Çarşamba, Eylül 17, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog Sayfa 11

ŞABAN DAĞI MERMER OCAĞI ILE İLGİLİ DAVA

KONYA İDARE MAHKEMESİ ŞABAN DAĞI MERMER OCAĞI ILE İLGİLİ DAVAMIZA KEŞIF GÜNÜ İÇIN 26 NİSAN 2023 SABAH SAAT 9.30 ‘ A TARİH VERDİ..

TÜM HADİM’LİLERİN,DOĞA VE ÇEVRE PLATFORMLARININ, YURDUMUZUN HER BİR KÖŞESİNDE BULUNAN DOSTLARIMIZIN DAVA SURECİNİ IZLEMEK ÜZERE KEŞIF GÜNÜ ŞABAN DAGINDA BULUNMALARINI, TOROS DAĞLARIMIZI, ŞABAN DAĞIMIZI, KİRAZ BAHCELERİMİZİ, HADİM VE KONYA İCME SU YATAKLARINI, YABAN HAYATİNI, TARİHİ VE KÜLTÜREL MİRASLARIMIZI, ENDEMIK BİTKİLERİMIZİ KORUMAYA DAVET EDİYORUZ….

KEŞİF GÜNÜ BİLDİRME YAZISI

Davacı Halit AYBATTI ve diğerleri vekili Av. Seyda AFYONCU tarafından Konya ili, Hadim ilçesi, Yalınçevre Mahallesi Mevkiinde ER:3399315 numaralı ve 47,35 hektarlık ruhsat sahasında, N Gri Maden Enerji İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti. tarafından açılması planlanan II-B grubu mermer işletmesi hakkında ÇED Yönetmeliğinin 17. maddesi gereğince Konya Valiliği Çevre Şehircilik İl Müdürlüğü tarafından verilen 08.08.2022 tarih ve E: 2022663 karar numaralı “Çevresel Etki Değerlendirmesi Gerekli Değildir” kararının iptali istemiyle Konya Valiliği’ne karşı açılan davada, 25/10/2022 tarihli keşif ve bilirkişi incelemesi yapılmasına ilişkin ara karara istinaden 12/12/2022 günü icra edilmesi planlanan ancak hava muhalefeti nedeniyle icra edilemeyen keşfin 26 Nisan 2023 Çarşamba günü saat:09.30’da icra edileceği hususunun taraflara ve bilirkişilere tebliğine karar verilmiştir.30/03/2023

(Fotograflar için,Orhan Arıçelik,Abdullah Kuzgun, Hasan Hüseyin Kahraman, Hasan Sayın, Özel Kamil dostlarımıza teşekkürler )

Basın Açıklaması

“BASINA VE KAMUOYUNA,

Hadim Çaldağı -Gerez köyü sınırında Şaban Dağı eteklerinde açılmak istenen mermer ocağı için Konya Valiliği’nin “ÇED gerekli değildir” kararına karşı, Hadim İlçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi, Gerez Köyü Muhtarı, Merkez Aşağıhadim Mahallesi Muhtarı, Merkez Hocalar Mahallesi Muhtarı, Arıcılar Birliği Hadim temsilcisi, Kadir BAŞ üretim çiftliği, Hadim Çevre Koruma Derneği Başkanlığı ve 33 çiftçi ile birlikte Konya İdare Mahkemesi’ne ÇED raporunun iptal edilmesi, yürütmenin durdurulması için 30/09/2022 tarihinde dava açtık.

Şaban Dağı’ndaki bu proje dışında Akdağ’ın Hadim’e bakan tarafında da 6 yerde daha mermer ocağı ruhsatı alma çalışmaları devam etmektedir. Ruhsatı alınan, ruhsat çalışması yürütülen mermer ocakları, Hadim için tam bir felakettir.

Bölgede 30 bin ton kiraz üretilmekte yarısı ihraç edilmektedir. Mermer ocakları çalışmaya başladığı zaman kiraz üretimi duracak, Hadimli üretici 1 milyar 200 milyon lira zarar edecektir. Bölgede 20 bin kovanda 250 bin kilogram bal üretilmektedir. Arıcılık yok olacaktır. Hadim arıcılarının kaybı 500 milyon liraya yaklaşmaktadır. Bölgede 49 bin ton üzüm üretilmektedir. Üzüm bağları yok olacaktır. Üzüm üreticisinin kaybı bölgede 500 milyon liradır. Bölgede, küçük ve büyükbaş hayvancılığı yok olacaktır.

Konya ve Hadim’deki tüm siyasi partilerimizi, Ziraat ve Esnaf odalarını, Sivil toplum örgütlerini, herkesi dava sürecini takip etmeye demokratik tepkilerini göstermeye davet ediyoruz. Hadim Belediye Başkanlığı, Ziraat odası, Esnaf odası, Arıcılar birliği, Hayvancılar Birliği, Hadim Çevre Koruma Derneği birlik olmalı bu felaketi önlemelidir.

Hadim Belediye Başkanlığı, 21/09/2022 tarihinde Çevre İl Müdürlüğü’ne yazdığı dilekçe ile mermer ocağını istemediğini belirtmektedir. Hadim belediye meclisi karar alarak dava sürecine katılmalı, Hadim belediyesi davaya müdahil olmalıdır.

Bu dava mermer tozuna karşı Hadim kirazının,
Mermer tozuna karşı Hadim balının,
Mermer tozuna karşı hadim üzümünün
Kardelen, çiğdem, lale, navruz ve binbir çeşit çiçeklerimizin davasıdır.
Kiraz bahçelerimizin, ormanlarımızın, arılarımızın, koyunlarımızın, dağlarımızda otlayan keçilerimizin, bin bir çeşit kuşlarımızın davasıdır.

Endemik bitkilerimizin, yaban hayatımızın, yaylalarımızın, İsaura Krallığı dönemine tarihlenen antik kentimiz Astra’nın korunması davasıdır. Su deposu olan Akdağ’ı, Çaldağı’nı, Geyik dağını, su yataklarımızı, göletlerimizi, barajlarımızı, pınarlarımızı, çadır havuzlarımızı koruma davasıdır.

Açılacak olası mermer ocağında yapılacak patlamaların yol açacağı gürültü ve çevre kirliliğini önleme davasıdır.

Konya’nın içme suyu Hadim Bağbaşı, Hadim Dedemli ve Taşkent Avşar barajlarından sağlanmaktadır. Barajlar kirlilikle karşı karşıya kalacak, Konyalılar kirli su içecektir.
Bu dava tüm Konyalıların, çocuklarımızın geleceğinin davasıdır. Herkesi hukuki davayı izlemeye, desteklemeye, uyanık olmaya, güçlerimizi birleştirmeye davet ediyoruz.”

02.10.2022
Iletişim:
Mustafa Orhan
Hadim llçesi Tarımsal Kalkınma Kooperatifi Yönetim Kurulu Başkanı 0532 417 4173

NKP UYARIYOR: “AKKUYU’YA NÜKLEER YAKIT GETİRİLMEMELİ!”

0

Nükleer Karşıtı Platform (NKP), Akkuyu Nükleer Santralı alanına ilk nükleer yakıtın 27 Nisan 2023 tarihinde getirileceğinin duyurulması üzerine “Akkuyu’ya Nükleer Yakıt Getirilmemeli!” başlığı altında iktidara aday tüm siyasi partileri uyarmak amacıyla bir uyarı mesajı hazırladı.  Nükleer karşıtı kurumların imzasına açılan mesaj, imza sürecinin tamamlanmasının ardından, 19 Nisan 2023 tarihinde kamuoyuna ilan edilecek. Uyarı mesajının tamamına yazımızın devamından ulaşabilirsiniz.       

AKKUYU’YA NÜKLEER YAKIT GETİRİLMEMELİ!

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, 29 Mart 2023 tarihinde basına verdiği demeçte, “Akkuyu’da sona yaklaşıyoruz. 27 Nisan’da ilk nükleer yakıt tesisimize geliyor. Böylece Akkuyu nükleer tesis statüsü kazanacak” şeklinde bir açıklama yapmış, aynı akşam Partili Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise santralın açılışına dair bir televizyon kanalında, “Nisan’ın 27’sinde bir ihtimal belki Sayın Putin de gelecek. Veya birlikte online sistemle bağlanacağız, Akkuyu’nun inşallah ilk adımını atacağız” ifadesini kullanmıştır.  

Rusya Devlet Nükleer Enerji Kuruluşu Rosatom’un Genel Müdürü Aleksey Likhachev ise Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nda (NGS), “… Bu bahar santrala taze nükleer yakıt teslim edilecek ve böylece Akkuyu NGS sahası nükleer santral statüsü alacak. … Üçüncü çeyrekte ise birinci ünitede genel inşaat ve montaj işlerini tamamlayarak devreye alma aşamasına geçeceğiz. Daha sonra birkaç ay içinde UAEA gerekliliklerine uygun olarak ekipmanı ve yakıtı doğrudan reaktörde test edeceğiz” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.

Rosatom şirket sorumluları birinci reaktördeki inşaat çalışmalarının 2023 yılı üçüncü çeyreğinde tamamlanabileceğini, ülke yöneticileri ise 27 Nisan 2023 tarihinde santrala nükleer yakıtların getirilerek santralın açılışının yapılacağı yönünde birbirleriyle tamamen çelişen açıklamalar yapmışlardır.  

Nükleer yakıt çubuklarının getirilmesi ülke geleceği için büyük bir tehdittir.

Meslek örgütleri, bilim insanları ve Türkiye halkının tepkilerine rağmen, nükleer santral projeleri ısrarla gündemde tutulmaya çalışılmakta olup, Akkuyu’da sorunlu inşaat süreci ise devam etmektedir. Sinop’ta ise 2019 yılında maliyet artışları nedeniyle Japon yüklenici şirketin projeden çekilmesi ve Sinop NGS Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu raporuna karşı açılmış olan davanın daha sonuçlanmamasına rağmen Rus şirketler ile pazarlıklar yapılmaktadır.  

Dünyadaki ilk “Yap, Sahip ol, İşlet” modeline sahip Akkuyu NGS,  hem ekonomik hem sosyal çevre felaketine yol açacaktır.

Nükleer santralın proje maliyeti içinde olmayan atık yakıt çubuklarının ve çalışma süresinin bitiminde santralın bertaraf maliyetini, ekosisteme, canlılara, insan sağlığına, tarıma, balıkçılığa verdiği zararların maliyetini proje maliyetine eklediğimizde projenin iptalinden doğacak ekonomik kayıp ile karşılaştırılamayacak ölçüde ekonomik zarar önlenmiş olacaktır.

Bizler, ülkemizde faaliyetlerini sürdüren; meslek odaları, sendikalar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları olarak hiçbir koşulda nükleer yakıtın Mersin Akkuyu’ya getirilmesini kabul etmiyoruz.  Ne dünyada ne ülkemizde nükleer santral istemiyoruz. Ülke geleceğimizin nükleer felaketlerle yok edilmesine izin vermeyeceğiz.  

Ülkemize felaket getirecek nükleer santrallara karşı duyarlı tüm kurumları ve nükleer karşıtlarını mücadeleye çağırıyor, mali açıdan büyük kamu zararı doğursa da “nükleer santralı kapatacağız” demeyen hiçbir siyasi partiye oy vermeyeceğimizin altını çiziyoruz. 

  • Nükleer yakıtın Akkuyu’ya getirilmesini istemiyoruz.
  • Ülkemizi bu felakete sürüklenmesine seyirci kalmayacağız.
  • Nükleere İnat Yaşasın Hayat!

NÜKLEER KARŞITI PLATFORM BİLEŞENLERİ

Türkiye’nin nükleer enerji ısrarı: Hem pahalı hem çevreye zararlı

Uranyum Atlası nükleer enerji ve uranyum madenciliği raporunu yayımladı. Buna göre nükleer enerji sadece ciddi ekolojik sonuçlara değil ağır ekonomik sonuçlara da yol açacak.

Raporun baş editörü Horst Hamm, “Korkarım ki bu girişimin neden olduğu muazzam maliyetlerin faturası Türk vergi mükelleflerine kesilecek” dedi.

Almanya bu ayın ortasında son üç nükleer reaktörünü de kapattı. Nükleer enerji üretim çağını sonlandırıp yeşil enerjiye odaklanmayı hedefliyor. Türkiye ise ilk nükleer enerji santralını inşa ediyor.

Uranyum Atlası raporuna göre Türkiye’de yenilenebilir enerji maliyetleri nükleer enerji maliyetinin çok altında. Şu anda rüzgar enerjisinden kilovat saat başına yaklaşık 2 dolar sent, güneş enerjisinden ise 1 ila 1,7 dolar sent maliyetle elektrik üretilebiliyor.

Bu rakamlar Türkiye’deki en son yenilenebilir enerji ihalelerinin rakamları.

Mevcut devlet teşviklerinde de yenilenebilir enerji kaynaklarına verilen alım garantisinin, Rus devlet şirketi Rosatom’un Akkuyu’daki nükleer santralın işletmecisi olarak aldığı ücretin (12,35 dolar sent) çok daha altında olduğu görülüyor.

Mevcut devlet alım garantileri, biyokütle için 1,7 ila 2,7 dolar sent, hidroelektrik için 2,15 dolar sent ve yine 24 saat çalışan jeotermal için 2,9 dolar sent seviyesinde.

Rosa Luxemburg Vakfı Türkiye Kıdemli Danışmanı Dominic Noll rapor sonuçlarıyla ilgili şunları dedi: “Türkiye’nin nükleer enerji macerasına atılması, ekonomik açıdan anlaşılmaz ve ekolojik açıdan tamamen anlamsız. Neyse ki Almanya’da bu durum yakında sona erecek, çünkü nükleer enerji onlarca yıldır yenilenebilir enerjinin yaygınlaştırılmasını engelliyor.”

Ekosfer Kampanyalar Direktörü Özgür Gürbüz de şöyle konuştu: “Türkiye 50 yılı aşkın bir süredir nükleer çağa adım atmayı planlıyor. Akkuyu’da ilk reaktörler inşa aşamasında. Ülkemizin daha düşük maliyetle değerlendirilmeyi bekleyen büyük yenilenebilir enerji kaynakları olmasına rağmen nükleer santralın açılış günü çok yakında duyurulacak. 50 binden fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan son depremlerin de gösterdiği gibi, Türkiye yüksek deprem riski taşıyan bir bölge. Uranyum Atlası’nın nükleer enerjinin tehlikelerini duyurmanın yanı sıra, ülkemizdeki uranyum madenciliğini durdurmamıza da yardımcı olacağını umuyorum.”

Türkiye’de uranyum çıkarılabilecek beş bölge var. Bu bölgelerin tamamında uranyum yatakları küçük ölçekli ve uranyum cevheri sadece yüzde 0,04 ila 0,1 arasında uranyum içeriyor. Toplamda çıkarılabilecek uranyum miktarı ise sadece 12 bin 600 ton.

Uranyum Atlasları serisinin proje yöneticisi ve Türkiye baskısının baş editörü Horst Hamm, “Uranyum madenciliğinin sonuçlarının ne olduğunu gözünüzde canlandırmanız gerekiyor. Yüzde 0,1 oranında uranyum içeren bir cevherde, çıkarılan her bir ton uranyum geride 999 ton kaya kalıntısı ve radyoaktif çamur miras bırakıyor” dedi.

Rapora göre fisyon ürünü olan uranyum çıkarılıyor ancak uranyum kararlı bir element değil ve herhangi bir eylem gerekmeksizin bozunuyor. Uranyum bozununca ortaya çıkan ürünler ve bunlarla birlikte de radyoaktivitenin büyük bir kısmı kaya kalıntılarında hapsoluyor. Her bir bozunma aşamasından sona açığa çıkan alfa, beta veya gama radyasyonu, solunum yetmezliği, kanser, kısırlık, düşük ve deformasyona kadar uzanan sorunlara neden oluyor. Madenciler ve yerel halkın sağlığının nasıl etkilendiği Kuzey Amerika, Afrika veya Avustralya’daki maden alanlarından biliniyor.

Nükleer enerjinin katbekat yüksek maliyetine ve uranyum madenciliğinin radyasyon yayma riskine rağmen Türkiye’nin neden nükleer çağa girmeye can atmasıyla ilgili Hamm şunu dedi: “Korkarım ki bu girişimin neden olduğu muazzam maliyetlerin faturası Türk vergi mükelleflerine kesilecek.”

6 ŞUBAT DEPREMİ –DEPREM SONRASI YENİDEN İNŞA FAALİYETLERİ 

0

Ekolojik yıkım, mülksüzleştirme, insansızlaştırma

Söyleşi: Bekir Avcı

11 Nisan 2023Halk ve çevre sağlığı hiçe sayılarak yaşam alanlarına yığılan molozlar, yapılaşmaya açılan tarım alanları, “riskli alan” ilanları… Deprem bölgesindeki bu aceleciliğin nedeni, “yeni kentleşmeden” iktidarın muradı ne? Depremin ardından Adıyaman’da dayanışma ağlarına katılan harita mühendisi, TMMOB Mardin İl Koordinasyon Kurulu ve Mardin Ekoloji Derneği üyesi Agit Özdemir’e kulak veriyoruz.

Antakya’da Samandağlı depremzedeler “depremden ölmedik, asbestten öleceğiz” diyor. Şu an deprem bölgesinde enkazların kaldırılması, molozların depolanması konusunda yapılan ne, yapılmaması gereken ne? Asbest nasıl bir tehlike oluşturuyor?

Agit Özdemir: Asbest bir mineral. Gözle görülmeyen lifli yapısından dolayı, kırıldığında çevreye milyonlarca lif yayılır ve solunum yollarında ciddi hastalıklara neden olur. Dünya Sağlık Örgütü asbesti birinci derece kanserojen ilan etti. 2011 yılında Türkiye’de yasaklandı. Avrupa’da da yasaklı. Fakat birçok yapıda asbest olduğunu biliyoruz. Bugün deprem bölgesinde çıkarılan molozlarda da mevcut olabilir. Bir asbest yönetmeliği var, ama o yönetmeliğe uyulmuyor. Bilinçsiz ve kontrolsüz bir şekilde kaldırılıyor enkazlar. Bunlarda asbest var mı, yok mu, asbest depolama alanları ne kadar, depolama alanı olarak kullanılan yerlerin zemin etütleri yapıldı mı, bu yerlerde asbestin yeraltına sızmasını engelleyecek önlemler alındı mı, hepsi muamma. Oysa molozların döküleceği alanların toprak yapısının geçirgenliğinin kontrol edilmesi lâzım. Yeraltı sularına karışmaması gerekiyor. Ama depremin hemen ardından ilan edilen OHAL ve çıkarılan 126. kararnameden dolayı kimse “neden böyle yapıyorsunuz?” diyemiyor.

Agit Özdemir

Asbestli molozlar yeraltı sularına karışırsa ne olur?

Bu molozlar yeraltı sularına karışırsa ve bu yeraltı sularıyla tarımda sulama yapılırsa –ki yapılacaktır– asbestin sadece deprem bölgesine değil, tüm Türkiye’ye yayılma ihtimali var. Yapılan bir araştırmaya göre 1999 depreminde 13 milyon ton enkaz kaldırılmış, bu sefer kaldırılacak tahmini enkaz miktarı 210 milyon ton. Bunun için depolama alanlarının tespiti gerekiyor, ama devlet bunu yapmıyor. Çünkü hızlıca kentleşme yapmak istiyor ve bu yüzden en yakın alana, ne bir etüt ne de bir çalışma olmadan enkazlar için depolama yapıyor. Antakya’da zeytinlik bölgesine, Kuş Cenneti’ne dökülüyor molozlar. Kamyonların bu molozları kaldırırken brandayla gitmesi gerek, ama o da yapılmıyor. Sonuç olarak o toz solunuyor. Adıyaman’da “moloz dökmek yasaktır” tabelasının olduğu dere yatağına yığma yapılıyor. Dere yatağının hemen arkasında Atatürk Barajı var. Bu baraj bölgenin içme suyu kaynağı. Öyle bir acelecilik var ki, asbest gündeme bile girmiyor. Çünkü eğer gündeme girerse iktidar mevcut enkazı kaldıramaz, o zaman da hedeflediği yapılaşmayı başlatamaz.

Konut ihtiyacı acil, fakat iktidardaki bu aceleciliğin nedeni ne sizce?

Devlet depremi “lütuf” olarak görüyor. Hem ekonomik krizle durgunlaşan inşaat sektörünü yeniden canlandırmak ve buradan rant elde etmek istiyor, hem de depremzedelerin “devlet nerede?” sorusuna yeni ve hızlı bir kentleşmeyle yanıt olmak istiyor. Yerle bir olan kentlerin planını kendi istediği gibi yaparken de buraları kontrol altında tutabileceği, toplumu gözetleyip dönüştürebileceği şekilde inşa etmeyi amaçlıyor. Bu yüzden deprem sonrası yeniden inşa bir planlama değil, bir dizayn bence. Biz bunu Sur, Nusaybin ve Cizre’deki kent savaşlarında gördük.

Antakya’da zeytinlik bölgesine, Kuş Cenneti’ne dökülüyor molozlar. Adıyaman’da “moloz dökmek yasaktır” tabelasının olduğu dere yatağına yığma yapılıyor. Dere yatağının hemen arkasında Atatürk Barajı var. Bu baraj bölgenin içme suyu kaynağı. Molozlar yeraltı sularına karışıp tarımda sulama yapılırsa asbestin tüm Türkiye’ye yayılma ihtimali var.

O bölgelerdeki dönüşümle depremden sonraki inşaat hamlesini nasıl kıyaslayabiliriz?

Kent savaşlarından önce Sur ve Nusaybin’de uzun süredir devam eden komşuluk ilişkileri dayanışmayı mümkün kılıyordu. Çoğu mahallede sokak muhalefetine imkân sağlayan fiziki bir yapı vardı. Mahallelerin dar sokaklı yapısı, TOMA, panzer ve akrep gibi polis araçlarının kolayca ilerlemesini engelliyordu. Sur’da “kentsel dönüşüm” sonrası o dar sokaklı mahalleler yok artık. Bu mahallelerin yerini geniş caddeler, yollar, işletmeler aldı. Komşuluk ilişkilerinden ve yılların tanışıklığından gelen kolektif hareket kayboldu. Bu sadece Türkiye’ye özgü de değil. Paris’ten de biliyoruz, Paris Komünü sonrası barikatlar kurmaya elverişli Paris sokaklarının yerini geniş bulvarlar aldı. Bu bulvarlar gelecekteki barikatlara ve halk ayaklanmalarına karşı askeri birliklerin, topçuların daha hızlı hareket edebileceği uzun ve geniş koridorlar yarattı. Verdiğim örnekleri kentin “güvenlikleştirilmesi” üzerinden okumak lâzım. Bu sadece askeri bir kavram olarak anlaşılmamalı. Devlet kentleri kontrol altına almak, gözetlemek, biçimlendirmek, dönüştürmek üzere kullanıyor. Neredeyse tamamen yıkılan deprem bölgesindeki aceleciliğin önemli bir nedeni ve aslında konuşulmayan boyutu bu.

Adıyaman’da “Moloz dökmek yasaktır” tabelasının olduğu dere yatağına dökülen molozlar. Fotoğraf: Evrensel

Devlet deprem bölgesindeki kentlerde böylesi bir “dizayna” neden ihtiyaç duyuyor?

Yıllara dayanan kolektif dayanışmanın mekânlarını, halkların, inançların bir arada yaşayabilme olanaklarını her zaman yıkmak, yok etmek ister devlet. Depremin etkilediği yerlerden Adıyaman, Kürt-Alevi nüfusun yoğun yaşadığı bir yer. Hatay da halkların ve inançların bir arada yaşayabildiği, kendi kültürünü, kısmen kendi mimarisini koruyabilmiş bir kent. Hatay’da “Türkiye’nin son Ermeni köyü” diye bildiğimiz Vakıflı Köyü de var. Orası şu an tehdit altında, göç tehdidi var. Devletin kolektif dayanışma mekânlarını imha etme politikalarının başında göçertme ve mekânı dönüştürme gelir. Kent savaşlarındaki yıkımdan dolayı çok büyük göçler yaşandı. Deprem sonrası da büyük göçler yaşandı, yaşanıyor.

Bu göçler aynı zamanda teşvik mi ediliyor sizce?

Evet. Adıyaman ve Malatya arasında, yüksek dağların yamaçlarında Kürt-Alevi köyleri var. Örneğin Çelikhan ilçesine bağlı Recep ve Aksu’da (Avasipî) yıkım çok büyüktü. Ulaşım çok zordu bu köylere. Aynı şekilde merkeze bağlı Yaylakonak’ta (Balyan) da yıkım çok büyüktü. 280 hanenin olduğu yerleşim yerinde sadece on yapı ayakta kalmıştı. Buraya üçüncü gün ilk yardım tırlarından birini götürdük. Beldeye bağlı altı köy vardı. Köylerin yolları kardan dolayı kapalıydı. Bu köylerden Çatdere’nin yolu depremin ancak beşinci günü açılabilmişti mesela. Depremin onuncu gününde konuştuğum Zivar köyünden biri ise AFAD’ın köylere hâlâ çadır götürmediğini söylüyordu. Malatya’da üç Alevi köyünün tam ortasına moloz yığınları döküldü. Battalgazi ilçesine bağlı Mamurek mahallesindeki bu köylerde (Söğüt, Elmalı ve Balıklıdere) Kürt ve Alevi yurttaşlar yaşıyor. Moloz yığınları oradaki tarımı, yeraltı sularını, kayısıyı etkiliyor. Bu da insanların yaşam imkânlarını elinden almak, onları göçe zorlamak anlamına geliyor. Deprem sonrası pratikler yeni bir zorla yerinden etmeye neden oluyor.

Arama-kurtarma, temel ihtiyaç malzemelerinin temini, çadırların kurulması… Dayanışma temelli tüm bu faaliyetler devletin ve kurumlarının yokluğunu daha görünür kılıyordu. Bu yüzden yardım depolarına kayyumlar atandı, depolardaki gönüllüler tehdit edildi, yardım tırlarına el kondu, vinçler engellendi.

Cumhuriyetle beraber Adıyaman ve Maraş başta olmak üzere Kürt-Alevi nüfusa dönük sürekli bir göçertme politikası başladı. 1925’te Şark Islahat Planı’nda net olarak “Fırat’ın batısında meskûn bulunan Kızılbaş Kürtlere” dönük politikalar olduğunu biliyoruz. Bence bu demografik operasyon deprem bahane edilerek devam ettirilmek isteniyor. Müdahale edilmemesinin bir sebebinin bu olduğunu söyleyebilirim. Mevcut imkânların kullanılmadığını da Adıyaman’da yaşadığımız bir örnekle anlatmak istiyorum. Orada iletişim kurduğumuz insanlar depremin hemen ertesinde Adıyaman Belediyesi’ne gittiklerini, belediyenin bahçesinde 15 tane vinç, kepçe, kamyon olduğunu, “deprem yaşandı, niye bunlar kullanılmıyor?” diye sorduklarını anlatıyorlardı. İlk etapta belediyenin yanıtı “kullanacak şoför yok” oluyor. Gönüllüler arasında bunları kullanabilecek insanlar vardı. “Bize verin, biz kullanalım, enkaz altından sesler geliyor” dediler. Ben şahit oldum buna. Ama o zaman da “anahtarlar kayıp” dendi. Bu imkânlar kullanılmadı.

Depremin ilk günlerinde Adıyaman’daki manzara nasıldı? Engellemelere, imkânsızlıklara karşın siz nasıl hareket ettiniz?

Depremin ikinci günü, gönüllülük esasıyla gitmiştim Adıyaman’a. On güne yakın orada kaldım. Amacım tamamen yardım organizasyonlarının içinde yer almaktı. Ben mühendisim, harita mühendisiyim ve yıllardır ekoloji mücadeleleri içerisinde yer alıyorum. Bu yüzden dayanışmanın yanısıra mühendislik ve ekoloji açısından da kenti gözlemlemeye çalıştım. Gider gitmez ilk duyduğum şey “devlet yok, AFAD yok, asker yok, yardım yok” lafıydı. Herkes bunu söylüyordu. Buna karşın muazzam bir dayanışma vardı. Kendiliğinden gelişen, devlet dışı organizasyonların katıldığı bir dayanışmaydı bu. Bu denli büyük bir yıkımın içinde umut veren şey buydu. Dayanışmayı sadece oraya gönüllü gelen insanlarla sınırlamıyorum ama. Oraya gelip yardımların tasnif ve dağıtımında görev alanların yanında, örneğin deprem bölgesine gelemese de bu dayanışmayı ören, çevirmeninden yazılımcısına, tandırda ekmek pişiren annesine kadar birçok kişi vardı. Biz de TMMOB’un, KESK’in, HDP’nin organize ettiği yardımları depolardan kent merkezine ve köylere ulaştırmaya çalışıyorduk.

Kontrolsüzce toplanan ve yaşam alanlarına dökülen enkazlara karşı Samandağ’da “Yaşam Nöbeti”

Köylerin birçoğuna ilk günlerde gidilemedi, bilgi alınamadı, yardım ulaştırılamadı. Adıyaman’ın köylerinde manzara nasıldı?

Depremin ikinci günü gelen AFAD ekipleri sadece AKP Adıyaman milletvekili Yakup Taş ve ailesinin olduğu yerlerde çalışma yapmıştı. Onların cenazelerine ulaşmak için bütün imkânlar seferber edildi. Üçüncü günden sonra çok yetersiz de olsa AFAD ekipleri Adıyaman merkeze geldiler. Gelen ekipler yine AKP ve MHP camiasının olduğu enkazlarda çalışmalar yaptı ağırlıklı olarak. Yani yoksul, emekçi, köylü, Kürt, Alevi insanların olduğu mahallelerde arama-kurtarma çalışmaları doğru düzgün yapılmadı. Sınırlı imkânlarla da olsa bu mahallelerde gönüllüler çalıştı. Aynı şekilde buralara ilk günlerde yardım da götürülmedi. Adıyaman merkezde ancak üçüncü-dördüncü gün başlayan arama-kurtarma çalışmaları köylerde hiç yoktu. Köyler sahipsizdi. Biz gitmek istediğimiz zaman bazı köy yolları kardan dolayı kapalıydı. Oralara yardım tırlarını götürmek imkânsızdı. Bir şekilde imkânları seferber edip bu köylere gitmeye çalıştık. Köy yollarının durumuna dair bilgimiz çok az olduğundan yardımlarda gecikmeler yaşanıyordu.

Nasıl ulaştınız köylere?

Tırları götüremediğimiz için ufak kamyonetler, pikaplar ayarladık. Mardin’den, Urfa’dan pikaplar geldi. Ana yollar ve köy yollarına dair bilgimiz olmadığından çoğu zaman rehberimiz navigasyondu. Navigasyon bizi hangi yoldan götürüyorsa o yolu takip ediyorduk. Bu nedenle köy yollarında bir yardım tırımız devrildi. Devrilen tırı düzeltmek için köylerden insanlar gelse de tırımız 12 saat kadar devrik kaldı. Tırı düzeltmek için vinç gerekiyordu, vinçler de enkazlarda çalışıyordu. Arkadaşlarımız saatlerce vinç aradılar. Böyle bir durumda vinç getirmenin de mahcubiyetini yaşadık. Neyse ki gece yarısı tırımızı çıkarıp yardım depomuza getirebildik. Köylerle iletişime geçip temel yaşam malzemelerini belirledik ve pikaplara yükleyip oralara götürdük.

Devlet depremi “lütuf” olarak görüyor. Yerle bir olan kentlerin planını kendi istediği gibi yaparken buraları kontrol altında tutabileceği, toplumu gözetleyip dönüştürebileceği şekilde inşa etmeyi amaçlıyor. Bu yüzden deprem sonrası yeniden inşa bir planlama değil, bir dizayn bence. Biz bunu Sur, Nusaybin ve Cizre’deki kent savaşlarında gördük.

Köylerin çoğu tarım ve hayvancılıkla geçiniyor. İnsanlar bir yandan kendi imkânlarıyla yakınlarını çıkarmaya çalışırken, bir yandan da enkaz altından hayvanların sesleri geliyordu. Bu beni çok etkilemişti. Küçükbaş ve büyükbaş hayvancılık oradaki insanların temel geçim kaynakları sonuçta. Hayvanlarını enkazdan çıkarsalar da bu kez hayvanların yem ihtiyacını karşılayamıyorlardı. İnsanlar için temel yaşam malzemelerinin götürülemediği yerde hayvanlar için bu ihtiyaç hiç karşılanmıyordu. Yem ve barınma ihtiyacı karşılanamayan hayvanların birçoğu soğuktan öldü zaten. Bu ilerleyen zamanlarda buradaki insanlar için ciddi bir yoksullaşma demek. Konuştuğum depremzedeler bunun altını çiziyorlardı.

Ne diyorlardı?

Gittiğimiz bir köyde temel ihtiyaç malzemelerini indirirken köylüler “bize yardım malzemesi indirmeyin, varsa hayvan yemi gerekiyor” diyorlardı. Zaten evlerini, her şeylerini kaybettiklerini, temel geçim kaynaklarının hayvancılık olduğunu, en azından hayvanlarına yem istediklerini söylüyorlardı. Bu noktaya kimse odaklanmıyordu. En büyük mesele de buraların çok soğuk olmasıydı. Biz eksi 20 dereceleri görüyorduk. Bir hayvan dışarıda bu soğuğu kaldıramazdı. İnsanların hayvanları için ağıt yaktığına da şahit oldum.

Bu süreçte sizde en çok yer eden başka neler oldu?

Yardım malzemelerinin olduğu bir araçla üçüncü gün bir köye gittim. Temel ihtiyaçları indirirken köylülerden yaşlı birinin gelip “kefen var mı?” diye sorması beni en çok etkileyen şeydi. Biz temel yardım malzemelerini indirirken bizden kefen istedi. Olmadığını söyledim. “Bunun için ne yapabilirsiniz, elinizde ne var?” dedi. Battaniye olduğunu söyledim. “Poşet var mı?” diye sordu bu kez. Yardımları tasnif etmek için kullandığımız poşetler vardı. Bu poşetleri insanlar ölülerini gömebilmek için istiyorlardı. Beni en fazla etkileyen şeylerden biri buydu. Hayatımda ilk defa bu kadar çaresiz hissettim. Çok büyük bir yıkım vardı. Enkaz altından sesler geliyordu. Yardım ulaştırılması gereken insanlar bizi arıyordu, ama biz olanaksızlıktan onlara ulaşamıyorduk. Hayatımda çaresizliği yaşadığım başka bir an olmamıştı.

1975’teki Lice depreminden sonra yamaçlarda yaşayan Licelileri alıp yamaçların 1,5 kilometre aşağısında düzlük bir alana indirdiler. Daha rahat kontrol edebilecekleri, kuşatabilecekleri, müdahale edebilecekleri şekilde inşa ettiler Lice’yi. O günden bugüne devlet aklı çok değişmedi.

Bir de Bağımsız Maden-İş Sendikası başkanı Gökay Çakır’ın “geciktik, halkımızdan özür dileriz” açıklaması beni çok etkiledi. Oysa madenciler geldiler, onların Adıyaman’da nasıl hızlıca organize olduklarını enkazlarda çalışan arkadaşlar anlatıyorlardı. Gelip hemen enkazların altına girerek insanları kurtardıklarına şahit olduk. Madenciler meslekleri gereği bunu yapabiliyordu. Ama AFAD onlara da müdahale ediyordu. Kendisi çalışmıyordu, madencilerin, gelen gönüllülerin çalışmasını da engelliyordu. Enkazdan canlı biri çıkarıldığı zaman AFAD yanına yandaş basını alarak enkaz başına gidip müdahale ediyordu. Gönüllüler vinç ya da kepçe getirdiğinde buna el konuyordu.

Bunu neden yapıyorlardı, gerekçeleri neydi?

Çünkü gönüllülerin, madencilerin çalışması devletin yokluğunu görünür kılıyordu. Bana kalırsa bu yüzden ısrarla engelliyorlardı. Arama-kurtarma, temel ihtiyaç malzemelerinin temini, çadırların kurulması… Dayanışma temelli tüm bu faaliyetler devletin ve kurumlarının yokluğunu daha görünür kılıyordu. Bu yüzden yardım depolarına kayyumlar atandı, depolardaki gönüllüler tehdit edildi, yardım tırlarına el kondu, vinçler engellendi. Adıyaman’a bilinçli bir şekilde müdahale edilmediğini düşünüyorum. Var olan imkânlar hem kullanılmadı hem de kullandırtılmadı.

Neden sizce?

1975’te yaşanan Lice depremini hatırlatmak isterim. 6.6 büyüklüğündeki depremde 2 bin 385 kişi yaşamını yitirdi. O zaman da devletin müdahalesi geç ve yetersizdi. Bu gecikmenin neden olduğunu biliyoruz; Lice devlet aklına, fikrine, düşüncesine göre yaşayan bir yer değildi ve bir cezalandırma yöntemi olarak geç müdahale edildi. O dönemin belediye başkanı can kaybının yüksek oluşunun dönemin İmar ve İskân Bakanlığı’nın ihmallerinden kaynaklandığını söylüyor, devletin bilinçli bir şekilde Lice’ye yönelmediğini vurguluyordu. Lice’yi özellikle hatırlatma nedenim şu: Devlet deprem sonrası yeniden inşaları fırsat olarak görüyor. Devlet aklıyla yönetebileceği kentler kurabileceğini düşünüyor. Lice depreminden sonra yapılan buydu. Yamaçlarda yaşayan Licelileri alıp yamaçların 1,5 kilometre aşağısında düzlük bir alana indirdiler. Daha rahat kontrol edebilecekleri, kuşatabilecekleri, müdahale edebilecekleri şekilde inşa ettiler Lice’yi. O günden bugüne devlet aklı çok değişmedi. İktidarların elinde deprem bir cezalandırma yöntemine dönüşebiliyor kolayca.

TOKİ kentleri tek tipleştiren, halkı mülksüzleştiren, insanları uzun yıllar boyunca devlete borçlandıran bir sistem. Toplumu kontrol edebilmenin bir aracı. Yeni yapılaşmanın hepsi TOKİ eliyle gerçekleştirilecek.

Sur, Nusaybin, Cizre’nin yıkımı ve dönüşümüyle deprem bölgesinde hedeflenen “dönüşüm” arasındaki ilişkiye dikkat çektiniz. Aralarında nasıl bir koşutluk var sizce?

Kent savaşlarının yaşandığı 2016 yılında Afet Yasası’na iki ek madde eklendi. O maddelerden biri şöyleydi: “Kamu düzeni ve güvenliğinin olağan hayatı durduracak şekilde yaşanabileceği yerlerde, ilçelerde doğrudan devletin burayı riskli alan ilan etmesi ve buna göre hareket etmesi…” Sur ve Cizre’de yapılan buydu. Riskli alan ilan edildiler. Böylece acele kamulaştırma yapıldı ve halk mülksüzleştirildi. Acele kamulaştırma dediğimiz şey sadece savaş süreçlerinde yapılabilen bir uygulamayken bu maddeyle beraber olağan hale getirildi. Afet Yasası’ndaki bu madde bir “güvenlik” maddesi aslında. Yani depremin felakete dönüşmesini engelleyecek bir yasa devlet eliyle “güvenlik” meselesine eklemlendi. Ayrıca yasaya ek olarak konan bir diğer maddede yer alan “üzerindeki toplam yapı sayısının en az yüzde 65’i imar mevzuatına aykırı olan…” ibaresi önemli.

Antakya kent merkezinde 307 hektarlık bölge “riskli alan” ilan edildi

Geçtiğimiz günlerde “eski Antakya” olarak bilinen Antakya’nın tarihi merkezi “riskli alan” ilan edildi. Bu kararın akıbeti bir mülksüzleştirme süreci mi olur?

Aynen öyle. Sur’un başına gelenin Antakya’nın başına da gelmesi kaçınılmaz. Burada yaşayan insanlar Sur’dakiler gibi mülksüzleşecek. Çünkü acele kamulaştırma yapılacak. “Riskli alan” kararıyla rant kapısı sonuna kadar açılmış oldu. Bu alandaki yapıların kültürel, tarihi ve mimari yapısının gözetilmesi gerekiyor, ama gözetilecek şeyin rant olacağını geçmişteki örneklerden biliyoruz. Kültürel ve tarihi yapıların yerini lüks işletmeler alacaktır. Mülksüzleştirme beraberinde insansızlaştırmayı getirecektir. Bunlar tesadüf değil. Devlet yoksulların ve emekçilerin yaşadığı, soylulaştırmayı düşündüğü yerleri doğrudan kendisi seçip belirliyor ve buraları rant alanına açıyor. Antakya’da yapılan da bu. Mardin’in Yeşilli ilçesinde halkın tüm itirazlarına rağmen kentsel dönüşüm yapılabiliyorsa, bunun nedeni de bakanlar kurulu kararıyla ilan edilen riskli alan kararıdır. Devletin istediği yerde, istediği şekilde, istediği şirkete ihale vermesinin altında “riskli alan” kavramı var. Bu konunun üzerinde ciddiyetle durulması gerektiğini düşünüyorum.

Deprem bölgesindeki yeni kentleşmede esas aktörlerden biri TOKİ…

TOKİ kentleri tek-tipleştiren, halkı mülksüzleştiren, insanları uzun yıllar boyunca devlete borçlandıran bir sistem. Toplumu kontrol edebilmenin bir aracı. Yeni yapılaşmanın hepsi TOKİ eliyle gerçekleştirilecek. Erdoğan “mart itibariyle 11 ilde 200 bin konut inşasına başlayacağız” dedi. TOKİ, iktidar döneminde kurulmuş, iktidarın tüm desteğine rağmen yirmi senede toplam bir milyon yapı üretmiş. Yirmi sene boyunca bir milyon yapı üreten bir kurum bir sene içerisinde 200 bin yapı üreteceğini söylüyor. Bu imkânsız. Tamamen seçim yatırımı. Bunu yapamaz. Yapılacak yapılar çok aceleye getirildiği için zemin etütleri düzgün yapılamıyor, mimar-mühendislik işlemleri dikkate alınmıyor. 126. kararnameyle meslek odaları, sivil toplum kuruluşları ve halkın devre dışı bırakıldığı yerde hızlı bir kentleşmeye gidiliyor. Bu, yeni felaketlere kapı aralıyor.

Nedir onlar?

Deprem bölgesinde kentleşme zaten sorunluydu. Birçok yapı imar rantları sebebiyle yapı-zemin ilişkisi gözetilmeden yapılmıştı. Aynı şekilde, hiçbir mühendislik, mimarlık, planlama hizmeti dikkate alınmadan yapılan binlerce yapı İmar Barışı’ndan faydalanmıştı. Yeni kentleşme depremin yarattığı yıkım göz önüne alınarak yapılmalı. Bilim insanlarının, meslek odalarının, halkın katılımı gerekiyor. Ama devlet kendi bildiğini okuyor. Ciddi zemin etütleri yapılması gerekirken, bunlar ne kadar yapılıyor, biz bilmiyoruz, ulaşamıyoruz, yapıldığını da düşünmüyoruz. Yapılıp yapılmadığını kontrol edecek bir mekanizma yok, çünkü OHAL var. Tek sorun sanki yüksek yapılarmış gibi konuşuluyor. Tek mesele bu değil ki. Siz deprem bölgesindeki zemin yapısına göre kat sayısını belirliyorsunuz. Bu kat sayısı da belli mühendislik, mimarlık hesaplamalarına göre yapılıyor. Zemin-yapı ilişkisi hiçbir şekilde kurulamıyor. Bilim insanları deprem bölgesindeki tarım arazilerinin yapılaşmaya açılmaması konusunda uyarıda bulunuyor. Çünkü buralarda sıvılaşma çok yoğun ve daha büyük yıkımlara neden olacak. Depremin, yıkımın yaşandığı yerlerin analizleri, zemin etütleri doğru düzgün yapılmadan yeni bir kentleşmeye geçmek enkazın üzerine yeni bir kent inşa etmek demek. Daha enkazı kaldırabilmiş değilsiniz ki. Enkazı kaldırmak sadece binalardan çıkan beton yığınlarını kaldırmak değildir. Enkazı kaldırmak, kentleşme politikalarından tutun kanundaki, mühendislikteki sıkıntılara, kullanılan malzemelerin cinsine kadar her şeyin ince ince analizini yapmaktır. Bu da en az bir yılı alabilecek bir süreç bence.

6 Şubat depremleri beş bin köyü etkiledi. Buralarda resmi rakamla 300 bine yakın çiftçi yaşıyor, Türkiye’deki çiftçi sayısının yüzde 15’i. Deprem bölgesinde dört milyon hektarlık alanda tarım yapılıyor. Ovasıyla, zeytiniyle, bitkisel üretimiyle Türkiye’deki tarımın yüzde 21’ini karşılıyor bölge.

Bir harita mühendisi tam olarak ne yapar, bu konuştuğumuz bağlamda katkısı ne olabilir?

Harita mühendisliği deyince gündelik hayatta kullandığımız haritalardan ibaret bir algı oluşuyor. Ancak farkında olmadan toplum gündelik hayatın birçok noktasında harita mühendisliğinin verilerini, uygulamalarını kullanır. Bu açıdan toplumsal bir meslektir. Çalışma alanı çok geniş. Mekânsal verinin tüm aşamalarında yer alır. Kentlerin planlama aşamasından önce harita mühendisi oranın haritasını çıkarır. Mekândaki tüm verileri üretir. Yollar, yapılar, dereler, ağaçlar vb. aklınıza gelebilecek tüm detayları haritalar. Plancı da bunun üzerinden planını çizer. Tabii plancı jeoloji mühendislerinin zemin etüdünü dikkate alarak kat sayısını belirler. Yapılaşmanın tüm aşamalarında yer alır. Yapıların projeye uygun bir şekilde, uygun bir zeminde inşa edilmesi noktasında görev alır. Burası çok kritik, çünkü yapılaşma dediğiniz şey, bilimsel hesaplamaları olan bir şeydir ve harita mühendisi, tüm mühendislik hesaplamaları yapılan projeyi zemine uygular. Mühendislik dediğimiz şey dengedir. Siz binaları projeye göre değil de kendi kafanıza göre yaparsanız, kolonu kendi kafanıza göre dikerseniz, noktaları kendinize göre belirlerseniz, bu, yapıyı dengesizleştirir. Harita mühendisi tam da burada devreye girer, kolonların yerlerinden yapının inşasına kadar görev alır. Sadece mekânsal veri üretmez, üretilen verilerin görselleştirilmesinden görüntülenmesine, verilere dayalı risk analizine varana dek birçok konuda çalışır. Bu açıdan mekânsal düşünmeyi de sağlar.

“Mekânsal veri kullanmak” ne demek?

Mart ayında deprem bölgesinde sel oldu, insanlar öldü, çadırlar sular altında kaldı. Bu yüzden deprem bölgelerinde kurulan çadır kentlerin yer seçimleri üzerinden anlatayım. Eğer mekânsal veri analizleri kullanılmış olsa taşkın alanlarına çadırlar kurulmazdı mesela. Urfa’da selin felakete dönüşmesinin sebeplerinden biri de taşkın analizleri dikkate alınmadan alt geçidin yönünün belirlenmesi idi. Hava akımından en az etkilenebilecek alanlardan tutun, eğimin dikkate alınarak yerleştirilmesine kadar birçok soruna cevap bulunabilirdi. Aynı şekilde deprem bölgelerinde güncel, doğru ve güvenilir mekânsal verileri altlık olarak kullanan uygulamalar geliştirebilseydik, daha hızlı, daha az maliyetle depremzedelere ulaşabilirdik. 6 Şubat depremleri mekânsal verinin kullanımı açısından bir sınavdı, fakat başarılı olamadığımızı düşünüyorum.

Ayrıca, sosyolojik açıdan şunu söylemeliyim. Kent dediğimiz şey boş bir kap ya da sınırları, metrekareleri belli bir alana yapı inşa etmek değildir. Kent dediğimiz şey canlı bir şeydir, toplumsaldır. Bir kenti inşa etmek için toplumsal dinamikleri göz önünde bulundurmak lâzım. Oranın hafızası, kültürü, insanların daha önceki hatıraları vs. bunların hepsi bir bütündür. Tüm bunlar dikkate alınarak bir kent inşa edilebilir. Şu an yapılan en büyük hatalardan biri, bir kent sadece binalardan oluşuyormuşçasına hareket edilmesi. Hayır, kent, orada daha önce yaşayan insanların hatıralarından, sevdiklerinden, yapıp ettiklerinden oluşur, o insanların eylemleri ve düşünceleriyle bir bütün oluşturur. Bunların hepsi gözetilmeli. Bunun için bir kere halkın yeni kentleşme sürecine katılması lâzım. Ama ne yazık ki devlet bunu engelliyor.

Samandağ’da kontrolsüz moloz dökümünü protesto eden depremzedelere 4 Nisan’da jandarma müdahale etti, onlarca kişi gözaltına alındı

Depremin hemen ardından ilan edilen OHAL bu engellemelerde nasıl işlev görüyor?

OHAL’le beraber deprem bölgesinde moloz ve enkaz kaldırma, yeni yerleşim yerlerinin belirlenmesi, inşaat çalışmaları gibi hayati konuların hepsi Çevre ve Şehirciliği Bakanlığı’na bağlandı. Tüm aktörler devre dışı bırakıldı. 24 Şubat’ta çıkarılan Olağanüstü Hal Kapsamında Yerleşme ve Yapılaşmaya İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (126 sayılı kararname) ile de bunun yasal zemini oluşturuldu. Yıkılan kentlerin inşasında tek yetkili bakanlık. Buradaki meslek odaları, yerel yönetimler, halk, mimarlık-mühendislik uygulamaları devre dışı bırakıldı. Ne itiraz yolu var, ne de yargı. Örneğin, deprem bölgesindeki tüm illerde orman ve meralar herhangi bir engele takılmadan direkt yapılaşmaya açılabilecek. Tamamen bakanlığın keyfine kalmış her şey.

Tarım alanlarının yapılaşmaya açılmasının zemin açısından risklerinden bahsettiniz. Bir de tarımsal üretim boyutu var…

Yıkımla beraber tarım alanları zaten zarar gördü. Buralara yeni yapıların yapılması tarım alanlarına daha da zarar verecek. 6 Şubat depremlerinin vurduğu illerde toplam beş bin köy etkilendi. Buralarda yaşayan 300 bine yakın çiftçi var. Bunlar resmi rakamlar. Bu da Türkiye’deki çiftçi sayısının yüzde 15’ine denk geliyor. Yine deprem bölgesinde dört milyon hektar tarım alanında üretim yapılıyor. Yani ovasıyla, zeytiniyle, bitkisel üretimiyle Türkiye’deki tarımın yüzde 21’ini karşılıyor bölge. Deprem sürecinde çiftçilerin tarım makinaları enkaz altında kaldı. Tam da gübreleme, aşılama, ilaçlama döneminin olduğu bir dönemde oldu deprem. İnsanlar canını kurtarmaya çalıştı, yakınlarının peşindeydi. Hayatını kaybeden, göç eden binlerce çiftçi oldu. Doğal olarak kimse ilaçlama falan yapamadı. Tarım alanlarının zarar görmesi ve yazın yaşayacağımız büyük kuraklıkla beraber ciddi bir gıda krizi bizi bekliyor.

Buralarda sulu tarım yapılıyordu. Yapılan açıklamalara göre, inşası uzun yıllar gerektiren sulama kanalları da zarar gördü. Depremle beraber, özellikle çiftçiler bazında ciddi yoksullaşma var. Bu da insanları mülksüzleştirecek. Yarın buralarda büyük tarım şirketlerinin tarım alanlarına el koyup koymayacağını bilmiyoruz. Çiftçinin kendisini sürdürülebilir kılabilmesi için bu olanaklara ihtiyacı var, ama bunların hiçbiri karşılanmıyor. Bu da göç demek aslında. Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Göç Örgütü’ne (IOM) göre mülteciler dahil bu sayı en az üç milyon. Depremin etkilediği 11 kentte 15 milyon insan yaşadığını biliyoruz. Üçte biri göç ederse bu sayı beş milyon demek. Dediğim gibi, deprem sonrası pratikler yeni bir zorla yerinden etmeye neden oluyor.

Depremlerin ardından Malatya’nın Akçadağ ilçesinde bulunan Sultansuyu Barajı üzerinde oluşan yarıklar. Fotoğraf: İHA

Sizinle daha önce barajlar üzerine konuşmuştuk. Deprem-baraj ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

Düşünsenize, milyarlarca ton su bir yerde depolanıyor. Binlerce, belki milyonlarca yıldır bir dere doğal yatağında akarken siz bir anda önüne set çekiyorsunuz, ekosisteme, iç işleyişe müdahale ediyorsunuz. Sadece derenin aktığı yeri etkilemiyorsunuz ki, büyük bir alana müdahale etmiş oluyorsunuz. Ben yıllarca Ilısu Barajı’nı çalıştım. Bu büyük barajın depreme etki etme olasılığı olduğunu da dillendirdim. Türkiye’nin en büyük barajlarından biri Ilısu Barajı ve deprem bölgesinde yer alıyor. Buna dair bir çalışma yok maalesef, ama olması lâzım.

Baraj, HES ve maden meselesine iki yönlü bakıyorum. Birincisi bunların yeni bir felakete kapı aralayıp aralamadığı, ikincisi de deprem sürecinde bunların depreme bir katkı sunup sunmadığı, yani depremi tetikleyip tetiklemedikleri. Deprem bölgesi aslında GAP bölgesi. Adıyaman bunun içerisinde mesela. Bu bölgede 150 kadar HES, baraj ve gölet var. Dünyanın hiçbir yerinde deprem riski altındaki bir bölgeye bu kadar baraj, HES yapılmaz. Bilimsel çalışmalar buna işaret ediyor. 150 yıldır, özellikle son elli yıldır büyük barajların depremi tetikleyip tetiklemediğine dair çalışmalar yürütülüyor dünya çapında.

Bu çalışmalar ne söylüyor özetle?

Dört temel esas üzerinde duruyor bilim insanları. En temel mesele büyük barajların yapımı. Yani insan kaynaklı depremlerde ilk sırayı büyük barajlar çekiyor. İkincisi, yeraltında yapılan çalışmalar, maden çıkarılması gibi. Üçüncüsü, petrol ve gaz aramalarında çok derin kuyuların açılması ya da yeraltından su veya gaz basılması. Örneğin kaya gazı çıkatılması sürecinde çok büyük basınçlı su pompalanıyor. Bu Silvan’da denenmişti. Dördüncüsü de, çok büyük binaların yapımı.

Birinci derece deprem kuşağında yer alan bir bölgeye bu kadar çok baraj yapılması başlı başına bir sorun, bunca büyük depremlerin ardından bunların kontrollerinin yapılıp yapılmadığına dair soru işaretleriyse başka bir sorun.

Dünyada en fazla baraja sahip olan ülkelerden biri biziz, ama barajların bu tetikleyici etkisine dair bir çalışma yok. Amerika, Çin, Hindistan gibi ülkeler bu çalışmaları yapıyor. Dünyada yapılan çalışmalara bakarsak, Cezayir’de 1932 yılında yapılan Qued Fodda barajı var. 1933 yılında sismik hareketler gözlemleniyor ve bunu barajla ilişkilendiriyorlar. Yine Amerika’da Colorado bölgesindeki Boulder Barajı: Barajın yapıldığı 1935 senesine kadar bölgede hiçbir şekilde sismik hareket ölçülememişken, 21 milyar ton su taşıyan barajın yapımından hemen bir sene sonra sismik hareketlere yaklaşılmış. İki sene içerisinde 100 tane artçı deprem kaydedilmiş. Yunanistan’da Kremesta baraj gölünün 4.700 milyon ton su ile dolmasından sonra 6.2 büyüklüğünde deprem ve devamında artçılar yaşanmış. Asya bölgesinde de çalışmalar var. Hindistan’da Maharashtra bölgesinde 1967 yılında 6.3 büyüklüğünde deprem yaşanıyor. Bu deprem de bölgedeki baraj yapımından sonraya denk geliyor. Yine Sismolojik Araştırma Mektupları dergisinde barajlara gönderme var büyük barajların depremi tetiklediğine dair. Şu örnek veriliyor: Çin’in Sichuan bölgesinde 2008 yılında meydana gelen 7.9 büyüklüğündeki depremde merkez üssünün birkaç kilometre ötesinde bir deprem yaşanıyor. Zipingpu rezervuarında bir baraj var. Araştırmacılar bunu araştırmış ve sonuçta depremi tetikleyen süreçler tespit etmişler. Burada 320 milyon tonu bulan barajın bunu tetikleyebileceğine dair emareler bulunmuş, bunu yayınlamışlar. Tekrar söyleyeyim: Benim iddiam, buradaki barajların depremleri tetiklediği ya da öncü depremler yarattığı noktasından ziyade, bu konu üzerine bir çalışma yapılıp yapılmadığıyla ilgili.

Ürdünlü jeolog Ahmed Malabeh de Maraş merkezli depremlerde Fırat Nehri boyunca inşa edilen barajların etkisinün olduğunu iddia ediyor“Belki baraj gölleri olmasaydı depremin büyüklüğü 7.7 değil de 7.0 olurdu ve daha az insan yaşamını yitirirdi” diyor.

Evet. Belki baraj yapımları 7.5 şiddetinde bir deprem üretmez. Ama öncü olabilecek depremlere neden olabilir. Az önce anlattığım çalışmalar bunu yer yer doğruluyor. Deprem dediğimiz şey sadece bir anda 7.5 ya da 7.8 şiddetinde bir hareketlenme değildir. Öncü depremler vardır, uzun yıllara dayanan yer hareketleri vardır. Büyük barajların bunlara neden olabileceğine dair çalışmalar bu yüzden yapılıyor.

Jeoloji Mühendisleri Odası depremlerin ardından baraj ve HES’lere dair uyarılar yapmıştı. Bölgedeki barajların durumunu, hasarı net olarak biliyor muyuz?

Depremden sonra Tarım Bakanı açıklama yaptı, “sadece birkaç barajda sızıntı olduğunu” söyledi. Bu yeterli değil. Bu barajların bağımsız bilim heyetlerince incelenmesi lâzım. Çok büyük iki deprem, ardından yüzlerce artçı deprem yaşandı. Her ne kadar “depreme dayanıklı yapıldı” dense de inanmıyorum ben. Çünkü barajlar da inşaat sektörü gibi iktidar için bir “büyüme” alanı. Bunlara da rant amaçlı bakılıyor. Deniyor ki, “baraj 8.0 şiddetindeki bir depreme hazırlıklıdır”. Ama bunu resmi ağızlar söylüyor. Acaba yapım süreci nasıldı, ne uygulandı? Projeye uygun yapıldı mı? Periyodik bakımları ne kadar sıklıkta yapılıyor? Bunları bilmiyoruz ne yazık ki. Bu yüzden bağımsız heyetler mutlaka barajları incelemeli.

Hangi barajlar için sızıntı olduğunu söylüyor bakan?

Malatya’daki Sultansuyu Barajı kretlerinde çatlak, sızıntılar olduğunu söyledi. Risk görmediklerini açıklamıştı. Ama tahliyesini öngörüp devamındaki Karakaya Barajı’na su akışı başlattılar. Bir kişinin sözüne bırakılacak bir mesele değil bu. Birinci derece deprem kuşağında yer alan bir bölgeye bu kadar çok baraj yapılması başlı başına bir sorun, bunca büyük depremlerin ardından bunların kontrollerinin yapılıp yapılmadığına dair soru işaretleriyse başka bir sorun.

Şu notu da aktarmak isterim: Erzincan’ın İliç ilçesinde altın arama şirketi var. Fay hattı üzerinde kurulan altın madeninin 66 milyon tonluk atık havuzu olduğunu biliyoruz. Hatırlayalım, geçen sene “Fırat’a siyanür mü karıştı?” tartışmaları yapılmıştı. Bilim insanları burada da bir deprem bekliyor. Deprem beklenen bölgeye 500 metre uzaklıkta Fırat Nehri. Atık havuzunun patladığını, bunun Fırat Nehri’ne karıştığını düşünsenize? Bir bütün olarak Mezopotamya coğrafyasını mahveder bu. Sadece Türkiye de değil, Suriye, Irak, İran, birçok ülke büyük bir tehditle karşı karşıya kalır. Ne yazık ki İliç altın madeninde böyle bir risk var, ama dikkate alınmıyor.

Son söz?

Deprem doğal bir tehdit, ama bunu felakete dönüştüren temel şey ranta dayalı neoliberal kapitalist kentleşme politikaları ve merkezileşme, yani tek adam rejimi. Tek adam rejiminde bir kanun kimsenin sürece katılımı olmadan çıkarılabiliyor. Bu rejimde tüm kararlar bir kişinin iki dudağının arasında. Son yirmi yılda yerel yönetimler yeni yapılaşma süreçlerinden dışlandı. Depremin etkilediği Diyarbakır ilinin belediyesine kayyum atandı. Merkez buna karar veriyor. Bunun aşılması gerekiyor her şeyden önce. Bilim insanlarının, akademilerin, halkın katılabileceği bir süreç işletilmesi lâzım. Çünkü merkez, yereli bilmiyor. Yerelin dinamikleri bu sürece katılmalı.

Ve denetim: Son yıllarda yapı denetimleri özelleştirildi.  Ama denetim özelleştirilecek bir şey değil. Yapıyı özel bir firma yapabilir, ama denetimi devletin ya da devletin bir kurumunun yapması lâzım. Bu, özel bir şirketin yapacağı iş değil. Çünkü para karşılığında yapıyor. Bu nedenle denetimsizlik de üretiliyor. TMMOB, 2011 ve 2013 yıllarında çıkarılan yasalarla projelerin onay ve denetim sürecinden dışlandı. Toplumu, bilimi ve doğayı esas alan TMMOB’un denetim süreçlerine kesinlikle katılması gerekiyor.

Kurumsal yapıların yetersizliği, koordinasyonsuzluğu karşısında toplumun dayanışmayı örgütleyebilmesi çok önemli. Ancak AFAD başta olmak üzere devletin diğer kurumlarının beceriksizliğini ve pasifliğini tartışmak büyük bir sorumluluk. Depremin etkilediği Diyarbakır ve Malatya’da her gün onlarca savaş uçağı havalanıyordu. F-16’lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor. Bugün savaş bütçesi AFAD’ın bütçesinin 55 katından daha fazla. Türkiye toplumunun yüzde 95’i depremden ya doğrudan ya da dolaylı bir şekilde etkileniyor. Ama ne yapılıyor? 2023 yılında AFAD’ın bütçesi yüzde 32 azaltılırken, savaş bütçesi cumhuriyet tarihinin en yüksek bütçesi olabiliyor. Tüm bunların ışığında depremi bütünlüklü bir bakış açısıyla ele almanın elzem ve acil olduğunu düşünüyorum. Devlet aygıtının ve kurumlarının hegemonyasını deşifre ederken, karşı-hegemonik bir mücadelenin de inşa edilmesi bir zorunluluktur. Bugün Türkiye’de deprem konusunda uzman olan Mücella Yapıcı ve Tayfun Kahraman hocalarımız cezaevinde. İkisi de Türkiye’deki deprem sürecine dair bilimsel veriler üreten, deprem süreçlerinde aktif görevler almış, tecrübeli insanlar. Depreme dair çalışan bilim insanlarının, aktivistlerin bu sürece katılması gerekiyor. Bu yüzden Mücella ve Tayfun hocaların, onlar gibilerin daha çok savunulması lâzım.

Türkiye’nin Doğusundaki Şehirler Hava Kirliliği Raporlarında Neden İlk Sıralarda Yer Alıyor?

0

Temiz Hava Hakkı Platformu’nun yeni çalışmasına göre Türkiye’nin havası en kirli kentleri Batman, Iğdır, Ağrı, Şırnak ve Malatya. İklim Haber olarak söz konusu kentlerdeki kirliliği ve bu kirliliğe neden olabilecek nedenleri derledik. Kentlerin coğrafik yapısı, ısınmada kullanılan kömürler, yeşil alanların azlığı gibi ortak nedenler öne çıkıyor.

YAZI: Şenol BALI

Temiz Hava Hakkı Platformu’nun (THHP) yeni raporuna göre, Türkiye’de, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) standartlarına göre havası temiz şehir yok. Havası en kirli beş kent ise sırasıyla Batman, Iğdır, Ağrı, Şırnak ve Malatya. Bu illerde yıllık ortalamalar, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) partikül madde PM10 için belirlediği 15 μg/m3 olan kılavuz değerin 5-8 katıydı. 200 günden fazla günde ise PM10 için yönetmelikte belirlenen 40 μg/m3 ulusal limit değerinin üstünde hava kirliliği ölçüldü.

Batman’da Hava Ölçüm Cihazının Kurulduğu Yere İlişkin İtiraz

Rapora göre Batman’da 2021 yılındaki hava kirliliği, DSÖ’nün kılavuz değerinin yedi katından fazla. Şehirde yaşayanlar, tam 326 gün boyunca kirli havaya maruz kaldı.

Batman Çevre Gönüllüleri Derneği Başkanı Hasan Argünağa, kentte sadece bir tek ölçüm cihazının olduğunu söyleyerek başlıyor konuşmasına ve kente dair açıklanan bu verilerin sağlıklı olmayabileceğini ekliyor. Argünağa, “Bir tek hava ölçüm cihazı var. O da Valilik bahçesinde. Onun vereceği bilgiler sağlıklı olmayabilir. Araç parkının içinde. O araçlar orada çalıştırılıyor ve hemen ana caddenin kenarında dolasıyla geçen araçların kaldırdığı toz o cihazın üzerine gidebiliyor. Ve bu online izleniyor. Bu nedenle ölçülen değerler gerçeği yansıtmıyor olabilir” diyor.

Uzun yıllardır Batman ve çevre kentlerde ekoloji mücadelesi veren Argünağa, kentte son yıllarda kükürt dioksit ve partikül değerlerinde bir azalmanın olduğunu dile getiriyor: “Batman çukur bir alanda ve hava sirkülasyonu yetersiz. Bu durum, kirliliği tetikliyor. Eskiden ölçümler partikül ve kükürt dioksit olarak ölçülüyordu. Daha önce kömür ve kaloriferde kullanılan fuel oil ile ilgiliydi. Doğalgazdan sonra kükürt dioksit değerlerinde bir azalma oldu. Partikül seviyesinde de bir düşüş var. Bu rapor, kıymetli ama neye dayanarak bu rakamlar açıklandı. Böyle yüksek oranlı yani yılın 326 gününde partikül değerlerinin tavan yaptığı bir kent olarak nitelendirildi. Bunun yanıltıcı olabileceğine inanıyorum.”

Argünağa, yaz aylarında partikül değerlerin özellikle anız yangınlarından dolayı yükselebileceğini söylerken, “Bir araç yoğunluğu da var. Hava akımı da az. Hatta hava koridorunu dikkate almadan imar yapılaşması var. Yine temiz hava yaratacak yeşil alan sorunu var. Kent merkezinde toz oranı yüksek. Kullanılan ücretsiz dağıtılan kömürlerin de etkisi var. Bütün bu faktörleri bir araya getirdiğimizde bir partikül sorunu var ama raporda belirtilen düzeyde olamaz” diyor.

THHP Koordinatörü, çevre mühendisi Deniz Gümüşel ise diğer tüm iller için olduğu gibi Batman’ın da hava kalitesi değerlendirmesinin; Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın (ÇŞİDB) www.havaizleme.gov.tr web sitesinden 1 Ocak -31 Aralık 2021 tarihleri aralığı için alınan raporlardaki resmi veriler üzerinden yapıldığını hatırlatırken, ÇŞİDB’nin 2021’de Batman’daki partikül madde 10 (PM10) kirliliği için ulaşılan rapora göre yıl boyu 357 gün (%97,81 düzeyinde) ölçüm yapıldığını belirtiyor. Gümüşel, “Bu ortalama verilerin güvenirliğini gösteren bir düzeydir. Batman’ın PM10 yıllık ortalaması 108,65 µg/m3’tür. Batman’da en yüksek partikül madde konsantrasyonu 388,43 µg/m3 olarak gerçekleşmiştir” diyor.

Çevre ve Şehircilik İl Müdürlüğü’nün hazırladığı Batman Temiz Hava Eylem Planı’nı işaret eden Gümüşel, bu plana göre Batman’daki en önemli partikül madde kirliliği kaynaklarının başında şehrin içinde kalan sanayi tesislerinin geldiğini aktarıyor ve ekliyor: “Batman’daki en önemli sanayi tesisi Tüpraş Rafinerisi’dir. Yine ÇŞİDB için hazırlanan ‘Ham Petrol Rafinerilerinin Çevresel Etkileri’ kılavuzuna göre rafinerilerde işlenen her 1 milyon ton ham petrol için 3.000 tona kadar partikül madde (PM10 ve PM2,5) atmosfere bırakılır. Bu durum, 1,4 milyon ton/yıl ham petrol kapasiteli Batman rafinerisinin havaya yılda 4.200 tona yakın PM salabileceği anlamına gelmektedir”

Hasan Argünağa’nın, hava kalitesi ölçüm istasyonunun konumuna dair eleştirilerinde çok haklı olduğunu da ifade eden Gümüşel, THHP olarak bu istasyonların kentteki farklı kirlilik kaynaklarını ağırlıklarına göre doğru temsil edecek noktalarda konumlandırılıp konumlandırılmadığından emin olmadıklarını söylüyor. ÇŞİDB’nin bu istasyonların konumunu ne tür bir yöntemle belirlediği bilgisinin, varsa yapılan kaynak modellemeleri ile birlikte kamuoyu ile paylaşılmasını talep ettiklerini de vurguluyor.

Iğdır’daki Sorun Yapısal

Iğdır son altı yıldır, en kirli iller arasında en üst sıralarda. Kentin hava kirliliği açısından zirvede tuttuğu yer nerdeyse hiç değişmiyor. Ağrı Dağı olmak üzere dört tarafı yüksek dağlarla çevrili olan Iğdır, bölgedeki karasal iklimin aksine mikro klima özelliğinde. 800 metre civarındaki rakımıyla bölgeye göre kelimenin tam anlamıyla çukurda kalan ve ‘’Doğu’nun Çukurovası’’ olarak tarif edilen Iğdır, son yıllarda yapılan her ölçümde ülkenin ve bölgenin havası en kirli kenti.

Iğdır, sanayi olarak gelişmiş bir yer değil. Nüfus yoğunluğu da oldukça düşük. Aynı zamanda Iğdır Üniversitesi Çevre Mühendisliği Fakültesi’nden Dr. Öğr. Üyesi Aysun Altıkat da bir çalışma başlatmıştı. Bu çalışmaya göre hava kirliliği sorununun yapısal olduğuna dikkat çekmişti. Çalışmada, kentteki hava kirliliğinin yaz aylarında devam ettiği, kentin dağlarla çevrili olduğu ve akması gereken kirli havanın Ağrı Dağı’na çarparak geri döndüğü belirtilmişti.

Malatya’da Depremden Sonra Daha da Olumsuz bir Tablo Yaşanacak

Malatya’da da  hava kalitesi istasyonlarından düzenli veri alınamadığını dile getiriliyor. “Kara Rapor 2021: Hava Kirliliği ve Sağlık Etkileri” başlıklı raporda, “Son 5 Yılda Hava Kalitesi İyileşen ve Kötüleşen Ölçüm İstasyonları (PM10)” da yer aldı. Bu başlıkta verilen istatistiklere göre, Malatya, hava kalitesi kötüleşen iller arasında Edirne’den sonra ikinci sırada yer aldı. Raporda ayrıca, 2019 yılında Türkiye nüfusunun %21’inin yaşadığı 30 ilde hava kalitesi (PM10) ile ilgili yeterli ölçüm yapılmadığı belirtildi ve Malatya’nın da 2019 yılında hava kalitesinin ölçülemediği iller arasında bulunduğu kaydedildi.

Ayrıca deprem bölgesindeki hava kirliliğin arttığı belirtiliyor. Son verilere göre depremden etkilenen kentlerde hava kirliliği, enkaz tozu ve ısınma için açıkta ateş yakılması gibi nedenlerle Türkiye limiti 2.5, Dünya Sağlık Örgütü kılavuz değerlerinin ise 7.5 katına çıktı. Uzmanlar, kirli havanın başta kanser, kalp-damar, KOAH gibi hastalıklara tetikleyeceği uyarısında bulunuyor. Bu tehlikenin kısa ve uzun vadede Malatya’da da olumsuz bir tablo yaratacağı tahmin ediliyor.

Deniz Gümüşel, 2021 yılında Malatya’da 361 gün boyunca ölçüm yapıldığını, Yani veri alım oranının %99,18 olarak gerçekleştiğini söylüyor. Bunun hava kalitesi izleme açısından sevindirici olsa da özellikle partikül madde 10 (PM10) açısından Malatya’nın havasının yıl boyu ne kadar kirli olduğunun da gözler önüne serildiğini ifade ediyor: “Malatya’da PM10 kirliliği 196,29 µg/m3  düzeyine kadar yükselmiş. Yıllık ortalaması ise 70,43 µg/m3 olarak gerçekleşmiş. Bu da Malatyalıların yıl boyu DSÖ kılavuz değerinin 4,7 katı daha fazla partikül madde (toz) soluduğu anlamına geliyor. Partikül madde 2013 yılında DSÖ tarafından isanda kanser yapıcı 1. Grup etmenler arasında sınıflandırılmıştı.”

Ağrı’daki Tabloda Yardım Kömürlerinin Etkisi Oldukça Fazla

Aynı raporda göze çarpan bir başka kent ise Iğdır ile komşu olan Ağrı oldu. Raporda, konutlarda yakılan kömürün yol açtığı hava kirliliğine ek olarak bir diğer önemli nedenin, yoğun uluslararası karayolu D-100 trafiği ve mal taşımacılığı olduğu ifade edildi.

Ağrı da sanayinin gelişmediği ve nüfus yoğunluğunun her geçen gün azaldığı kentlerden. Yeşil alanların da çok az olduğu kentte, başka bir belirleyici etken ise, yoksul olan halkın ısınma ihtiyacını daha çok bakanlığın dağıttığı kömürler ile karşılaması.

Doğu Çevre Üyesi Mehmet Nuri Taşdemir, rakımın yüksek olduğu kentte yeşil alanların oldukça az olmasına dikkat çekiyor. Taşdemir’e göre “yardım kömürü” olarak dağıtılan kalitesiz ve partikül değeri yüksek kömürler de kirlilikte büyük bir pay sahibi. Bölgenin ekonomik gelişmişlik düzeyine vurgu yapan Taşdemir, kömür dumanının yanı sıra kentte bulunan ender fabrikalardan olan çimento fabrikasının da filtre sistemiyle çalışmadığını hatırlatıyor.

Gümüşel de sanayi tesisleri açısından Kars, Ağrı-Doğubeyazıt ve Ermenistan’da bulunan çimento fabrikalarının kirlilikte önemli bir rolü olabileceğini kabul ediyor: “Ancak bunun net bir şekilde ifade edilebilmesi için bu noktasal kirlilik kaynaklarından ortaya çıkan kirletici emisyonlarının atmosferde nasıl dağıldığına dair kirlilik dağılım modellemeleri yapılmalı ve hava kalitesi ölçüm istasyonlarının konumlarının bu kirlilik kaynaklarının etkilerini de ölçebilecek şekilde belirlenmesi sağlanmalı.”

Riha’da 12 bin dekar mera GES ile işgal ediliyor

İktidarın gölgesi altında her yıl devasa ölçekte büyümeye devam Kalyon Holding, Riha’nın Wêranşar kırsalında 12 bin dekar merayı işgal ederek GES kurmak istiyor. Meralarını korumak isteyen köylülere ise güvenlik güçleri saldırıyor

Yusuf Gürsucu / İstanbul

Riha’nın (Urfa) Wêranşar (Viranşehir) ilçesine bağlı Qadî (Kadıköy) Mahallesi’ndeki 12 bin dekar üzerine kurulmak istenen güneş enerjisi ‘tarlasına’ karşı köylülerin itirazı sürüyor. Projeye karşı çıkan köylülere 29 Mart tarihinde müdahale yapılmış ve 9 köylü darp edilerek gözaltına alınmış ve ardından adli kontrol şartıyla serbest bırakıldılar. Köylülerin avukatı Ali Osman Ulutaş, GES 12 bin dekar mera ve tarım arazisini işgal edilmesiyle birlikte köyün yok olacağını söyleyerek hukuki süreci takip ettiklerini belirtti. Urfa Barosu Başkanı Abdullah Öncel de santral için verilen ÇED olumlu raporunun iptaline ilişkin dava açacaklarını duyurdu.

Merasını savunmak isteyen Qadî köylü bir yurttaş güvenlik güçlerinin saldırısında yaralandı.

Neden bu şirket korunuyor?

İnsan Hakları Derneği (İHD) Urfa Şubesi, sanal medya hesabından yaptıkları açıklama ile köylülerin işkence ile darp edilerek gözaltına alındığını ve suça bulaşan kamu personeli hakkında suç duyurusunda bulunacaklarını duyurdu. Qadî köylüler sanal medya üzerinden yaptıkları paylaşımlarda, “Zorla köyümüzün merasını zorla elimizden alıyorlar. Güvenlik güçleri neden bu şirketi korumak için pozisyon almış. Hakkımızı aradığımızda neden güvenlik güçleri karşımıza çıkmakta. Ses çıkardığımızda neden güvenlik güçleri şiddete meyilli” diye belirtiler.

Urfa Barosu ve İHD köylülerin haklı mücadalesinde yanındaa yer aldı. Yaptıkları açıklama ile sürecin takipçisi olduklarını duyurdu.

Hep birlikte tek olmaya çağrı

Köylüler yaptıkları paylaşımın devamında, “Tüm suç bizde birlik olamıyoruz. Kadıköy ve bütün mezraları etkilenen tüm köylüler gelin birlikte mücadele edelim. Hep birlikte tek olmaya çağırıyoruz. Emeğimizi alın terimizi bizim elimizden almasına izin vermeyelim. Olayın başlangıcından sonuna kadar elinden geleni yapan ve yapmaya devam eden, hukuk mücadelesinde var gücüyle mücadele veren Urfa Baro Başkanı ve avukatları ile IHD Avukatlarına sonsuz teşekkür ediyoruz” diye seslendiler.

162 bin 500 panel

Beşli çete olarak anılan şirketlerden biri olan Kalyon Holding’e bağlı Kalyon Enerji iktidarın oluşturduğu kapasite tahsisleri bağlamında Wêranşar’a bağlı Qadî kırsalını GES tarlaları ile işgal etmek istiyor. Şirket 50’şer MW gücünde Viranşehir-5 GES, Viranşehir-7 GES ve Viranşehir-8 GES kurmayı planlıyor. Şirket ayrıca Wêranşar ilçesi, Kadıköy kırsalında 3 GES için 90’ar hektarlık çayır-mera vasıflı alanların üzerine 162 bin 500 adet panel yerleştirmek istiyor.

Yenilenebilir soygun

Yenilenebilir enerji iddiası sermaye kesimlerini yenileyerek güçlendirirken, halkın ise bu süreçten herhangi bir fayda görmediği, küresel ısınmaya yönelik bir katkısının da olamayacağı hem dünyanın hem de Türkiye’nin kapitalist üretim süreçlerine ve enerji politikalarına bakınca anlaşılabilmesi mümkün. Konya Karapınar’da Enerji üretimi amaçlı olarak kurulan İhtisas Organize Sanayi Bölgesi’nde ‘Yenilenebilir Güneş Enerjisi’ (GES) ‘tarlaları’ oluşmaya başladı. İktidarın bu yatırımlara desteği havuz şirketlerle sınırlıyken, havuz şirketlere verilen destek ise sınırsız düzeyde. Kalyon AŞ’nin Ankara’da Çin’in en büyük devlet şirketlerinden biri olan CTEC ile birlikte kurduğu entegre güneş paneli fabrikasının açılış töreni Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın katılımıyla 2020 yılında gerçekleşti.

Devlet desteği 2019’da açıklandı

Konya Karapınar’da bin megavat kapasiteli güneş enerjisi santrali ve 500 megavat kapasiteli entegre panel üretim fabrikası için 2019’da Resmi Gazete’de yayınlanıp yürürlüğe giren kararla birlikte büyük bir destek verilen Kalyon AŞ’nin adeta elini cebine sokmadan devletin garantörlüğünde bankalardan aldığı kredilerle yatırımlarını gerçekleştiriyor. Resmi Gazete’nin 5 Eylül 2019 tarihli sayısında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzasıyla bazı şirketlere proje bazlı devlet yardımı verilmesine karar verilmiş ve bu kararda Kalyon AŞ’ye verilecek destek de yer almıştı.

Milyarlarca lira destek

Proje Bazlı Teşvik Sistemi’ne dâhil olacak 5 yatırım arasında Kalyon Enerji’nin iştiraki Kalyon Güneş Teknolojileri Üretim A.Ş. tarafından kurulacak güneş paneli üretim tesisi de bulunuyordu. Fabrika tam kapasiteye ulaştığında, toplam sabit yatırım tutarı 1 milyar 991 milyon TL ile yılda 500 MWp kapasiteli fotovoltaik güneş paneli üretim tesisi kuruldu. Projeye verilen desteklerde; gümrük vergisi muafiyeti, KDV istisnası, KDV iadesi, yatırıma yüzde 100 vergi indirimi, 10 yıl boyunca sigorta primi işveren ve gelir vergisi stopaj desteği yer aldı.

Verilen destekler

Sigorta Primi İşveren Hissesi Desteği: Azami tutar sınırı olmaksızın 10 yıl, Gelir Vergisi Stopajı Desteği: 10 yıl Nitelikli Personel Desteği: 57 milyon lira Faiz veya Kâr Payı ya da Hibe Desteği: 10 yıl 300 milyon lira. Fabrikaya verilecek Enerji Desteği: İşletmeye geçiş tarihinden itibaren 10 yıl boyunca 240 milyon liraya kadar enerji tüketim harcamalarının yüzde 50’si. Yatırım Yeri Tahsisi, Kamu Alım Garantisi, Altyapı Desteği gibi ayrıntılar Resmi Gazete’ de yayınlanarak yürürlüğe girmişti.
Kalyon elini cebine atmadı
Kalyon AŞ’ye 400 milyon liraya mal olduğu açıklanan fabrikanın tüm maliyetinin teşviklerle karşılandığı hatta üstüne para bile kaldığı söylenebilir. Kalyon AŞ, elini cebine atmadan bankalardan çektiği devlet garantili ve destekli kredileri, alacağı teşvikler ve desteklerle rahatça kapatabileceği anlaşılabiliyor. Üstüne üstlük Karapınar’da 1000 MW’lık güneş enerji tarlasına bir ücret ödemeden elde ettiği ve burada üreteceği elektriği de alım garantisi verilerek kilowat başı 6,99 dolar/cent’e satacak olması çok yönlü bir kazanç olarak karşımıza çıkıyor. Benzer durum Wêranşar’ın Qadî kırsalında 12 milyon metrekarelik işgalde de yaşanıyor.

Dünyada ilk 10 içinde

AKP iktidarına yakınlığı ile bilinen Limak-Kolin-Cengiz-Mapa İnşaat’la birlikte ilk 5’te yer alan Kalyon İnşaat A.Ş birçok rakibi küçülürken, hatta birçoğu batarken her geçen gün büyümesi dikkatlerden kaçmıyor. Kalyon AŞ’nin son yıllarda aldığı işlerin toplam büyüklüğü 100 milyarları çoktan aşmış durumda. Dünya Bankası’nın tüm dünya üzerindeki verilerine göre; altyapı yatırımlarında en fazla ihale alan ilk 10 şirket arasında Kalyon Grubu da bulunuyor. İşte bu şirket devlet desteğiyle inşa ettiği panel fabrikasının ürünleri Karapınar’da ve Wêranşar’da kullanılacak olması dikkat çekici.

Enerji arz fazlasına rağmen

Bugün Türkiye’de enerji üretim kapasitesi 100 bin MW gücü aşarken bu gücün ancak yüzde 25-30’u kullanılabiliyor. AKP iktidarı sermayeyi ‘tatmin’ için kömürlü, doğalgazlı termik santraller ile bazı HES’lere 4 yılı aşkın süredir her ay 250 milyon lira civarında kapasite bedeli adı altında, şirketlerin üretmedikleri enerji için ödeme yapıyor. Diğer yandan ‘temiz enerji’ iddiasının arkasına sığınılarak sermaye kesimlerine ‘Yenilenebilir Enerji Destekleme Mekanizması’ (YEKDEM) kapsamında YEK belgeli üretim tesisleri için belirlenen döviz kuru üzerinden alım garantisi desteği ise 31 Aralık 2030’a kadar uygulanacak olması soygunun boyutunu gösteriyor.

‘Suyun silah olarak kullanılması kabul edilemez’

Melek Avcı 

ANKARA – “Suyun yaşamsal ve kıtlığı gittikçe artan bir kaynak olması, onun kullanım hakkı ile ilgili savaş ve çatışmaları da kışkırtıyor” diyen Siyaset bilimci ve ekoloji aktivisti Ecehan Balta, “Bizim söyleyeceğimiz ülke içinde ve dışında tüm askeri operasyonlara son verilmesi olmalıdır” ifadelerini  kullandı. 

İklim krizi ve kuraklık sonucunda su krizi yaşanıyor. Bunların yanı sıra suyun bir savaş aracı olarak kullanılması ise başta toplum sağlığı ve doğa üzerinde büyük bir tehlikeye neden oluyor. Rojhilat, Irak ve özellikle Suriye’de Kürt halkının ve diğer etnik kimliklerin yaşadığı bölgelerdeki su krizi ise Türkiye tarafından tetiklenmeye devam ediyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) yaptığı açıklamada, Türkiye’nin Suriye ile Kuzey ve Doğu Suriye’de yaptığı su kesintisinin halk sağlığı açısından tehdit ve tehlikelerine dikkat çekerek, Türkiye’nin Fırat’ın suyunu keserek Kürtlerin olduğu bölgelere akışı engellemesiyle salgınların devamının geleceğinin altını çizmişti. Temmuz 2020’de Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA) yayınladığı raporda da, Türkiye’nin Fırat Nehri’nin Suriye’ye akan suyu keserek, yüzde 65’lik bir azalmaya neden olduğunu belirtmişti. Geçen sene Türkiye kendisinin susuzluk sorunu olduğunu iddia ederek, su seviyesinin düşürülmesindeki sorumluluğunu ise reddetmişti.

Öte yandan Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin Türkiye’ye ziyaretinde temel gündemlerinden birinin su sorunu olması durumun vehametini bir kez daha ortaya koydu. Halkın tüm yaşamsal faaliyetlerini etkileyen suyun Kürtlere karşı bir şantaj ve savaş silahı olarak kullanılması, “insanlık ve savaş suçu” olarak nitelendirilse de uluslararası toplumun ve örgütlerin bu konu da somut bir adım atmamaları ise dikkat çekiyor. 

Siyaset Bilimi Doktoru ve Ekoloji Aktivisti Ecehan Balta, Türkiye’nin Irak ve Kürdistan’a yönelik su akışını bloke etmesini, sivil halkı su kıtlığıyla baş başa bırakmasını ve kapitalizmin doğaya karşı sistematik savaşı hakkında değerlendirmede bulundu. 

‘Su stratejik bir savaş silahı’

Suyun stratejik bir savaş silahı olarak kullanılmasının yeni bir şey olmadığını söyleyen Ecehan, Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri’nin Türkiye’nin içme suyunu kesmesinin insanlığa karşı suç değerlendirmesini hatırlattı. Ecehan, “Su sistemlerinin savaş taktiği olarak bombalanması, kentlerin su şebekelerinin kapatılması, baraj kapaklarının kapatılarak sivillerin susuz bırakılması ya da fazla açılarak yerleşim alanlarının sular altında bırakılması, su temininin bir şantaj aracı olarak kullanılması, en çok görülen taktikler. Rojava Bilgi Merkezi’ne göre Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürt bölgelerinde suyun savaş taktiği olarak defalarca kesilmesi ya da Aluk’ta olduğu gibi su istasyonlarının işgali, örneğin Covid 19’un yayılmasında da önemli bir rol oynadı. Temiz su kıtlığından kaynaklı kolera gibi salgınlar da maalesef sürekli olarak gündeme geliyor. Suriye’nin BM Daimi Temsilcisi Beşşar El Caferi de BM Genel Sekreteri’ne Türkiye’nin Haseke’nin içme suyunu kesmeye yönelik tutumunun bir savaş suçu ve insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu söylemişti” dedi. 

‘Suyun blokesi savaş ve çatışmaları kışkırtıyor’

Su kaynaklarının kesilmesinin savaş ve çatışmayı daha da derinleştirdiğini belirten Ecehan, İran’ın da sürekli olarak Kurdistan bölgesinde su akışını durdurmasının yaşamı olumsuz etkilediğini dile getirdi. “Diğer yandan ülke veya bölgelerin su kaynaklarına erişimi ‘su savaşları’ dediğimiz olguya da yol açabiliyor, onu da not etmek lazım “ diyen Ecehan devamında şu örnekleri verdi: “İki Sümer devleti arasında sulamada kullanılacak suların paylaşımı ile ilgili bir savaş çıktığını tarihçiler saptamıştı. Suyun yaşamsal ve kıtlığı gittikçe artan bir kaynak olması, onun kullanım hakkı ile ilgili savaş ve çatışmaları da kışkırtıyor. Yoğun olarak yirminci yüzyılın başlarında kurulan ulus devletlerin sınırları çizilirken su dikkate alınmamıştı, çünkü temiz suya erişim çok temel bir problem değildi. Oysa örneğin İsrail sürekli olarak suyu satın almak zorunda ve sadece bu nedenle 1950-2000 arasında yaşanan 30 kadar askeri eylemden söz ediliyor. Mısır, Nil Nehri üzerindeki yaşamsal kontrolü elinde tutmak için Sudan ve Etiyopya ile sürekli olarak çatışma halinde. Dicle Nehri üzerine İran tarafından yapılan yeni barajlar, Irak’ı uluslararası mahkemeye götürdü. İran’ın özellikle yaz aylarında Irak ve Kurdistan bölgesine su akışını durdurması, tarımı ve yaşamı son derece olumsuz etkiliyor.” 

Temel ihtiyaçların tümüne etki

Yaşamın tümünü etkileyen suyun zincirleme bir reaksiyona neden olduğunu ifade eden Ecehan, şöyle devam etti: “İnsanların su kaynaklarına erişimi de su etrafındaki çatışmaların diğer bir nedeni. Örneğin Mısır’ın su ihtiyacının yüzde 97’sini karşılayan Nil, kirlilik ve iklim değişikliği nedeniyle önemli bir sorun haline gelmiş durumda. Nil’in genellikle etrafındaki sanayi bölgelerinin atıklarından kaynaklanan kirliliği, salgın hastalıkları tetiklediği gibi sulamayı da zorlaştırıyor ve su temininde güçlük, gıda fiyatlarını da arttıran zincirleme bir reaksiyona neden oluyor. Bütün bunlar, 2011’de başlayan Arap Baharı’nın da en azından Mısır açısından ana nedenlerinden birini oluşturuyor. Benzer biçimde 2018’de yaz aylarında suyun kesilmesi Basra’da da isyana neden olmuştu.”

‘Suyun yönünün değiştirilmesi insanlığa karşı suçtur’

Kapitalizmin doğaya karşı sistematik bir savaşının söz konusu olduğunu kaydeden Ecehan, bununla birlikte egemenlerin su üzerinde kontrol sağlamasını ve insanları sudan yoksun bırakarak “terbiye” etmeye çalıştığını, bunun ise “insanlık suçu” olduğunun altını çizdi. Ecehan, “Dünya üzerinde tüm suların sadece yüzde 3’ü tatlı su ve tüm insanların yüzde 40’ı şu anda su kıtlığı yaşıyor” dedi ve ekledi: “İklim değişiminin etkisiyle de zaten bu oran günden güne artıyor. 2050 yılında suya talep ikiye katlanacak ve BM’nin tahminlerine göre tatlı suyun yüzde 74’ü endüstriyel tarımda kullanılmaya başlanacak. Yani bir de kapitalizmin doğaya karşı sistematik bir savaşı söz konusu. Özellikle Suriye ve Irak’ta Kürt bölgelerine dönük olarak gördüğümüz, suyun egemenler tarafından yönü değiştirilerek, kesilerek, baraj yapılarak bir terbiye aracı olarak kullanılması da bir savaş aracıdır ama aynı zamanda sivillerin hayatına kast ettiği için de insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Su canlıların yaşam hakkı ile birebir bağlantılı olarak ele alınması gereken en temel insan haklarından bir tanesi. Suyun silah ve terbiye yöntemi olarak kullanılması kabul edilemez. Su herkes için erişilebilir, güvenli ve yeterli olmalıdır.” 

Su üzerinde Türkiye’nin egemenlik tutumu

Irak Başbakanı Muhammed Şiya es-Sudani’nin Türkiye’ye gelmesini ve su sorunu meselesini ele almasını on yıllardır süren bir anlaşmazlığa dayandığını anımsatan Ecehan, Dicle-Fırat havzasındaki suyun eşit bölüşümünün Türkiye tarafından kabul görmediğini aktardı. Ecehan, doğal kaynakların paylaşımında egemenlik düşüncesinin reddedilmesi gerektiğini vurgulayarak, “Dicle, Irak’ın ana su kaynaklarından bir tanesi ve on yıllardır uluslararası ve çift taraflı anlaşmalarla Fırat ve Dicle’deki suyun çok taraflı ve eşit kullanımı hakkında belirli uzlaşma ve dayatmalarla yürütülen bir süreç söz konusu. Irak, Dicle-Fırat havzasındaki suyun tüm ara kıyı paydaşları tarafından eşit biçimde paylaşılmasını savunuyor ancak tahmin edersiniz ki suyun kaynaklandığı bölge olan Türkiye’nin böyle bir derdi ve yaklaşımı yok. Türkiye, Irak’ın çoğunluğu Saddam Hüseyin zamanında yapılan barajların bakımsızlığı ve yetersizliğinin su yönetimi sorunları doğurduğunu ve Irak’ın su sorununun su yönetimi planlaması ile ilgili olduğunu savlıyor. Bu bakımdan Sudani’nin ziyareti son yüzyıl ortalamasının yüzde 35’ine düşen Fırat ve Dicle sularının kullanımı ile ilgili önemli bir gündemdi” sözlerini kullandı.

‘Tüm askeri operasyonlara son verilmeli’

Askeri operasyonların yanı sıra suyunda bir savaş silahı olarak sivil halka karşı kullanılmasının uluslararası hukukta da savaş suçu olarak nitelendirildiğinin altın çizen Ecehan, hem askeri operasyonlara hem de su egemenliğine son verilmesi gerektiğini vurguladı. Ecehan, son olarak şunları söyledi: “Bence doğal kaynakların kullanımının sınırsızmışçasına gibi davranılmaması birinci prensip. Ama konuyla ilgili ikinci prensip de doğal olmayan ülke sınırlarının, doğal kaynakların paylaşımında bir egemenlik hakkını doğurduğu düşüncesini reddetmek olmalı. Bizim söyleyeceğimiz ülke içinde ve dışında tüm askeri operasyonlara da son verilmesi olmalıdır. Onun dışında elbette operasyon ya da savaş sırasında temiz suya erişimin kasıtlı olarak engellenmesi, sivil insanların hastalanmasına veya ölmesine yol açıyor. Bu siyasi cinayettir, vahimdir, insanlık dışıdır, kabul edilemez. Ve zaten uluslararası hukuka göre de savaş suçları arasında sayılmaktadır.” 

UZMANLAR ÇİMENTO FABRİKASI RUHSAT SAHASINDA KEŞİF YAPTI: “BÖLGEYE ÇOK BÜYÜK DARBE VURACAK”

Muğla’ya bağlı Bayır ve Deştin mahallelerinde kurulmak istenen “Entegre Çimento Fabrikası” projesinin ruhsat alanında inceleme gezisi yapan uzmanlar, proje sahasının yerinin yanlış olduğunu ve hayata geçmesi durumunda çevreye geri döndürülemez zararlar vereceğini belirtti.

Muğla’da Deştin ve Bayır mahallelerinden kurulmak istenen “Entegre Çimento Fabrikası ve Hammadde Ocakları” projesine verilen “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) olumlu” kararına açılan dava kapsamında 23 Şubat 2023 tarihinde mahkeme kararıyla bilirkişi keşfi yapılmıştı.

Bilirkişi heyeti, raporunu keşiften bir ay sonra sunması gerekirken ek süre talebinde bulunmuş ve mahkeme heyete raporunu sunması için 60 gün ek süre vermişti. Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Menteşe Meclisi, Deştin Çevre Platformu ve Bayır Çevre Komitesi bir açıklama yaparak, çimento fabrikasının inşaat sahasında çalışmanın devam ettiğini vurgulamış ve ÇED olumlu karının yürütmesinin durdurulmadan ek süre verilmesini eleştirmişti.

Bunun üzerine, çimento fabrikasına karşı duran platformlar, 25 Mart 2023 tarihinde projenin ruhsat sahası içinde uzman kişiler eşliğinde inceleme gezisi yaptı. Çalışmaya Prof.Dr. Doğan Kantarcı, Yüksek Jeoloji Mühendisi Eşref Atabey, Biyolojik Çeşitlilik uzmanı Itri Levent Erkol, Metalurji Mühendisi Cemalettin Küçük, Menteşe Kent Konseyi Başkanı Nuran Aldan, MUÇEP Menteşe Meclisi’nden Musafa Tuncaelli, Deştin ve Bayır köyünde yaşayan yurttaşlar katıldı.

İnceleme gezisi öncelikle Deştin’de çimento fabrikasına karşı kurulan nöbet çadırını ziyaret ile başladı.

Ardından ise çimento fabrikasının ruhsat sahası içindeki kalan ve fabrikaya ham maddenin alınması için açılacak taş ocaklarının bulunduğu alanda incelemeler yapıldı.

Kil ve kireçtaşı malzemelerinin alınmasının planladığı alanda incelemelerde bulunan uzmanlar projenin hayata geçirilmesi durumunda çevreye geri döndürülemez zarar verileceğini dile getirdi.

DOĞAN KANTARCI: “ÇİMENTO FABRİKASININ YANINDA MI YOKSA İNSANLARIN BESLENMESİNİ SAĞLAYAN SİSTEMİN YANINDA MI OLALIM?”

Konu ile ilgili ilk olarak Gündem Fethiye’ye bilgi veren Prof. Dr. Doğan Kantarcı, bölgedeki orman varlığına yönelik şunları söyledi:

“Buradaki ağaçlar, orman ağaçları ve orman çalıları, çalılaşmış orman ağaçları; onların çalı olduğuna bakmayın onları bırakırsanız onlar da ağaç olur; bunlar en önce bir kere oksijen üretiyor, havayı temizliyor. İkincisi çok fazla enerji üretiyor ve bunların hepsi güneş enerjisi tesisi. Solunum yaparken kullanıyor ama aynı zamanda odun hammaddesi üretiyor, enerji üretiyor. Dolayısıyla biz bu odunu çeşitli yerlerde kullanıyoruz, yakacak olarak da kullanıyoruz. Yıllarca, kömür olmadığı vakit, eskiden yakacak olarak kullanıyorduk. Bunu üretim açısından enerji tesisi olarak düşünelim.
İkincisi toprağı koruyor. Çünkü burada çok yüksek yağışlar oluyor. Yani yarım saatte, bir saatte metrekareye 100 milimetre yağış oluyor. Bu ne demek, 100 milimetre? Bir metrekare alan düşünün, 100 litre suyu buraya boşaltın. Yani dört, beş teneke suyu boşaltacaksınız, tutar mı, geçer mi? Hayır geçmez ama ormanın üstüne boşaltırsanız orman bunu tepesinde tutar. Sonra yavaş yavaş damla damla aşağıya indirir. Toprağın üstüne gelirse hemen yüzeysel akışa geçer. Yüzeysel akışa geçince sel yapar. Şu gördüğünüz, yerde gördüğünüz taşlara biz erozyon kaldırımı deriz. Dikkat edin, açık yerlerde var. Ağaçların altında yok. Açık alanlarda toprağı götürmüş taşı taşıyamadığı için taş erozyon kaldırım olarak kalmış. O halde demek ki toprağımızı koruyor. Yağışı tutuyor, yavaş yavaş damlatıyor, toprağın inmesini sağlıyor. Su üretiyor. Bu suyu ne yapıyoruz? Su taban suyuna gidiyor, oradan yeraltı suyuna gidiyor. Yeraltı suyu da bu tarafta bir tane gölet var, o tarafta bir tane baraj var. Demin barajın kenarındaydık. Bu sular nerede kullanılıyor? Köylü bundan tarım yapıyor, sulu tarım yapıyor. Köylünün geliri bununla artıyor değil mi? Dolayısıyla ne yapıyoruz? Köylüyü yerinde tutuyoruz.
Nüfus arttı. Bu artan nüfusu ne yapacaksınız? Ya kente göndereceksiniz, gecekondulaşmaya yahut da tarımsal alanı, tarım alanını arttıracaksınız, bu şansımız yok, alan belli. O halde tarımsal ürünü arttıracaksınız. Ne yapacaksınız? Sulu tarıma geçeceksiniz, gübre kullanacaksınız. Ürünü arttıracaksınız ki artan nüfusu geçindirebilirsiniz yoksa köyler boşalır, kentler gecekondulaşmaya döner, bugünkü beton çölleri oluşur.”

Ormanın görevlerini yerine getirdiğinde yurttaşların kazancı olduğunu söyleyen Kantarcı, “Tarımsal ürünler artıyor. Bizim ekmeğimiz oradan çıkıyor, yağımız oradan çıkıyor. Peki su? Suyumuz oradan geliyor. Dolayısıyla bu kimin malı? Kamunun malı” ifadelerini kullandı.

Ormanın yok edilerek altındaki materyalin çıkarılması ve bunun çimento fabrikası için kullanılması durumunda ise yalnızca çimento fabrikasını kuran şirketin kazanacağını dile getiren Kantarcı, “Gelir nereye gidecek? Şirktin kasasına. Kimin cebinden? Halkın cebinden. Kimin sofrasından? Bizim soframızdan. Hangi tarafı tutalım peki şimdi? 300 yıl idare eder veya 100 yıl idare eder diye çimento fabrikasını mı tutalım yoksa halkımızın yanında, insanlarımızın beslenmesini sağlayan sistemin devamında mı olalım?” dedi.

EŞREF ATABEY: “ÇİMENTO İÇİN BÖLGEDEN MALZEME ALINDIĞINDA BURADAKİ YERALTI SU KAYNAKLARINI DA YOK ETMİŞ OLUYORSUNUZ”

Yüksek Jeoloji Mühendisi Eşref Atabey ise fabrika alanını gördüğünde hayretler içinde kaldığını söyledi ve sebebini şöyle açıkladı: “Sebebi bu kadar genç ve sık kızılçam ormanı içinde bunu karar almış olmaları. Hakikaten bu tesisi buraya kurmak için çok düşünmek gerekiyor. Kalbe vurulan bir hançer gibi gerçekten bu kadar sık ormanın içinde bu tesis. Yani ben düşünmüştüm ki bazı çıplak alanlar vardır ormanlık alanlarda öyle bir yerde olduğunu tahmin ediyordum Ankara’dan bakarken. Beklediğim gibi değil. Korkunç bir manzara.”

Tesisin yapımının devam ettiğini ve ÇED raporunda çimento ihtiyacından ve projenin Muğla nüfusunun refah seviyesini yükselteceğine dair ibarelerinin bulunduğunu dile getiren Atabey, “Doğrudan doğruya ihracat yapacaklarını zaten açıklıyorlar. Güllük Limanı’ndan burada ürettikleri çimentoyu ihraç edecekler. Bir de İzmir limandan gönderecekler. Yurt içi ihtiyacı karşılamak için böyle bir fabrikaya ihtiyaç yok zaten. Yakın yerde Söke var, Denizli var, Burdur var, Antalya çimento fabrikaları var. Zaten yıllardan beri buradaki ihtiyaç buralardan karşılanıyor” dedi.

İnceleme yaptıkları yerin proje için malzeme alınacak yerin ortasında olduğunu ifade eden Atabey, çimentonun hammaddesi olan kilin burada olmadığını söyledi ve toprak yapısına dair şu bilgileri verdi:

“İllit dediğimiz farklı mika dediğimiz kayaların ayrışması ve meteor kayaların ayrışmasıyla oluşmuş, dağlardan yağış ve sellerle birden kopup gelen çakılların bloklarında birlikte karışım olduğu kırmızı renkli çamur taşıyla karışan bir malzeme. Şimdi bu malzemeyi bu şekilde aldığı zaman bunun içinde kuvars dediğimiz çok sert silis içeren kayaçlar var. Bunları birlikte öğütürlerse çok büyük maliyet getirir. Zaten sanmıyorum öyle yapacaklarını, bu örtüyü ortadan kaldıracaklar alttaki malzemeyi alacaklar. Bir yerde taş ocağı, maden ocağı ya da işte bunun gibi tesis kurulurken ilk yapılacak şey sahanın önce orman ve bitki örtüsünü ortadan kaldırmak. Burada olduğu gibi. Nitekim şu gördüğünüz bu ağaçlar bu çam ormanları tamamen kalkacak.”

Diğer yandan, her maden tesisinin bir ömrü olduğuna dikkat çeken Atabey, geride devasa bir çukur bırakıldığını, bu çukurların ise rehabilitasyonunun mümkün olmadığını söyledi. Atabey, “Taş ocakları eski haline getirme gerçek, dışı bilimsel temeli olmayan şeyler. Şu duruma göre malzeme alınacak yer, şöyle düşünün; bu alanı olduğu gibi kaldırdığınızı düşünün 10 yılda ya da 20 yılda. Bu alan tamamen olmayacak. Devasa bir çukur” ifadelerini kullandı.

Bölgenin toprak yapısının yeraltı sularının taşınması ve birikmesi için uygun özelliğe sahip olduğunu ve bir su deposuna benzediğine dile getiren Atabey, “Burada kil olsaydı belki yüzeyden sıyrılıp akıp gidecekti su. Killi toprak suyu emmez, bünyesine almaz ya da tutarsa bile alamazsınız oradan. Diyelim yeraltı su kuyusu vursanız bile oradan devamlı su alamazsınız killi toprakta zeminde. Ancak bu çamur taşı dediğimiz bu kırmızı zemin gözenekli. Gözenekli olduğu için yağacak yağmur suları bunun gözeneklerine girecektir ve su olacaktır. Altta Bayır Barajı var, burada diğer baraj var. Her iki tarafın beslenme havzası burası. Dikkat edin yağacak yağmurlar buradan aşağı havzaya doğru gidecek. Siz bu malzemeyi aldığınız zaman buradaki tüm suyu, yeraltı su kaynaklarını da ortadan kaldırmış oluyorsunuz. Çevredeki tarım alanları, meyve, sebze bütün hepsi etkilenecektir” dedi.

“BURASI YIKIMI KÖRÜKLEYENLERİN HAMMADDESİNİ KARŞILAMAK ÜZERE KURULMUŞ BİR TESİSTİR”

Metalurji Yüksek Mühendisi Cemalettin Küçük ise Türkiye’de çimento fabrikalarına karşı ilk defa dava açan Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nde (TMMOB) 10 yıl yönetim kurulunda yer aldığını hatırlatarak, “Bugün 20 yıldır siyasal iktidarda olan o dönemin hükümetinin Türkiye’nin 2023 yılı çimento kapasitesinin hedefi 100 milyon tondu” dedi.

Çimento sektörünün çok fazla enerjiye ihtiyacı olan bir sektör olduğuna vurgu yapan Küçük, Türkiye’de 2021 yılında üretilen ve faturalandırılmış elektrik enerjisinin 255 milyar kilovat saat civarında olduğunu söyledi ve şöyle devam etti: “Çimento sektörü bugün Türkiye’de 100 milyon tona çıktığı zaman yirmi beş otuz milyar kilovat saat arasında enerji tüketecektir. Bu yüzde onundan fazlasına denk geliyor faturalandırılanın. Burası demek ki kendiliğinden elektrik tüketicisi bir tesistir.”

Küçük ayrıca, tesisin binlerce ton kömür yakacağını ve bu bu kömürlerin tesise başka yerlerden taşınacağının belirtildiğini söyledi. “Burası aynı zamanda bir yakma tesisidir” diyen Küçük Muğla’da halihazırda üç termik santral bulunduğuna işaret etti.

Halkın tesise ihtiyacı olup olmadığını sorgulayan Küçük, “Hayır halkın buna ihtiyacı yoktur. Beton imparatorluğunun çöken imparatorluğunun ihtiyacı olarak bugün karşımıza bunu koymuş olabilirler. Oysa biz bu beton imparatorluğundan kurtulmak, gerçek anlamda insanların kentleri nasıl yapması gerektiğini, köylerde nasıl yaşaması gerektiğini kendilerinin tartışması gerektiğini tartışırken, sermayenin birikimi ile yeni beton imparatorluklarını kurmak için de depremde acil temeller atıldığını görüyoruz. Bu çimento ihtiyacı genelde savaş sonrası yıkımı körükleyenlerin hammaddesini karşılamak üzere kurulmuş bir tesistir” dedi.

Çimento fabrikalarına geçmişte verilen mücadelelere rağmen tesislerin kurulduğunu belirten Küçük, “Bugün gelmiş olduğumuz nokta itibariyle burada büyük bir enerji tüketimi ve yakma tesisi kuruluyor. Aynı zamanda hem üstten hem de zeminden doğayı tahrip edecek, bu coğrafyayı kirletecektir. Bu bir politik meseledir, siyasi bir meseledir. Bu konuyla ilgili değerlendirmelerde ‘siyasi yaklaşıyorlar’ diyenlere evet siyasi yaklaşıyorlar. Çünkü bu kararı alanlar siyasi” ifadelerini kullandı.

Uzman ekibi buradan sonra fabrikada kullanılması planlanan kireçtaşı malzemesi bulunan alanda inceleme yapmak için yola çıktı. Yol boyunca toprak yapısını inceleyen ekip Yumaklı Köyü yakınında durdu. Burada incelemelerini tamamlayan ekip “Şifalı su” olarak bilinen kaynaktan su aldıktan sonra  Kazan Göleti’ne yola çıktı.

EŞREF ATABEY: “BURAYA NASIL BU TESİSİ KURMAK İÇİN İZİN VERİLDİĞİNİ ANLAMAKTA GÜÇLÜK ÇEKİYORUM”

Kazan Göleti kenarında tüm günü ve elde ettikleri verileri yorumlayan uzmanlardan Atabey, şunları değerlendirmeyi yaptı:

“Gördüğüm kadarıyla bu kil denilen -raporda kil yazılan malzeme- bizim jeolojik anlamda anladığımız kil değil. Bizim jeolojide çamur taşı dediğimiz kille karışık bir malzeme. Alüvyon yelpazesi ürün dediğimiz, yukarıdan kopup gelen, sellenmelerle, yağmurlarla yamaç aşağı gelen iri kayaç blokları, çakılları, parçalarıyla birlikte karışık bir malzeme üst kısmı. Alt kısmında masif çamur taşı dediğimiz kısım var. Bu çok geniş alan kaplıyor.
Diğer malzeme de kireç taşı dedikleri malzeme. Kireç taşı, gene jeolojik anlamda sahada yok. Mermer dediğimiz kayaç türü var. Mermer, kireç taşının metamorfozi olmuş hali. Dolayısıyla kalker değil mermer olarak görünüyor. Şimdi sahada gördüğüm kadarıyla malzeme alınacak yerde karstik bir plato, çöküntü havzası oluşmuş. Tam su kaynaklarının, havzanın menba kısmında. Bu karstik kısım özellikle yağmur sularını ve kar sularını bünyesinde biriktiren, gözeneklerinde biriktiren bir yapı oluşturuyor. Oradan yeraltı sularıyla çatlak kaynakları besliyor. Dolayısıyla şu gördüğümüz barajların beslenme havzası yukarıdaki kayalar oluyor.”

Atabey, çimento fabrikasının kurulması durumunda, yıllar boyunca mevcut bitki örtüsünün kazınarak suyu tutan materyalin alınmasını, evlerimizin çatısından su depolarını sökmeye benzediğini söyledi. Bitki örtüsünün yok edilmesi ile iğli olarak ise “Burada suyun toprağa süzülüşünü sağlayan sık orman var. Yani burada başka yerde görmediğim, hakikaten çok sık ve genç orman örtüsü var. Binler değil, milyonlarca ağaç burada kesilecek. Bu da küresel ısınma anlamında; bu ağaçlar aslında karbondioksiti emen, oksijen üreten ağaçlar. Bu yönüyle de çok büyük zararı olacaktır. ‘Küresel ısınmada küçük bir alanın etkisi ne olacaktır?’ demeyelim. Her kesilen ağaç, her kesilen orman, yok edilen bir şey karbondioksitin artmasına, oksijen azalmasına yol açacağı için küresel anlamda düşündüğümüzde çok büyük zararı olacaktır” değerlendirmesini yaptı.

Projenin bölgeye çok büyük darbe vuracağını söyleyen Atabey, “Tesisini çıkaracağı tozlar, gazlar zaten çok ayrı bir etki yapacaktır. Onu anlatmaya gerek yok. O toz tüm orman örtüsüne ve tüm meyve-sebzelere zarar verecektir. Ayrıca gazlar, yakındaki yerleşimlerdeki insan sağlığını etkileyecektir. Son olarak söyleyeceğim şu; buraya hakikaten nasıl bu tesisi kurmak için izin verildiğini anlamakta güçlük çekiyorum. Türkiye’de birçok yer gördüm ama buraya bu fabrikanın -toz üreten bir fabrikanın- kurulmuş olması ve çok geniş bir alanda malzeme sahasının tasnif edilmiş olmasını ben anlayamıyorum” dedi.

ITRİ LEVET ERKOL: “DÖRT SAATLİK GEZİMİZDE ULUSAL VE ULUSLARARASI HUKUKUN NASIL AYAKLAR ALTINA ALINDIĞINA ŞAHİT OLDUK”

Biyolojik çeşitlilik uzmanı Itri Levet Erkol ise yaklaşık dört saat süren gezi boyunca ulusal ve uluslararası hukukun ayaklar altına alınması ve kamunun zarar uğratılmasına şahitlik ettiklerini belirterek şunları söyledi: “Orman Kanu’na karşı, zeytini koruma kanuna karşı, toprağı koruma kanununa karşı; Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere, Ramsar Sözleşmesi’nin, Bern Sözleşmesi yani Avrupa Yaban Hayatının Korunması Sözleşmesi’nin nasıl ayaklar altına alındığına bugün şahitliğini yapan bir ekibiz aslında.”

Gezi boyunca Zeytinlikler, çam ormanları, makilikler, tarım arazileri, su havzaları, akarsular, akarsuların toplandığı küçük oluşumları gözlemlediklerini dile getiren Erkol, “Bunların tamamı aslında bu coğrafyaya, Muğla’ya yaşam veren ve burada yaşayan halkların ta Karya zamanlarından, Leleg zamanlarından beri uyum halinde yaşadıkları ortamlar. Günümüzde en fazla konuşulan şeylerden bir tanesi iklim değişikliği. Burada iklim değişikliğine dirençli bir tarım modeli aslında uygulanıyor. Susuz tarım yapılıyor, hayvancılık yapılıyor ormanın içerisinde ama diğer taraftan Türkiye henüz yeni taraf olsa bile Paris Sözleşmesi dediğimiz iklim değişikliğine uyum sözleşmesine taraf olurken diğer taraftan karbon emisyonlarını artırmak üzere daha fazla yatırım yapmaya devam ediyor. Nasıl yapıyor bunu? Muğla’ya, çeşitli yerlere baktığımız zaman termik santralleri destekleyerek, çimento fabrikaları açarak, çimento fabrikalarını besleyecek yeni taş ocakları açarak aslında daha dün taraf olduğu sözleşmeye nasıl aykırı olduğunu bugün gösteriyor” dedi.

İstanbul Sözleşmesi varken kadın cinayetlerinin devam ettiğine dikkat çeken Erkol, “Türkiye’nin geçmişten bu tarafa taraf olduğu Bern Sözleşmesi de günümüzde defakto durumda, sanki yokmuş gibi, sanki bu sözleşmeye taraf değilmişiz ve sanki bu sözleşme hükümlerine göre koruma yükümlülüğünde olduğumuz hayvan türleri, bitki türleri ve bunların doğal yaşamları yokmuşçasına ÇED raporları verilerek bir ekokırım yaşanıyor bu coğrafyada” ifadelerini kullandı.

Yaptıkları çalışmalarda ve saha gözlemlerinde onlarca hayvanın Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından korunmakla yükümlü olduğunu bildiklerini belirten Erkol, “Buna rağmen, buna göz yumularak sahte raporlarla, sahte bilirkişi raporlarıyla, yalnızca bazı şirketlerin cebini dolduracak olan ve yerelde yaşayan yurttaşların, buranın halklarını, haklarını, kamu faydasını göz ardı ederek yok oluşa sürükleyecek projeler halen imzalanıyor. Aslında burada karşı karşıya olduğumuz şey, toplu bir hukuksuzluk durumu. Hem ulusal ölçekte uluslararası ölçekte” dedi.

DOĞAN KANTARCI: “BENİM VARLIĞIMA, MİLLETİMİN VARLIĞINA VE DEVAMLILIĞINA KASTEDİYORSUNUZ”

Bugün yaptıklarının çok kritik bir olduğunu söyleyen Prof. Dr. Doğan Kantarcı, halkın gelirine ve burada yaşayan insanların, köylerin devamlılığına kasteden bir durumun söz konusu olduğunu dile getirdi.

Buradan üretilecek çimentonun ekolojik ve sosyolojik maliyetine değinene Kantarcı, “Ekolojik maliyeti ne? Ormanı kaybedeceksiniz, ormanı kaybettiğiniz vakit neyi kaybedeceksiniz? Odun üretimini kaybedeceksiniz, su üretimini kaybedeceksiniz, buradaki yaban hayatını kaybedeceksiniz. Bir sürü bitki var, bitki sosyolojisi bakımından söylüyorum; bitki alemini kaybedeceksiniz, toprağı kaybedeceksiniz. Yani sistemin yenilenebilmesini kaybedeceksiniz. Devamlılığını kaybedeceksiniz de yenilenebilmesini de yok edeceksiniz” ifadelerini kullandı.

Suyun ve tarımın devamlılığının ülkenin devamlılığı anlamına geldiğini söyleyen Kantarcı, “Çünkü tarım alanı devam ediyorsa oradaki yaşayan köylü de devam ediyor demektir. Millet de devam ediyor demektir. Siz bu devamlılığı ortadan kaldırıp da ben buradan kasama para koyacağım, firmama para kazandıracağım diyemezsiniz” dedi.

MUSTAFA TUNCAELLİ: “BİLİMİN IŞIĞINDA, DÜRÜST, NAMUSLUCA, UZMANLIK ALANLARIN HAKKINI VEREREK BİR ÇALIŞMA YAPARSA BİLİRKİŞİLER BURADAN FARKLI BİR ŞEY ÇIKACAĞINI DÜŞÜNMÜYORUZ”

Son olarak neden böyle bir keşif gezisi yaptıklarını anlatan Mustafa Tuncaelli 23 Mart’ta mahkeme karı ile gerçekleşen keşif gezisi ve keşif heyetinin raporunu teslim etmek için istediği ek süreye değinerek, “Raporların nasıl çıkacağı konusunda tam bir netliğimiz yok. Yani biz bilimin ışığında, dürüst, namusluca, uzmanlık alanların hakkını vererek bir çalışma yaparsa bilirkişiler buradan farklı bir şey çıkacağını düşünmüyoruz. Yani bizim lehimize, köylülerin, burada yaşayanların lehine, yaşam alanlarını korumaya çalışanların lehine, doğru bir bilimsel rapor çıkacağını ve bu çimento fabrikasının olumlu raporunu bozduracağımıza inanıyoruz” dedi.

Geziye katılan uzmanların öncesinde çimento fabrikası ile ilgili raporları okuyarak projeye kafa yorduklarını ve gezi sayesinde alanı görerek de tanıyabilme fırsatı bulduklarını belirten Tuncaelli, “Haklılığımızı ispat edebilmek için söylediğimiz lafların da çok doğru olması, yerinde olması lazım. O yüzden böyle bir şey kararlaştırdık platform olarak. Yani bunun içinde MUÇEP Menteşe Meclisi, Deştin Çevre Paltformu, Bayır Çevre Komitesi var. Kent Konseyi’miz de bunun için bugün çalışmamız içindeydi. Burada dava açan, burada yaşam alanları savunmaya çalışan bütün güçler ortaklaşa bilimsel çalışmalar yapan uzmanlarımızı, bilim insanlarını buraya getirip sahada çalışma yaptırmış olduk” dedi.

Kontrolsüz Yıkımlarda, Yıkıntıların Zararlarını Azaltacak Kaldırma ve Ayrıştırma Önlemleri Alınmalıdır!!!

0

Yerleşim yerlerinde ortaya çıkan kontrol dışı yıkımlarda, yıkıntıların kaldırılmasında, can ve mal kayıpları dışında büyük ekolojik sorunlar oluşabilir. Birde bu yıkıntıların bilinçsizce kaldırılması taşınması ve dökülmesi depolanması koşulları çok kapsamlı ekolojik sorunlar yaratabilir. Bunun için yıkıntıların harman gibi yüklenip kaldırılmaması gerekir. Kesinlikle yerinde; ayrıştırılarak kaldırılması ve özenle taşınıp, özenle depolanıp, yeniden kullanılabilecek geri kazanımlar projelendirilmelidir. Çok çeşitli kimyasalları barındıran altyapı, işyeri, üretim tesisleri ve barınma yapıları özellikle yıkım etkisi olan depremlerden sonra dikkatlice ele alınıp tehlikeli girişimlerden uzak olunması gerekir. Yapıların barındıracağı hem yapı hem depolama hem de kullanım nedeniyle çok sayıda tehlikeli madde ile karşı karşıya olduğumuz gerçekliliği söz konudur. Bu maddeler

1.Yapılarda kullanılan kimyasalları,

Yapım aşamasında yapıyı oluşturan özellikle betonarme binalar temel olarak betondan kaynaklı olarak kum ve çakıl, çimento esaslı üretim nedeniyle silis esaslı mineralleri içermektedir. Başta silis tozları olmak üzere, yıkım sonrası oluşan tozlar havayoluyla yayılarak insan yerleşimleri ve diğer canlıların olduğu alanlarda yayılarak, solunum yoluyla ciğerler girebilir. Başta silikozis hastalığı olmak üzere çeşitli hastalıklara neden olur. Bu nedenle yıkımda ortaya çıkan tozların atmosfere yayılmadan kontrol edilmesi önemlidir. Ayrıca yoğun olarak oluşan tozlar tarımsal alanlarda da sorunlara neden olmakla birlikte, temas ettiği çeşitli kimyasalları da adsorbe yada absorbe ederek taşıyabilir.

Bina da izolasyon amaçlı kullanılan çatı ve döşeme amaçlı kullanılan malzemelerin bir kısmında Asbest söz konusudur. Asbest yine silis gibi yapı malzemelerinde toz olarak atmosfere yayılması yoğun sağlık sorunları ve çevre kirliliğine neden olur. Yayıldığı ortamlardan toparlanması zor olmakla birlikte yaratacağı sorunların hem soluma hem de hava hareketleri ile etrafa yayılması çok ağır kirliliğe sebebiyet vermesi kaçınılmazdır. Bu nedenle asbest kaynağı olarak yıkılan yapılarda yerinde tespit edilerek önlemler ile kontrol altına alınarak güvenlikli olarak depolanmalıdır.

Dekorasyon için kullanılan çeşitli boyaların yıkılan binalarda toz haline gelmesi ve değişik nedenlerle çözülmesi çok çeşitli kimyasalların oluşumuna sebebiyet verebilir. Toz olarak yayılması her türlü yeni sorunu yaratabilir olarak tedbiren kontrol altına alınmalıdır. Özellikle renklendirici kimyasallar Cr ve Pb önemli ağır metallerdir. Diğer yandan bazı dekoratif metallerin yüzey kaplamalarında Cd (kadmiyum) kullanılmıştır. Kontrolü şekilde toplanmalıdır.

2. Yapılarda kullanılmak üzere depolanmış kimyasallar.

Yapı kimyasallarının kullanılan kısımlardan çeşitli sorunların ortaya çıkması açık olarak bilinmektedir. Birde bunlara depolanmış yapı kimyasallarına dikkat çekmek gerekir. Yapıların imalatında dekorasyonunda korunmasında kullanılacak olan birçok kimyasal satış ve kullanma depolarında yapı işyerlerinde bulunduğu bilinmektedir. Bunlar kullanılmamış, solventler, boyalar, boya tozları, ağır metalli renklendiriciler, yağlar vs onlarca çeşidi yıkıntılarla birlikte beton ve diğer yıkıntılar içerisinde karışmıştır. Bunların tespiti ve ayrıştırılması, eğer bulaşmış olma durumu varsa bu malzemelerin kontrol altına alınarak doğru yerlerde bekletilmesi ve arındırma yapılması önemlidir. Bu yıkıntı maddelerinin asla doğada hava toprak su ile teması olmamalıdır.

Bu kimyasallara ek olarak çeşitli petrol bileşikleri yağlar ve yakıtların olması (mazot benzin gazyağı fuoloil) kaçınılmazdır. Bu konuda dikkatle hasar görmemiş ambalajların kontrolü olarak alınması gerekir. Hasarlı ambalajların tespiti ve yayılmasını engelleyecek şekilde kontrol altına alınacak tedbirler uygulanmalıdır.

3. Enerji sistemlerinin içerdiği kimyasallar

Yıkıma uğrayan kentlerde çeşitli yerlerde açık ya da kapalı alanlarda trafolar, jenaratörler ve değişik makine ekipmanları söz konusu olabilir. Bütün bu sistemlerin her birinin soğutma ya da aşınma yağları söz konusudur.  Bunlar yine toparlanarak kontrol altına alınmalıdır. Asla yıkıntılar ile kaldırılmamalı ve kontrolsüz sahalara dökülmemelidir.

Bu sistemlerin devreye girmesi yada bağımsız olarak çeşitli kesintisiz sistemler için kullanılan akümülatörler söz konudur. Bunlar kurşun başta olmak üzere asit ve elektrot olarak kullanılmış sıvı jel konumunda kimyasallar söz konusudur. Yine akümülatörler içerisinde anot ve katot olarak kullanılan kurşun, nikel kadmiyum gibi ağır metaller bulunmaktadır. Bu malzemelerin çıkarılması taşınması hiç bir şekilde kontrolsüz işleme tabi tutulmamalıdır. Yine güneş enerjisi sistemlerinin akümülatörleri ve panelleri aynı şekilde içinde gerekli tedbirler alınmalıdır.

Aydınlatma için kullanılan birçok ampul çeşidi civa gibi ağır metaller içermektedir. Aydınlatma sistemlerinde çeşitli elektronik kartların olması da söz konusudur. Aydınlatma sistem ve malzemeleri özenle sökülmeli, kırık olarak etrafa yayılan yıkıntılara bulaşmış olduğu belirlenen kısımlar özel alanlara alınmalıdır.

4. Elektronik sistemler ve kullanılan malzemeler.

Nerdeyse her işyeri ve evimizde bulunan elektronik malzemelerin kartları reçine ve çeşitli kaplama metalleri içermekte olup, sistemin enerji kesintisinin önlenmesi için küçük akümülatör olarak bilinen pil çeşitlerinin içeriğinde bulunan ağır metaller ve çeşitli jellerin kimyasal içermektedir. Bu parçaların kontrollü bir şekilde yıkıntılardan çıkartılarak ayrıştırma alanına alınması gerekir.

5. Doğrama zemin kaplama malzemeleri

Plastik malzemeden yapılan pencere kapı bölme gibi kısımları, eski tiplerinde kurşun söz konusu olup, değişik kimyasalları da içermesi nedeniyle kontrolü şekilde ayrıştırılmalıdır. Yine zemin malzemeleri çeşitli kaplamalı parkeler, pvc ve diğer plastik kaplamaların kimyasal içerikleri yaratacağı sorunlar nedeniyle kontrollü olarak yıkıntılardan ayrıştırılmalıdır. Özellikle marley olarak bilinen pvc esaslı yer kaplamaların asbest içermekte ve yapıştırılmasında petrol ve kimyasal esaslı solisyonlar kullanılmıştır.

Doğrama ve dekoratif esaslı metallerin kaplamalarında, boyalarında çeşitli ağır metallerin olduğu söz konusudur.

Mobilya, dekorasyon ve doğrama amaçlı kullanılan kaplamalı ahşapların kaplamalarında boya ve renklendiricilerin kimyasal bileşimleri çok değişik içeriklere sahiptir.

6. İç döşeme tekstil ürünleri ve hammaddeleri

Her konut ve iş yerinde çeşitli tekstil ürünleri ve döşeme malzemeleri değişik kimyasallar içermektedir. Başta boya olmak üzere bu malzemelerin boyalarının çözünmesini ve açık alanlara atılmasına engel olunmalıdır. Ayrıştırılarak hem geri kazanımda kullanılabilir hem de kirliliği önleyici tedbirler alınmalıdır. Üretim tesislerinde bulunan kimyasalların tespiti, ambalajlı çıkarılması, hasar görenler bulaşması yayılmadan toparlanmalı, bulaştığı malzemeler özel alanlara alınmalıdır.

7. İzolasyon amaçlı malzemeler.

Çok çeşitlilik gösteren izolasyon ve yapıştırma malzemeleri çeşitli kimyasal içerikleri nedeniyle, kaldırılması taşınması ve terk edilmesi koşullarda ağır kimyasal çözünmelere neden olabilir. Doğal ve açık ortamlara terk edildiğinde hayvanlar tarafından da yem gibi yenilebileceğinden ayrıca önlem alınmalıdır.

Bütün bu belirlemeler yapıların yıkıntılarının yapı ve depolama sistemleri nedeniyle kimyasal bir karışımdır. Fiziksel olarak ayrıştırmanın bir miktar yapılabilecek koşulları sağlayarak, öğütülmeden ve karışmamasına özen gösterilerek çalışma yürütülmesi kaçınılmaz olmalıdır.

8. Beyaz eşya soğutma sistemleri

Nerdeyse her hane ve işyerinde kullanılan beyaz eşyalardan buzdolaplarının hem gaz hem de yağ barındırdığı bilinmektedir. Diğer yandan iklimlendirme sistemlerinin yağ ve gaz içeriği de önemli boyutlardadır. Bu gibi hasarlı akıntı ve kaçak olmuş malzemelerin bulaştığı parçalar tespit edilerek kontrol altına alınmalıdır.

9. Radyoaktif Paratonerler tıbbı cihazlar

Çok önem arz eden geç dönemde özensizlikleri nedeniyle sorun olan ve üzerinde bir çalışma yapılmayan, radyoaktif izotop içeren paratonerler yıkımlarda tek tek tespit edilip sorumlu olan atom enerjisi kurumlarınca kontrol altına alınmalı, uygun alanlarda depolanmalı. Ölçümleri yapılmalı, hasar görenleri varsa, yaylımına engel olunarak özel ekiplerce kontrol altına alınmalıdır. İçeriğinde Radyum izotopu ve Amerisyum izotopu bulunduğu bilinen çok sayıda paratonerler geçmiş yıllarda satılmış ve montaj edilmiş olduğu bilinmektedir. Bu kayıtların ilgili kurumlarca tespiti yapılıp tek tek toplanması asla yıkıntılarla birlikte kaldırılmaması atılmaması, hasar verilmemesi gerekmektedir.

Hastahane ve sağlık merkezlerinde hem nükleer tedavi hem görüntüleme amaçlı izotop içeren cihazlar bulunma olasılığı vardır. Bunlar faal olmayıp depolara da kaldırılmış olabilir. Geçmişe yönelik kayıtları tespit edilerek kontrol altına alınması gerekir.

10. Tarım ilaçları ve kimyasalları

Tarım faaliyeti yürütülen bölgelerimizde çok sayıda tarımsal ilaç ve kimyasallar satı yapan ticarethane, depo olması söz konudur. Bütün bu yapılar belirlenerek bu ilaç ve kimyasallar kontrolü şekilde ambalajı bozulmadan çıkarılmalı, ambalajı bozulanlar ve yıkıntılara karışanlar bulaştığı malzemeler ile özel alanlara alınmalıdır.

11.Eczane, hastahane ve sağlık kimyasalları depoları

Yıkımlar içinde eczane ve ilaç depoları bulunabilir. Ayrıca ilaç hammaddesi kimyasallar da olabilir. Yine hastahanelerin yıkıntılarında birçok ilaç ve ilaç içeriği kimyasallar olması söz konusudur. Her bir ilacın bir kimyasal olduğunu bilerek bütün yıkıntılarda çok dikkatlice ayrıştırma uygulayıp, ambalajlı şekilde alınmaları sağlanmalıdır. Yine dağılan ve akan ambalaj hasarlılar bulaştığı kısımla kontrol altına alınmalıdır.

12. Evsel temizlik maddeleri ve kimyasalları

Her türlü işyeri ve evimizde temizlik ve hijyen için kullanılan ürünlerin ve hammaddelerinin bir çoğu kimyasaldır. İçerikleri açısından kontrol altına alınmalıdır. Bu ürünlerin ve hammaddelerinin hem evlerimizde, satışı yapılan market ve işyerlerinde, depolarda yıkıntılar altında kalması, hasar görmesi akması gibi sorunlar kaçınılmazdır. Bütün bu madde ve ürünler kontrol altına alınmalı, hiçbir şekilde doğaya yayılmasına izin verilmemelidir. Diğer yandan kozmetik ürünlerin satış ve depolanması da bu şekilde ele alınmalıdır.

13.Çeşitli petrol ürünleri ve yakıt depoları

Yıkımın olduğu bölgelerde bunan yapılarda yakıt amaçlı, bakım amaçlı çeşitli petrol ürünleri yağlar vs olması söz konusudur. Bu tip ürünlerin olabileceği yerlerde kimyasallar gibi işlem yapıp konrtollü bir şekilde ürünleri ve hasarlı malzemeleri toparlamak gerekir.

Genel olarak her insanın düşündüğünde basitçe aklına getirebileceği yüzlerce kimyasal yıkıntılarda depolarda, ambalajı, hasarlı, akmış durumlarda olması söz konusudur. Yıkıntılarda tozlaşma, taşıma ve kaldırma ile başka yerlere nakledilmesi tehlike arz eder. Yayılıma sebep verir. Bu nedenle hiçbir yıkıntı makinelerle karıştırılarak aralara yüklenerek nakledilmemelidir.

HER YIKINTI KENDİ BULUNDUĞU ALANDA AYRIŞTIRILMALI, SÖZ KONUSU İÇERKLERİNE GÖRE DETAYLI VE ÖZENLİ ÇALIŞMA İLE GERİ KAZANILACAK ŞEKİLDE BELİRLENMİŞ DEPOLARA KALDIRILMALIDIR.

DEPOLAMA ALANLARINA GİDERKEN BİLE ÇOĞU SINIFLANDIRILMIŞ OLARAK GİDECEĞİNDEN; KONTROLU DAHA GÜVENLİ VE KOLAY OLACAKTIR.

 TOPRAK, SU HAVA TEMASI OLMAMALI.

ŞU AN YAPILAN UYGULAMALAR GİBİ AÇIK ALANLARA ÖZELLİĞİ NE OLURSA OLSUN YIĞILMAMALI, ATILMAMALIDIR.

 Her yıkıntıya toz olmasın diye su sıkılmamalıdır. Hm kimyasal yayılmasına hem değişik yeni kimyasalların oluşmasına ve bulaşmasına neden olabilir.

 Acele olarak depolanan bu malzemelerde ileride kaçınılmaz olarak ortaya çıkabilecek yangınlar nedeniyle çok çeşitli ve kayıtlarda isimlendirilmemiş zehirli gazların yayılması hem hava su toprak kirliliğine, kısa sürede canlıların ölümüne bile neden olabilecektir.

 Hasarlı ve yıkılması gereken yapılar için bütün bu işlemlerden sonra yeniden aynı işlemler uygulanmalıdır.

ÖZETLE ANLATMAYA ÇALIŞTIĞIM BU BİLGİLERE DAHA NİCELERİ EKLENEBİLECEĞİNİ BİLEREK; ÇEŞİTLİ PLANLAR DOĞRULTURUNDA, ANALİZ EDİLEREK İŞLEM YAPMAK ÖNEM İÇERMEKTEDİR.  YOKSA GELECEĞİMİZ YOK EDİLMEKTEDİR.

Cemalettin KÜÇÜK

Metalürji Yüksek Mühendisi

Antakya’da enkazın arasında kalan tarih yok ediliyor: Enkaz kaldırma durdurulsun!

0

Yusuf YAVUZ

Antakya’da kentsel ve arkeolojik sit alanlarındaki tescilli ve tescilsiz tarihi binaların enkazının ‘temizlik’ yaparcasına kaldırıldığına işaret eden örgütler, önlem alınması çağrısında bulundu.

Depremin vurduğu Antakya’daki tarihi binaların enkaz kaldırma işleminin acilen durdurulması için ilgili bakanlıklara başvuru yapıldı. Antakya Tarihi Kent Merkezi’nde, henüz tescilli yapıların bile koruma altına alınamadığına dikkat çeken sivil toplum örgütleri, ağır iş makinalarıyla ve çok hızlı bir enkaz kaldırma çalışması yapıldığına işaret ederek ilgili bakanlıklara başvuru yaptı. Arkeolojik ve kentsel sit alanı olan tarihi kent dokusu içinde 600 civarında tescilli, 1300’e yakın tescile değer yapı bulunduğuna dikkat çekilen başvuruda, bu yapıların tümünün “kontrollü enkaz kaldırma” kapsamına alınması talep edilerek, “Bu önlemler alınmadan sürdürmekte olduğunuz ‘temizlik’ harekâtı, yüzlerce yıllık Roma, Memlük, Osmanlı, Fransız mandası dönemi, erken Cumhuriyet ve Modern Miras dokusuna ait yapıların kalan izlerini de yok edecektir” denildi.

Depremin vurduğu illerin başında gelen Hatay’ın tarihi kent merkezi olan Antakya ilçesinde yürütülen acele enkaz kaldırma çalışmaları sırasında koruma altındaki tescilli yapıları ve tescile değer durumdaki yüzlerce yapının kalıntılarının yok edilmemesi için sivil toplum örgütlerinden ortak açıklama yapıldı.

KORUMA ÖRGÜTLERİ VE PLATFORMLAR HAREKETE GEÇTİ

Hatay Ortak Meselemiz Platformu, Yeniden Antakya Platformu, Antakya Kültürel Mirası Koruma Derneği, Antakya Medeniyetler Korosu, Korder- Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği, Mimarlar Derneği 1927, Çekül Vakfı Türk Serbest Mimarlar Derneği, Tarihsel Çevre ve Yapı Korumacıları Derneği ve Anadolu Sanat Tarihçileri Derneği gibi sivil toplum örgütlerinin imza koyduğu ortak bildiride, Antakya tarihi kent merkezindeki enkaz kaldırma işleminin acilen durdurulması istendi.

İKİ AYRI BAKANLIĞA YAZILI BAŞVURU YAPILDI

Antakya Tarihi Kent Merkezi’nde, henüz tescilli yapılar bile koruma altına alınamamışken, ağır iş makinalarıyla, çok hızlı bir enkaz kaldırma çalışması yapılıyor. Yerel platformlardan paylaşılan fotoğraf ve videolar üzerine bir araya gelen koruma platformları, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na başvuruda bulunarak Antakya’nın tarihi kent merkezindeki enkaz kaldırma çalışmalarının acilen durdurulmasını talep ettiler.

‘ÖZGÜN MİMARİ MALZEMELER YENİDEN ONARIMDA KULLANILABİLİR’

Enkaz kaldırma çalışmalarında alanda adeta “temizlik” yapıldığına işaret edilirken söz konusu bölgede tescile değer olan 1500’e yakın yapı bulunduğu kaydedildi. Enkaz kaldırma çalışması yürütülen alanın Kentsel Sit, 1. Derece Arkeolojik ve 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı statüsünde olduğuna dikkat çeken sivil toplum örgütleri, kalıntıların büyük özenle ve uzmanlar eşliğine kaldırılması halinde, birçok tarihi yapıda bulunan özgün yapı duvarı, dolaplar, tavanlar ve oymalı taşlar gibi değerli elemanların yeniden onarımlarda kullanılabileceğine işaret ediyor.

‘ÜLKENİN YETİŞMİŞ KADROLARI DESTEK VERMEK İÇİN DAVET BEKLİYOR’

Koruma Platformlarının yaptığı ortak açıklamada, konuyla ilgili yapılması gerekenler de sıralanıyor. Enkaz alanının büyüklüğünü, iş gücü yetersizliğini, enkazlar altında halen cenazeler olmasının yarattığı zorlukları bildiklerini söyleyen platformlar, ülkenin tüm yetişmiş kadrolarının bu konuda destek vermek üzere göreve davet beklediğini hatırlatarak acil olarak yapılması gerekenlere dikkat çekiliyor.

ENKAZ KALDIRMA İŞLEMLERİ İLGİLİ KANUNA GÖRE YAPILMALI

Buna göre 1 Nisan 2023’den itibaren Antakya’da kentsel ve arkeolojik sit alanları içindeki enkaz kaldırma işleminin durdurulması, Antakya Koruma Amaçlı İmar Planı ile tespit edilmiş tüm tescilli ve geleneksel (tescile önerilen) yapıların emniyet bandı ve tabelalarla işaretlenerek enkazlarının koruma altına alınması isteniyor. Kentsel ve arkeolojik sit alanlarında yapılacak tüm enkaz yetkisinin Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkisinde yürütülmesi gerektiğine işaret edilen açıklamada, tüm enkaz kaldırma iş ve işlemlerinde Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nda öngörülen, kural ve koşullara uygun davranılması talep ediliyor.

ÇOK SAYIDA MESLEKİ KORUMA ÖRGÜTÜ VE PLATFORM İMZA KOYDU

Hatay Ortak Meselemiz Platformu, Ortak Akıl Antakya Platformu, Hatay Turizm Derneği, Hatay Fotoğraf Sinema Derneği, Buradayız Hatay Derneği, Yeniden Antakya Platformu, Antakya Kültürel Mirası Koruma Derneği, Kadop-Kadim Antakya Dostları Platformu, Nehna, Alikev, Ayhan Kara Vakfı, Hatay Kültür Sanat Edebiyat Platformu, Antakya Medeniyetler Korosu, Hatay Sosyal ve Kültürel Kalkınma Derneği Korder- Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği, Mimarlar Derneği 1927, Çekül Vakfı Türk Serbest Mimarlar Derneği, docomomo_Türkiye Ulusal Çalışma Grubu, Europa Nostra Türkiye, Tarihsel Çevre ve Yapı Korumacıları Derneği, Anadolu Sanat Tarihçileri Derneği gibi mesleki STK ve koruma platformları tarafından Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın ilgili birimlerine iletilen başvuru dilekçesinde şu ifadelere yer verildi:

‘ÖNLEM ALINMAZSA YÜZLERCE YILLIK KENTSEL MİRAS YOK EDİLECEK’

“Antakya Tarihi Kent Merkezi’nde, henüz tescilli yapıların koruma altına alınması bile tamamlanamamışken, ağır iş makinalarıyla ve çok hızlandırılan bir enkaz kaldırma çalışması yapılmakta olduğu belgelenmiştir. Kentsel, 1. Derece ve 3. Derece Arkeolojik Sit Alanı içinde yer yer ‘temizlenmiş’ alanlar açma uğruna, tescilli ya da tescile değer nitelikteki yapı kalıntıları hızla yok edilmektedir. Sit Alanları içindeki enkaz kaldırma çalışması, herhangi bir yerleşmedekine benzememelidir. Süratli ve kontrolsüz yapılmamalıdır Kentsel Sit Alanı içinde 600 civarında tescilli, 1300’e yakın tescile değer yapı vardır. Bunlar Koruma Amaçlı İmar Planı ile tespit edilmiş durumdadır. Bu yapıların tescilli olma şartı aranmadan tümünün sahada işaretlenerek ‘kontrollü enkaz kaldırma’ kapsamına alınmaları gereklidir. Bu önlemler alınmadan sürdürmekte olduğunuz ‘temizlik’ harekâtı, yüzlerce yıllık Roma, Memlük, Osmanlı, Fransız mandası dönemi, erken Cumhuriyet ve modern miras dokusuna ait yapıların kalan izlerini de yok edecektir.”

ENKAZ KALDIRMA SIRASINDA YAPILMASI GEREKENLER

Depremin ardından yaşanan zorlu süreçte kültür varlıklarının daha fazla zarar görmemesi için yapılması gerekenlere de değinen Koruma Platformları, bununla ilgili atılması gereken adımları şöyle sıraladı:

  • Deprem sonrası müdahalelere esas oluşturmak üzere, sit alanları ile tescilli veya tescilsiz kültürel miras niteliğinde yapıların konumları ve sınırlarını gösteren haritalar ilgili kurum ve kuruluşlara ivedilikle iletilmeli; bunlarla ilgili yerinde gerekli işaretlemeler yapılmalıdır.
  • Bu alanlarda tespit, değerlendirme ve enkaz kaldırma çalışmaları çok büyük bir hassasiyetle, enkaz sahibine de haber verilerek ve mutlaka uzman gözetiminde gerçekleştirilmeli; bu alanlara ağır iş makineleri sokulmamalıdır.
  • Enkaz kaldırma işlemi öncesi mutlaka fotoğrafla detaylı belgeleme yapılmalıdır.
  • Yıkılmış ve büyük oranda hasar görmüş kültür varlıklarının yapı malzemeleri, onarım ve restorasyon çalışmalarında kullanılabilecek ve yıkılan yapılardan izler taşıyan değerli nesnelerdir.
  • Kültür varlıklarına ait kalıntıların, ulaşımı aksatması ya da çevre için tehlike yaratması durumunda öncelikle parseli içinde toplanarak istiflenmesine, başka bir yere taşınmaması; başka bir yere taşınmasının zorunlu olduğu durumlarda diğer molozlardan ayrıştırılarak (ayrı bir alanda ve mümkün olduğunca yapı ve yapı adası bazında ayrı ayrı tasnif edilerek) saklanması; ayaktaki tehlike arz eden yapı ve yapı kalıntılarını yıkmak yerine mümkün olduğunca askıya alınarak yerinde tutulması, yerleşmenin özgünlüğünün korunabilmesi açısından önemlidir. Bu konu enkaz kaldırma çalışmalarına acilen dâhil edilmelidir.