesine RES türbinleri dikmek demografik yapıyı hedef alan Ekolojik ırkçılıktır. Hatay’ın Defne İlçesinde Halkın yıllardır verdiği mücadeleye rağmen ısrarla kaldırılmayan Kanalizasyon Arıtma tesisi Arap Alevilerin Habitatına, Yaşamına- Geçimine saldırı ve ekolojik Irkçılıktır.

                             NASRANÎ, NUSAYRİ MALI DENİZ  

Deniz, göl, nehir kıyıları tahrip ediliyor, doldurup, imara açılıyor ve vahşi turizm ve emlak şirketlerine peşkeş çekiliyor. Denizler Müsilaj’a boğuluyor. Fakat resmi ideolojide bukalemun geni vardır, söz konusu demografi ise haki renkten yeşil renge girmek teferruattır. “Kıyı Kenar Çizgisi”, “Yeşil Alan” vb adı altında karşımıza “Radikal Çevreci”, Ekolojist (radikal Irkçı olarak okunur) olarak da çıkabilir. Daha sonra makbul Yerli ve Milli Sermayeye aktarılmak üzere Nasranî ve Nusayri’lerin yaşadığı mıntıkalarda “İnsansız Doğa yâda Derin(!) Ekoloji” uygulayarak insansız (Nasrani’siz ve Nusayri’siz) alanlar oluşturuluyor. Samandağ Arap Ortodoks Hristiyan (Nasranî) vatandaşların hala kullandıkları mezarlığı İmar Planında “Yeşil Alan” ilan etmek Ekolojik ırkçılıktır. Arap Alevi (Nusayri) vatandaşların küçük geçimlik tapulu toprakları Kıyı Kenar Çizgisi (KKÇ) adı altında Tapuları iptal ediliyor. Makbul Beyaz Vatandaş mahallelerinde sıfır hatta eksi KKÇ, ama Nusayri Mahallelerde derin (!) KKÇ ekolojik ırkçılıktır. Müesses Nizam birçok şeyi bir arada yapıyor. Birincisi, Nasranî ve Nusayri habitatını bozarak göç etmelerine ve makbul beyaz vatandaş ideolojisine hizmet. İkincisi, bu alanları yerli ve milli emlak, turizm, enerji sermayesine devredilmeye, yutulmaya hazır kıymetli alanlar yaratılmış oluyor. Üçüncüsü, Ekolojik Irkçılığını ve “Sermayenin Çevreyi Doğrudan Tüketimini” çevreyi koruma adına yapıyor. Dördüncü olarak, Kıyı Kenar Çizgisi ve Yeşil Alan vb Kamuflajı adı altında “Sermaye dostu çevrecileri” (!) yönetişim yöntemi ile Nusayrileri ve Nasranî’leri Mülksüzleştirme projelerinde paydaş yapmaktadır. Kürtlerin, Hıristiyanların, tahtacıların, Süryanilerin, Nusayrilerin, Nasranîlerin vb mallarına ve geçim alanlarına çökülmektedir. Irkçılık ve Sermaye birikimi birlikte yürüyor. Türkiye’de Sermaye birikim süreci bazen kansız, bazen kanlı makbul olmayan Vatandaşların mülklerine çökmek ile yapıldı ve hala yapılıyor. Adı ne olursa olsun Ekokırım ve Ekolojik Irkçılık içeren yatırımların ihalesini üstlenen Şirketler ve sermaye dostu çevreciler, Ekokırım Suçunun ve Ekolojik Irkçılık suçunun taşeronu ve paydaşlarıdır. Kazandıkları paralar sadece yaptıkları yatırımların karşılığı değil, daha çok ekolojik ırkçılık suçunun karşılığıdır.

MEVLÜD ORUÇ
Ekoloji Politik Perspektif
HATAY

Fırat Nehri’ni zehirleyen siyanür sızıntısı Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde

Türkiye’nin ikinci büyük altın madenciliği faaliyetinin gerçekleştirildiği Erzincan İliç’teki Çöpler Altın Madeni, haziran ayında siyanür borusunun patlamasıyla gündeme geldi.

Bu altın madeninde 2009 yılından bu yana çalışmalar sürüyor, Aralık 2010’dan bu yana da altın üretimine devam ediliyor.

Çöpler Altın Madeni’nin sahibi Anagold Madencilik.

Anagold Madencilik, 2000 yılında kurulmuş, günümüzde SSR Mining ve Lidya Madencilik şirketlerinin ortaklığında faaliyetlerine devam ediyor.

Lidya Madencilik’e biraz daha yakından baktığımız zaman Çalık Holding çatısı altında faaliyet gösteren bir şirket olduğunu görüyoruz.

Şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Çalık.

Lidya Madencilik, Çalık Holding’in Kanadalı Alacer Gold ile 2009 yılında işbirliğini gerçekleştirmesinden sonra 2010 yılında faaliyetlerine başlamış.

Yapılan anlaşmaya göre, Çöpler Altın Madeni’nin yüzde 20’sine ve geniş bir arama portföyünün de yüzde 50’sine ortak olmuş.

Şirketin sitesinde yer alan bilgilerde şu ifadeler yer alıyor:

“Lidya Madencilik, Çalık Grubu’nun Alacer Gold ile 2009 yılında Türk madenciliğinin ilk büyük uluslararası iş birliğini gerçekleştirmesinden sonra 2010 yılında faaliyetlerine başlamıştır.

Yapılan anlaşmaya göre, Çöpler Altın Madeni’nin yüzde 20’sine ve geniş bir arama portföyünün de yüzde 50’sine ortak olmuştur.

Çöpler, 2011 yılında oksitli cevherde faaliyetlerine başlarken, ortaklar Türkiye’de başka projeler geliştirmek amacıyla 50/50 ortak iştirak şirketleri kurdu. Kurulan iştiraklerden olan Polimetal Madencilik, Lidya tarafından yönetilerek, Türkiye’de yer alan altın ve bakır sahalarını geliştirmek amacı ile 2012 yılında çalışmalarına başladı.

Lidya, arama ve proje geliştirme faaliyetleriyle ilgilenirken Alacer, Çöpler’in oksit faaliyetlerini başarılı bir biçimde yürüttü ve madeni Avrupa’nın en büyük altın madenlerinden birine dönüştürmek üzere sülfür tesisini inşa etti.”

Geçen hafta Erzincan İliç’te siyanür sızıntısına yol açan Çöpler Altın Madeni’ni işleten Anagold Madencilik şirketinin yönetim kurulu üyeleri, “ekokırım” ve “insanlığa karşı suç” işlemekten Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne şikayet edildi.

Konu İliç’teki ekokırımı duyuran Sedat Cezayirlioğlu ve gönüllü avukatı İsmail Hakkı Atal tarafından Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşındı.

Çöpler Altın Madeni’nde 21 Haziran 2022 tarihinde siyanürlü solüsyon boruları patlamış, sızıntı sonucu şirketin beyanına göre 20 m3 siyanürlü solüsyon içinde 8 kg saf siyanür ekosistemlere ve dolaylı olarak Fırat Nehri’ne karışmıştı.

Ancak yapılan tespitler sonrasında gerçekte en az 210 m3 yani en az 80 kg siyanürün havaya, suya, toprağa karıştığı ortaya çıkmıştı.

Bölgede çevrecilerin ısrarlı takibi sonrasında Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı, bu maden sahasını 88 gün kapatmak zorunda kaldı. Kapatıldığı gün şirketin Toronto Borsası’nda hisseleri 300 milyon dolar değer kaybetti. 88 gün sonunda ise şirketin en az 1 milyar dolar zararı olduğu belirlendi.

Ancak, madenci şirket yaşananları oldu bittiye getirerek eylül ayında tekrar faaliyetlerine başladı.

Çöpler Altın Madeni sahası, Alamos Gold’un Kazdağları’nda 350 bin ağacı katlettiği altın madeni sahasının üç katı büyüklüğünde.

1.746,52 hektar gibi büyük bir alanı kaplayan Çöpler Altın Madeni Kompleksi, Ekim 2021’de onaylanan ÇED (Çevre Etki Değerlendirme) raporu ile ikinci kez kapasite artırımı izni aldı.

Eğer söz konusu kapasite artışı gerçekleşirse, Fırat Nehri ölecek.

Üstelik madenin sadece Erzincan değil, Tunceli, Sivas ve Malatya’ya da ciddi zararlar vereceği; ayrıca Keban, Karakaya ve Atatürk barajlarının da oluşacak sızıntılarla ve asit buharları ile tehlike altına gireceği belirtiliyor.

Şu anda 197 futbol sahası büyüklüğündeki siyanür ve sülfürik asitli atık havuzu 600 futbol sahası büyüklüğüne çıkartılacak. 66 milyon ton siyanürü buharlaştırılarak atmosfere verilecek.

Türkiye’nin en büyük su toplama havzasına sahip Fırat Nehri’ni besleyen Karasu’nun yanı başındaki maden hali hazırdaki büyüklüğü ile bile su kaynakları için açık bir tehdit unsuru iken daha da büyütülmek isteniyor.

Proje sahası aynı zamanda Munzur Dağları ekosistemi içerisinde yer alıyor. Bilimsel araştırmalarla zengin bir biyoçeşitliliğe ve endemik tür varlığına sahip olduğu ortaya konan Munzur ve Fırat Havzası’nın koruma altına alınması gerekirken kapasite artışı ile daha da zehirlenmesinin önü açılmaya çalışılıyor.

Buradaki madenle ilgili Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınan şikayet dilekçesinde şu ifadelere yer verildi:

“[…] madencilik faaliyetleriyle kasten küresel -bölgesel ekolojik kirliliğe yol açmak suretiyle Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü md.7 / 1 / a-b-d-k fıkralarını ihlal etmek; uluslararası hukukta uygulanan ‘ihtiyatlılık’ ve ‘öngörülebilirlik’ ilkeleri gereğince yaptıkları faaliyetlerin olası sonuçlarını bilerek 21.06.2022 tarihinde siyanür borusunun patlamasına neden olarak Fırat Nehri’ne 210 m3 siyanürlü zehirli kimyasal bileşik (80 kg siyanür) karışmasına sebebiyet vermek ve tüm Ortadoğu coğrafyasını zehirleyecek şekilde Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü’nün md.7 / 1 / a-b-d-k fıkralarını ihlal ederek sivil halkın bir bölümünün ölümüne, acı çekmesine, yer değiştirmesine, hastalanmasına neden olan/olacak süreci başlatmak ve/veya sürdürmek veya katkı koymak suretiyle aynı fiille insanlığa karşı suç ve ekokırım suçu işleyen SSR Mining Anagold şirketi Yönetim Kurulu üyeleri sanıklar hakkında işlem yapılarak başvuru kayıt numarası verilmesi ve dava açılması için suç bildiriminde bulunur gerekli işlemlerin yapılması ve cezalandırılmalarını talep ederiz.”

Türkiye’de madenciliğin durumuna ekolojik ve politik açıdan baktığımızda hava, su, toprak, insan ve çevre sağlığı üzerindeki yıkıcı etkilerinin yanı sıra inanılmaz bir adaletsizlik mekanizmasını da büyüttüğünü görüyoruz.

Bu böyle devam edemez, maden ihtilaflarından yok çıkarak gerçek bir iklim/çevre adaleti sağlanana kadar hukuksal mücadele alanının genişletilerek korunması kaçınılmaz görünüyor.

PELİN CENGİZ

Kazma Bırak

0

Kazma Bırak: Fosil Yakıt Felaketi ve Savaş Olasılıkları

31 Eki 2022 tarihinde canlı yayın yapıldı

31 Eki 2022 tarihinde canlı yayın yapıldıFelaket kapitalizmi ve derin deniz ekstraktivizmi: Çevresel zararların boyutları Doğu Akdeniz’de neler oluyor? İki yıllık potansiyel savaş macerası ve geleceği Kazma Bırak Kampanyası: İşlevi, tarihi ve geleceği

BOZOĞLU’NDAN ÇAYIRHAN TERMİK SANTRALİ’NİN KÜL DEPOLAMA SAHASI İLE İLGİLİ UYARI: CİDDİ BİR GÖÇÜK RİSKİYLE KARŞI KARŞIYAYIZ. ÖNLEM ALINMAZSA SARIYER BARAJI’NIN TOKSİK ATIKLARLA BULUŞMASI KAÇINILMAZ

İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği Başkanı Baran Bozoğlu, Çayırhan Termik Santrali’nin Sarıyer Barajı’na yakın konumdaki kül depolama sahası ile ilgili “Kül depolama alanında yaklaşık 30 milyon ton toksik atık birikmiş durumda ve bu her geçen gün artmaya devam ediyor. Ciddi bir göçük riskiyle karşı karşıyayız. Bir an önce bu konuda önlem alınmaz, detaylı bilimsel teknik analizi yapılmazsa, Sarıyer Barajı’nın bu toksik atıklarla buluşması kaçınılmazdır. Sarıyer Barajı şu anda etrafından tarımsal faaliyetin yapıldığı, sofralarımıza gelen besinlerin sulandığı ve İstanbul’un ve Marmara Bölgesi’ne su sağlayan bir barajdır. Bu kül barajının yıkılması durumunda yoğun bir şekilde toksik kirlilikle karşı karşıya kalacağımızı üzülerek ifade ediyoruz. Bir an önce bu teknik incelemenin yapılması ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bu tesisin faaliyetini durdurmasına ihtiyaç duyuyoruz” açıklamasını yaptı.

İklim Değişikliği Politika ve Araştırma Derneği Başkanı Baran Bozoğlu, Ankara’da düzenlediği basın toplantısında, Türkiye’deki termik santrallerin durumunu değerlendirdi. Bozoğlu, şunları söyledi:

“Türkiye’de şu anda 13 tane özelleştirilmiş termik santralimiz var. Bu geri kalmış teknolojiler Türkiye’nin havasını, suyunu, toprağını kirletmeye ve sera gazı emisyonlarını salmaya devam ediyor.

Ankara’da Çayırhan Termik Santralinin Nallıhan Kuş Cenneti’ne olan etkisini araştırdık. Sarıyer Barajı’na hava kirliliği bağlamında etkisini araştırdık. 44 yıldır çalışan Çayırhan Termik Santrali’nin adil bir şekilde kapatılması gerektiğini; emekçiler ve ekonomi zarar görmeden, bunun planlamasının yapılarak kapatılma sürecinin planlanması gerektiğini ifade ediyoruz. 44 yıldır çalışan bu termik santral etrafında 2007 yılında, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı hava kalitesini izlemek için iki tane istasyon kurdurdu. Ve 10 yıldır bu hava kirliliğini izlemek üzere kurulan istasyonlar çalışmıyor ve çalıştırılmıyor. Çevre Bakanlığı bu takibi yapmadığı için biz orada bir ölçüm istasyonu kurduk.

Yaz aylarında bunu yaptık. İnsan sağlığına doğrudan etkisi olan, özellikle insanların ciğerlerine doğrudan işleyen; bronşit, KOAH, kanser gibi hastalıklara sebep olan kirletici parametrelerin ölçümünü yaptırdık. Çıkan sonuçlar, ne yazık ki tam da beklediğimiz gibiydi. Ciddi bir kirliliğin orada oluştuğunu tespit ettik.

Günlük 24 saatlik ortalamamızın tamamında hem Dünya Sağlık Örgütü’nün hem Türkiye’nin kendi mevzuatının hem de Avrupa Birliği’nin sınır değerlerinin aşıldığını gördük. 30 günün tamamında partikül madde 10 dediğimiz bu toz maddenin içerisinde, ağır metalleri de bulundurduğunu bildiğimiz bu maddenin sınır değerleri aştığını gördük. Normal şartlarda Türkiye’deki mevzuata göre de bir yıl boyunca ölçüm yapılan bölgede sınır değer 35 gün aşıldığı anda acil önlemler alınması gerekir, kamu kurumlarının. 30 günlük ölçümün tamamında havanın kirli olduğunu tespit ettik. Bu bölgede yaşayan vatandaşlarımız başta olmak üzere, Kuş Cenneti’nin içindeki kuşların ve canlıların, doğanın, böceklerin; hepsinin risk altında olduğunu, yıllardır bu kirli havayı solumak zorunda kaldıklarını bilimsel verilerle tespit etmiş bulunuyoruz. Burada şu anda yılda 4,9 milyon ton kömür yakılıyor. Yılda yaklaşık 1,2 milyon ton toksik atık çıkıyor, bu tesisten. Kömürlü termik santraller sadece havayı değil, ürettikleri atık ile toprağımızı, suyumuzu kirletmeye devam ediyor.

Kül depolama alanında yaklaşık 30 milyon ton toksik atık birikmiş durumda ve bu her geçen gün artmaya devam ediyor. Bu tesis tarafından Çevre ve Şehircilik Bakanlığından izin alınırken, atık sahasına dair bir taahhütte bulunuldu. Akademik ve bilimsel raporlar hazırlandı. Biz bu raporları değerlendirdik. Bu kül sahası 560 metre kota kadar doldurulabileceği yönünde akademik rapor olduğunu gördük. Ancak ne bu akademik rapor ne de bakanlığın verdiği çevre izni, herhangi bir bilimsel, statik incelemeye ve değerlendirmeye dayandırılmıyor. Biz sahada yaptığımız gözlemler, yaptığımız incelemelerde şunu net şekilde görüyoruz ki; ciddi bir göçük riskiyle karşı karşıyayız. Bir an önce bu konuda önlem alınmaz, detaylı bilimsel teknik analizi yapılmazsa, Sarıyer Barajı’nın bu toksik atıklarla buluşması kaçınılmazdır. Sarıyer Barajı şu anda etrafından tarımsal faaliyetin yapıldığı, sofralarımıza gelen besinlerin sulandığı ve İstanbul’un ve Marmara Bölgesi’ne su sağlayan bir barajdır. Bu kül barajının yıkılması durumunda yoğun bir şekilde toksik kirlilikle karşı karşıya kalacağımızı üzülerek ifade ediyoruz. Şu anda ciddi bir risk olduğunu ortaya koyuyoruz. Bir an önce bu teknik incelemenin yapılması ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın bu tesisin faaliyetini durdurmasına ihtiyaç duyuyoruz. Santralin yakınında kömür madeni işletmesi var. Kömür madeni işletmesinin şu anda bir çevre izni yok. Çevre izni olmadan yapılan kömür madeni ile şu anda havayı, suyu ve toprağı kirleten bir termik santral, buradan çıkan madenlerle besleniyor.”

Toprak Yokoluşa Sürüklenirken

0

Kapitalizmin aşırı üretimleri toprağı zehirleyip yok ediyor. Tarımı fabrikalara taşıma hedefi işletilirken, yakın gelecekte yaşanması beklenen büyük kıtlığa ise çare olarak sunuluyor. Ancak unuttukları bir şey var, o toprak insan gibi canlı bir varlık

Yusuf Gürsucu

İnsanlar, hayvanlar, bitkiler ve diğer organizmalar yüz binlerce yıl toprakla birlikte evrimleşti. Kapitalist üretim süreçlerinin yaşamın her alanında yarattığı yıkımların en büyüklerinden biri de toprakta yaşanmakta. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), dünyada toprağın yüzde 33’ünün tahrip olduğunu, 2050 yılına kadar bunun yüzde 90’a yükselebileceğini aktarırken, diğer yandan kapitalizm insanlığa toprak yerine, fabrikalarda yapılacak üretimi öneriyor. Kapitalist endüstrinin her türlü girdisi doğal yaşamın yağmalanması üzerinden tedarik edilirken, bu süreçte hem toprak hem de sular aşırı kirletilmiş durumda ve topraksız üretimin en önemli iddiası da bu noktada ortaya çıkıyor.

Çiftçiler intihar ediyor

Son dönemde tarımda büyük zorluklarla mücadele eden ve her gün neredeyse 30-40 kişinin tohum, gübre, enerji ve su şirketlerine ödeyemecekleri düzeyde borçlanması ve toprağın da giderek verimini yitirmesi sonucu çiftçiler Hindistan’da intihar ediyor. BBC’de yer alan haberde Hindistan’daki bu duruma çare bulmak isteyen Sadhguru adlı ünlü gurunun, SaveSoil (Toprağı Kurtar) adlı küresel bir kampanya başlattığı duyuruldu. Sadhguru, toprak sağlığını iyileştirmeyi hedefleyen kampanya kapsamında çiftçilere topraklarındaki organik maddeyi korumak ve en az yüzde 3 oranında tutmak üzere desteklenmesini talep ediyor. Sadhguru, “Eğer bunu da yok edersek toprak kuma dönüşür ve iş burada biter. Eğer toprak sorunuyla baş edemezsek bir çölün içinde yaşamak zorunda kalacağız” diyor.

3 cm toprak bin yılda oluşuyor

Washington Üniversitesi’nde Jeomorfoloji Profesörü olan David Montgomery, “1930’larda Kuzey Amerika’da görülen dev toz bulutu hatırlarsınız, herkesi çok şaşırtmıştı. Eğer toprağa iyileşme fırsatı vermezseniz ve sürekli tahrip ederseniz o toprakta tarımsal üretim yapılamaz hale gelir. Toprağın en verimli kısmı üst katmanıdır. Bu verimlilik yıllarca ve yüzyıllarca devam eden tarımsal aktivite yüzünden yok ediliyor. Böylece gıda yetiştirmek de giderek zorlaşıyor” diyor. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), dünyada toprağın yüzde 33’ünün tahrip olduğunu, 2050 yılına kadar bunun yüzde 90’a yükselebileceğini aktarırken, sadece 2-3 santimetrelik sağlıklı toprağı oluşturmak için bin yılın gerektiğini belirtiyor.

Toprak ve bitki sağlığı

İngiltere’de bulunan Toprak Derneği’nde (Soil Association) Tarımsal Ormancılık ve Bahçecilik Başkanı Ben Raskin, tarımda teknolojinin rolünün yeniden değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Raskin, “Teknolojide öncelik toprak ve bitki sağlığı olmalı” diyor. Toprağı derinden kazan aletlerin yerine ufak delikler açıp içine tohum bırakan tohum ekiciler ve günümüzde kullanılan aletlerin sert müdahalelerine alternatif olarak çok daha yumuşak bir şekilde tohum eken ve yabani otları temizleyen aletlere ihtiyaç olduğunu ifade ediyor. Diğer taraftan toprağın çıplak kalmasını engellemek için örtü olarak kullanılan bitkilerin de önemine vurgu yapıyor.

Aşılması gereken son sınır

Raskin, şimdiye kadar kullanılan teknolojilerin toprağın sadece yüzeyini incelediğini, artık çok daha derine inip toprağın biyolojisinin düşünülmesi gerektiğini paylaşıyor. Bilim insanlarının toprağın içindeki yaşamın yalnızca yüzde 10’unu tespit ettiği sanılıyor. Montgomery, uzun yıllardır yeraltındaki dünyanın bilim için görünmez olduğunu, toprağın bilim dünyasında aşılması gereken son büyük sınır olduğunu aktarıyor. Toprak Birliği’nin Yenilikçi Çiftçiler Programı kapsamında yapılan bir deneyde yabani otları ve hastalıkları bastırmak için ağaçların etrafına söğüt talaşı malçı döküldüğü ve malçın içindeki asidin ağaçlarda bağışıklık reaksiyonu uyardığı tespitinin yapıldığı aktarılıyor.

Tarımı fabrikaya taşımak

Hem kirletiyor hem de çözüm üretiyorlar. Aynen küresel ısınmaya neden olan şey kapitalist endüstrinin kirli üretimlerinin bir sonucuyken, bu durumu düzeltmek adına yeşile boyanmış alternatif enerji sistemlerinin önerilip aşırı üretimlerin kesintisiz sürdürülmek istenmesi gibi. Toprağın adeta katledilip yok edilmesine neden olan kapitalizm koşullarında toprağın üretken olabilmesi mümkün değildir. Mono kültürel üretim süreçlerini dayatan ve toprağın dışarıdan verilen minerallerle üretken olabileceği önermelerini yapan kapitalizm, GDO’lu-hibrit tohumla, suni gübre ve tarım zehirleriyle binlerce yılda oluşmuş olan tarım kültürünü ortadan kaldırmaktadır.

Nereye sürükleniyoruz?

ABD merkezli piyasa araştırma kuruluşu Allied Market Research, 2018’de 2,23 milyar dolar piyasa büyüklüğüne sahip olan dikey tarım pazarının 2026’da değerini 6 kat artırarak 12,77 milyar dolara taşıyabileceğini öngörüyor. Bu büyümenin kısmen organik, pestisit içermeyen gıdalara olan talebin artmasıyla değil, aynı zamanda gıda güvenliğini artırmak ve ithalatı kısmak isteyen ülkeler tarafından da destekleneceği belirtiliyor. Dikey tarım şirketi Farm Urban kurucusu Paul Meyers, bitki fabrikalarını “geleceğin tarımı” olarak tanımlayıp “Bu, pestisit içermeyen ve gezegeni istikrarlı bir şekilde yok eden geleneksel at ve traktör tarımından daha sürdürülebilir bir yaklaşıma geçiş” iddiasını yaparken, kapitalizm koşullarında nereye doğru sürüklendiğimize ise önemli bir örnek teşkil ediyor.

Sermaye için birikim yolu

Birleşmiş Milletler’in yayınladığı bir rapora göre, dünya nüfusunun 2050’de 9,8 milyara ulaşacağı ve bu sayıda insanı beslemek için bugüne göre ortalama yüzde 50 ila yüzde 70 daha fazla yiyeceğe ihtiyaç olacağı söyleniyor. BM’nin bu raporunu dayanak yapan sermaye, geleneksel tarım uygulamaları ile nüfusu beslemek için ilave tarım alanlarına ihtiyaç duyulacağını, ancak ekin yetiştirmeye uygun olan arazinin yüzde 80’inden fazlasının kullanıldığını, gıda kıtlığının üstesinden gelmek için tarım fabrikalarına ihtiyaç olacağını iddia ediyor. Bu iddia dikkat çekilen kıtlığı çözmek adına yapılan bir iddia değil, sermaye için yeni bir birikim alanına işaret ederken, insanlığı kölelikten zincirli köleliğe sürükleyen bir gelecek hayalini gösteriyor.

Yavaş yavaş yok ediliyor

Kapitalizm, üretim süreçlerinin tamamını sermaye kontrolünde sürdürmek ister ve tarım da bunun bir parçasıdır. Adeta yavaş yavaş işkence ile yok edilme sürecine girmiş olan toprağı koruyup yaşatmak yerine onu kirletmeyi tercih edip tarımsal üretim sürecini ‘fabrikalara’ taşıyıp sermaye birikimini büyüterek, tarımın fabrikalarda sürdürülmesi kapitalizmin yakın gelecek hedefleri içinde yer alıyor. Bitkilerin topraktan beslendiği tüm mineralleri suni yolla üretip dayattığı topraksız tarımdaki yeni girdileri ortaya çıkarıp açlığa çözüm bulacaklarını iddia eden kapitalizmin büyümek ve yaşamın her alanını sömürmek dışında herhangi bir hedefinin olmadığının da bilinmesi gerekiyor.

Toprak bizler gibi canlı bir varlık

Annelerin kapitalist endüstrinin neden olduğu kirlilik, stres vb. etkilerle çocuklarına yetecek sütü gün geçtikçe kaybettikleri görülüyor. Diğer yandan aynı nedenlerle canlı bir organizma olan ‘toprak ana’ da her geçen gün verimsizleşerek çölleşiyor. Topraklar, dünyadaki biyolojik çeşitliliğin yüzde 25’ini içinde barındırırken, bir tutam toprağın dünyada yaşayan insan dahil tüm canlılar gibi canlı bir varlık olduğu bizlere unutturuluyor. Toprak ve diğer canlılar arasında yaşanan simbiyotik ilişkinin yaşamı var ettiği gerçeğini yok etmenin ekosisteme vurulacak en büyük darbe olacağı ise görmezden geliniyor.

Toprak kuma dönüşüyor

Bir bitki büyüme, çiçeklenme ve meyvelenme döneminde topraktan kökleri aracılığıyla beslenir. Bu beslenme sürecinde topraktan ne ihtiyacı varsa onu yeterli miktarda alır. Toprak bilgedir, ona verdiğimiz her tohuma kucak açar ve onu besleyip büyütür. Böyle bir döngü kirletilerek, mono kültürel tarıma mahkum edilip yoğun ilaçlama ve suni gübrelerle yapılan üretimle ve adeta kanı emilerek yok edilmektedir. Suyun içinde bitkiyi büyütmek ve ona dışarıdan yapay vitamin ve mineralleri vermekle toprağı eşitlemek veya daha iyi tarım diye yutturmaya çalışmak ancak sermayenin aklına gelebilecek bir yalandır. Topraklar artık kirlendi diye bizi topraksız tarıma alıştırmaya çalışan kapitalizm toprağı korumayı düşünmez bile. Aşırı üretimleri sürdürmek için doğayı topyekun yok olmaya sürükleyen akıl, toprakları da yok olma sürecine bağlayıp kuma dönüştürüyor. Ve bu süreç mutlaka durdurulup tersine çevrilmek zorunda.

Çaresiz değiliz

Yapılan hesaplamalara göre, dünyadaki bütün ülkeler ABD’de yapılan tüketim kadar tüketmesi halinde insanlığa 5 tane daha dünya gerektiğini gösteriyor. Burada ortaya çıkan sorun sermaye adına değişim değeri üreten üretim süreçleridir. Kullanım değeri üretmeyi içeren ve sadece ihtiyaçlarımız temelinde bir üretim sürecinin hayata geçirilmesi halinde ise dünyamızın bugünkü nüfusu aşan kat be kat nüfusu beslememesi için hiçbir neden yok. Yeter ki kapitalizmi hakettiği tarihin kirli sayfalarına gömelim ve yaşam için gerekli olan geleceği yaratalım.