Mersin’de Nükleer Karşıtı Platform (NKP) ve İklim Adaleti Koalisyonu, Çernobil’in 37’inci yılında nükleer santrale karşı eylem yaparak; “Nükleer yakıtını al da git” dedi.
Nükleer Karşıtı Platform (NKP) ve İklim Adaleti Koalisyonu, Çernobil’in 37’inci yılında nükleer santrallere “hayır” diyerek Akkuyu’ya nükleer yakıt getirilmesini protesto etti.
Özgecan Aslan Meydanı’nda bir araya gelen vatandaşlar Kıbrıs’ta Dayanışma Evi’nde gerçekleştirilen etkinliklerin ardından aynı saatlerde Çernobil ve Hibakusha kurbanlarının anısına insan zinciri oluşturan Kıbrıs halkı ile eş zamanlı şekilde denize dönük şekilde insan zinciri oluşturdu. Mersin halkı nükleer saldırılarda ve patlamalarda hayatını kaybedenleri anarak “Yakıtını da al git”, “Mersin Çernolbil olmayacak”, “Nükleere inat yaşasın hayat” pankartları taşıdı.
Fotoğraf: Evrensel
Basın metnini okuyan Mersin NKP Dönem Sözcüsü Osman Koçak, Çernobil ve Fukusima nükleer felaketlerinden ders almayan siyasi iktidar ve sermaye sahiplerinin Akkuyu Nükleer Santralinin inşaatını inatla sürdürdüğünü belirterek “Çernobil Nükleer Felaketinin 37. Yıldönümünün hemen ertesinde 27 Nisan’da Akkuyu’yu nükleer saha haline getirmek üzere nükleer yakıt çubuklarını getirerek seçim propaganda dönemi içinde bir açılış töreni yapacaklarını duyurdular” dedi.
“RUSYA AMBARGOYU TÜRKİYE ÜZERİNDEN Mİ AŞACAK?”
Akkuyu’ya 27 Nisan’da nükleer yakıt getirilmesi ile Akkuyu sahası nükleer saha haline geleceğini ifade eden Koçak, “Rusya ambargolar nedeniyle Avrupa’daki nükleer santrallere satmakta ve nakletmekte zorlandığı yakıt çubuklarını Akkuyu üzerinden satma olanağı kazanacak, nükleer yakıt atıklarını da aynı yoldan geri alacak, kullanım dışı yakıt çubukları Türkiye’de depolanacaktır. Rusya bu yolla ek olarak ekonomik kazanç sağlayacak bu ticaretin radyoaktif, politik ve ekonomik riskleri halkımızın sırtına yüklenecektir. Herhangi bir politik ve askeri uluslararası gerilimde Akkuyu’yu, bölgemizi ve halkımızı hedef haline getirecektir” şeklinde uyarılarda bulundu.
“NÜKLEER SANTRALLER SAVAŞTA HEDEF ALINABİLİR”
Eylemde Mersin’in milletvekili adayları da konuştu. Türkiye İşçi Partisi Mersin Milletvekili Adayı Hakan Güneş, dünyanın en iyi İHA ve SİHA’larını üreten Türkiye’nin yangın uçağı üretmemesinde olduğu gibi nükleer santrallerin de iktidarın öncelikleri ve tercihleri ilgili olduğunu ifade etti. Bu tercihin Ukrayna’da da görüldüğü gibi devletler arası bir çatışma ya da herhangi bir gurubun sabotajı ile nükleer santrallerinin birer taktik bomba haline gelebileceğine dikkat çeken Güneş, “Bir ülkenin santrale bomba atması yeter. Nükleer enerjinin risklerini bilimsel temelleriyle anlatmak bugüne kadar yeterli olmadı. Galiba bunu başka türlü anlatmamız lazım. Erdoğan rejimini ve nükleer çöplük planını 14 Mayıs’ta tarihin çöplüğüne atarak anlatmamız gerekiyor” dedi.
“NÜKLEER SANTRALE VE ONU BAŞIMIZA BELA EDEN AKP İKTİDARINA KARŞI ÖRGÜTLENELİM”
Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı Sedat Başkavak, 6 Şubat depreminden sonra “Sahile yaklaşmayın” mesajlarını hatırlatarak “Mersin deprem bölgesi ve santral fay hatlarının üzerine kuruluyor. O depremden sonra AKP iktidarı ve AFAD nükleer santralin deprem bölgesine kurulduğunu ilan etmiş oldular” dedi. Reaktörlerin konulacağı betonların daha önce çatladığını hatırlatan Başkavak, “Fukuşima Nükleer santralinde çatlağı tespit eden işçiyi işten attılar. Bizde de ölümüne çalıştırılan, yemekler kurtlu diyen işçiler işinden atılıyor. Ve her gün biz nükleer santralde işçilerin ölüm haberlerini alıyoruz. Bugün işçilerin kanı pahasına yükselen nükleer santral yarın milyonların ölümünü hazırlayacak bir bomba olarak tepemizde sallanacak. Bu santral burada çalıştırılsa bile tüm dünyada olduğu gibi en son nükleer santral kapatılıncaya kadar mücadelemiz devam edecektir. Daha iyi bir yaşam, daha yaşanılabilir bir Mersin için nükleer santrale ve onu başımıza bela eden AKP iktidarına karşı örgütlenelim. Öncelikle AKP iktidarının son bulması için, sonra da demokratik, bağımsız bir ülkenin kapılarını aralamak için birleşelim. Emek Partisi bu halka seçimlere çatısında katıldığı Yeşil Sol Parti’ye oy verme çağrısı yapıyor” dedi.
CHP Milletvekili Alpay Antmen, santral projesinin Mersin’in katledilmesi anlamına geldiğini ifade etti. Yıllardır yaptıkları uyarıların yıllardır dikkate alınmadığını ifade eden Antmen, “Siyasi rant uğruna Mersin’i bir saatli bombanın üzerine oturtuyor. Rusya ile Türkiye arasında yapılan anlaşmaya göre bu alan aynı zamanda 60-70 yıl boyunca bir Rus askeri limanı da olacak” dedi.
Yeşil Sol Milletvekili Mersin Milletvekili Adayı Perihan Koca, Çernobil’in yıl dönümünde iktidarın halka yeni bir katliam projesi müjdelediğini belirterek “Emperyalist şirketlere ülkemizin peşkeş çekilmesine, emperyalist şirketlerin işgal politikalarının üssü haline getirilmesine izin vermeyeceğiz. Bugün Akkuyu Nükleer Santrali Rusya ile işbirliği içerisinde yapılıyor ama sadece Rusya ile işbirliği içerisinde değiller. Emperyalizmin çıkarları neyi gerektiriyorsa bunu yapıyorlar. Ama nükleer yakıta da Akkuyu’nun nükleer çöplüğe dönüştürülmesine izin vermeyeceğiz” dedi.
Sol Parti Mersin Milletvekili Adayı İlknur Başer, “Memeleketin her yerini emperyalist şirketleri çöplüğü haline getirdiniz. Akkuyu Nükleer Santrali de emekçi halkın hayatını zehirleyecek. Ama Akkuyu Çernobil olmayacak. ” dedi. (Mersin/EVRENSEL)
26 Nisan 1986 da, o dönem Sovyetler Birliği’ne bağlı olan, Ukrayna’nın başkenti Kiev’in 130 km. kuzeyindeki Çernobil kenti, insanlık tarihinin en korkunç çevre felaketlerinden birine sahne oldu.
Çernobil nükleer santralinin dördüncü reaktöründe meydana gelen patlama sonucu çevreye, 1945 yılında Hiroşima’ya atılan atom bombasının 50 katına eşit miktarda radyasyon yayılmıştır. Patlama yaklaşık 10 gün kadar gizlenmiş, Avrupa ülkelerinde yapılan radyasyon ölçümleri sonucu, yüksek dozda radyasyonun tespit edilmesiyle dünyaya duyurulmuş ve alınacak önlemler gecikmeli olarak alınmaya başlanmıştır.
Alanın temizleme çalışmalarına katılan 200 bin kişi yüksek dozda radyasyondan etkilenmiş ve ölenler olmuştur. Daha sonra temizleme çalışmalarına katılanların sayısı 600 bine ulaşmış olup, bunların da radyasyondan etkilendiği bilinmektedir. Patlamadan 20 yıl sonra, 17 bin Ukraynalı aile, babaları tahliye görevlisi olarak çalıştığı ve hayatını kaybettiği için devlet yardımı almaya başlamışlardır. Yapılan radyasyon ölçümlerinin yüksek çıkması nedeniyle Pripyat şehri 27 Nisan’da boşaltılması planlanmış. 116 bin insanın yaşadığı 30 km. çapa sahip bölge 14 Mayısta boşaltılmaya başlanmıştır. Facia nedeniyle kaç insanın hayatını kaybettiği günümüzde de tartışma konusudur.
Patlamanın ardından radyoaktif madde yüklü bulutlar Türkiye dâhil, Avrupa’nın bir bölümü ile birlikte birçok ülkeyi etkilemiştir.Bazı bağımsız araştırmalara göre, Çernobil Nükleer faciasının yaklaşık 200 bin kişinin doğrudan ya da dolaylı olarak ölümüne sebep olduğu görülmüştür. Facianın etkileri nedeniyle 100 binlerce çocuk engelli olarak dünyaya gelmiş, kanser vakalarının arttığı tespit edilmiştir. 1990 ile 2000 yılları arasında Belarus’da kanser oranı yüzde 40 artmıştır. Dünya sağlık örgütünün tahminlerine göre, sadece Gomel bölgesinde yaşayan 50 binin üzerinde çocuk tiroit kanserine yakalanmış, kürtajlar, erken doğumlar ve ölü doğan bebek oranları çarpıcı şekilde artmıştır. Reaktörün yakınında yaşayan 350 bin insan evlerini sonsuza kadar terk etmek zorunda kalmışlardır. Türkiye de de Çernobil’den yayılan radyasyon nedeniyle kanser vakalarında artış olduğu Türk Tabipler Birliği’nin yaptığı araştırmaya göre belirlenmiştir.Bu araştırmaya göre Çernobil kazasından en ağır şekilde etkilenen Karadeniz bölgesinde bulunan Hopa’da ölümlerin %47,9 unun kansere bağlı olduğu da tespit edilmiştir. Kazanın etkilerinin nesiller boyunca sürmesi de beklenmektedir.
Facianın günümüzdeki en olumsuz etkilerden birisi, Ukrayna ve Belarus sınırları içinde yer alan yaklaşık bir milyon hektarlık toprağın radyo aktif kirliliğin etkisi altında olmasıdır.
Nükleer yakıt ve radyoaktif maddelerin kalıntılarının kontrol altında tutulması ve gömülmesi günümüzde de temel sorunlardan biri olarak önemini korumaktadır.
Yine 11 Mart 2011 yılında Japonya’da yaşanan deprem ve tusinami ile birlikte Fukuşima nükleer santralinin 3 reaktöründe çekirdek erimesi meydana gelmiş, Felaket sonrası etrafa yayılan radyoaktif maddelerden binlerce canlı etkilenmiş, binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kalmıştır. Bölgeye giriş çıkışlar yasaklanmış, denizdeki radyasyon seviyesi normalin çok üstünde ölçülürken kaza sonrası reaktörlerin peş peşe kapatılması fayda sağlamamıştır. Fukuşima kazası tüm dünyanın sorunu haline gelmiştir.Tehlikenin farkına varan bazı ülkeler santralleri kapatma kararı almışlardır. Alınan bu karar ölüm karşısında yaşam için umut verse de, kapitalizmin bitmez tükenmez kâr hırsı bir kez daha insanlığın baş belası bir sorunu olarak gündeme gelmiştir.Hiç bir tehlike kapitalizmi sermaye birikiminden alı koymadı/koyamadı. Yine yaşamın kazanması mücadelesi, insanlığın önünde en önemli sorun olarak durmaktadır.
Çernobil’de 4 Nisan 2020 de başlayan ve yaklaşık iki hafta sonra ancak kontrol altına alınabilen orman yangını, nükleer facianın izlerinin günümüzde de ne derece risk taşıdığını bizlere göstermiştir.
Rusya’nın Ukrayna’ya açtığı savaş ile de nükleer enerjinin, insanlığın geleceği için çok büyük bir tehdit oluşturması bir kez daha düşünülmesini gerekli hale getirmiştir. Çernobil nükleer santralinin bulunduğu bölgeyi işgal ederek caydırıcı güç nükleer silahları kullanmaya hazır olduğunu da duyurmuştur. Saldırının 9. Gününde ise Avrupa’nın en büyük santrali olan Zaporijya’yı vurarak tüm dünyayı büyük bir felaketin eşiğine getirmiştir.Nükleer santrallerin savaşın tam ortasında kalması, nükleer silah kullanma olasılığı korku yaratmış, Nükleer santrallerin barındırdığı tehlike potansiyeli yeniden sorgulanmaya başlanmış, Almanya son iki santralı da kapatmıştır.
YAŞANMIŞ KAZALARDAN DERSLER ÇIKARTARTALIM, DÜNYAMIZI BUZUL ÇAĞA DÖNÜŞTÜRECEK OLAN NÜKLEER FELAKETLERE İZİN VERMEYELİM:
Yaşanan bunca felaketlere rağmen, nükleer atıklarda bulunan plütonyum elementinin yarılanma ömrünün 24 bin yıl, etkisinin 240 bin yıl sürdüğü bilim insanlarınca kanıtlanmış, doğayı kirleten, insanlığa ve tüm canlı yaşama ölüm kusan nükleer santrallerden vazgeçmemek taammüden cinayet işlemek, katliam, tür kırımı yapmak demektir.
Mersin-Akkuyu ve Sinop-İnceburun’da kurulacak nükleer santrallerin zehir akıtmaktan ve insanlığı felakete sürüklemekten başka bir etkisinin olmayacağı, bir avuç enerji lobilerinin ve büyük sermaye guruplarının daha çok kazanma hırsından başka bir yarar sağlamayacağı ortadadır. Akkuyu’da iş kazalarından kaynaklı işçi ölümleri şimdiden başlamıştır. Çevrede kirlilik yaratılmış, santral inşaat zemininde toprak yarılmaları yaşanmaktadır.
Çernobil felaketinin yıl dönümü olan 26 Nisan sonrası 27 nisanda Akkuyu’yu nükleer saha haline getirmek üzere nükleer yakıt çubukları getirilerek, seçim sürecinde bir “açılış töreni” ile olay bir seçim yatırımı haline dönüştürülmektedir. Akkuyu Nükleer Güç santralına yakıt yükleme işleminin normal şartlarda Eylül-Ekim aylarında yapılması gerekirken propoganda amaçlı açılışın erkene alınması da ayrıca düşündürücü ve bir o kadar da ürkütücüdür. Santrala yakıt çubuklarının yerleştirilmesinin taşıdığı tehlikeler, riskler bilinmesine rağmen, siyasi çıkar uğruna adeta felakete davetiye çıkarılmaktadır. Çernobil ve Fukuşima felaketlerinden hiçbir ders alınmamış olması akıl tutulmasıdır. Derhal Akkuyu ve Sinop Nükleer santrallerinin yapılması durdurulmalı ve yakıt çubukları Mersin Akkuyu’ya getirilmemelidir.
Sinop’ta yapılması planlanan santral ile ilgili Samsun 3. İdare mahkemesinin Çed iptal istemini red kararı üst mahkeme tarafından bozulmuştur. Şimdi idare mahkemesi ya yeniden bilirkişi heyeti oluşturup keşif yaptırarak duruşma yapacak ya da üst mahkemenin kararını uygulayacaktır. Mahkeme kararı ne yönde olursa olsun, kararlıyız, Sinop’ta ya da dünyanın neresinde olursa olsun nükleer santrallerin kurulmasına karşı mücadelemizi sürdüreceğiz.
Nükleere karşı mücadelemiz çoğalarak, güçlenerek sürdürülecektir.
İnançlıyız, kararlıyız kazanacağız.
Nükleer santral yaptırmayarak, doğadan, yaşamdan yana olacağız.
İnşaatı devam eden Akkuyu Nükleer Güç Santraline nükleer yakıt yüklemesi yapılmak istenmesine karşı TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Emin Koramaz tarafından 24 Nisan 2023 tarihinde basın açıklaması yapıldı.
AKKUYU NÜKLEER GÜÇ SANTRALINA YAKIT YÜKLEMESİ YAPILMAMALIDIR
Siyasi iktidar yaklaşan seçimler öncesinde yapımı devam eden tüm projeleri bir bahaneyle seçim propagandasına çevirmek için elinden geleni yapıyor. Proje aşamasından itibaren toplumun büyük itirazlarıyla karşılaşan, inşaat süreçlerinde hatalı imalatlar nedeniyle endişeleri artıran Akkuyu Nükleer Güç Santrali de bu seçim propagandasının malzemelerinden birisi haline getirilmiş durumda. Yapılan açıklamalara göre santralin birinci ünitesine ilk nükleer yakıt yüklemesi 27 Nisan 2023 tarihinde yapılacak. Bu yükleme Akkuyu NGS sahasına nükleer yakıt getirilmesi reaktörün devreye alınması anlamına gelmemekle birlikte, inşaatı süren büyük bir şantiyede yapılmak istenen bir nükleer faaliyet olması nedeniyle önemlidir.
Bilindiği gibi 1970’li yıllardan beri nükleer santral lobilerinin büyük uğraşlarına karşın ülkemizde nükleer santral kurma girişimler sonuçsuz kalmıştı. Ancak 2010 yılında Rusya ile yapılan bir milletler arası anlaşma ile Rus devlet şirketi Rosatom’un Türkiye’de sahibi olacağı bir nükleer santral kurmasını ve bu santralda üretilecek elektriğin %50’sine 15 yıl boyunca satın alma garantisi verilmesini, AKP hükümetleri kabul etti ve 2015 yılında temeli atılan Akkuyu NGS çalışmaları başladı. Bu anlaşma, Türkiye’nin Rus nükleer santralından elektrik alması zorunlu kılmaktaydı. Anlaşma, ülkemizi enerji kaynakları temininde Rusya’ya doğal gaz, petrol ve kömüre ek olarak , bir de nükleer yakıt açısından bağımlı hale getiriyor ve enerjide dışa bağımlılık oranını arttırıyordu. Bununla da sınırlı kalınmadı ve 12,35 dolar cent/kwh gibi yüksek bir fiyattan 15 yıl boyunca Akkuyu nükleer santralının üretiminin %50’sini, yani yaklaşık 290 milyar kwh elektriği satın almayı garanti ederek Türkiye’yi 35,8 milyar dolar bedelinde bir elektrik alım yükümlülüğü altına soktu. Böylece Rosatom şirketine, Akkuyu için yaptığı yatırımın kat ve kat fazlasını almasını garanti edilerek ilk 15 yılda geri kalan 290 milyar kwh elektriği de piyasada satarak ilave karlar elde edeceği özel bir imtiyaz verilmiş oldu. Yurttaşlarımız güneş, rüzgâr veya öteki yerli ve yenilenebilir kaynaklardan elektrik elde etmek yerine dünyanın en tehlikeli tip enerji üretim tesisinden çok pahalı elektrik almak zorunda kalmasının yolu açılmış oldu.
Günümüzde yapımına devam edilen bu tesisin Türkiye için gerekli bir tesis olmadığı, projenin siyasal niteliğinin ön planda olduğu, Türkiye tarafında yeterli hazırlık olmadığından projenin denetiminin gereken düzeyde yapılamayacağı, toplum açısından çok yüksek maliyetli olduğu ve bir kaza durumunda ayni Çernobil ve Fukuşima kazalarında olduğu gibi çok büyük felaketlere neden olacağı başta TMMOB olmak üzere birçok kuruluş tarafından yıllarca dile getirildi ve ilgililer uyarıldı. Tüm bu uyarıları kulak arkası eden AKP hükümetlerinin teşvikleri ile Akkuyu nükleer güç santralı yakıt yüklemesi yapılacağı söylenen bir aşamaya getirildi. TMMOB ve bilim insanlarının uyarılarının dikkate alınmamasının ne denli büyük felaketlere yol açtığını çok kısa süre önce acı biçimde deneyimledik.
Akkuyu NGS şantiyesi çalışmaları şeffaf bir şekilde yapılmadığı için birinci ünitenin yakıt yüklemesi yapılabilecek seviyeye gelip gelmediği bilinmemektedir. Resmi makamlar tarafından yayınlanan şantiye görüntü ve videolarından anlaşıldığı kadarı ile Akkuyu NGS inşaat sahası nükleer tesis niteliği kazanabilecek durumda değildir. Öncelikle devreye alınacağı söylenen birinci reaktör bölgesinin her kısmında çalışmalar devam etmektedir. Bu durumdaki bir şantiyeye nükleer taze yakıt nasıl, hangi özel güvenlik önlemleri ile nereden ve ne yolla getirilecektir, getirilmesi durumunda nerede ve ne şekilde depolanacaktır, nükleer yakıtın depolandığı bir şantiyede güvenlik nasıl sağlanacaktır? Tüm bu hususlar belirsizdir. Şantiyede çalışanların nükleer tesiste çalışanlarında bulunması gereken niteliklere kavuşması için eğitimler yapılmış mıdır, yapılmamış ise bu birkaç gün içerisinde ne şekilde ve nasıl yapılacaktır? Sayısı on binlere vardığı söylenen çok sayıda taşeron şirket çalışanının nükleer tesis şantiyesine uyumunun sağlanıp sağlanamayacağı kuşkuludur.
Gerek nükleer yakıtların nakliye, santral sahasına indirme ve depolanma süreçlerinin, gerekse yakıtların reaktörlere yüklenmesi işlemlerinin öncesinde belirlenmiş ve onaylanmış bir program dahilinde ve ilgili teknik düzenlemelere uygun olarak yapılması gerekir. İnşaat çalışmalarının hızla sürdüğü, Akkuyu NGS şantiyesinde, bu tür özel bir hazırlık yapıldığını gösterir bir işaret de yoktur.
Akkuyu NGS projesinin başlangıcında siyasi sebep ve beklentiler belirleyici olmuştu. Şimdi Akkuyu NGS şantiyesinde yapılacak gösterişli bir şov ile gerçekler karartılacak, yurttaşlar sahte bir başarı hikayesi ile yanıltılacaktır. Nükleer gibi çok önemli ve riskli bir konunun aceleyle ve tedbirler göz ardı edilerek seçim propagandası haline getirilmesi kabul edilemez. Bir ülkeye nükleer santral yaparak elektrik üretmek övünülecek değil ancak çaresizlikten yaptık denecek bir iştir. Başka kaynaklardan elektrik üretmek varken nükleer santrala yönelmek hiçbir ülke için doğru bir seçenek değildir. Başka olanaklar varken ülkemizi nükleer risk altına sokmak sorunları arttırmak anlamındadır.
Akkuyu nükleer güç santralı ülke için daha büyük sorunlara neden olmadan bu projeden vazgeçilmelidir.
Tarım, Üst Paleolitik Dönem’den itibaren çok değişkenli ancak çizgisel olmayan süreçlerin sonunda, bazı toplumların çevrelerindeki canlılarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişiminin taşmasıdır.
Çiler Çilingiroğlu
Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sadece enerji alanında değil tahıl tedariki alanında da büyük bir risk yarattı. Ukrayna’da üretilen buğdaya bağımlı hale gelmiş ve bu bağımlılığın taşıdığı risklere karşı hiçbir B planı olmayan birçok ülke bu ani savaşın etkilerine maruz kaldılar. Buğdayın anavatanı ve ilk ıslah edildiği coğrafya olan Türkiye de bu ülkelerden biriydi. Tahıl koridoru açılması için yapılan diplomatik müdahalelerle Avrasya steplerinin tonlarca buğdayı yeniden gemilerle Güney’e taşınmaya başlandı.
Bu krizin tetiklediği buğday kıtlığı ve olası açlık senaryoları bizi insanlığın en temel besin kaynaklarından birinin tarihini yeniden düşünmeye teşvik etti. Arkeologlar için bu en önce Neolitik dönemi düşünmek anlamına geliyor, yani insanların avcı-toplayıcılığı bırakıp yiyecek üretimciliğine geçtiği, diğer bir deyişle, tarım ve hayvancılığa başladığı dönemi.
Bu yazıda benim sormak istediğim soru şu: Tarım tarihsel bir zorunluluk olarak mı ortaya çıktı? Yoksa biricik ve olumsal süreçlerin akışı içinde insanın kültürel tercihlerinin bir sonucu muydu?
Böylesi büyük bir soruyu bu kadar kısa bir yazıda yanıtlamak kolay değil, kabul ediyorum; ancak benim önerim sizinle arkeolojik düşünce tarihi içinde kısa bir gezintiyle bu tartışmayı serimlemeye çalışmak olacak.
Geleneksel yöntemle çapa yapan kadın çiftçi.
TARIM DEVRİMİ’NE İLİŞKİN İLK ÖNERİLER
Daha henüz arkeoloji diye bir bilim dalı ortaya çıkmamışken tarihçiler tarımın ortaya çıkışı üzerine kafa yormuştur. Önce Antik Yunan’da insanların gelişim aşamaları incelenmiştir. Daha sonra İncil’de Adem’in Yakındoğu’da tarım yaptığı, önce tunçtan sonra da demirden aletler kullandığı söylenmiş, insanlığın çeşitli teknolojik gelişmelerden geçerek bugüne geldiği konusunda genel bir resim çizilmişti.
Ancak adına “insanlık tarihi” denilen bütüncül bir anlatının gelişmesi için Aydınlanma Devrimi’nin yaşanması gerekiyordu. Aydınlanma Çağı’nın önemli düşünürlerinden Turgot ve Condercet tarımın ortaya çıkışını Avrupa-merkezci, ilerlemeci ve çizgisel tarihsel kavrayışıyla ele almışlar; onu insanlığın medeniyete doğru ilerleyen süreçler içinde geçirdiği zorunlu aşamalardan biri olarak tespit etmişlerdir. 1750 tarihli ‘İnsan Zihninin Gelişmeleri Üzerine’ yapıtında Turgot tarımı, çobanlık ve göçebelik aşamasından sonra gelen zorunlu bir ilerleme olarak kaydeder. 1794 tarihli “İnsan Zekasının İlerlemeleri Üzerine Tarihi Bir Tablo Taslağı” metninde Condercet benzer olarak avcılık-balıkçılık ve göçebelik aşamasının sonrasına yerleştirir “çiftçi milletler”i.
19. yüzyıla geldiğimizde, evrensel tarih anlayışını en çok etkileyen Lewis Henry Morgan’ın ‘Ancient Society’ kitabı olur. Kitabında Morgan tarımın başlangıcını barbarlık aşamasının ilk evresine yerleştirmeyi uygun bulmuş. Ondan ziyadesiyle etkilenerek ‘Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ kitabını yazan Friedrich Engels de Avrupa-merkezci, ilerlemeci ve çizgisel anlatıya son şekillerini vererek bilim ve düşün dünyasında tarımın evrensel tarihin zorunlu bir aşaması olduğu fikrini iyice yerleştirmiştir. Buraya kadar saydığımız herkes tarımın ortaya çıkışı sorusuna arkeolojik veriler olmaksızın yanıtlar vermiştir.
TARIMA İLİŞKİN BELİRLENİMCİ KURAMLAR
20. yüzyıldan itibaren ise arkeolojik veriler de kuramsal düşünüşte yerini alır. 20. yüzyılın son çeyreğine kadar olan tarım devrimine ilişkin kuramları “belirlenimci kuramlar” genel başlığı altında ele almak mümkün. Bu teoriler kendilerine ekoloji, ekonomi veya nüfus baskısı gibi göstergeleri temel alıyor ve tarihsel süreçleri bu belirlenimler içinden açıklıyorlardı.
Ne var ki, ilk başlarda sadece arkeoloji değil paleoekoloji verileri de henüz yeterli değildi bu konuya doyurucu cevaplar sağlamak için. Bunun en güzel örneği Pumpelly’nin “vaha kuramı” önerisidir. Buzul Çağı sonunda gelişen büyük bir kuraklığın tüm canlıları sulak alanlara sıkışmaya zorladığı ve bunun sonucunda yoğunlaşan türler arası etkileşimin yiyecek üretimciliğine yol açtığı yönündeki önerisi bugünkü paleoiklim bilgilerimizle taban tabana çelişmektedir. Bugün biliyoruz ki, asıl kurak dönem Buzul Çağı’ydı. Holosen’le birlikte iklim bol yağışlı ve ılıman hale gelmiş, bu ani değişimle de dünya yüzünde bitki ve hayvan toplulukları hiç olmadığı kadar çoğalmış, serpilmiş ve yayılmıştı.
Pumpelly gibi, Childe da tarıma ilişkin önerilerini şekillendirirken doğal olarak kendi zamanının paleoiklim verilerini temel almış, Holosen’in kurak olduğu yönündeki yanlış kanıyı yenilemiştir. Ayrıca Nil Vadisi’ni tarımın kökeni olarak önererek başka bir hataya daha imza atmış olduğunu görüyoruz. Hâlbuki ta 1884’de tarımın ortaya çıkışını dört farklı disiplinin bilgileriyle sentezleyen Alphonse de Candolle buğdayın ilk olarak Fırat Havzası’nda ıslah edildiği önerisini geliştirmişti bile. Yine daha 1927’de H. Peake ve H. J. Fleure yabani buğdayın coğrafi dağılımına dayanarak Güneydoğu Anadolu’yu buğdayın evcilleştirildiği bölge olarak tespit etmişlerdi.
Neolitik Devrim kavramının yaratıcısı Avustralyalı arkeolog Gordon Childe.
Pumpelly’den farklı olarak ise, Childe tarıma geçişi ekolojik belirlenimle açıklamaktan kaçınmış, onun yerine kendi teorik çerçevesine uygun olarak üretim tarzındaki değişimi bu süreç için başat etken olarak belirlemiştir. Marksist materyalist felsefenin tınısını kendinde barındıran yaklaşımıyla Childe, ekonomik belirlenimi Neolitik Dönem araştırmalarının temel sorusu ve sorunu haline getirdi. 1952 tarihli kitabındaki ünlü pasajında şöyle diyordu Childe:
Gıda üretimi -gıda bitkilerinin, özellikle de tahılların bilinçli olarak yetiştirilmesi ve hayvanların evcilleştirilmesi, ıslah edilmesi ve seçilmesi ekonomik bir devrimdi, ateşin kontrolünden sonra insanlık tarihindeki en büyük devrim. Bu devrim insanlığın kendi çabalarıyla elde ettiği daha zengin ve daha güvenilir bir gıda kaynağının önünü açtı.
Gelelim 20. yüzyılın ikinci yarısına. Leslie White, Neolitik için nüfus baskısının önemine daha 1959’da değinen ilk araştırmacılardan biridir. Sonrasında Cohen’in 1977 tarihli ‘Food Crisis in Prehistory’ kitabı gelir. Cohen’in anlattığı üzere, insanlık tarihinin yüzde 99’u avcı-toplayıcı olarak geçmiştir ve bu esasen insanın geliştirdiği en başarılı adaptasyondur. O nedenle tarım ancak ve ancak bir itici neden sonucunda ortaya çıkmış olmalıdır. Cohen’e göre, Holosen Dönemin başlangıcıyla birlikte ortaya çıkan yerleşik yaşam insan nüfusunun aniden ve hızla çoğalmasına yol açmıştı. Göçebe yaşam biçiminde sadece tek çocuk sahibi olan aileler, şimdi kısa aralıklarla çok daha fazla çocuğa sahip olabiliyordu. Birden artan nüfusla baş edebilmek için insanlık tarım ve hayvancılığı geliştirmiş, öngörülebilen hasat zamanları ona güven vermiş, yiyeceğini depolayarak ve uzun süre saklayarak besin ihtiyacını gidermiştir.
Dünyada buğdayın ilk ıslah edildiği yer: Karacadağ (Diyarbakır)
Bu ekonomik belirlenimli modellerin Neolitik araştırmalarını 20. yüzyılın sonlarına kadar etkisi altına aldığını belirtmek mümkün. Neolitik çalışmaları, geleneksel olarak, flora, fauna, iklim, tarım teknikleri ve evcilleştirme eksenli bilimsel ürünler vermeyi sürdürmüş; sosyal, kültürel ve ideolojik etmenler uzun zaman görmezden gelinmiştir. Sözgelimi, Jarmo ve Çayönü’nde kazılar yürüten Robert ve Linda Braidwood Toros-Zagros yayını çevreleyen bol yağışlı dağ eteklerinde ilk tarımın ortaya çıkabileceği önerisini arazide test eden ilk araştırmacılardandır. “Bereketli Hilal’in dağlık yamaçları” olarak adlandırdıkları bu ekolojik nişin Batı Asya’daki tarımın çekirdek bölgesini oluşturduğunu isabetli bir biçimde öne sürmüşlerdir. Ayrıca zooarkeoloji ve arkeobotani gibi disiplinleri araştırmanın olmazsa olmaz bileşenleri haline getirerek geçim ekonomisine ve evcilleşmeye odaklanan Neolitik metodolojisini kurmuşlardır.
Bugün baktığımızda, Neolitik yaşam biçiminin ortaya çıkışında ne ekolojik ne ekonomik ne de nüfus baskısı belirlenimli kuramlara ilişkin destekleyici somut veriler buluyoruz. İklim değişikliği tek başına tarıma geçişi açıklamak için yetersiz. Üretim biçiminin ve araçlarının değişimi Holosen başındaki insan toplumlarını anlamak için çok mekanik, hatta sığ bir bakış açısı sunuyor. Nüfus baskısı Batı Asya’da tarih boyunca hiçbir zaman büyük dönüşümleri tetiklemiyor: coğrafya çok geniş, insan sayısı az. Bugünkü bakış açımız 20. yüzyılın sonlarından itibaren bambaşka tarihsel düşünüşlere doğru evrildi.
EKOLOJİ-İNSAN ETKİLEŞİMİ OLARAK TARIMA GEÇİŞ
Ana akım Neolitik araştırmaları geçim modeline odaklanmaya devam etsin, 1960’lardan itibaren çizgisel ve ilerlemeci tarih felsefeleri arkeoloji ve antropoloji içinden tam olarak eleştiriye açılmıştı. Diğer yandan, ekolojik belirlenim bazı araştırmacılar tarafından sorgulanmaya başlanmış ve insanın faillik kapasitesinin çok fazla geri planda bırakıldığı vurgulanmıştır. Bu noktada önemli figürlerden biri kuşkusuz “kültürel ekoloji” anlayışına “ekolojik olanakçılık” diye yeni bir soluk getiren Marshall Sahlins’tir. İnsanın pasif, doğal çevresinin aktif olarak sunulduğu bir teorik yaklaşımın karşısında insanın aktif, çevrenin pasif olduğu yeni bir bakış açısı getirmiştir. 1964 tarihli ‘Culture and Environment’ kitabı ekoloji-insan arasındaki diyaloğun önemine vurgu yapan önemli bir çalışma olarak duruyor.
Amerikalı antropolog Marshall Sahlins.
Kültürel ekolojinin Neolitik araştırmaları bağlamındaki önemli bir kahramanı Kent Flannery’e geldi sıra. Burada Flannery’nin, botanikbilimci Hans Helbaek’in çalışmalarından etkilenerek geliştirdiği Neolitik kuramını hakkını vererek anlatmaya yerimiz yok. Yine de şöyle özetlemeye çalışayım: Flannery, insanın tahılları toplarken bilinçli bir şekilde omurgaları (rakisleri) kırılgan olan bitkileri değil de tam tersine sert olup kendiliğinden kırılıp etrafa tohumunu saçmayanları seçtiğini belirtir. Evrimsel süreçte dezavantajlı konumda olan sert omurgalı bitkiler, insanların müdahalesi sonucunda avantajlı hale gelmiş, insan-bitki arasında ortaya çıkan bu yeni ilişki biçimi tarımın ortaya çıkışını hazırlamıştı. Artık tahılların gen havuzunda sert omurgalı mutantlar sayıca artmıştı. Her hasat dönemi, insan eliyle yaratılan bu müdahaleyi güçlendiriyordu. İnsanlar ayrıca aynı süreçler içinde tahılları kavuz ve kapsüllerinden ayırmaya yarayan teknolojileri de geliştirmiş, ezgi ve öğütme taşlarıyla tohumları işlemiş, böylece hasat edilen bitkiler besin olarak tüketilebilmiştir. Flannery bu öngörüleri sonucunda Yukarı Mezopotamya’nın meşe-fıstık yayını tarımın ilk geliştiği ekolojik ortam olarak ortaya atmış ve bunda da yanılmamıştır.
NEOLİTİK ARAŞTIRMALARINDA İNSANIN KEŞFİ
Görüldüğü gibi, tarımın ortaya çıkışında Flannery’e kadar insanın bu sürece katkısı neredeyse tamamen ikinci plana atılmıştır. İklim, nüfus, ekoloji, dağlar, meşeler, fıstıklar, buğdaylar, mercimekler konuşulurken, insan kendi dışındaki her türlü etmenin etkisinde mekanik ve rasyonel hareket eden bir çeşit siborg gibi hayal edilmeye devam ediyordu. İnsanın failliği bu devrimsel sürecin tam olarak neresinde kalıyordu? Bu soruyu sorabilmek için insanı ve kültürü yeniden arkeolojinin teorik dünyasına taşımak gerekliydi. Post-süreçsel arkeoloji tam olarak bunu başardı diyebiliriz. Toplumları, ekolojik veya termodinamik sistemler olarak tasavvur eden Yeni Arkeoloji, 1970’lerin sonundan itibaren kendi sorduğu sorulara cevap veremez olmuş, koymak istediği evrensel yasalara ulaşamamıştı. Post-modern düşüncenin Aydınlanma düşünüşünün karşısındaki tavrıyla birlikte de arkeoloji daha önce hiç olmadığı kadar zengin ve renkli bir çoğulculuğa kavuştu. Tüm iyi bilindiği sanılan tarihsel süreçler sil baştan sorgulanmaya başlandı.
Bu teorik gelişim Neolitik araştırmalarını doğrudan etkiledi. Neolitik Devrimin ortaya çıkışı ilk defa olarak Avrupa-merkezci, teleolojik ve çizgisel olmayan bir görüyle tartışmaya açıldı. Ayrıca disiplinin geleneksel yapısındaki erkek-merkezli ve erkek-merkezci bakış açısının sorgulanmaya başlaması Neolitik Devrim’de, özellikle bitki bilgisinin derinliği nedeniyle kadınların tarımın ortaya çıkışındaki büyük payının teslim edilmesine yol açtı. Son olarak, insanlık tarihindeki önemli dönüm noktalarında ideolojinin, yani kültürlerin kozmolojik kavrayışlarının onların doğayla kurdukları ilişkilerdeki rolü ilk defa olarak ciddiyetle ele alındı.
Bu yeni teorik açılımlar içinde üç önemli figürden bahsetmek istiyorum: Barbara Bender, Brian Hayden ve Jacques Cauvin.
ANA FAİLLER EKOLOJİ DEĞİL TOPLUMSAL YAPILAR
Bender’in ‘Gatherer-Hunter to Farmer: A Social Perspective’ başlıklı 1978 tarihli makalesi bu konuda en sevdiğim yazılardan. Bender sadece erkeği önceleyen “avcı-toplayıcı” terimini “toplayıcı-avcı” yapmakla kalmıyor, aynı zamanda tarıma geçişi toplumsal dinamikleriyle bir arada incelemeye alıyor. Bunu yaparken ekoloji, iklim ve nüfus gibi dışsal etmenleri değil, içsel toplumsal dinamikleri önceliyor. Antropolojik ve etnografik kayıtların bize net olarak gösterdiği bir şey vardır ki, o da tarihsel süreçlerdeki ana faillerin ekoloji değil toplumsal yapılar olduğudur. O halde, arkeologların eğilmesi gereken nokta toplumların yapılarıdır.
Bender’in sosyal perspektifini geliştirirken başvurduğu kaynaklar, yaklaşımının teorik çerçevesini bize anlatmaya yetiyor. Marshall Sahlins’in “hane üretim modeli” veya “domestic mode of production” görüşü bunların başında geliyor. Bu modelde amaç zenginliği biriktirmek değil, kendini yeniden üretebilmektir. Dolayısıyla Neolitik hane böyle bir açıdan ele alınmalıdır.
Fransız post-Marksist antropologları da Bender’in faydalandığı diğer kaynaklar arasında. C. Meillassoux ve M. Godelier’in devlet öncesi geleneksel toplumların işleyişine ilişkin geliştirdikleri ve Marksist teorinin bu alandaki eksik ve gediklerini kapatmaya giriştikleri proje, Bender’in sosyal bakış açısını kurmasında önemli bir yer tutuyor. Takas, dayanışma ağları, eş bulma pratikleri, yeniden üretimin denetimi, mobilite, sosyal eşitlik ve statü gibi konular Neolitik araştırma dünyasına adımlarını atıyor. Bender makalesini şu güçlü sözlerle bitirmiş: “Nihayetinde toplumu ifade eden ve evrimsel modeli belirleyen sosyal ilişkilerdir.”
Brian Hayden, Bender’in sosyal içerikli kuramına “rekabetçi şölen” kavramını eklemleyerek tarımın ortaya çıkışında içsel sosyal nedenlerin etkisini daha da perçinledi diyebiliriz. Bender gibi, Hayden da sosyal yapıdaki değişim ve dönüşümlerin yiyecek üretimciliğini ortaya çıkaran temel etmen olduğunu savunuyor; ancak, Bender’den farklı olarak Hayden eşitlikçi ve dayanışmacı pratiklerden ziyade, toplum içindeki kimi bireylerin statü kazanmak için gösterişli törenlerle varsıllıklarını kamusal ortamda paylaştıkları şölen etkinliklerine odaklanıyor. Hayden’a göre, bu türde rekabetçi bireylerin toplumsal arenada hareket etme özgürlüğü dünyadaki ender sayıda yerde ortaya çıkıp serpilme şansı buluyor. Bu toplumlar da eşitlikçi hiyerarşik örgütlenmeden çıkarak “transegaliter” toplumlar olma yolunda gelişiyorlar.
TARIM BİR ZORUNLULUK DEĞİL
Tarım, bu anlamda insanların daha güvenli besine erişme çabasını değil, kafa yapıcı içeceklerin statü sembolü olarak belirdiği coğrafyalardaki olumsal bir tarihsel gelişimi ifade ediyor. Tarım, rekabetçi bireylerin statü uğruna yoğunlaşan ritüellerinin beklenmeyen bir sonucu. Batı Asya’da bira, Doğu Asya’da pirinç rakısı (sake), Orta Amerika’da ise çikolata gibi fermente içecekler bu dönüşümde katalizör görevi üstlenen ürünler. Bu bakış açısına göre, tarım bir zorunluluk değil. O daha çok bir aykırılık, bilmeden ve istemeden “keşfedilen” bir teknoloji, hatta bilinçsiz bir devrim olarak beliriyor.
Son olarak Jacques Cauvin’e gelelim. Fransız arkeolog Cauvin ‘The Birth of the Gods and the Origins of Agriculture’ adlı kitabını 1994 yılında kaleme alıyor. Kitap 2000 yılında İngilizce yayımlanıyor. Cauvin, tüm determinist kuramları ret ederken, insanın toplumsallığındaki ideolojik dönüşümün tarihsel süreçleri yönlendirmedeki rolünü ön plana çıkarıyor. Ona göre devrimsel olan ekonomik değişim değil; sembollerin dönüşümüdür. Annales Okulu’nun mentalite tarihçiliği kolundan etkilenen Cauvin için Neolitik Devrim’i mümkün kılan insan formunda doğaüstü, aşkın varlıkların yaratılmasıdır. Neolitik öncesinde hayvan sembolizminin ağır bastığını belirten Cauvin, Neolitik dönemle birlikte tanrı ve tanrıçaların icat edildiğini bildirir. “Psiko-kültürel yaklaşım” olarak adlandırılan bu görüş, ideolojik dönüşümlerin toplumsal olanı kurma yönündeki gücünü göstererek, önce fikir, sonra eylem olarak tanımlayabileceğimiz idealist felsefeye göz kırpmaktadır. Ayrıca ideolojinin tarihsel süreçlerdeki önemini vurgulayan Frankfurt Okulu da burada aklımıza gelir ister istemez.
Cauvin, Neolitik kozmolojiyi, birbiriyle karşıtlık içindeki eril ve dişil sembollerin içerildiği yeni bir din olarak tarif eder. Eril semboller özellikle fallik imgeler ve boğa ile temsil edilirken; dişil simgeler şişman, doğum yapmış kadın figüriyle özdeşleşir. Üretimi ve yeniden üretimi simgeleyen bu ikili sistemde güç, kudret, bereket, doğurganlık gibi toplumların dayandığı biyolojik ve ekonomik sisteme ilişkin tahayyüllerin bilinçdışında işgal ettiği önemli yer vurgulanır. Elbette Cauvin’in teorisi tartışmaya ve eleştiriye fazlasıyla açık. Hatta bugünkü bilgilerimizle bu hipotezin yer yer arkeolojik veriyle çeliştiğini de rahatlıkla görebiliyoruz. Ancak bu başka bir yazının konusu olsun.
OLUMSAL BİR TAŞMA OLARAK NEOLİTİK
Sonuç olarak, Neolitik Devrimi dışsal etkenlerle açıklamaya meyilli güçlü bir modernist gelenek içinden sıyrılmayı başardıkları için sosyal ve ideolojik kuramları bugün daha fazla önemsiyoruz. Bu teoriler bize insanın failliğinin tarihsel süreçlerdeki başat önemini hatırlatmıştır. İnsan-dışı veya insan-üstü failleri görünür kılan ve tarihte onların edindiği rolleri vurgulayan modernite-öncesi ve modernite gelenekleri, Marksizm ve post-modernizmden sonra artık yüzünü insana ve insanın toplumsal, bilişsel, psikolojik ve ideolojik dünyasına çevirmek zorunda kalmıştır.
Bu bağlamda, tarım dışsal etmenlerin insana dayattığı ve evrensel tarihin olmazsa olmaz bir gelişim “aşaması” değil; oldukça özelleşmiş ve çatallaşmış tarihsel süreçlerin olumsal bir uğrağıdır. Sürecin kendisi toplumsal arenada statü biriktirmek isteyen rekabetçi bireylerin yapıp etmeleri olarak başlamış olabilir veya dayanışmacı ittifaklar kurarak geniş bir ağ içinde yaşamlarını sürdüren, yerleşikliği seçen toplumların doğal çevreyle girdikleri yeni ilişkilerin bir sonucu olabilir. Kozmolojik kavrayışı dönüşüme uğrayan Holosen Dönemin yerleşik insanının yeni semboller ve inançlar yaratma çabasının içine gömülü bir yan sonuç bile olabilir tarım. Bu önerilerden hangisi geçerli olursa olsun tarımın tarihin zorunlu bir gidişatı olmadığı gün geçtikçe belirginleşiyor.
BUĞDAYIN TARİHİ YAZILMAYA DEVAM EDİYOR
Tarihin yüzde 99’u toplayıcı-avcılıkla ve tarımdan sonraki zamanın büyük bir bölümü de yine toplayıcı-avcılıktan vazgeçmeyen toplumlar tarafından oluşturulmuş. Eski toplumlar “doğal olarak” veya “kaçınılmaz olarak” tarıma geçmezler. Bir toplum ancak ve ancak bilinçli tercihler sonucunda tarımcı olmayı benimsemiştir. Tarımcı toplumlarla ilişki içinde olup hiçbir zaman tarıma geçmeyen toplayıcı-avcıları anımsayalım.
O halde, benim başta sorduğum soruya verdiğim cevap şudur: Tarım, tarihin zorunlu bir yönelimi değildir; Üst Paleolitik Dönem’den itibaren özelleşmiş, çok değişkenli ama çizgisel ya da ereksel olmayan süreçlerin sonunda belli coğrafyalardaki toplumların bilinçli bir şekilde çevrelerindeki bitki ve hayvanlarla yeni tarzda bir ilişki kurma girişimidir. Bu insanlar, ne var ki, kendi eylemlerinin uzun vadeli sonuçlarını elbette hiç ama hiç tahayyül etmemiştir. Kafa yapıcı fermente içeceklere olan Neolitik ilgi bugün tarıma tümüyle bağımlı ulus devletlerin küresel bir açlık ve kıtlık krizine gelmesinde bir kelebek etkisi yarattı dersek yanılmış olmayız sanırım. Buğdayın tarihi bitmedi, devam ediyor.
Maraş merkezli iki büyük depremden arılar da etkilendi. Deprem olduğunda kış salkımı pozisyonunda olan arılar sarsıntıyla paniğe kapıldı. Panik sonrası strese giren arılar bal üretmede yetersiz kaldı.
Fatma Keber
URFA – 6 Şubat’ta Maraş merkezli iki büyük deprem 11 ilde yıkıma neden oldu. Bu kentlerde yaşayan milyonlarca insan depremden sonra hem fiziki hem de ruhsal olarak hayata adapte olmakta zorlanırken diğer canlılar da depremden etkilendi.
‘ARILAR PANİĞE KAPILDI VE STRESE GİRDİ’
Deprem arılarda da paniğe neden oldu. Arılar depremin yaşandığı günlerde; toplu halde ısınmak ve kış mevsimini geçirmek için geliştirdikleri sosyal bir dayanışma örneği olan kış salkımı pozisyonundaydı. Bu halde depreme yakalanan arılar panik nedeniyle strese girdi ve bir süre bal yapamadılar.
Seyyar olarak arıcılık yapan Osman Çetiner “Isısını korumak için salkım olan arılar, sallanma ve titreme ile strese girdi. Depremleri his ettikleri için arıların psikolojisi çok etkilendi” dedi.
Depremin ardından yaşanan soğuk hava dalgası ve sel de arıların yaşamını olumsuz etkiledi.
Osman Çetiner
SOĞUK HAVA ARILARI KÖTÜ ETKİLİYOR
Soğuk havaların bu dönemde arılar için iyi olmadığını söyleyen arıcı Çetiner, yaşanan yağışların ardından daha güzel havalar umduklarını söyledi ve şöyle devam etti:
“Yağışların fazla olması arıcılık için iyidir. Bu dönemden sonra hava sıcaklığı normal olursa arılar için çok iyi olur. Soğuk havadan dolayı arılar gelişmedi bizim bölgede. Adana’ya gittim, orada hava şartları normal gittiği için arıların gelişmesi iyiydi.”
Arıcılık yaparken çeşitli illeri gezdiklerini anlatan Çetiner “Bazen gittiğimiz yerlerde bizi istemiyorlar. Sıkıntılar çıkarıyorlar. Gelmeyin buraya diyorlar. 2 yıl önce Urfa’da kuraklık vardı yağış azdı. Doğu Anadolu’da bir ilimize gittim, istediğim gibi şartlar olmayınca zarar ettim” diyerek, yaşadıkları sorunlara dikkat çekti.
YAĞIŞ ARILARA YARIYOR
Çetiner büyük emek ve uğraş vererek yaptıkları işteki risklere değinirken, sezonun ve bitki florasının iyi olması halinde geçimini sağlayabilecek kadar bal elde edebildiğini söyledi.
Soğuk havalarda bitkilerin de veriminin düştüğünü belirten Çetiner “Soğuk hava olunca bitkiler nektar vermiyor, arı da nektarı çekemeyince bal yapamıyor. 21 günde yumurtası çıkan arılar soğuk hava olunca yumurta çürüyor. Hastalık giriyor. Arılar için yağış iyidir” diye konuştu.
‘ESKİDEN BAL DEĞERLİYDİ’
Türkiye’de bal piyasasının son zamanlarda sıkıntıya girdiğini aktaran Çetiner “Eskiden bal değerliydi, bir teneke bal ile bir cumhuriyet altını eş değerdi. Tabii o zaman verim de çok yüksekti, sahtecilik bu kadar yaygın değildi. Şimdi fabrikasyon ürünler var, piyasa çok düzgün değil. Bir teneke balı bin 500 TL’ye satıyoruz. Benim 700 kovanım var, gelirse, 700 teneke alırsam 1500’den hesap edin. Tabii bu kazandığımın yarısı masraf olarak gidiyor” ifadelerini kullandı.
‘BİTKİYİ TAKİP EDİYORUZ’
Yavruların gelişmesi için ilkbaharın başında arılara kristal toz şeker verdiklerini kaydeden Osman Çetiner “Kovan başı 10-15 kilo şeker gidiyor. Yavruların gelişmesi için yapmamız lazım. Nakliye ücreti var. Biz gezgin arıcı olduğumuz için yılda 5-6 defa yer değiştiriyoruz. 20 gün sonra havaya bağlı olarak Diyarbakır bölgesine gideceğiz. 2 ay kaldıktan sonra Karacadağ yaylarına gideceğiz, orada 1 ay kaldıktan sonra da Adana tarafına pamuğa gitmeyi planlıyoruz” dedi.
Gezmelerinin nedeni olarak “Bitkileri takip ediyoruz” diyen Çetiner sözlerini şöyle bitirdi: “Diyarbakır’da üç gül var, o bitkiyi takip ediyoruz. Arıdan yılda 3-4 defa sağım işlemi yapıyoruz. 3-4 defa sağım yapınca bir teneke, 26-27 kilo elde ediyoruz.”
15-16 Nisan 2023 tarihinde sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri, bilim insanları ve yerel halkın katılımıyla “Phaselis Koruma Çalıştayı” düzenlenmiştir. Çalıştayda Phaselis ziyarete açık ören yeri, Phaselis Bostanlık Koyu ve Phaselis Alacasu (Cennet) Koyu’nda çok değerli arkeolojik ve kültürel miras bulunduğuna dikkat çekilmiştir. Ayrıca bölgenin çok değerli ve hassas bir flora ve faunaya sahip olduğu da vurgulanmıştır. Endemiklerin bir bölümünün yüzeyde, çok sığ köklü olduğu ve bu nedenle yüzeye yapılacak müdahalelerin kabul edilemez olduğu, geri dönülmez zararlara yol açacağı belirtilmiştir.
Bununla ilgili bir durum raporu hazırlanmaktadır. Bu rapor ve bildirge kitapçık olarak yayınlanacaktır.
Çalıştayda elde edilen sonuçlara göre öncelikli eylem planı aşağıda sıralanmıştır:
Topografik ve kıyı bütünlüğü arz eden birinci derece sit sahası içinde bulunan Phaselis Güney Limanı, devamı Phaselis Bostanlık Koyu, Phaselis ziyarete açık ören yeri ve Alacasu (Cennet) Koyu’nda yoğun ve kontrolsüz kullanımlar söz konusudur. Bu nedenle doğal ve kültürel değerler büyük zarar görmektedir. Ziyaretçi yönetimi de sağlanamamaktadır. Dolayısıyla, bu değerli alanlarda bir yönetim planına ihtiyaç olduğu ortaya çıkmıştır.
Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarındaki inşaatlar derhal durdurulmalı, hâlihazırda yapılmış olan tüm alt ve üst yapı kontrollü olarak sökülmeli ve alanın onarımı gerçekleştirilmelidir. Tüm bu işlemler, ilgili uzmanlar denetiminde alana daha fazla zarar verilmeden yapılmalıdır.
Yasal süreç sonuçlanana kadar Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarındaki plaj projesine ait bütün işlemler durdurulmalıdır.
“Koruma ve kullanma” dengesi yerine “koruma ve korumaya uyumlu kullanma” yaklaşımı öngörülmelidir.
Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koyları ziyaretçilere yönelik özel araç trafiğine kapatılmalıdır.
Başta sit alanındaki koylar (Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu) olmak üzere bütün sit alanının korunması için yeterli sayıda bekçi görevlendirilmelidir.
Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarında arkeolojik kazıların bir an önce başlaması için gereken destek sağlanmalıdır.
Phaselis ziyarete açık ören yeri içinde araçların rastgele park etmesine engel olunmalı ve araçlar gişelerin yakınında park edecek şekilde düzenleme yapılmalıdır.
Hem Phaselis ziyarete açık ören yeri hem de Phaselis Bostanlık ve Phaselis Alacasu koylarında kara ve deniz ekosistemlerinde taşıma kapasitesi analizleri yapılmalı ve taşıma kapasitesi tabanlı ziyaretçi yönetim planı hazırlanmalıdır.
Phaselis ziyarete açık ören yeri, Güney Limanı içinde Phaselis Koyu, Phaselis Bostanlık Koyu ve Phaselis Alacasu koylarında halk sağlığının, deniz canlılarının ve ekosistemin korunması için deniz suyu kalitesinin korunması sağlanmalıdır.
Korunacak hedef türlerin ve özel yaşam alanlarının korunması ve geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapılmalıdır. Gürültü ve ışık kirliliğine neden olacak hiçbir uygulama yapılmamalıdır.
Orta ve uzun vadede sit alanının güvenliğini sağlayacak çevre düzenlemesi ve kontrollü giriş düzenlemesi yapılmalıdır.
Bu bağlamda, yönetim planını hazırlamak amacıyla Phaselis Sivil Denetleme Kurulu kurulmuştur. Bu kurul bünyesinde sivil toplum kuruluşları ve yerel inisiyatifler yer almaktadır. Bu kurulun amaçlarından biri yerel inisiyatiflerle birlikte bir alan yönetimi planı hazırlamaktır. Phaselis Koruma Çalıştayı’nda alınan kararların temelinde, Phaselis ören yeri ve birinci derece sit alanının kullanılması ve korunması amacıyla yapılacak faaliyetler belirlenecektir. Phaselis Sivil Denetleme Kurulu alanın korunması için bir gönüllülük sistemi oluşturacaktır.
Phaselis Sivil Denetleme Kurulu, milli parkta yapılacak tüm işlemlerin uluslararası anlaşmalara uygun olmasını sağlayacak ve bugüne kadar yapılan tüm hukuksuz uygulamaların ve ilgili cezai işlemlerin de takipçisi olacaktır.
Phaselis Sivil Denetleme Kurulu Phaselis birince derece arkeolojik sit alanında ve Beydağları Sahil Milli Parkı’nda yapılacak bütün işlemlerin, BM Dünya Kültürel ve Doğal Mirasın Korunması Sözleşmesi ve Türkiye’nin de üyesi olduğu ICOMOS kuralları başta olmak üzere ulusal ve uluslararası sözleşmelere uygun bir şekilde korunması için çalışmalar yapacaktır.
Phaselis Arkeolojik Sit Alanının ve Beydağları Sahil Milli Parkı’nın daha fazla zarar görmesine engel olmak için Phaselis Sivil Denetleme Kurulu olarak, Antalya ve Türkiye’deki tüm sivil toplum örgütlerini, ilgili kurumları ve bireyleri sorumluluk almaya çağırıyoruz!
6 Şubat depreminin hemen ertesi haftasında başlayan, 1.derece sit alanı ve Beydağları Mili Parkı içerisinde yer alan Phaselis Antik Kenti’ndeki inşaat çalışmaları maalesef Kültür ve Turizm Bakanlığı eliyle devam ediyor.
Dokunulmayan en son milli parklar kalmıştı, şimdi sıra oralara geldi. Kapadokya, Uludağ ve Phaselis hedefte ve bu inşaat makinasını durduramazsak diğer milli park ve sit alanları da aynı kaderi paylaşacak.
20 Şubat’ta ağır iş makinalarıyla Alacasu Koyu’nda başlayan inşaat şimdi Bostanlık Koyu’na da sıçramış durumda. Alacasu’da beton atmak da dahil yapılan tahribata halkın verdiği tepki sonucunda Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy, betonlar tamamen sökülecek ve kazık sistemiyle sadece duş ve tuvalet yapacağız demişti. Oysa atılan 480 metrekarelik betonun, söküleceği sözü verilmesine rağmen 270 metrekaresi üzerinde inşaat yükseliyor. Ve buna birde beton künkler üzerinden demir profillerle yapılan büfe eklendi. Yani ticari işletme söz konusu. Bütün ısrarlarımıza rağmen verili proje iptal edildikten sonra yeni proje bize verilmiyor. Bostanlık Koyu’ndaki rastgele ve hiç bir plana dayanmayan gecekondu tarzı çalışmaları da görünce bizde ellerinde bir proje olmadığı şüphesi de oluştu. Ayrıca Bostanlık Koyu’na çekilen güçlü şebeke elektiriği burada büyük bir işletme yapılacağını da düşündürtüyor.
Bakan Ersoy emir veriyor inşaat başlıyor, emir veriyor betonların bir kısmı sökülüyor. Bütün bu değişikliklerin ne müze müdürlüğünün ne koruma kurulunun ne de kazı başkanlığının dikkate alınmadan yapıldığı çok açık. Zira bu kurumların böyle ucube yapılaşmalara izin vermesi mümkün değil diye düşünüyoruz. Çünkü danıştığımız arkeologlar ve mimarlar her iki koyda da yapılanların hiçbir koruma kuralına uymadığını söylüyor. Zaten ne zaman inşaat sahasında olsak bulunması zorunlu olan arkeoloğa rastlamıyoruz. Ve bunu tutanakla da tespit ettirip suç duyurusunda bulunduk. Ayrıca, yasak olmasına rağmen çalışmaların mesai saati bitiminden sonra hatta geceleri de devam ettiğini biliyoruz. Bunların elimizde video kayıtları var ve basında yayınlamış bulunuyoruz.
Bir de çelişik davranışlarla dolu bir bakanlıkla karşı karşıyayız. Örneğin 2014 yıkında şu an bulunduğumuz Bostanlık Koyu’nun biraz arkasına kiraladığı araziye Fettah Tamince otel yapmak istemişti. Bunun üzerine çevreciler ve bölge halkı tepki göstermiş ve Kültür ve Turizm Bakanlığı da burası 1.derece sit alanı diyerek otele izin vermemişti. Yine Bakan Ersoy’un kendisi iki yıl önce Tarım Orman Bakanlığı’nın bu koylarda yapmak istediği bir projeye sit alanında inşaat olmaz diyerek karşı çıkmıştı. Bunun görüntüleri de var ve sosyal medya hesaplarımızdan yayınladık. Şimdi ise yangından mal kaçırır gibi bayrama yetiştirme telaşıyla yürüyen bu gecekondu nitelikli inşaatları anlamakta güçlük çekiyoruz. Oysa beklerdik ki bir sorun varsa, bu koylarda tuvalet olmamasına dair, bilim insanlarına, çevrecilere sorularak bir proje üretilsin. Gününmüz teknolojisiyle, kültürel ve doğal mirasımızın dünyada az rastlanır örneği olan Phaselis Antik Kenti’nin koruma kullanma dengesini gözeterek bir proje oluşturmak çok kolaydı. İşte bu nedenle elimizi taşın altına koyup, alanında uzman biliminsanlarının katılımıyla iki gün süren bir çalıştay gerçekleştirdik. Geç de olsa yanlıştan dönülür de bilimin sesine kulak verilir belki.
Phaselis hepimizin, tüm canlıların ve korunması gereken kültürel mirasın Phaselisi. Tam da bu nedenle kimse burayı ben yaptım oldu şeklinde kullanma hakkına sahip değildir. Yapılacak en küçük bir müdahale defalarca düşünülmeli, fikir alınmalı ve danışılmalıdır.
Ayrıca ihale süreci ile ilgili şüphelerimiz artarken, az evvel aldığımız habere göre; Gazeteci Yusuf Yavuz’un bugün yayınlanan haberine göre; TURAŞ’ın eski genel müdürü Taylan Şimşek ; ‘Biz Phaselis’i 25 milyona ihaleye çıkaracaktık şimdi 47.7 milyona çıkmış, bu araştırılmalıdır ‘dedi.
Alacasu ve Bostanlık Koyları’ndaki bu tahribat abidesi projelerin iptal edilmesinin mücadelesini bırakmayıp, takipçisi olacağımıza söz veriyoruz.
(Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki TURAŞ A.Ş.’nin önceki Genel Müdürü olan Tayhan Şimşek, işletmelerdeki yolsuzluk ve usulsüzlükleri tespit etmesinin ardından bir rapor hazırlayarak belgeleriyle birlikte Teftiş Kurulu’na iletti. Şimşek, 47 milyona ihale edilen Phaselis projesi için 25 milyon maliyet çıkarıldığını belirtiyor.)
Phaselis’teki halk projesi için 25 milyon maliyet hesaplayan TURAŞ’ın önceki genel müdürü Şimşek, aynı dönemde EKAP’a konulan proje ihale bedelinin nasıl 47 milyona çıktığının sorgulanması gerektiğini söyledi…
Yusuf Yavuz
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Antalya’daki Phaselis antik kentinin koruma alanı içerisinde inşa ettiği halk plajı projeleriyle ilgili ihale bedelinin 25 milyon TL olarak belirlendiğini dile getiren TURAŞ’ın eski Genel Müdürü Tayhan Şimşek, “Biz Phaselis’te 25 milyona ihaleye çıkacaktık, 47 milyona çıkılmış. Burası da Bodrum’da yaşanan sürece benziyor. Bodrum’da 2 milyona ihaleye çıkılmış, firmaya 5 milyon ödeme yapılmış” iddiasını dile getirerek aradaki yüksek farkın sorgulanması gerektiğine işaret etti.
PHASELİS İHALESİNİ HAZIRLAYAN ÖNCEKİ GENEL MÜDÜRDEN AÇIKLAMA
Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesinde kurulan TURAŞ A.Ş’nin önceki Genel Müdürü Tayhan Şimşek, Phaselis’te tartışmalar eşliğinden devam eden halk plajı projesinin ihale bedelinin daha önce hesaplanan maliyetin yaklaşık iki katı olduğuna dikkat çekerek aradaki farkın sorgulanması gerektiğini savundu.
Uzun yıllara dayanan turizm ve otelcilik tecrübesi olduğunu dile getiren TURAŞ’ın eski Genel Müdürü Tayhan Şimşek, görevde olduğu süre içinde yaptığı fizibilite çalışmasında Phaselis’te yapılması planlanan halk plajlarıyla ilgili 25 milyon maliyet çıkardığını belirterek 47 milyon TL artı KDV bedelle ihale edilen projenin ve aradaki yüksek ihale bedeli farkının sorgulanması gerektiğini dile getirdi.
(Tayhan Şimşek, TURAŞ A.Ş’nin genel müdürü olarak görev yaptığı dönemde Phaselis projesi için 25 milyonluk maliyet hesabı yapıldığını kaydetti.)
“Yetkili olduğum dönemde Phaselis projesi için daha önce çalıştığımız firmalardan teklifler aldım” diyen Şimşek, “Proje hazırlandıktan sonra Yatırım İşletmeler Genel Müdürlüğü’ne gidiyor, orada revize edilebiliyor ve en son EKAP’a giriliyor ihale dosyası. Ben bir hesaplama yaptım ve Phaselis halk plajı projesi için 23 milyon TL maliyet çıkardım. Hadi bir şeyler unutuldu, eksikler oldu diyelim, 2 milyon daha ekledik ve maksimum 25 milyon oldu. Zaten buzdolabı ve mutfak malzemelerinin bazılarını meşrubat firmaları getiriyor. Şimdi aradaki yaklaşık 23 milyonluk farkı nasıl buldular merak ediyorum” diye konuştu.
MALİYET HESABINDAN BİR AY SONRA İHALE DOSYASI EKAP’A YÜKLENDİ
Phaselis’teki halk plajı projesiyle ilgili maliyet hesabını görevde olduğu Kasım 2022’de yaptığını dile getiren Şimşek, bir ay sonra görevden alındı. Proje ihalesi ise Aralık 2022’de EKAP’a yüklendi. 30 Ocak 2023 tarihinde ise yapım ihalesi İstanbul merkezli Sa-Fa Restorasyon Sanayi şirketine verildi. Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Proje alanına asılan afişte, Phaselis’te uygulamaya konulan projenin ihale bedelinin 47.737.500 TL + KDV olduğu belirtiliyordu. Bir süre sonra bu afişler alandan kaldırılarak inşaat çalışmaları sırasında gölgelik olarak kullanılmaya başlandı.
Göreve gelmesinin ardından TURAŞ’ın ülke genelindeki işletmelerinde yapılan usulsüzlük ve yolsuzlukları belgeleriyle ortaya koyarak Kültür ve Turizm Bakanlığı Teftiş Kurulu’na ileten Şimşek, Bodrum’daki halk plajı projesinin ihale bedeliyle yüklenici firmaya ödenen bedel arasındaki yüksek farkın olduğunu tespit edince sorumlu kişileri görevden aldığını dile getiriyor. Ancak Şimşek’in kurumdaki yolsuzlukların üzerine gitmesi, “yukarıdakileri” rahatsız ederek bir süre sonra görevden alınmasına neden olmuş.
(Tayhan Şimşek, TURAŞ’ta genel müdür olarak görev yaptığı dönemde yolsuzlukları rapor edince kendisinin ‘sana sıkıntı olur, ayağına dolanır’ diye uyarıldığını dile getiriyor…)
‘YUKARI DOĞRU GİTME, DİKKAT ET AYAĞINA DOLANIR DEDİLER’
Phaselis’teki projedeki maliyet analiziyle ihale bedeli arasındaki farkın da Bodrum’daki halk plajı ihalesindeki yolsuzlukla benzerlik gösterdiğini savunan Şimşek, konuyla ilgili sorularımızı şöyle yanıtladı: “Biz Phaselis’te 25 milyona ihaleye çıkacaktık, 47 milyona çıkılmış. Burası da Bodrum’da yaşanan sürece benziyor. Bodrum’da 2 milyona ihaleye çıkılmış, firmaya 5 milyon ödeme yapılmış. (Mahkeme kayıtlarına göre resmi ödeme tutarı 3.550.045.00 TL) Sonra biz bunu fark ettik, noterden ihtarname çektik, müdür yardımcısını görevden aldık. O dönem ben 15-20 kişiyi görevden aldım. Ondan sonra bana yukarı doğru gitme, sonuçta bir genel müdür yardımcısı bir şey yapıyorsa yukarıdaki bürokratların bilgisi vardır, tek değildir, dikkat et diye uyardılar. Sana sıkıntı olur, ayağına dolanır dediler. Ben raporu teftiş kuruluna gönderdim ardından operasyon başladı bana.”
(TURAŞ’ın Bodrum’da yaptığı halk plajı ihalesinde 1,5 milyon TL civarında yolsuzluk tespit edildi. Yargıya taşınan usulsüzlük hakkında dönemin genel müdür yardımcısına çekilen ihtarname.)
TURAŞ’IN BODRUM’DAKİ HALK PLAJI İHALESİNDE NE OLMUŞTU?
Kültür ve Turizm Bakanlığı bünyesindeki TURAŞ A.Ş’nin inşa ettirerek işlettiği Bordum halk plajının yapım maliyeti ile yüklenici firmaya yapılan ödeme arasında yaklaşık 1,5 milyon TL’lik fark olduğu tespit edildi. Bodrum 3. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin 2020/24 sayılı dosyasında bilirkişilerce tespit edilen fahiş fiyat farkı, TURAS A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı C.S.S’nin söz konusu işle yetkili olduğu dönemde gerçekleşti. TURAŞ A.Ş., Bodrum Halk Plajının inşaatı için yüklenici firmaya 3.550.045.00 TL ödeme yaptı. Ancak bilirkişi raporunda maliyet 2.061.517,62 TL olarak tespit edildi. Şirketin uğradığı zarar yaklaşık 1,5 milyon TL düzeyinde. TURAŞ ve TUDAV’ın avukatları konuyla ilgili 5 Temmuz 2022 tarihinde dönemin Genel Müdür Yardımcısı Cem Sultan Saral’a bir ihtarname göndererek kurumun uğradığı zararla ilgili yargı yoluna başvurulup vurulmasını yolunda bilgi verilmesini talep etti. Yolsuzluk olayının ortaya çıkmasının ardından dosyada adı geçen ve yapım ihalesinde 1,5 milyonluk fazladan ödeme yapıldığı dönemin sorumlusu olduğu belirtilen TURAŞ A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı C.S.S’nin görevine son verildi.
(Phaselis Bostanlık Koyu’nda yapılması planlanan halk plajı projesinin canlandırması)
60 GÜNLÜK İHALE SÜRESİ DOLDU, ÇALIŞMALAR SÜRÜYOR
Öte yandan Phaselis’te uygulamaya konulan proje için ihale sözleşmesinde belirtilen 60 günlük yapım süresi 14 Nisan’da doldu. Bakanlık, yüklenici firmaya 14 Şubat 2023 tarihinde yer teslimi yapmıştı. Ancak yörede yaşayanlar tarafından yargıya taşınan projenin yapım işleri halen devam ediyor. İhale dosyasına göre 85 bin metrekarelik alanda uygulanacağı belirtilen projenin Ramazan Bayramına yetiştirileceği açıklanmıştı ancak Bayrama sayılı günler kala proje henüz tamamlanmadı.
(Phaselis Alacasu Koyu’nda yapımı devam eden halk plajı projesinin inşaatı)
PHASELİS’TE HALK PLAJ DEĞİL PLAN İSTİYOR
Phaselis antik kentinin korunarak kullanılması gerektiğini savunan yöre halkı ise Phaselis’e Dokunma Hareketi’nin girişimiyle Kemer ilçesinde bir çalıştay düzenliyor. Çalıştayda alanın taşıma kapasitesinin belirlenmesi, yönetim planı oluşturulması ve antik kenti tehdit eden kullanım baskısına düzenleme getirilmesi için konuyla ilgili bilim insanları, meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin temsilcileri bir araya geldi. 15 Nisan’da başlayan çalıştay bugün de devam ediyor. Çalıştayda sunulan bildiriler ve alınan kararlar sonuç bildirgesi ile kamuoyuna açıklanacak. Ayrıca Çalıştayın sonuçları Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ilgili kurumlara iletilecek.
Son yıllarda, seyahat ederken her nereye yüzümüzü çevirirsek açılmış bir mermer ve taş ocağı görmek mümkün oldu. Ağaç kurdu misali dağlar ve tepeler adeta kemiriliyor. Mermer ve taş ocağı faaliyetleriyle önce orman ve bitki örtüsü, sonra da toprak katmanı ortadan kaldırılıyor. Morfolojik yapı bozuluyor ve çıplak kalan arazide toprak erozyonu hızlanıyor. Tarım alanları zarar görüyor, yer altı su sistemi bozuluyor. Ocaktaki patlatmaların etkisiyle heyelanlar ve çökmeler oluyor, çevreye yayılan tozlar, çevrede yaşayanlar ile bitkilere zarar veriyor. Tarım alanlarına, derelere gelişigüzel atılan pasalar, çamur atıkları çevreyi ve su kaynaklarını kirletiyor. Çevrede gürültü ve görüntü kirliliği oluşturuyor, en sonunda geride dik uçurumlu, suyla dolan, insanlar ve hayvanlar için büyük tehlike oluşturan devasa çukurlar kalıyor.
Ülkemizde gün geçtikçe artarak devam eden çevresel ve halk sağlığı sorunu haline gelen mermer ve taşocağı faaliyetleriyle morfolojik yapının bozulması, orman, su kaynakları, toprak ve tarım alanlarına etkileri, toprak erozyonu, patlatmaların etkisi, katı atıklar, mermer tozu, mermer çamurunun etkileri, gürültü ve görüntü kirliliğinden ve önerilerden bahsedeceğim.
Mermer ve taş ocaklarının çevresel etkilerine geçmeden önce, bazı tanımlar yapmak istiyorum.
Maden yönetmeliğinde mermer ve taş ocaklarının yeri
Maden yönetmeliğine göre [1] madenler 5 gruba ayrılmıştır. II. grup madenler başlığı altında;
a- Kalsit, dolomit, kalker, granit, andezit, bazalt gibi kayaçlardan agrega, mıcır, geometrik şekil verilmeden yol, baraj, gölet ve liman gibi alanlarda kullanılan taşlar, dolgu, istinat ve diğer yapı duvarı gibi yerlerde kullanılan yapı taşları (dekoratif amaçlı kullanılan taşlar hariç), hazır beton ve asfalt üretiminde kullanılan kayaçlar,
b- Mermer, traverten, oniks mermeri, granit, andezit, bazalt, diyabaz gibi blok olarak üretilen taşlar, boyutlandırılarak geometrik şekil verilen taşlar ile kayraktaşı, arduvaz, tüf, ignimbirit ve benzeri dekoratif amaçla kullanılan doğal taşlar,
c- Kalsit, dolomit, kalker, granit, andezit, bazalt gibi kayaçlardan entegre çimento, kireç ve kalsit öğütme, demir çelik tesisleri, enerji santrali ile metal üretimine yönelik tesislerde hammadde olarak kullanılan kayaçlar, yer almaktadır.
Taş ocakları 3 gruba ayrılır
Blok almak için açılan mermer ocakları,
Kırma taş (mıcır) elde etmek için açılan taş ocakları,
Yapı taşı elde etmek için açılan taş ocakları.
Yapı taşı için açılmış taş ocağı. Fotoğraf: Eşref Atabey
Mermer nedir?
Mermerin jeolojik ve ticari olmak üzere iki ayrı tanımı yapılmaktadır. Jeolojik anlamda mermer kireçtaşı ve dolomit kayalarının yüksek basınç ve sıcaklık altında erimeleri ve yeniden kristalleşmesiyle oluşan kayaç adıdır. Örneğin, fotoğraftaki Afyonkarahisar mermeri gibi… [2]
Ticari standartlara uygun boyutlarda blok verebilen, kesilip parlatılan veya yüzeyi işlenebilen ve taş özellikleri kaplama taşı normlarına uygun olan tortul, magmatik ve metamorfik türden ticari dilde mermer olarak bilinmektedir [2].
Bu tanım uyarınca kireçtaşı, traverten, kumtaşı gibi tortul taşlar; gnays, mermer, kuvarsit gibi metamorfik taşlar; granit, siyenit, serpantin, andezit, bazalt gibi magmatik taşlar da mermer olarak isimlendirilmekte ve doğal taşlar denilmektedir [2, 3].
Mermer ve taşocağı, mıcır üretimi yapılan kaya türleri rekristalize kireçtaşı (jeolojik anlamda mermer), traverten, gnays, granit, granodiyorit, kuvars diyorit, diyorit, gabro, diyabaz, andezit, bazalt, serpantin, sert tüfler, oniks mermeridir. En fazla kireçtaşı ve travertenden mermer üretimi yapılmaktadır [3].
Blok mermer.
Türkiye mermer yatakları
Türkiye mermer yatakları, haritada, kırmızı noktalarla gösterilmiştir. Haritaya baktığımızda, Batı Toros Dağları Burdur, Antalya yöresinde, kuzeybatı Anadolu bölgesi Balıkesir, Eskişehir, Bilecik yöresinde, Güneydoğu Anadolu bölgesi Diyarbakır yöresinde kireçtaşı, Batı Anadolu’da Afyonkarahisar yöresinde rekristalize kireçtaşı (jeolojik anlamda mermer), Denizli yöresinde traverten, İç Anadolu’da Ankara’da andezit, Kırşehir’de granit, gabro, Nevşehir’de sert tüf üretiminin yoğunlaştığını görmekteyiz.
Türkiye mermer yatakları haritası [4].
Mermer işleme tesisleri
Toplam 1079 mermer işleme tesisinden, 1029 adedinin Afyonkarahisar, İzmir ve Denizli olmak üzere 3 ilde bulunduğu, toplam sayının üçte ikisinin ise sadece Afyonkarahisar’da olduğu görülmektedir [5].
Mermer ve taş ocaklarının olumsuz etkileri
Taş ocağı faaliyeti başladığında ilk önce toprakla birlikte, orman ve bitki örtüsü ortadan kaldırılır. Morfoloji bozulur, erozyon hızlanır, tarım alanları zarar görür. Yeraltı su sistemi bozulur, patlatmaların etkisiyle heyelan, çökmeler olur. Yaydığı toz, çevrede yaşayanları ve bitkileri etkiler. Gürültü ve görüntü kirliliği olur. Pasalar, çamur atıkları çevreyi kirletir. En sonunda geriye tehlike yaratan falezli, su dolu devasa çukurlar kalır.
Morfolojik yapının bozulması
Taş ocağı faaliyetiyle alanın morfolojik yapısı bozulmakta, orman ve bitki örtüsü yok edilmekte, çıplak kalan ve özelliğini kaybetmiş zemin, yağmur suları ve buzlanmayla daha çabuk parçalanarak, ufalanmakta, aşınan malzeme sellerle taşınarak erozyona yol açmaktadır.
Erozyon ve sel sularıyla dere suyuna karışan kil boyutundaki malzeme balıkların solungaçlarına yapışarak ölmelerine neden olmaktadır. Ayrıca, pasalardan (atıklardan) dere suyuna karışan sedimanlar suyun sıcaklığını, pH, elektrik iletkenliği ve biyolojik oksijen ihtiyacı derişimini değiştirerek canlılar için zararı olmaktadır.
Ormana etkisi
Orman alanlarında açılan taş ocağı ve mermer ocakları, yerel iklim ve mikro klimasında değişimlere yol açmakta, topraktaki canlıların yok olması, nemli ve verimli toprağın kaybı ile abiyotik minerallerin, faunanın etkilenmesi, toprak suyunun kaybıyla ağaçların büyümeleri olumsuz etkilenmektedir[6]. Dağlık ve tepelik arazideki ormanlar ve bitkiler su da üretirler. Yere düşen yağış, gözenekli orman toprağından sızarak ana kaya çatlak sistemine, oradan da kaynaklara, derelere ve yer altı suyuna ulaşır. Taş ocaklarıyla bu sistem zarar görür.
Batı Toroslar bölgesi Finike’de orman içinde ve dere kenarında açılmış, pasalarının tarım alanını ve yakınında yaşayanları tehdit eden bir mermer ocağı.Kızılçam ormanı içinde açılmış bir taş ocağı (Fotoğraf: Eşref Atabey).
Su kaynaklarına etkisi
Tüf, bazalt gibi gözenekli volkanik kayaçlar ile traverten, kireçtaşı kayaları gibi sedimanter kayaçların gözenekleri ile kırık ve çatlakları içinde, yağmur sularının zemin içerisine süzülmesiyle oluşan meteorik sular, daha önceden hapsolmuş formasyon suları vardır. Sedimantasyon sırasında hapsolmuş olan formasyon suları hidrolojik döngünün bir parçasıdır. Ayrıca çok eski jeolojik zamanda oluşan fosil sular bulunmaktadır. Özellikle kireçtaşı kayaları birer su deposudurlar [7,8].
Mermer ve taş ocağı faaliyetleriyle yer altından aşırı su çekimi olmaktadır. Özellikle orman/bitki örtüsü yok edilmekte ve ekolojik denge tamamen bozulmaktadır. Taş ocakları yarmaları kaya çatlak sistemlerini kestiklerinden, yer altı suyuna sızan suyun açığa çıkmasına, akış yönünün değişmesine, buharlaşmasına ve kaybına neden olmaktadır. Ayrıca, su derine kaçtığından yer çökmelerine neden olur. Patlatmalarla mevcut su kaynaklarının yolu değişmekte, su kaynakları azalmakta ya da kurumaktadır.
Kireçtaşları mikro ve makro çatlaklı ve gözenekli, içinde karstik boşluklar barındıran, kar sularını depolayan tıpkı bir binanın çatısındaki su deposu gibi, birer su deposudurlar. Taş ve mermer ocağı ile bu sistem ortadan kalkmaktadır.
Blok mermer üretimi esnasında arazinin fiziki yapısı bozulduğundan, birer su deposu olan kayaçlar ve ormanlar yok edildiğinden, canlılar için yaşam kaynağı olan su kaynakları azalmakta ya da yok olmaktadır. Mermer üretim sanayi, enerji ve su yoğun bir sanayidir. Özellikle blok mermerlerin kesimi esnasında aşırı derecede su kullanılmaktadır. Mermerde sanal su kullanımı (su ayak izi) konusu diğer yazıda bahsedilecektir.
Karstik su kaynaklarını kesen basamaklı mermer ocağı.
Burdur-Karamanlı-Yeşilova-Yarışlı Gölü çevresindeki mermer ocaklarının uydu görünümü. Açık görünen yerler mermer ocaklarıdır. Mermer ocaklarının doğaya yaptığı tahribatın boyutları açıktır. Sel sularıyla göle gelen mermer çamuruyla Yarışlı gölü artık dolmak üzeredir. Mermer ocaklarının su deposu konumundaki kireçtaşı kayalarını yok etmesiyle göl kurumaya yüz tutmuştur.
Toprak ve tarıma etkisi
Toprağın ana maddesi kayaçlardır. Kayaçlar olmazsa toprakta, bitkilerde, su da olmaz. Mermer ve taş ocaklarıyla kayaçlar yerlerinden kaldırıldığı için çevresindeki toprak oluşumu da durmaktadır. Tarım alanlarına sınır taş ocağı ve mermer ocaklarının tozları bitkilere ve ekili alanlara zararı olmaktadır. Tarım alanlarında toprağın nemi azalmakta ve toprak kurumakta, tarımsal faaliyette ve içme amaçlı kullanılan yer altı suyu azalmakta, kuyuların su seviyeleri düşmekte, ağaçlar kurumaktadır. Mermer tozu, bitki yapraklarında stomaları kapatır ve bitki zayıf düşer. Bitki zayıf düşünce parazitler bitkiye hücum ederler ve bitki ölür. Toz, bitkilerin yapraklarında solunumu ve fotosentezi engeller, döllenmeyi önler ve meyve oluşumunu azaltır [6]. Ayrıca taş ocaklarından kaynaklı toz, çevrede arıcılık faaliyetlerine zarar vermektedir.
Zeytinlik yasası
3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, Madde-20: “Zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağıfabrikası hariç zeytinliklerin vegatatif ve generatif gelişmesine mani olacak kimyevî atıkbırakan, toz ve duman çıkaran tesis yapılamaz ve işletilemez’’ diye ifade edilmektedir [9].
Bu kanuna göre; taşocağı ya da mermer ocağı çevresinde zeytinlikler bulunmakta ise ve zeytinliklere mesafesi 3000 metreden daha az ise taşocağı ya da mermer ocağına faaliyetine izin verilemez.
Patlatmaların etkileri
Taş ocağı yakınında yaşayan insanlar, evlerinin duvarları çatlayacak mı, ev yıkılacak mı, çatıya taş mı gelecek endişesiyle korkmaları, psikolojilerinin ve huzurunun bozulmasıdır. Kontrol ve denetimleri tam yapılamayan bazı taş ocaklarında dinamit patlatılmasından çevredeki yaşayanlar ve ocakta çalışanlar yaralanmaktadır. Patlatmayla oluşan sarsıntıyla heyelanlar ve zeminde çökmelerin olması, evlerin duvarlarında çatlaklar oluşturması, patlatma anında çevreye fırlayan kaya parçaları evlere, ekili alanlara, bitkilere, ağaçlara, zeytin gibi meyve ağaçlarına zarar vermektedir.
Yerleşim yeri yakınında açılmış bir taş ocağında dinamit patlatması sırasında havaya yayılan toz bulutu.
Tozların zararları
Mermer tozu en küçük boyutta mermer atıklarıdır. Mermer tozları, mermer işleme tesislerinde blokların ve plakaların kesilmesi esnasında açığa çıkan ve büyük çoğunluğu 1 mm’nin altında olan mermer tanecikleridir. Mermer tozunun tane boyutunun yüzde 90’ının 56 mikron altında olduğu saptanmıştır.
Mermer tozu inerttir, yani akciğerlerde bir zarara yol açmayan toz olarak kabul edilmektedir. Ancak bu bilgi doğru değildir. Çünkü mermer tanımına göre; kesilip, parlatılabilen her tür kayaç ticari anlamda mermer olup, mermer olarak işletilen ancak, içlerinde kanserojen toz bulunan kayaçlar da vardır. Plaka kesimi esnasında ise en az yüzde 15-50 oranında toz olarak atık oluşmaktadır. Özellikli kuru havalarda ve rüzgârlı günlerde mermer tesislerinin çevresinde ciddi toz kirliliği oluşur. Toz kirliliği çevredeki bitki ve ağaç örtüsüne ciddi zararlar verir.
Mermer tozundan zarar gören zeytinlik.
Mermer çamuru zararı
Mermer ocağında ve atölyesinde oluşan mermer çamurunun önemli bir miktarı kalsiyum oksit ve magnezyum oksittir. Az miktarda kuvars, silisli şist, çakmaktaşı, grafit ve limonit içerir. Çamurdaki partiküllerin boyutları 200 mm’nin altındadır [5]. Mermer kesiminden kaynaklı atıksu özellikleri çizelgede verilmiştir. Buna göre, elektriksel iletkenliğin 12.500 mikrosiemens/cm, toplam katı madde 9600 mg/l değerleriyle yüksek olduğu görülmektedir. Bu özellikteki su alıcı dere, kaynak ve göllere ulaştığında ciddi kirlilik oluşturacaktır.
Atıksu özellikleri;
Ph: 7,2
Sıcaklık: 200C
Bulanıklık (NTU): 390
Elektriksel iletkenlik: 12500 µs/cm
Toplam katı madde: 9600 mg/l
Toplam uzaklaştırılmış katı madde: 2100 mg/l
Toplam çözünmüş madde: 7500 mg/l
“Mermer çamurları gelişi güzel döküldüğü zaman eko sistemin fiziksel, kimyasal ve biyolojik yapısı için ciddi tehdit oluşturmaktadır. Mermer çamuru toprağa döküldüğü zaman, toprağın su süzme kapasitesini azalttığından dolayı arazinin üretkenliğini ters etkiler. Alıcı ortam suyunun bulanıklığını artırır ve faydalı kullanımını azaltır.Toprağa dökülmüş mermer çamurları, bitki örtüsünün geliştirmesini önler veya bodur bırakır.Dere yataklarının doldurur ve dere kesitinin daralmasına neden olur. Bazı dereler bu atıklarla doldurulmuştur. Toprağa dökülmüş mermer çamuru kuruduğu zaman küçük partiküller havada uçuşarak ciddi hava kirlenmesine neden olur. Mesleki sağlık problemleri bir yana, endüstriyel alanlarda bulunan makineleri ve enstrümanları olumsuz etkiler” [5].
Yağmurlu mevsimlerde mermer çamurları nehirlere, kanallara ve yollara akarak suyun kalitesini olumsuz etkiler, depolama kapasitesini azaltır ve suda yaşayan canlılara zarar verir. Çevrede otlayan hayvanlar mermer çamuru birikintilerine, havuzlarına saplanabilirler.
Aydın’da mermer çamuruna saplanan atlar (2020).
Mermer çamuru alıcı nehirlere ulaştığında kil boyu partiküller balıkların solungaçlarına yapışarak, tıkamakta ve oksijensiz bırakarak toplu ölmelerine yol açmaktadır. “Katı maddelerle birlikte akarak göl ve göletlerin su tutma kapasitesini azaltmaktadır.Toprağa uzun süreli çökelmeden dolayı, daha küçük partiküller, su taşıma rejimini düşürmekte, bu durumdan yer altı suyu ciddi şekilde olumsuz etkilenmektedir” [5].
Pasaların – katı atıkların etkisi
Blok mermer üretimi esnasında yarı yarıya atık oluşmaktadır. Mermer ve taş ocağı pasaları, resimlerde örneği görüldüğü üzere yerleşim yerlerini, orman ve bitki örtüsünü, tarım alanlarını, vadileri, dere, göl, baraj, su kaynaklarını tehdit etmektedir.
Mermer madenciliği, 3213 sayılı Maden Kanununda “II (b)-Mermer, Traverten, Granit, Andezit, Bazalt gibi blok olarak üretilen taşlar ile dekoratif amaçla kullanılan doğal taşlar” grubunda değerlendirilmekte olup, bu madenlerin aranması, çıkarılması ve fiziksel işlemlerle işlenmesi sonucunda oluşan maden atıkları, 2017 yılı Maden Atıkları Yönetmeliğinde İnert Atık Listesinde yer almaktadır.
Maden Kanunu’nda geçen bu ifade doğru değildir. Mermer tanımı içinde yer alan ve işletilen kanserojen asbest içerebilen peridotit, serpantin, kanserojen eriyonit içeren tüf-ignimbrit, radyoaktif olabilen granit ve tüf ile silikozis nedeni olabilen silis içeren kayalar da vardır. Bu kayaların tozları hastalık yapabilir ve dolayısıyla inert değildirler. İnert toz sadece rekristalize kireçtaşı, kireçtaşı ve traverten tozlarıdır.
Mermer atıklarının boş alanlara dökülmesi.
“Maden Atıkları Yönetmeliği’ne göre arıtmadan çıkan çamurlar ve kesimden çıkan değerlendirilemeyen parça mermerlerin gelişi güzel araziye verilmesi yasaktır. Birçok yerdeki bazı mermer fabrikaları mermer çamurlarını standartlara uymayan yerlere dökmektedirler. Bazı mermer fabrikaları ise gelişi güzel yerlere, dere yatakları gibi, atıklarını geceleri atmaktadırlar. Bu çirkin görüntüye neden olmaktadır”’ [5].
Mermer ocaklarından çıkarılan mermer bloklarının yaklaşık yüzde 50’ye yakın bir oranı atık olarak açığa çıkmaktadır. Mermer blokları ve plakalardan mermer üretimi esnasında ciddi miktarda mermer tozu, mermer çamuru ve katı atık oluşmaktadır. Atık suları arıtılmadan kanalizasyona bağlanmakta ve derelere verilmektedir. Bu tesislerin birçoğu çevreyi ciddi olarak kirletmektedirler. Taş ve mermer ocağı iş makinaları yağlar, petrol ve türevleri, bazı kimyasallar toprak ve yer altı suyunu kirletebilmektedir.
Mermer ocaklarından kaynaklı mermer çamurunun dere suyunu beyaza dönüştürdüğü görüntü [6].
Gürültü kirliliği
Plaka mermer üretimi esnasında gerekli önlemleri almayan tesisler ciddi gürültü kirliliği oluşturmaktadır. Blok mermer işleme tesislerindeki kesim ve diğer işlemlerdeki makinelerden kaynaklanan gürültü çevrede yaşayanların sağlığını etkileyebilir. Gürültü seviyeleri, Gürültü Kontrol Yönetmeliği’ndeki limitleri aşmamalıdır. Gürültünün çevreye yayılması önlenmelidir. Tesis makinelerinden kaynaklanan gürültünün çevreyi rahatsız etmemesi için İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin istenen, Çevre Koruma Bandı duvar veya perdeleme yapılmalıdır.
Görüntü kirliliği
Mermer ve taş ocaklarında potansiyel görsel etki kaynakları ocağın yapısal özellikleri, hareketli alanlar ve inşaat alanlarıdır. Bütün bu unsurlar ufuk çizgisinden yükselerek, kendilerini doğal çevrede görünür kılarlar. Bundan dolayı mermer ocaklarının genel görüntüsü, çeşitli boyutlardaki çukurlukları ile toprak ve mermer artıklarından oluşan yığma tepeler (döküm sahaları) şeklinde görülmektedir. Bu manzara görüntü kirliliği yaratmakta, insanda psikolojik rahatsızlık oluşturmaktadır. Blok mermer tesisi arazisinin tüm çevresine dağılmış olan çamur kümeleri çirkin görüntülere neden olur. Bölge estetiğini bozar. Turizmi ve bölgenin endüstriyel potansiyelini olumsuz etkiler.
Burdur-Tefenni-Karamanlı-Yarışlı Gölü arasındaki tepelerin hemen hepsinde, bir taş ocağı faaliyet göstermektedir.
Tehlike oluşturması
Taş ocakları faaliyetleri sonunda, geride dik uçurumlu, suyla dolan devasa çukurlar oluşmaktadır. Terk edilen ocak çevresinde koruma önlemleri alınmadığından bu durum, çevredeki insanlar ve hayvanlar için, yaban hayatı için tehlikeli olmaktadır. Falezden düşme ve suda boğulma olabilmektedir. Karayolları inşaatı ve asfaltlama için ana yollara taş ocakları açmaktadır. Özel sektör taş ocakları işletmelerinin rekabet ortamında avantaj sağlamak için köy, kasaba, şehir yolları güzergah üzerinde ocak planlayıp açmaktadırlar. Fiziki kirlenmeyi (toz, toprak, titreşim gibi) düşünmeyerek dere kenarında taş ocak işletmeleri açılmaktadır. Yüksek kademe ve şevlerde kaya kopması ve düşmeleri sonucu gerek çalışan gerekse sivil insanların ölümlü kazalar olabilmektedir. [10].
Tehlike oluşturan devasa taş ocağı çukurları.
Faaliyeti biten mermer ve taş ocaklarının eski haline getirilmesi
Kayaçların toprağa dönüşmesi binlerce yüzlerce yılları almaktadır. Ve oluşan toprakta ağaçlar, bitkiler yetişmektedir. Toprak bir canlıdır. Bir gram kuru toprakta milyarlarca mikroorganizma vardır ve canlıları besleyen toprağa hayat verir. Terk edilen ocakların ağaçlandırılması ve eski haline getirilmesi olanaklı değildir. Çünkü dikilen ağaçların yeşermesi ve boy vermesi için, henüz toprak oluşmamıştır.
Taş ocağı çukurları arazinin yer altı suyu akışını engeller. Çukur bölüm ağaçlandırılamadığı için çöp ve atık maddelerin doldurulduğu, lağım atıklarının boşaltıldığı depoya dönüşmektedir. Taş ocağı çukuruna doldurulan kirletici atıklar yer altı sularına sızarak, içme sularını kirletir.
Taş ocaklarının eski haline getirilmesi.
Mermer ve taş ocaklarıyla;
Arazinin fiziksel yapısı bozulmakta, toprağın erozyonu hızlanmaktadır.
Yer altı ve üstü su dengesi bozulmaktadır.
Tarım, orman ve rekreasyon alanları zarar görmektedir.
Patlatmalarla su kaynakları kaybolmakta, gürültü kirliliği olmaktadır.
Patlatmalarla oluşan sarsıntıların tetiklediği heyelanlar olabilmektedir.
Tozlar havayı, toprağı ve suyu kirletmektedir (Düzgün, 2009).
Su kaynaklarının kuruması, bitkilere zararı, nakil yollarının açılması suretiyle trafik artışı ve yolların oluşturduğu parçalanma yaban hayata zararı olmaktadır.
Ocaklar terkedildikten sonra geride devasa çukurlar bırakılmakta, çevresinde koruma önlemi alınmadığından, insanlar ve hayvanlar için tehlike oluşturmaktadır.
Terk edilen ocakların yerleşim yerlerine yakın olanları genellikle inşaat ve hafriyat atığı, katı çöp depolama alanı olarak kullanılmaktadır.
Mermerde renk modasının doğaya ve yer altı suyuna verdiği zarar
Mermerde renk modasının takip edildiği, modanın beyaz ve gri olduğu belirtilmektedir. Bu bilimsel bir yaklaşım olmadığı gibi, bu durum mermer sektörünün nasıl yönlendirildiğinin de bir göstergesidir. Beyaz ve gri modası fırsatından bir an önce yararlanmak için, gri ve beyaz olan kireçtaşı kayalarında daha fazla mermer ocağı açılacak, daha fazla doğa ve çevre tahrip edilecek, su kaynakları kurutulacaktır. Toroslarda daha fazla orman yok edilecek, daha fazla blok mermer ihraç etmek için milyonlarca yılda oluşan birer su deposu olan kireçtaşı kayaları kısa sürede ortadan kaldırılacaktır.
Mermer ihracatı ekonomiye yarardan çok doğaya ve yer altı suyuna zarar veriyor
Madencilik ve taş ocakçılığı sektörünün GSMH içindeki payı 2021 yılına göre yüzde 1,3’dür. 16.1.2023 tarihi itibariyle Türkiye’de toplam 15.096 maden ruhsatı bulunmaktadır. Grup II (b) doğal taşların içinde bulunduğu madenlerde 16.1.2023 itibariyle 571 adet işletme ruhsatı vardır.
2021 yılı doğal taş üretimi 18.250.688 ton olmuştur.
2022 yılı doğal taş ihracatı 2.096.357.743 dolardır [11]
2022 doğal taş ihracatı 7.177 bin ton olmuştur [12].
Blok mermer ihracatı daha fazla yapıldığından, doğa daha fazla tahrip edilmekte, su deposu görevi gören özellikle kireçtaşı kayaları daha fazla parçalanmakta, ormanlar da daha fazla yok edilmektedir. Blok mermer ihracatıyla aslında yapılanın, yıllarca toprağı, bitkileri, canlıları besleyen suyu bünyesinde tutan ve depolayan kayalarla birlikte bir bakıma su da ihraç edilmiş olmaktadır.
Öneriler
Mermer ve taş ocakları madenciliği iç talebi karşılayacak ölçüde ve bilimsel temelli olmalıdır. Gayri Safi Milli Hasıla ve istihdamdaki payı, mermer ihracatının getirisi, yurt içinde yaptığı doğa tahribatı, su kaynaklarına zararı düşünüldüğünde, önemli bir payı olmadığı görülmektedir. Türkiye’deki çoğu mermer ocakları çoğu bilimsel temelli arama ve incelemelere dayandırılmayan arama ve işletme yöntemleriyle faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Gelişigüzel açılan ocaklar doğayı tahrip ettikten, çevreye zarar verdikten bir süre sonra, bilimsel kriterler dikkate alınmadığından ekonomik olmadıkları gerekçesiyle kapatılmak zorunda kalınmaktadır.
Yaklaşık 40 yıl Türkiye’nin hemen her yerinde çalışmış bir jeolog olarak, bu şekilde açılmış ve ekonomik olmadığından bir süre sonra kapatılmış yüzlerce mermer ocağına tanık oldum. Mermer ocakları açılmadan önce jeolojik, sedimantolojik, petrografik, mineralojik incelemeleri, dağılımı, geometrisi, rezerv hesaplamaları yapılmalıdır [2, 3, 13].
Dr. Eşref Atabey
Jeoloji Yüksek Mühendisi / Tıbbi Jeoloji Uzmanı / Yazar
Kaynaklar
[1] Resmi Gazete. Maden Yönetmeliği. Tarih: 21 Eylül 2017. Sayı:30187.
[2] Deniz İ. Önenç ve Eşref Atabey. 2003. Mermer Meslek içi Eğitim semineri kitabı. JMO yayını No: 74. 175s. Ankara.
Almanya’da geriye kalan son üç nükleer reaktör de bugün kapatılacak. Bu adımla birlikte Avrupa’nın en büyük ekonomisi, nükleer enerjiden tamamen vazgeçmiş olacak.
15 Nisan 2023’te son üç reaktörün de kapatılmasıyla Almanya’da yaklaşık 50 yıl sonra nükleer santraller dönemi sona eriyor. Nükleer güç hakkındaki tartışmalar son yıllarda Alman toplumunu ve demokrasi anlayışımızı şekillendirdi. Çevre tarihçisi Frank Uekötter, meselenin sadece “ucuz enerji” olmadığını söylüyor. “Bunda hukukun üstünlüğü söz konusu, meşru protestonun sınırları söz konusu. Aynı zamanda, gerçekten içinde yaşamak istediğiniz toplum türü üzerinde anlaşmaya varabilmek söz konusu.”
Nükleer karşıtı hareketin başlangıcı
1970’lerin başında, petrol krizinin ardından nükleer enerji daha da önem kazanmıştı. 1975’te, nominal gücü 1.000 megavattan fazla olan dünyanın ilk nükleer enerji santrali olan Biblis devreye girdi. Ancak nükleer enerji santrallerinin inşasıyla, nükleer enerjinin gerçekte ne kadar karmaşık, arızaya açık ve ne kadar pahalı olduğu giderek daha açık hale geliyor. 1975’te ABD nükleer santrali Browns Ferry’de çıkan bir yangın ve 1979’da Harrisburg’daki (ABD) kısmi çekirdek erimesi, inşaat sırasında her zamankinden daha yüksek taleplere ve giderek daha kritik bir kamuya yol açtı. Uyarıcılar başlangıçta neredeyse hiç duyulmazken, her yeni inşaat projesinde direniş daha da güçlenir. Nükleer enerjiye karşı, ülkenin dört bir yanında yurttaş inisiyatifleri oluşur.
1975’te bağcılık yapan küçük Whyl kasabasının çiftçileri ve sakinleri, bir nükleer enerji santralinin inşasını protesto etti. Şehirlerden gelen genç insanlar tarafından destekleniyorlar. Tarihçi Astrid Mignon Kirchhof, “o zamanlar uzun saçlı hippi öğrencilerin önlüklü köylü kadınlarla birdenbire politize olmaya ve bu tek konuda bir araya gelmeye başladıkları” bir protestoyu anlatıyor. Bu, nükleer karşıtı hareketin ilk büyük başarısıdır: Planlanan nükleer santral inşa edilmemiştir.
Whyl’daki protestolar büyük ölçüde barışçıl geçerken, 1976’da Brokdorf Savaşı olarak anılan protestolarla artık güvenlik güçleriyle çatışmalar yaşanmaya başladı. Yaklaşık 30.000 kişi, Almanya’nın kuzeyinde yapımına başlanan nükleer santral inşaatına karşı gösteri yaptı. Kitle çiftçiler, çevre korumacılar, öğrenciler, siyasi aktivistler, bilim adamları, avukatlardan oluşan renkli bir gruptu. Yüzlerce göstericinin yaralandığı isyanlar çıktı.
1981’de Brokdorf’ta protestolar yeniden ilan edildiğinde gösteri yasağı getirildi. Yine de, yaklaşık 100.000 kişi bir araya geliyor ve bu, Almanya’da bugüne kadarki en büyük nükleer karşıtı gösteri oldu. Polisin tazyikli su, helikopter ve göz yaşartıcı gaz kullanmasına göstericiler taş ve molotof kokteyliyle karşılık verdi.
Federal Anayasa Mahkemesi daha sonra gösteri yasağının kabul edilemez olduğuna karar verdi. Nükleer enerji muhalifleri için kısmi bir başarı ve toplanma özgürlüğünün güçlendirilmesi: Çevre tarihçisi Frank Uekötter, “Nükleer karşıtı hareket çok çabuk öğreniyor: Sözlerle, mahkemede, medya tartışmalarında gerçekten bir şeyler başarabiliyor” diye sonuç çıkarıyor olan bitenden.
1979’da Gorleben’deki protestolar sırasında, çok sayıda traktör eşliğinde yaklaşık 100.000 gösterici Hannover’e taşındı. Yeşiller partisi, 1980 yılında Batı Almanya’da barış, çevre ve nükleer karşıtı hareketlerden kuruldu. Ana konularından biri hala nükleer enerji. 1986’daki Çernobil nükleer felaketinin ardından protestolar yoğunlaştı. Tarihçi Joachim Radkau, nükleer karşıtı hareketin güçlenmesine ek olarak, nükleer enerjinin azalmasına neden olan başka faktörler de görüyor. Protesto hareketini “nükleer enerjide gizli bir ekonomik kriz izledi. Almanya’da 1982’den beri hiçbir yeni büyük nükleer santral devreye alınmadı.”
1998’de Federal Meclis seçimlerini kırmızı-yeşil kazandı ve ilk kez Birlik90/Yeşiller ile parti, büyük ölçüde nükleer karşıtı hareketten doğan federal hükümette hükümet sorumluluğunu devraldı. Hükümet nükleer endüstri ile müzakerelere başlar. Hedef: Nükleer konsensüs olarak adlandırılan nükleer enerji kullanımının aşamalı olarak kaldırılması. Hükümet ve şirketler arasında 18 ay boyunca bir mutabakat müzakere edildi ve nihayet 2001 yılında Şansölye Gerhard Schröder şunları söyler: “Az önce attığımız imzalarla, nükleer enerjinin düzenli ve ekonomik açıdan mantıklı bir şekilde kullanımına son vermeyi nihayet kabul ettik.”
2009 yılında yönetimi Angela Merkel liderliğindeki siyah-sarı koalisyon hükümeti devraldı. Yeni hükümet, nükleeri aşamalı olarak devre dışı bırakma yasasını bozar ve hizmet ömrünü uzatmaya karar verir ‒ ancak, 11 Mart 2011’de Japonya’nın Fukushima kentindeki reaktör kazası nedeniyle üç aydan daha az bir süre için iptal eder.
Sonuçta Almanya’da yıllarca verilen nükleer karşıtı mücadelenin, Çernobil faciası ve 11 Mart 2011’de Fukushima kentindeki reaktör kazasının kamuoyundaki büyük etkisiyle de birlikte nükleer karşıtlarının zaferiyle sonuçlandığı ve böylece Almanya’da 15 Nisan itibariyle nükleer macerasının sona erdiği söylenebilir. Darısı Türkiye’de dâhil diğer nükleer santralli ülkelerin başına.