Cuma, Ekim 17, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog

Dijital Monarşi ve Toplumsal Çöküş: Veri Güvenliği, Merkezi Kontrol ve Yönetimin Dönüşümü

​Yusuf ÜÇAY

Günümüz toplumunu köklü bir şekilde yeniden şekillendiren dijitalleşme dalgası, beraberinde getirdiği büyük potansiyelin yanı sıra, toplumsal yapının temel direklerini zorlayan ciddi riskleri de içermektedir. İnternet, mobil teknolojiler ve yapay zekâ uygulamalarının günlük hayatın her köşesine entegre olması, bireysel verilerin devasa boyutlarda toplanıp merkezileşmesine yol açarken; bu durum, bir “Dijital Monarşi”nin sessizce yükselişine ve potansiyel bir toplumsal çöküş senaryosuna işaret etmektedir.

1. Dijitalleşme ve Veri Güvenliği Paradoksu
​Dijitalleşmenin hızı, veri güvenliği önlemlerinin gerisinde kalmaktadır. Her geçen gün artan siber saldırıların ölçeği, bu hassas dengeyi gözler önüne sermektedir. Örneğin, küresel çapta 2019’un ilk yarısında 4.1 milyar veri ihlali tespit edilmiş olması, bu tehdidin boyutunu açıkça göstermektedir. Şirketler için bir veri ihlalinin ortalama maliyetinin 3.92 milyon dolar seviyelerinde olması (2019 verisi), dijital ekonominin bu kırılgan zeminde ilerlediğini teyit etmektedir. Verilerin bu denli büyük ölçekte ve sıkça tehlikeye atılması, bireylerin dijital sistemlere olan temel güvenini sarsmaktadır.

2. Merkezi Veri Kontrolü ve Yönetimin Dönüşümü: Algoritmik Tahakküm
​Merkezileşmiş devasa veri yığınları, yalnızca güvenlik riski taşımakla kalmaz, aynı zamanda iktidar sahiplerine (hükümetler ve büyük teknoloji şirketleri) eşi benzeri görülmemiş bir toplumsal denetim gücü sunar. Bu durum, yönetim biçimini de kökten değiştirmektedir:
​Veri Odaklı Yönetimin Kontrol Gücü: Geleneksel bürokratik yönetimin yerini, bireylerin çevrimiçi aktiviteleri, konum bilgileri ve davranışlarına dair toplanan verilerle beslenen “veri odaklı yönetim” almaktadır. Bu veriler, algoritmik sistemler aracılığıyla analiz edilerek, hem ticari hem de siyasi amaçlarla toplumsal davranışları önceden tahmin etme ve yönlendirme yeteneği vermektedir. Örneğin, belirli bir sosyal kesimin politik eğilimlerini belirleyip, mikro hedefleme ile oylama davranışını etkileme çabaları, bu kontrol mekanizmasının siyasi izdüşümüdür.

Algoritmik Tahakküm: Yeni yönetim biçimi, geleneksel toplumsal kontrol mekanizmalarının (yazılı ve yazısız kurallar) yanına, bireyleri sürekli izleyen, sınıflandıran ve hedefleyen “algoritmik tahakküm” adı verilen yeni bir gözetim biçimi eklemektedir. Teknolojinin yanlış kullanımı, yüz tanıma algoritmalarının bazı etnik grupları yüksek oranda yanlış sınıflandırması gibi örneklerle kanıtlandığı gibi, sistemik ayrımcılığı artırma potansiyeli taşımaktadır. Yönetim, “ölçülebilir” metriklere aşırı odaklanarak biyoçeşitlilik kaybı veya yerinden edilme gibi karmaşık sistemik sorunları göz ardı edebilmekte, bu da uzun vadeli toplumsal ve ekolojik çözümleri engellemektedir.

3. Online Kumar ve Dijitale Entegre Suç Alanının Yükselişi: Verinin Silahlanması
Dijitalleşme, suç alanının da hızla evrilmesine neden olmuştur. Online kumar ve dolandırıcılık, dijital suçların ön saflarında yer almaktadır.

Sektörün Büyüklüğü ve Toplumsal Yıkım: Küresel kumar endüstrisi 2023’te 536 milyar dolara ulaşırken, bunun yaklaşık 132 milyar dolarını (%24,6) sanal kumar oluşturmuştur. Sanal kumar pazarının 2030 yılına kadar 150 milyar doları aşması beklenmektedir. Türkiye gibi ülkelerde sanal kumar oynayanların oranı %10.6 ile dünya ortalamasının üzerinde yer alırken, kumar bağımlılığı nedeniyle danışmanlık merkezlerine yapılan başvuruların büyük çoğunluğu (örn. YEDAM’a başvuranların %97’si erkek) genç ve orta yaş (26-35 yaş grubu en yüksek başvuru) grubunda yoğunlaşmaktadır. Bu durum, sadece bireysel mali çöküşlere değil, aynı zamanda ulusal düzeyde üretkenlik kaybına ve aile dramlarına neden olan bir toplumsal bağımlılık pandemisi yaratmaktadır.

Yasa Dışı Bahis ve Kara Para Aklama: Yasa dışı bahis ve kumar, aynı zamanda küresel bir kara para aklama mekanizması olarak da işlev görmektedir. Suç örgütleri, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı gibi yasadışı faaliyetlerden elde ettikleri parayı, karmaşık sanal bahis ve kumar sistemleri üzerinden dönüştürerek yasal hale getirmeye çalışmaktadır. Bu sitelerin sayısındaki büyük artış (bir ülkede 2024’te yasa dışı bahis ve kumar nedeniyle 375 binden fazla sitenin erişime kapatılması), bu suç ekonomisinin devasa boyutunu ve devletlerin denetim yeteneği üzerindeki baskısını göstermektedir.

Çalınan Veriler: Dolandırıcılığın Yeni Silahı: Dolandırıcılık, veri ihlallerinde ele geçirilen kimlik bilgileri, finansal detaylar ve kişisel alışkanlıklarla beslenen “hassas güdümlü füze” saldırılarına dönüşmüştür. Dolandırıcılar, sızan bu verileri kullanarak hedefli oltalama (spear phishing), kusursuz sosyal mühendislik saldırıları ve kimlik hırsızlığı gerçekleştirmekte, kurbanın güvenini kazanarak finansal varlıklarını kolayca ele geçirmektedir.

Sonuç: Dijital Monarşi’den Kaçınmak

Dijitalleşmenin sunduğu konfor ve hız, veri güvenliği riskleri, merkezileşmiş kontrolün toplumsal denetim potansiyeli ve online suçların yaygınlaşması gibi bedellerle gelmektedir. Merkezi veri sistemleri etrafında kurulan ve büyük teknoloji/devlet aktörlerinin elinde yoğunlaşan bu güç, bireyin bir veri noktasına indirgendiği bir “Dijital Monarşi”nin doğuşunu simgelemektedir.

Bu monarşi, toplumsal uzlaşının, demokratik tartışma kültürünün ve bireysel refahın zayıflamasına yol açarak, toplumsal çöküş riskini artırmaktadır. Bu döngüyü kırmak için; teknolojik sorumluluk, şeffaflık, hesap verebilirlik mekanizmalarının güçlendirilmesi ve bireylerin dijital okuryazarlığının artırılması elzemdir. Aksi takdirde, verinin silahlandırıldığı ve yönetimin algoritmaların hükmüne girdiği bir gelecekte, dijitalleşmenin vaat ettiği aydınlık çağ yerine, gözetimin karanlık çağına doğru ilerlemek kaçınılmaz olacaktır.

2. Mezopotamya Su Forumu Çağrı !

0

İkinci Mezopotamya Su Forumu’nun 17-18 ve 19 Ekim 2025 tarihlerinde Amed (Diyarbakır) kentinde düzenleneceğini heyecanla paylaşmak isteriz!

Nisan 2019’da Kürdistan’ın Silemanî (Süleymaniye) kentinde gerçekleşen birinci forum gibi, İkinci Mezopotamya Su Forumu (MSF) de alternatif bir su hakkı buluşması olacaktır. Bu forumda, Mezopotamya Havzası’ndaki su ve suyla ilişkili meseleler, havzaya can veren Dicle ve Fırat nehirleri ile Van Gölü’nün özgünlüğü temelinde, su havzaları bütüncül bir yaklaşımla ele alınacaktır. MSF, doğanın ve halkların su hakkını savunurken, egemen ve kapitalist su politikalarına karşı dışlanmış ve bastırılmış seslere öncelik tanıyacaktır.

Farklı etnik ve dini kültürlere ev sahipliği yapan Mezopotamya, insanlık tarihinde ilk sistematik sulama sistemlerinin geliştirildiği, tarımın başladığı ve ilk şehirlerin kurulduğu kadim bir coğrafyadır. Ancak bugün bu coğrafyada karşı karşıya olduğumuz sorunlar, tarihte hiç olmadığı kadar büyük ve sistematik boyuttadır. Geçmişte yaşanan ve süregiden savaşlar ile çatışmalar, bunlara paralel olarak halklara ve inançlara uygulanan ayrımcı politikalar ve kapitalist sistemin neden olduğu iklim değişikliği, Mezopotamya’daki dört devletin (Irak, Suriye, İran ve Türkiye) yürüttüğü merkeziyetçi, güvenlikçi ve sermaye odaklı su politikalarıyla birleşerek bölgeyi derin bir ekolojik yıkıma sürüklemektedir. Bu yıkım, milyonlarca insanın yaşam koşullarını doğrudan etkileyerek bölgeyi bir ekokırım felaketiyle yüz yüze bırakmaktadır.

MSF, yaşamın özgürlüğü, ekosistemlerin dengesi ve ekolojik adalet ilkelerine dayanan bir su politikasını benimsemektedir. Bu yaklaşımın temelinde, suyun tahakküm ve egemenlik aracı olmaktan çıkarılıp, dayanışma ve barışın kurucu unsuru haline getirilmesi yer almaktadır. MSF, yaşamın özgürlüğü ve su hakkı için mücadele eden sivil toplum kuruluşları, aktivistler, araştırmacılar, gazeteciler ve yerel topluluk temsilcileri arasında sınır tanımaksızın suya dayalı kolektif dayanışmayı desteklemeyi ve güçlendirmeyi amaçlar.

Aynı zamanda MSF, devletlerden ve hükümetlerinden, su ve suyla ilişkili politikalarını halkların ve doğanın ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürmelerini talep eder. İktidar ve sermaye odaklı kalkınma ve enerji politikalarına karşı, yerel toplulukların bilgi birikimini, dayanışma pratiklerini ve doğayla uyumlu yaşam biçimlerini esas alır. Bu nedenle forum, su varlıklarını koruma mücadelesini kültürel çeşitliliğin ve topluluk temelli yaşamın savunusuyla birlikte ele almaktadır.

Amed’de düzenlenecek foruma dair katılım, lojistik ve benzeri konulara ilişkin daha detaylı bilgilendirme MSF tarafından paylaşılacaktır. Bu bilgilendirme aracılığıyla sivil toplum kuruluşları, aktivistler, çiftçiler, sanatçılar, topluluk temsilcileri ve diğer ilgililere atölye, sanatsal çalışma/proje ya da farklı katılım biçimleri için imkân sunulacaktır.

Mezopotamya’da su varlıkları yalnızca fiziksel kaynaklar değil, aynı zamanda halkların tarihsel hafızasını, kültürel çeşitliliğini ve dayanışmacı yaşam biçimlerini taşıyan yaşamsal varlıklardır. Bu nedenle su hakkı mücadelesi sadece çevresel değil, aynı zamanda adalet, özgürlük ve öz-yönetim arayışının da bir parçasıdır. Bu forum, su ile tahakkümsüz ilişki biçimlerinin nasıl inşa edilebileceğini birlikte düşünmek, tartışmak ve üretmek için kolektif bir zemin sunmaktadır. MSF, suyun metalaştırılmasına, güvenlik aracı haline getirilmesine ve özelleştirilmesine karşı; ortak yaşamı, barışı ve halkların suya erişim hakkını esas alan alternatif yolları birlikte kurmaya çağrıdır.

Mezopotamya Su Forumu’nun ilk çağrıcıları (bu listeye genişletilmeye açıktır):

  • 1) Mezopotamya Ekoloji Hareketi
  • 2) Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi
  • 3) Dicleyi Yaşatma Kampanyası (Save the Tigris Campaign)
  • 4) Ekoloji Derneği, Amed (Diyarbakır)
  • 5) Ekoloji Derneği, Wan (Van)
  • 6) Ekoloji Derneği, Mêrdîn (Mardin)
  • 7) TMMOB Bölge İl Koordinasyon Kurulları
  • 8) Humat Dijlah, Irak
  • 9) Al Masalla, Irak Kürdistanı
  • 10) Nextep Örgütü, Kuzey ve Doğu Suriye

Daha fazla Bilgi ve İletişim

2. MSF’nin arka planı ve ilkeleri konusunda daha fazla öğrenmek için şu linki tıklayın: https://savethetigris.org/mesopotamian-water-forum-2025/

MSF ile ilgili son bilgilere ulaşmak için şu web siteye bakın: www.savethetigris.org

Instagram hesabımız: @mwf2025amed

X (Twitter) hesabımız: @mwf2025amed

2. MSF’nin email adresi: [email protected]

NOTLAR

Türkiye’den kurum kuruluşların da katılımıyla çıkacak Forumun sonuç bildirgesi de sayfamızda paylaşılacaktır.

Kurumların listesinde yeni çağrıcı katılımları olduğu sürece sitemizde güncellenecektir.

ANAYASA MAHKEMESİ TOPRAĞIMIZI VERMİYORUZ DAVASINI GÖRÜŞMEYE BAŞLIYOR

0

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun 24 Temmuz 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 7554 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun hakkında yapılan iptal başvurusu hakkında 8 Ekim 2025 tarihinde ilk incelemesini yapacağı Anayasa Mahkemesi’nin resmi sayfasından duyuruldu.

Toprağımızı Vermiyoruz kampanyasının çağrısıyla TBMM çatısı altındaki tüm muhalefet partileri bir araya gelerek 260 milletvekiliyle 17 Eylül 2025 tarihinde Yasanın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapmıştı. Başvuru sırasında ekoloji örgütleri ve başvurucu milletvekilleri Anayasa Mahkemesi’ne davayı ivedilikle ele alması ve yürütmeyi durdurma kararı vermesi çağrısında bulunmuştu.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu 8 Ekim 2025 tarihli toplantısında dava dosyasını ele alacak. Bu aşamada hakkında iptal başvurusu yapılan kanun maddeleri ile ilgili yürütmeyi durdurma talebini de inceleyecek. Anayasa Mahkemesi’ne yapılan iptal başvurusu dilekçesinde, yürütmeyi durdurma kararı verilmesinin koşullarının oluştuğu, yasanın uygulanması ile doğa üzerinde ve sosyoekonomik olarak telafisi mümkün olmayacak zararların oluşacağı, Anayasa Mahkemesi’nin daha önce benzer başvurularda verdiği kararlar hatırlatılarak belirtilmişti. Yine Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere ve Anayasa’ya aykırılıklar konusunda çok detaylı açıklamalar yapılmıştı.

Kampanya tarafından açılan imza kampanyasında şu ana kadar yasanın önce yürürlüğünün durdurulması ardından iptalini talep eden 20 bine yakın imza toplandı. İmza kampanyasına “ http://www.change.org/isgalyasasiniiptalet ” adresinden ulaşılabilir.

Toprağımızı Vermiyoruz Kampanyası bileşeni 146 ekoloji örgütü ve demokratik kitle örgütü olarak Anayasa Mahkemesi üyelerine sesleniyoruz: Akbelen’de sökülmeye başlayan zeytinlerin, Samandağ’da talan edilen mandalina bahçelerinin, Kırşehir, Eskişehir, Tokat, Balıkesir, Uşak, Kütahya’da ve memleketin dört bir yanında yaşam mücadelesi veren halkın çığlığını duyun. 8 Ekim’de yürütmeyi durdurma kararı verilmemesi halinde şirketler doğayı ve halkın yaşam kaynaklarını tahrip etmek için daha çok cesaret kazanacaktır. Bu saldırıyı, yasaların Anayasaya uygunluğunun sigortası olan AYM’nin üyeleri olarak siz engelleyebilirsiniz.

Anayasa Mahkemesi’ne “Toprağımızı Verme” diyoruz. 

Yıkımın Sentezi: İnsan, Kurban ve Katil Arasında

Yusuf ÜÇAY

Doğa, insanlığın var olduğu andan itibaren sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda varoluşunun ta kendisi olmuştur. Kadim bilgeliğe göre insan, doğanın ayrılmaz bir parçasıdır; tıpkı bir ağacın yaprağı, bir nehrin damlası gibi. Ancak modern çağın hızına ve “gelişim” yanılsamasına kapılan insan, bu kadim bağı kopararak doğayı fethedilecek, tüketilecek ve kontrol altına alınacak bir kaynak olarak görmeye başladı. İşte tam bu noktada, insanlık kendi sonunu hazırlayan bir kurbana ve aynı zamanda yeryüzünün faal katiline dönüştü. Ekolojik tahribat, bu kronik intihar ve cinayetin birleşiminden oluşan trajik bir sentezdir.

​Ekolojik yıkım, bir gecede meydana gelen, aniden ortaya çıkan bir felaket değildir. Bu, uzun yıllara yayılan, sessiz ve sinsi bir suçun hikayesidir. Her bir kesilen orman, kurutulan nehir, zehirli atıklarla doldurulan toprak ve kirletilen hava, bir cinayet mahalli gibi, her geçen gün daha da görünür hale gelen kanıtlardır. Bu cinayetin failleri olarak, ormanları sadece kereste için değil, yeni yerleşim alanları ve tarım arazileri açmak için yok ettik. Denizleri ve okyanusları plastik atıklarla boğduk, atmosferi fosil yakıtlarla doldurduk ve bir zamanlar yaşamla dolup taşan sulak alanları imara açtık. Bu döngüde, doğa artık sadece cansız bir arka plan değil, aynı zamanda bizimle birlikte can veren bir kurban oluyor.

Ancak bu cinayet, aynı zamanda bilinçli ya da bilinçsiz bir intihardır. Çünkü doğayı yok ederken, aslında kendi yaşam kaynaklarımızı da tüketiyoruz. Sanayi devriminden bu yana ekolojik krizin tetiklediği iklim değişikliği, kuraklıklar, gıda kıtlığı ve aşırı hava olayları, doğanın bize karşı bir intikamı değil, kendi eylemlerimizin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Soluduğumuz hava kirlendikçe astım ve solunum yolu hastalıkları yaygınlaşıyor. Zehirlediğimiz sular, besin zincirimize girerek sağlığımızı tehdit ediyor. Bu zincirleme reaksiyonun en büyük kurbanı yine insan oluyor. Bizler, doğanın dengesi bozulduğunda, en kırılgan ve savunmasız olanın kendimiz olduğunu görmezden geldik. Bu durum, insanlık olarak kendi kuyumuzu kazdığımızın en net göstergesidir.

Bu trajik denklemden çıkış yolu, sadece teknolojik çözümlerle ya da yeşil kampanyalarla sınırlı değildir. Asıl dönüşüm, zihniyetimizde başlamalıdır. İnsanın doğadan bağımsız ve ona üstün olduğu yanılgısından kurtulmalı, onunla bir bütün olduğunu yeniden idrak etmeliyiz. Bu, sadece bir çevreci duruşu değil, aynı zamanda varoluşumuzun en temel koşuludur. Aktivist sanat projeleri, plastik atıklardan eserler yaratarak dikkat çekmek, yazdığımız her bir makale ya da yaptığımız her bir eylem, bu uyanışın bir parçasıdır.

Bugün, ekolojik krizin eşiğinde, bu trajediyi idrak etmek zorundayız: Doğa üzerinde işlediğimiz her cinayet, aynı zamanda kendimize uyguladığımız bir intihardır. Bu döngüyü kırmak, sadece doğanın değil, insanlığın geleceği için de hayati önem taşımaktadır. Belki de bu yıkımdan bir ders çıkararak, doğayla yeniden barışık, onun bir parçası olduğumuzu idrak eden ve yaşamı bir tüketim nesnesi olarak değil, bir ortaklık olarak gören bir varoluş inşa edebiliriz. Aksi halde, bu döngüde hem katil hem de kurban olmaya devam edeceğiz.

Barışın Ekolojisini Savunmak: 1 Eylül’de Küresel ve Yerel Bir Çağrı

İsmet Papila

1 Eylül, insan eliyle yaratılan yıkımın en karanlık biçimi olan savaşın başlangıcının anmasıdır. Faşizmin 1939’da Polonya’yı işgali, milyonlarca insanın, bitkinin, hayvanın ve yaşam alanlarının yok oluşunun fitilini ateşlemişti. Bugün, bu tarihi anarken, barışı sadece silahların susması olarak değil; insanın doğa ile, birbiriyle ve gezegenle kurduğu uyumlu, “ekolojik bir varoluş” biçimi olarak düşünmek zorundayız.

Ancak, bu ekolojik barış hali, küresel ölçekte benzeri görülmemiş bir tehdit altında. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, kirlilik ve doğanın hoyratça sömürülmesi, gezegenimizin dört bir yanında bir “savaş” yürütüyor. Bu savaş, cepheleri belli orduların değil, çok uluslu şirketlerin, sömürücü ekonomik modellerin ve onların yasalaştırıcıları olan hükümetlerin yürüttüğü, topyekün bir yaşam alanı işgalidir.

Küresel Bir Tehdidin Yerel Tezahürü: Kapımıza Dayanan Yıkım

Bu küresel ekolojik savaş, dünyanın her köşesinde farklı biçimlerde tezahür ediyor. Türkiye’de tam da bu günlerde, bu tehdidi somutlaştıran bir kararname ile karşı karşıyayız. 22 Ağustos 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Orman Kanunu’nun 16. Maddesinin Uygulanması Hakkında Yönetmelik’te Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”, küresel ekolojik krizin yerel bir cephesini açıyor. Bu değişiklikle, maden ruhsatları şirketler için bir tür “garanti belgesine” dönüşmüştür.

Şirket kârları mı, toplumun ve doğanın yaşam hakkı mı?

Amazonlar’da yağmur ormanları kesiliyor, Afrika’da toprak ve su varlıkları özelleştiriliyor, Avrupa’da endüstriyel tarım toprağı öldürüyor ve Türkiye’de madenler yaşam alanlarımızın içine kadar giriyor. Görünüşler farklı olsa da mücadele aynıdır: Doğayı meta olarak gören bir sisteme karşı, barışın ekolojisini savunmak.

Savaş ve Ekolojik Yıkım: Aynı Küresel Paradigmanın Ürünü

“Ekolojipolitik” perspektifinden baktığımızda, geleneksel savaşla endüstriyel ekolojik yıkım aynı kökten beslenir: Sınırsız büyüme hırsı, doğanın yağmalanması ve yaşamın piyasa değeri üzerinden tanımlanması.

İkisi de;

Toprağı zehirler: Bombalar ve siyanürlü altın madeni aynı amaca hizmet eder: yaşamı sonlandırmak.

Küresel bir krizi besler: Savaşların yarattığı göç dalgaları ile iklim krizinin yaratacağı iklim mültecileri, aynı adaletsiz sistemin kurbanlarıdır.

Ortak varlıkları yok eder: Bir savaş gemisinin denizi kirletmesi ile bir maden şirketinin su kaynağını kurutması, hepimizin ortak mirası olan doğal varlıklara yönelik bir saldırıdır.

Dolayısıyla, Türkiye’deki bir maden kararnamesine karşı çıkmak, Amazon’da bir ağacın kesilmesine karşı durmak veya Avrupa’da bir termik santralin kapatılması için mücadele etmek, aynı evrensel direnişin farklı cepheleridir.

Barışın Ekolojisi: Küresel Dayanışma ile Örülecek Bir Ağ

“Barışın Ekolojisi”, sınır tanımayan, yerelden küresele örülen bir dayanışma ağıdır. Tıpkı bir ekosistem gibi birbirine bağlı olan bu ağın ilkeleri şunlardır:

Yerel Mücadeleler, Küresel Etki: Bir Honduras köylüsünün toprak gaspına direnişi, bir Türkiyeli yurttaşın maden projesine itirazı ve bir Avrupalı aktivistin karbon emisyonlarını düşürmek için verdiği mücadele, aynı nehrin farklı kollarıdır. Hepsi aynı okyanusa akar.

Sınırlar Değil, Yaşam Öncelenir: Bu yeni ekoloji, ulus devlet sınırlarının ötesine geçer. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı ve kirlilik hepimizi etkiler. Çözüm, ancak sınır ötesi dayanışma ve işbirliğiyle mümkündür.

1 Eylül: Küresel ve Yerel Direniş İçin Bir Çağrı

Bu 1 Eylül, sadece geçmişin savaşlarını anma günü değil, bugünün ve geleceğin ekolojik savaşına karşı küresel bir uyanış ve yerel bir direniş günü olmalı.

Bu, hem Türkiye’deki yıkım kararnamesine karşı hukuki ve toplumsal mücadeleyi büyütmek, hem de dünyanın dört bir yanındaki benzer mücadelelerle dayanışmak anlamına gelir. Yapabileceklerimiz:

  • Yerel olarak örgütlenmek,
  • Küresel olarak bağlantı kurmak,
  • Tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamak,
  • Küresel şirketlere değil, yerel topluluklara ve kooperatiflere destek olmak,
  • Doğanın haklarını ve ekosistemlerin değerini savunan küresel hareketlerin bir parçası olmak.

Barış, artık sadece insanlar arasında değil, insanlıkla gezegen arasında da tesis edilmek zorundadır. Bu Dünya Barış Günü, sınırların değil, yaşamın; şirket kârlarının değil, toplumsal ve ekolojik adaletin öncelendiği bir dünya için hep birlikte haykırma günü olsun. Barışın ekolojisini, küreselden yerele hep birlikte savunalım ve inşa edelim.

Unutmayın, yerel bir zafer, hepimizin zaferidir.

Batı Akdeniz, Büyükmenderes ve Kuzey Ege su tahsis planları

Güngör Erçil / MSİ Eşsözcüsü

Tarım Bakanlığına bağlı Su Yönetimi Genel Müdürlüğünce yürürlüğe konması gerekirken CB tarafından yürürlüğe konan Batı Akdeniz, Büyükmenderes ve Kuzey Ege su tahsis planları, daha önce yürürlüğe konan planlarla birlikte Türkiye’nin susuz kalması için suların sermaye, maden şirketlerine tahsisini öngörüyor.

Halk da su bulacağım diye imkansız projelerle, ekolojiyi hiçe sayan projelerle uğraştırılıyor (https://kenttv.net/haber/26009067/buyuksehirden-bodruma-tarihi-yatirim)

Bir örneğini verdiğimiz suyun sermayeye tahsisinin bir başka örneği Uşak’tan. Uşak’ta Belediye’nin şehre günde 6 saat su verebileceğini açıkladığını; buna karşılık Tüprag’ın şehirden, yüz binlerce insandan daha fazla su kullandığını hatırlatalım. Yeraltı sularının çekilmesini saymıyoruz bile. https://www.sonmuhur.com/o-ilde-baraj-seviyesi-sifira-indi-belediye-gunde-sadece-6-saat-su-verilecegini-duyurdu

https://dumlupinargazetesi.com/komsuda-su-krizi-kutahyada-kuraklik-tehlikesi-kapida-mi?

Üstelik, Muğla’da suyu yok eden 3 termik santralin kapatılmasına 2005 yılında AİHM tarafından karar verilmiş halde. İdarenin uydurduğu gerekçelerle TES’ler kapatılmamış ve bugün su ihtiyacı tümüyle karşılandığı gibi; insan hayatının sektör olarak tanımlandığı su tahsis planında 2041 yılında da sanayinin ihtiyaçları neredeyse tümüyle karşılanıyor.

Ayrıca, Büyükmenderes havzasına Batı Akdeniz havzasından su aktarılmasını öngören Devlet Su İşleri suyun ekosistemler arasında taşınması için yaptığı ihaleyi marifetmiş gibi sunuyor.
https://www.facebook.com/share/p/1D7nYKjuEo/?mibextid=wwXIfr

Muğla Su İnisiyatifi’nin Resmi Gazete’de yayımlanan su tahsis planları ile ilgili bilgi notu yayınladığına vurgu yapalım. Su tahsis
planlarına karşı son çare olarak dava açmayı planlıyor Muğla Su İnisiyatifi.

https://muglasuinisiyatifi.blogspot.com/2025/07/bati-akdeniz-havzasi-buyukmenderes.html

Milas (Kazıklı–Bozbük–Danişment) DenizSuyu Arıtma Tesisi: Ekolojik Riskler, Önlem ve Çözüm Önerileri

Can Göloğlu tarafından hazırlanan bu rapor, Milas’ın Kazıklı–Bozbük–Danişment bölgesine planlanan deniz suyu arıtma tesisi (DSAT) ile ilgili ekolojik riskleri, olası etkileri ve alınması gereken önlemleri kapsamaktadır. Özellikle kapalı koy yapısı, Posidonia oceanica deniz çayırlarının varlığı ve mevcut kirlilik yükü nedeniyle tesisin arıtma sonucu oluşan yoğun tuzlu atık suyun (brine) denize deşarjının ciddi çevresel tehditler oluşturabileceği vurgulanmaktadır. Raporda, tuzluluk artışı, kimyasal kalıntılar ve oksijen düşüşü gibi olası zararlar detaylandırılırken, bu riskleri en aza indirmek için çok ağızlı difüzörler, kıyı-altı su alımı, kimyasal yönetimi ve şeffaf izleme gibi en iyi uygulama önerileri sunulmaktadır. Ayrıca, önlem alınmaması durumunda oluşacak kısa ve uzun vadeli ekolojik yıkımlar ile bölgesel bağlamda kümülatif etkilerin önemi belirtilmektedir. Rapor, projenin şeffaf bir şekilde yönetilmesi ve bağımsız denetim mekanizmalarının kurulması gerektiği sonucuna varmaktadır.

Raporun tamamı aşağıdadır.

Barışın Ekolojisi

Nihat Erarslan – Metin Irmak 14/08/2025

İnsanlık Tarihinin En Kritik Yol Ayrımında

İnsanlık, uygarlık tarihi boyunca belki de hiç bu kadar keskin bir yol ayrımına gelmedi. Bugün dünya üzerindeki politik kararlar nerede alınırsa alınsın, hangi başkentte imzalar atılırsa atılsın, bu kararların gerçek etkisi Ortadoğu coğrafyasında şekillenmektedir. Ve bu kadim coğrafya, insanlığın eşi benzeri görülmemiş bir fırtınanın kıyısında olduğunu açıkça göstermektedir.

Bu fırtına yalnızca bölgesel bir çatışma, geçici bir türbülans değil; bütün gezegenin kaderini belirleyecek bir kırılma anıdır. Bu kırılma, ya insanlığa yeni bir sıçrama imkânı yaratacak ya da tüm canlılık için geri dönülmez bir yok oluşun kapısını aralayacaktır.

Binlerce yıl boyunca insanlık, kendini bu gezegenin merkezine yerleştirdi. Uygarlığın, ilerlemenin, yaşamın taşıyıcısı olduğunu düşündü. Ancak geç de olsa görüldü ki, bu gezegen sadece insana ait değil. Doğa, canlılar ve yaşamın diğer bileşenleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu nedenle bugün, parçacı değil, bütüncül bir bakış açısı bir tercih değil, yaşamsal bir zorunluluktur.

Tarih dediğimiz şey, aynı zamanda savaşların tarihidir. Bu savaşlar çoğu zaman insanın doğayı, kendini ve varoluşunu anlamaktaki yetersizliğinin, bilinçsizliğinin bir sonucudur. Önce bireyler arası gerilimlerde, sonra kabileler, bölgeler ve uluslar arasında büyüyerek süreklilik kazanan çatışmalar, modern çağda emperyalist savaşlara dönüşmüştür.

Ancak yalnızca silahlar konuşmadı. Toplumların iç yapılarındaki üretim ilişkileri, sınıflar arası çelişkiler, uzun bir dönem bu savaşların gerçek zeminini oluşturdu. Fakat kapitalizm, bu çelişkileri görünmez kılacak yeni yöntemler geliştirdi. Medya, propaganda aygıtları, dijital araçlar ve kitlesel algı yönetimiyle gerçekleri perdeledi. Sömürüyü daha sofistike hale getirdi. Sınıf mücadelesinin görünürlüğü azaldıkça, kapitalist sistemin önünde yeni fırsat alanları belirdi: Doğa, çevre, yaşam alanları – kısacası ekosistem – yeni sömürü sahalarına dönüştürüldü.

Bugün kapitalizm, artık yalnızca emek gücünü değil; ormanı, nehri, toprağı, havayı da sömürmektedir. Ekolojik yıkım politikaları kural tanımaz bir açgözlülükle yürütülmekte; şirketler, devletler ve uluslararası sermaye grupları bu yağmayı meşrulaştırmak için tüm imkânlarını seferber etmektedir. Gezegenin geri kalanına ise; kriz, yoksulluk, faşizm ve hayatta kalma mücadelesi kalmaktadır.

Geniş halk kesimleri bir yandan derinleşen ekonomik krizlerle boğuşurken, bir yandan da doğayı ve yaşamı hiçe sayan küresel güçlerin pazar savaşlarına maruz kalmaktadır. Tüm bunlar, insanlığı sadece politik değil varoluşsal bir yol ayrımına getirmiştir.

Bugün doğa, yüzyıllardır kapitalist savaşlarla tahrip edilen insanlıkla birlikte can çekişiyor. Ve bu enkazdan çıkışın tek yolu vardır: BARIŞ. Ancak bu barış, soyut bir uzlaşı değil; adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayalı, tüm canlılığı kapsayan somut bir taahhüt olmalıdır. Ve bu taahhüt, sadece sözle değil; hukuki, politik ve toplumsal güvencelerle sağlamlaştırılmalıdır.

Çünkü yaşanabilir bir gelecek, ancak bu barışın mümkün kılacağı adil bir dünya düzeniyle mümkündür.

Barışın Ekolojisi

Barışı savunmadan ekoloji mücadelesi yürütmek, kökünü keserek ağaç dikmeye çalışmak gibidir. Çünkü ekoloji mücadelesinin özü, doğayı ve yaşamı koruma iradesidir; savaş ise hem doğayı hem yaşamı en hızlı ve en geri dönüşsüz biçimde yok eden süreçtir.

Savaş sadece insanları öldürmez; bombalar, ağır silahlar, kimyasal maddeler, orman yangınları ve altyapı yıkımı ekosistemleri yok eder. Tarım alanları, ormanlar, su kaynakları kirlenir ya da tamamen yok olur. Kriz dönemlerinde çevre mevzuatları askıya alınır; “acil ihtiyaç” bahanesiyle madenler, ormanlar ve su kaynakları kontrolsüzce sömürülür. Savaş ekonomisi, doğa koruma bütçelerini de yok eder.

İnsanlar güvenlik kaygıları içindeyken ekolojik sorunlar geri plana itilir. Aktivistler ve bilim insanları susturulur, sürgüne zorlanır. Oysa barış ortamı, doğanın iyileşmesine, biyoçeşitliliğin korunmasına ve ekosistemlerin yeniden dengelenmesine fırsat verir.

Barışın ekolojisi, tüm canlıların doğaya zarar vermeden uyum içinde yaşadığı, kaynakların adil paylaşıldığı, şiddetin ve yıkımın olmadığı bir düzen demektir.

Savaşın ekolojisi ise yıkım ve yok oluştur.

Doğada her tür kendi rolünü oynar; denge bozulduğunda sistem kriz üretir. Toplumsal adaletsizlikler de çevre sorunlarının kökeninde yatar. Adalet sağlanmadan gerçek barış mümkün olmaz. Barış, karşılıklı bağımlılık, sürdürülebilirlik ve ortak yaşam kültürüyle mümkündür.

Barış, ekoloji mücadelesinin olmazsa olmaz zeminidir. Silahların sustuğu yerde; ağaçlar, hayvanlar ve insanlar yeniden nefes alır. Ancak yalnızca silah bırakmak yetmez; kimlik, hak, yerel yönetim, adalet, dil ve kültür gibi meseleler de çözülmelidir. Bu adımlar atılmadıkça süreç “kırılgan ateşkes” olmaktan öteye geçemez.

Ekoloji ve barış, aynı ağacın iki dalıdır — biri olmadan diğeri yeşermez. Doğa yok olursa insan yaşayamaz; insanın barışı yok olursa doğa da korunamaz. Temiz su, verimli toprak, sağlıklı hava herkesin hakkıdır. Ekolojik adalet, toplumsal adaletle el ele yürür.

Biz ekoloji mücadelesi verenler, barış görüşmelerinin seyircisi değil öznesi olmalıyız. Halkın katılımı olmadan barış süreçleri zayıf kalır.

Çünkü savaşın, talanın ve doğa yıkımının karşısında susmak suçtur.

Barışın ekolojisi, hem doğanın hem toplumun uyum içinde var olmasını sağlayan dengedir.
Barış ve ekoloji mücadelemizi birleştirelim, birlikte çoğalalım

.event-gallery:empty, .td-gallery:empty { display: none !important; }