Salı, Eylül 16, 2025
Google search engine
Ana Sayfa Blog

Yıkımın Sentezi: İnsan, Kurban ve Katil Arasında

Yusuf ÜÇAY

Doğa, insanlığın var olduğu andan itibaren sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda varoluşunun ta kendisi olmuştur. Kadim bilgeliğe göre insan, doğanın ayrılmaz bir parçasıdır; tıpkı bir ağacın yaprağı, bir nehrin damlası gibi. Ancak modern çağın hızına ve “gelişim” yanılsamasına kapılan insan, bu kadim bağı kopararak doğayı fethedilecek, tüketilecek ve kontrol altına alınacak bir kaynak olarak görmeye başladı. İşte tam bu noktada, insanlık kendi sonunu hazırlayan bir kurbana ve aynı zamanda yeryüzünün faal katiline dönüştü. Ekolojik tahribat, bu kronik intihar ve cinayetin birleşiminden oluşan trajik bir sentezdir.

​Ekolojik yıkım, bir gecede meydana gelen, aniden ortaya çıkan bir felaket değildir. Bu, uzun yıllara yayılan, sessiz ve sinsi bir suçun hikayesidir. Her bir kesilen orman, kurutulan nehir, zehirli atıklarla doldurulan toprak ve kirletilen hava, bir cinayet mahalli gibi, her geçen gün daha da görünür hale gelen kanıtlardır. Bu cinayetin failleri olarak, ormanları sadece kereste için değil, yeni yerleşim alanları ve tarım arazileri açmak için yok ettik. Denizleri ve okyanusları plastik atıklarla boğduk, atmosferi fosil yakıtlarla doldurduk ve bir zamanlar yaşamla dolup taşan sulak alanları imara açtık. Bu döngüde, doğa artık sadece cansız bir arka plan değil, aynı zamanda bizimle birlikte can veren bir kurban oluyor.

Ancak bu cinayet, aynı zamanda bilinçli ya da bilinçsiz bir intihardır. Çünkü doğayı yok ederken, aslında kendi yaşam kaynaklarımızı da tüketiyoruz. Sanayi devriminden bu yana ekolojik krizin tetiklediği iklim değişikliği, kuraklıklar, gıda kıtlığı ve aşırı hava olayları, doğanın bize karşı bir intikamı değil, kendi eylemlerimizin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Soluduğumuz hava kirlendikçe astım ve solunum yolu hastalıkları yaygınlaşıyor. Zehirlediğimiz sular, besin zincirimize girerek sağlığımızı tehdit ediyor. Bu zincirleme reaksiyonun en büyük kurbanı yine insan oluyor. Bizler, doğanın dengesi bozulduğunda, en kırılgan ve savunmasız olanın kendimiz olduğunu görmezden geldik. Bu durum, insanlık olarak kendi kuyumuzu kazdığımızın en net göstergesidir.

Bu trajik denklemden çıkış yolu, sadece teknolojik çözümlerle ya da yeşil kampanyalarla sınırlı değildir. Asıl dönüşüm, zihniyetimizde başlamalıdır. İnsanın doğadan bağımsız ve ona üstün olduğu yanılgısından kurtulmalı, onunla bir bütün olduğunu yeniden idrak etmeliyiz. Bu, sadece bir çevreci duruşu değil, aynı zamanda varoluşumuzun en temel koşuludur. Aktivist sanat projeleri, plastik atıklardan eserler yaratarak dikkat çekmek, yazdığımız her bir makale ya da yaptığımız her bir eylem, bu uyanışın bir parçasıdır.

Bugün, ekolojik krizin eşiğinde, bu trajediyi idrak etmek zorundayız: Doğa üzerinde işlediğimiz her cinayet, aynı zamanda kendimize uyguladığımız bir intihardır. Bu döngüyü kırmak, sadece doğanın değil, insanlığın geleceği için de hayati önem taşımaktadır. Belki de bu yıkımdan bir ders çıkararak, doğayla yeniden barışık, onun bir parçası olduğumuzu idrak eden ve yaşamı bir tüketim nesnesi olarak değil, bir ortaklık olarak gören bir varoluş inşa edebiliriz. Aksi halde, bu döngüde hem katil hem de kurban olmaya devam edeceğiz.

Barışın Ekolojisini Savunmak: 1 Eylül’de Küresel ve Yerel Bir Çağrı

İsmet Papila

1 Eylül, insan eliyle yaratılan yıkımın en karanlık biçimi olan savaşın başlangıcının anmasıdır. Faşizmin 1939’da Polonya’yı işgali, milyonlarca insanın, bitkinin, hayvanın ve yaşam alanlarının yok oluşunun fitilini ateşlemişti. Bugün, bu tarihi anarken, barışı sadece silahların susması olarak değil; insanın doğa ile, birbiriyle ve gezegenle kurduğu uyumlu, “ekolojik bir varoluş” biçimi olarak düşünmek zorundayız.

Ancak, bu ekolojik barış hali, küresel ölçekte benzeri görülmemiş bir tehdit altında. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı, kirlilik ve doğanın hoyratça sömürülmesi, gezegenimizin dört bir yanında bir “savaş” yürütüyor. Bu savaş, cepheleri belli orduların değil, çok uluslu şirketlerin, sömürücü ekonomik modellerin ve onların yasalaştırıcıları olan hükümetlerin yürüttüğü, topyekün bir yaşam alanı işgalidir.

Küresel Bir Tehdidin Yerel Tezahürü: Kapımıza Dayanan Yıkım

Bu küresel ekolojik savaş, dünyanın her köşesinde farklı biçimlerde tezahür ediyor. Türkiye’de tam da bu günlerde, bu tehdidi somutlaştıran bir kararname ile karşı karşıyayız. 22 Ağustos 2025 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan “Orman Kanunu’nun 16. Maddesinin Uygulanması Hakkında Yönetmelik’te Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”, küresel ekolojik krizin yerel bir cephesini açıyor. Bu değişiklikle, maden ruhsatları şirketler için bir tür “garanti belgesine” dönüşmüştür.

Şirket kârları mı, toplumun ve doğanın yaşam hakkı mı?

Amazonlar’da yağmur ormanları kesiliyor, Afrika’da toprak ve su varlıkları özelleştiriliyor, Avrupa’da endüstriyel tarım toprağı öldürüyor ve Türkiye’de madenler yaşam alanlarımızın içine kadar giriyor. Görünüşler farklı olsa da mücadele aynıdır: Doğayı meta olarak gören bir sisteme karşı, barışın ekolojisini savunmak.

Savaş ve Ekolojik Yıkım: Aynı Küresel Paradigmanın Ürünü

“Ekolojipolitik” perspektifinden baktığımızda, geleneksel savaşla endüstriyel ekolojik yıkım aynı kökten beslenir: Sınırsız büyüme hırsı, doğanın yağmalanması ve yaşamın piyasa değeri üzerinden tanımlanması.

İkisi de;

Toprağı zehirler: Bombalar ve siyanürlü altın madeni aynı amaca hizmet eder: yaşamı sonlandırmak.

Küresel bir krizi besler: Savaşların yarattığı göç dalgaları ile iklim krizinin yaratacağı iklim mültecileri, aynı adaletsiz sistemin kurbanlarıdır.

Ortak varlıkları yok eder: Bir savaş gemisinin denizi kirletmesi ile bir maden şirketinin su kaynağını kurutması, hepimizin ortak mirası olan doğal varlıklara yönelik bir saldırıdır.

Dolayısıyla, Türkiye’deki bir maden kararnamesine karşı çıkmak, Amazon’da bir ağacın kesilmesine karşı durmak veya Avrupa’da bir termik santralin kapatılması için mücadele etmek, aynı evrensel direnişin farklı cepheleridir.

Barışın Ekolojisi: Küresel Dayanışma ile Örülecek Bir Ağ

“Barışın Ekolojisi”, sınır tanımayan, yerelden küresele örülen bir dayanışma ağıdır. Tıpkı bir ekosistem gibi birbirine bağlı olan bu ağın ilkeleri şunlardır:

Yerel Mücadeleler, Küresel Etki: Bir Honduras köylüsünün toprak gaspına direnişi, bir Türkiyeli yurttaşın maden projesine itirazı ve bir Avrupalı aktivistin karbon emisyonlarını düşürmek için verdiği mücadele, aynı nehrin farklı kollarıdır. Hepsi aynı okyanusa akar.

Sınırlar Değil, Yaşam Öncelenir: Bu yeni ekoloji, ulus devlet sınırlarının ötesine geçer. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı ve kirlilik hepimizi etkiler. Çözüm, ancak sınır ötesi dayanışma ve işbirliğiyle mümkündür.

1 Eylül: Küresel ve Yerel Direniş İçin Bir Çağrı

Bu 1 Eylül, sadece geçmişin savaşlarını anma günü değil, bugünün ve geleceğin ekolojik savaşına karşı küresel bir uyanış ve yerel bir direniş günü olmalı.

Bu, hem Türkiye’deki yıkım kararnamesine karşı hukuki ve toplumsal mücadeleyi büyütmek, hem de dünyanın dört bir yanındaki benzer mücadelelerle dayanışmak anlamına gelir. Yapabileceklerimiz:

  • Yerel olarak örgütlenmek,
  • Küresel olarak bağlantı kurmak,
  • Tüketim alışkanlıklarımızı sorgulamak,
  • Küresel şirketlere değil, yerel topluluklara ve kooperatiflere destek olmak,
  • Doğanın haklarını ve ekosistemlerin değerini savunan küresel hareketlerin bir parçası olmak.

Barış, artık sadece insanlar arasında değil, insanlıkla gezegen arasında da tesis edilmek zorundadır. Bu Dünya Barış Günü, sınırların değil, yaşamın; şirket kârlarının değil, toplumsal ve ekolojik adaletin öncelendiği bir dünya için hep birlikte haykırma günü olsun. Barışın ekolojisini, küreselden yerele hep birlikte savunalım ve inşa edelim.

Unutmayın, yerel bir zafer, hepimizin zaferidir.

Batı Akdeniz, Büyükmenderes ve Kuzey Ege su tahsis planları

Güngör Erçil / MSİ Eşsözcüsü

Tarım Bakanlığına bağlı Su Yönetimi Genel Müdürlüğünce yürürlüğe konması gerekirken CB tarafından yürürlüğe konan Batı Akdeniz, Büyükmenderes ve Kuzey Ege su tahsis planları, daha önce yürürlüğe konan planlarla birlikte Türkiye’nin susuz kalması için suların sermaye, maden şirketlerine tahsisini öngörüyor.

Halk da su bulacağım diye imkansız projelerle, ekolojiyi hiçe sayan projelerle uğraştırılıyor (https://kenttv.net/haber/26009067/buyuksehirden-bodruma-tarihi-yatirim)

Bir örneğini verdiğimiz suyun sermayeye tahsisinin bir başka örneği Uşak’tan. Uşak’ta Belediye’nin şehre günde 6 saat su verebileceğini açıkladığını; buna karşılık Tüprag’ın şehirden, yüz binlerce insandan daha fazla su kullandığını hatırlatalım. Yeraltı sularının çekilmesini saymıyoruz bile. https://www.sonmuhur.com/o-ilde-baraj-seviyesi-sifira-indi-belediye-gunde-sadece-6-saat-su-verilecegini-duyurdu

https://dumlupinargazetesi.com/komsuda-su-krizi-kutahyada-kuraklik-tehlikesi-kapida-mi?

Üstelik, Muğla’da suyu yok eden 3 termik santralin kapatılmasına 2005 yılında AİHM tarafından karar verilmiş halde. İdarenin uydurduğu gerekçelerle TES’ler kapatılmamış ve bugün su ihtiyacı tümüyle karşılandığı gibi; insan hayatının sektör olarak tanımlandığı su tahsis planında 2041 yılında da sanayinin ihtiyaçları neredeyse tümüyle karşılanıyor.

Ayrıca, Büyükmenderes havzasına Batı Akdeniz havzasından su aktarılmasını öngören Devlet Su İşleri suyun ekosistemler arasında taşınması için yaptığı ihaleyi marifetmiş gibi sunuyor.
https://www.facebook.com/share/p/1D7nYKjuEo/?mibextid=wwXIfr

Muğla Su İnisiyatifi’nin Resmi Gazete’de yayımlanan su tahsis planları ile ilgili bilgi notu yayınladığına vurgu yapalım. Su tahsis
planlarına karşı son çare olarak dava açmayı planlıyor Muğla Su İnisiyatifi.

https://muglasuinisiyatifi.blogspot.com/2025/07/bati-akdeniz-havzasi-buyukmenderes.html

Milas (Kazıklı–Bozbük–Danişment) DenizSuyu Arıtma Tesisi: Ekolojik Riskler, Önlem ve Çözüm Önerileri

Can Göloğlu tarafından hazırlanan bu rapor, Milas’ın Kazıklı–Bozbük–Danişment bölgesine planlanan deniz suyu arıtma tesisi (DSAT) ile ilgili ekolojik riskleri, olası etkileri ve alınması gereken önlemleri kapsamaktadır. Özellikle kapalı koy yapısı, Posidonia oceanica deniz çayırlarının varlığı ve mevcut kirlilik yükü nedeniyle tesisin arıtma sonucu oluşan yoğun tuzlu atık suyun (brine) denize deşarjının ciddi çevresel tehditler oluşturabileceği vurgulanmaktadır. Raporda, tuzluluk artışı, kimyasal kalıntılar ve oksijen düşüşü gibi olası zararlar detaylandırılırken, bu riskleri en aza indirmek için çok ağızlı difüzörler, kıyı-altı su alımı, kimyasal yönetimi ve şeffaf izleme gibi en iyi uygulama önerileri sunulmaktadır. Ayrıca, önlem alınmaması durumunda oluşacak kısa ve uzun vadeli ekolojik yıkımlar ile bölgesel bağlamda kümülatif etkilerin önemi belirtilmektedir. Rapor, projenin şeffaf bir şekilde yönetilmesi ve bağımsız denetim mekanizmalarının kurulması gerektiği sonucuna varmaktadır.

Raporun tamamı aşağıdadır.

Barışın Ekolojisi

Nihat Erarslan – Metin Irmak 14/08/2025

İnsanlık Tarihinin En Kritik Yol Ayrımında

İnsanlık, uygarlık tarihi boyunca belki de hiç bu kadar keskin bir yol ayrımına gelmedi. Bugün dünya üzerindeki politik kararlar nerede alınırsa alınsın, hangi başkentte imzalar atılırsa atılsın, bu kararların gerçek etkisi Ortadoğu coğrafyasında şekillenmektedir. Ve bu kadim coğrafya, insanlığın eşi benzeri görülmemiş bir fırtınanın kıyısında olduğunu açıkça göstermektedir.

Bu fırtına yalnızca bölgesel bir çatışma, geçici bir türbülans değil; bütün gezegenin kaderini belirleyecek bir kırılma anıdır. Bu kırılma, ya insanlığa yeni bir sıçrama imkânı yaratacak ya da tüm canlılık için geri dönülmez bir yok oluşun kapısını aralayacaktır.

Binlerce yıl boyunca insanlık, kendini bu gezegenin merkezine yerleştirdi. Uygarlığın, ilerlemenin, yaşamın taşıyıcısı olduğunu düşündü. Ancak geç de olsa görüldü ki, bu gezegen sadece insana ait değil. Doğa, canlılar ve yaşamın diğer bileşenleri birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bu nedenle bugün, parçacı değil, bütüncül bir bakış açısı bir tercih değil, yaşamsal bir zorunluluktur.

Tarih dediğimiz şey, aynı zamanda savaşların tarihidir. Bu savaşlar çoğu zaman insanın doğayı, kendini ve varoluşunu anlamaktaki yetersizliğinin, bilinçsizliğinin bir sonucudur. Önce bireyler arası gerilimlerde, sonra kabileler, bölgeler ve uluslar arasında büyüyerek süreklilik kazanan çatışmalar, modern çağda emperyalist savaşlara dönüşmüştür.

Ancak yalnızca silahlar konuşmadı. Toplumların iç yapılarındaki üretim ilişkileri, sınıflar arası çelişkiler, uzun bir dönem bu savaşların gerçek zeminini oluşturdu. Fakat kapitalizm, bu çelişkileri görünmez kılacak yeni yöntemler geliştirdi. Medya, propaganda aygıtları, dijital araçlar ve kitlesel algı yönetimiyle gerçekleri perdeledi. Sömürüyü daha sofistike hale getirdi. Sınıf mücadelesinin görünürlüğü azaldıkça, kapitalist sistemin önünde yeni fırsat alanları belirdi: Doğa, çevre, yaşam alanları – kısacası ekosistem – yeni sömürü sahalarına dönüştürüldü.

Bugün kapitalizm, artık yalnızca emek gücünü değil; ormanı, nehri, toprağı, havayı da sömürmektedir. Ekolojik yıkım politikaları kural tanımaz bir açgözlülükle yürütülmekte; şirketler, devletler ve uluslararası sermaye grupları bu yağmayı meşrulaştırmak için tüm imkânlarını seferber etmektedir. Gezegenin geri kalanına ise; kriz, yoksulluk, faşizm ve hayatta kalma mücadelesi kalmaktadır.

Geniş halk kesimleri bir yandan derinleşen ekonomik krizlerle boğuşurken, bir yandan da doğayı ve yaşamı hiçe sayan küresel güçlerin pazar savaşlarına maruz kalmaktadır. Tüm bunlar, insanlığı sadece politik değil varoluşsal bir yol ayrımına getirmiştir.

Bugün doğa, yüzyıllardır kapitalist savaşlarla tahrip edilen insanlıkla birlikte can çekişiyor. Ve bu enkazdan çıkışın tek yolu vardır: BARIŞ. Ancak bu barış, soyut bir uzlaşı değil; adalet, eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayalı, tüm canlılığı kapsayan somut bir taahhüt olmalıdır. Ve bu taahhüt, sadece sözle değil; hukuki, politik ve toplumsal güvencelerle sağlamlaştırılmalıdır.

Çünkü yaşanabilir bir gelecek, ancak bu barışın mümkün kılacağı adil bir dünya düzeniyle mümkündür.

Barışın Ekolojisi

Barışı savunmadan ekoloji mücadelesi yürütmek, kökünü keserek ağaç dikmeye çalışmak gibidir. Çünkü ekoloji mücadelesinin özü, doğayı ve yaşamı koruma iradesidir; savaş ise hem doğayı hem yaşamı en hızlı ve en geri dönüşsüz biçimde yok eden süreçtir.

Savaş sadece insanları öldürmez; bombalar, ağır silahlar, kimyasal maddeler, orman yangınları ve altyapı yıkımı ekosistemleri yok eder. Tarım alanları, ormanlar, su kaynakları kirlenir ya da tamamen yok olur. Kriz dönemlerinde çevre mevzuatları askıya alınır; “acil ihtiyaç” bahanesiyle madenler, ormanlar ve su kaynakları kontrolsüzce sömürülür. Savaş ekonomisi, doğa koruma bütçelerini de yok eder.

İnsanlar güvenlik kaygıları içindeyken ekolojik sorunlar geri plana itilir. Aktivistler ve bilim insanları susturulur, sürgüne zorlanır. Oysa barış ortamı, doğanın iyileşmesine, biyoçeşitliliğin korunmasına ve ekosistemlerin yeniden dengelenmesine fırsat verir.

Barışın ekolojisi, tüm canlıların doğaya zarar vermeden uyum içinde yaşadığı, kaynakların adil paylaşıldığı, şiddetin ve yıkımın olmadığı bir düzen demektir.

Savaşın ekolojisi ise yıkım ve yok oluştur.

Doğada her tür kendi rolünü oynar; denge bozulduğunda sistem kriz üretir. Toplumsal adaletsizlikler de çevre sorunlarının kökeninde yatar. Adalet sağlanmadan gerçek barış mümkün olmaz. Barış, karşılıklı bağımlılık, sürdürülebilirlik ve ortak yaşam kültürüyle mümkündür.

Barış, ekoloji mücadelesinin olmazsa olmaz zeminidir. Silahların sustuğu yerde; ağaçlar, hayvanlar ve insanlar yeniden nefes alır. Ancak yalnızca silah bırakmak yetmez; kimlik, hak, yerel yönetim, adalet, dil ve kültür gibi meseleler de çözülmelidir. Bu adımlar atılmadıkça süreç “kırılgan ateşkes” olmaktan öteye geçemez.

Ekoloji ve barış, aynı ağacın iki dalıdır — biri olmadan diğeri yeşermez. Doğa yok olursa insan yaşayamaz; insanın barışı yok olursa doğa da korunamaz. Temiz su, verimli toprak, sağlıklı hava herkesin hakkıdır. Ekolojik adalet, toplumsal adaletle el ele yürür.

Biz ekoloji mücadelesi verenler, barış görüşmelerinin seyircisi değil öznesi olmalıyız. Halkın katılımı olmadan barış süreçleri zayıf kalır.

Çünkü savaşın, talanın ve doğa yıkımının karşısında susmak suçtur.

Barışın ekolojisi, hem doğanın hem toplumun uyum içinde var olmasını sağlayan dengedir.
Barış ve ekoloji mücadelemizi birleştirelim, birlikte çoğalalım

Moda’nın Gölge Karnesi: Ekolojik Yıkımın ve İnsan Sömürüsünün Tarihiyle Küresel Krize Doğru

Yusuf Üçay

Tarih boyunca insanlık için bir ifade biçimi, statü sembolü ve kültürel mirasın bir parçası olan moda, modern çağda bambaşka bir kimliğe büründü: küresel ekolojik yıkımın ve insan sömürüsünün gizli ortağı. Parıltılı defilelerin ve şık vitrinlerin ardında, gezegenimizi boğan tekstil atık dağları, kuruyan nehirler ve sömürülen milyonlarca insanın sessiz çığlığı yükseliyor. Bu makale, modanın ekolojik ve sosyal karnesindeki derin çizikleri, tarihsel kökenlerinden günümüzdeki yıkıcı etkilerine kadar gözler önüne sererek, bu “gölge karne”nin acı gerçeklerini ve acil değişim ihtiyacını vurgulamaktadır.

Tarihin Kumaşında Gizlenen Sömürü: Sanayi Devrimi’nden Günümüze

Moda endüstrisinin ekolojik ve sosyal maliyetleri, aslında Sanayi Devrimi ile kök salan seri üretim ve küreselleşme süreçleriyle doğrudan ilişkilidir. 18. yüzyılda tekstil makinelerinin icadıyla başlayan üretim patlaması, bir yandan giyimi daha erişilebilir kılarken, bir yandan da hammaddeye ve ucuz işgücüne olan iştahı artırdı. Pamuk tarlalarında köle emeğinin kullanılması, bu dönemin karanlık yüzlerinden biriydi.

1. yüzyılın son çeyreğinde “hızlı moda” (fast fashion) akımının yükselişiyle bu süreç hız kazandı. Tüketici talebini sürekli yeni koleksiyonlarla körükleyen bu model, üretim sürelerini kısaltırken maliyetleri düşürmek için her yolu denedi. Bu, Çin, Bangladeş, Vietnam gibi gelişmekte olan ülkelerde düşük ücretli, uzun çalışma saatli ve güvencesiz iş gücü sömürüsünün önünü açtı. Rana Plaza faciası gibi trajik olaylar, bu sömürünün insan hayatına mal olan boyutunu acı bir şekilde ortaya koymuştur. Moda endüstrisi, tarih boyunca sürekli olarak en ucuz kaynağı ve iş gücünü arayarak, sömürüyü kendi kumaşına işlemiştir.

Kaynaklara Aç Bir Oburluk: Su, Toprak ve Kimyasal Zehir

Moda endüstrisinin kaynak israfı, akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Bir tişört için yaklaşık 2.700 litre, bir kot pantolon için ise 7.000 litreden fazla su harcanması, su kıtlığı çeken bölgelerdeki acımasız tabloyu gözler önüne seriyor. Özellikle pamuk tarımı, dünya genelindeki pestisit ve böcek ilacı kullanımının büyük bir oranından sorumludur, bu da toprak verimliliğini düşürürken, yeraltı sularını zehirlemektedir.

Tekstil boyama ve terbiye işlemleri ise ayrı bir felakettir. Binlerce farklı kimyasalın kullanıldığı bu süreçler, milyarlarca metreküp zehirli atık suyun nehirlere, göllere ve okyanuslara deşarj edilmesine neden olur. Bu durum, ekosistemleri yok ederek biyoçeşitliliği tehdit eder ve yerel halkların sağlık sorunlarıyla boğuşmasına yol açar. “Denizlerin mavisini boyayan tekstil atıkları” gibi ifadeler, bu acı gerçeği yansıtmaktadır.

Tekstil Atık Dağları ve Afrika’nın Yıkıcı Yükü

Hızlı modanın en görünür ve en utanç verici sonuçlarından biri, devasa tekstil atık dağlarıdır. Her yıl milyarlarca ton giysi üretiliyor ve ne yazık ki, bu kıyafetlerin önemli bir kısmı kısa sürede çöpe atılıyor. Sentetik liflerden üretilen bu kıyafetler, doğada yüzyıllarca çözünmeden kalır ve metan gazı gibi güçlü sera gazları yayarak iklim krizini derinleştirir.
Bu atıkların önemli bir kısmı, gelişmiş ülkelerden Afrika ülkelerine “yardım” adı altında gönderilmektedir. Gana’daki Kantamanto pazarı gibi yerler, Batı’dan gelen kullanılmış giysi yığınlarıyla dolup taşar. Başlangıçta ucuz giysi sağlaması olumlu gibi görünse de, bu durumun yıkıcı sonuçları vardır:

Yerel Tekstil Endüstrisinin Çöküşü: Ucuz ikinci el giysilerin girişi, yerel tekstil üretimini ve geleneksel dokumacılığı bitirme noktasına getirmiştir.
Çevresel Felaket: Satılamayan giysiler, devasa çöp yığınlarına dönüşerek çevreyi kirletir, toprak ve su kaynaklarını zehirler. Accra’daki çöplükler, adeta tekstil mezarlıklarına dönmüştür.
Mikroplastik Kirliliği: Sentetik kumaşlardan sızan mikroplastikler, su kaynaklarına karışarak sadece insan sağlığını değil, tüm ekosistemleri tehdit etmektedir.
Afrika, küresel tekstil atığının “çöplüğü” haline gelerek, gelişmiş ülkelerin tüketim alışkanlıklarının bedelini en ağır şekilde ödeyen kıtalardan biri olmuştur.

İnsan Sömürüsünün Görünmez Dikişleri

Modanın “görünmeyen muhasebesi”, sadece ekolojik yıkımı değil, aynı zamanda insan sömürüsünü de içerir. Markalar, kâr marjlarını artırmak adına üretimi en ucuz iş gücüne sahip ülkelere kaydırır. Bangladeş’ten Kamboçya’ya, Pakistan’dan Etiyopya’ya kadar uzanan fabrikalarda, milyonlarca işçi günde 14-16 saat, insanlık dışı koşullarda, güvensiz binalarda ve asgari ücretin çok altında bir bedelle çalıştırılmaktadır.

Çocuk İşçiliği: Hala birçok ülkede çocuk işçiliği, bu endüstrinin karanlık yüzünü oluşturmaktadır.
● Sendikal Hakların İhlali: İşçiler, haklarını aramak için sendikalaşmaya çalıştıklarında baskı ve şiddetle karşılaşabilmektedir.
● Sağlık Sorunları: Kimyasal maddelere maruz kalma, yetersiz havalandırma ve uzun çalışma saatleri, tekstil işçilerinin kronik sağlık sorunları yaşamasına neden olmaktadır.

Bu durum, moda endüstrisinin küresel bir kölelik ağına dönüştüğüne dair güçlü iddiaları beraberinde getirmektedir. Tükettiğimiz her ucuz tişörtün arkasında, bir insanın onurunun ve emeğinin sömürüsü yatmaktadır.

Geleceğe Yönelik Acil Çağrı: Gölge Karneden Kurtulmak

Modanın “gölge karnesi” artık göz ardı edilemez bir gerçekliktir. Bu yıkımın önüne geçmek için acil ve kapsamlı adımlar atılması elzemdir:

● Tüketici Bilinci ve Sorumluluk: Tüketiciler olarak, “daha az al, daha iyi al” felsefesini benimsemeliyiz. Kıyafetlerin nereden geldiğini, kimler tarafından ve hangi koşullarda üretildiğini sorgulamalıyız. İkinci el ürünlere yönelmek, kıyafetlerimizi tamir etmek ve ömrünü uzatmak, dolabımızdaki her parçayı bilinçli bir seçim haline getirmek zorundayız.

● Döngüsel Ekonomi ve İnovasyon: Moda endüstrisi, doğrusal “üret-kullan-at” modelinden, kaynakların sürekli döngüde kaldığı bir döngüsel ekonomiye geçmelidir. Geri dönüştürülmüş ve biyolojik olarak çözünebilen malzemelerin kullanımı, atıkların azaltılması ve onarım/yeniden kullanım kültürünün teşvik edilmesi hayati önem taşımaktadır.

● Şirketlerin Şeffaflığı ve Sorumluluğu: Moda markaları, tedarik zincirlerinin her aşamasında tam şeffaflık sağlamalıdır. Çevresel etkilerini ve işçi hakları standartlarını açıkça beyan etmeli ve bağımsız denetimlere tabi olmalıdır. Sadece kâr odaklı değil, gezegen ve insan odaklı bir iş modeli benimsemek zorundadırlar.

● Yasal Düzenlemeler ve Uluslararası İşbirliği: Hükümetler, moda endüstrisine yönelik daha sıkı çevresel ve sosyal düzenlemeler getirmeli, denetimleri artırmalı ve sürdürülebilir uygulamaları teşvik eden politikalar geliştirmelidir. Uluslararası işbirliği, küresel tedarik zincirlerindeki sömürüyü ve kirliliği durdurmak için elzemdir.

Moda, artık sadece bir giyim meselesi değildir; bir vicdan ve gelecek meselesidir. Her bir dikişin, her bir kumaşın, her bir tasarımın ardında yatan görünmez maliyetlerle yüzleşmek zorundayız. Bu “gölge karne”nin silinmesi, sadece moda endüstrisinin değil, tüm insanlığın ortak sorumluluğudur. Aksi takdirde, göz kamaştırıcı moda dünyası, gezegenimizin ve insanlığın üzerine çöken karanlık bir gölge olmaya devam edecektir.

Bu yıkıcı tabloyu değiştirmek için bir sonraki moda alışverişinizde neye dikkat edeceksiniz?

NÜKLEER HUKUK(III)

Av. Mehmet HORUŞ

İşler atom reaktörleri işler
Yapma aylar doğar güneş doğarken
Ve güneş doğarken çöp kamyonları
Ölüleri toplar kaldırımlardan
İşsiz ölüleri aç ölüleri

Nazım Hikmet

Türkiye’de nükleer santrallerle ilgili hukuksal gelişmeleri ele aldığımız serinin birincisinde, Yeşil Gazete’de[1] nükleer ile ilgili 2010 yılındaki hukuksal gelişmeler ele alınmıştı. Daha sonra 2019 yılında TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası yayın organı olan Elektrik Mühendisliği’nde[2] ikinci değerlendirme yapıldı. Şimdi de ekoloji mücadelesinin kolektif hafızasını taşıyan kurumlardan birine, Sinop’taki davaların davacılarından olan TMMOB Metalurji ve Malzeme Mühendisleri Odası’nın tanıklığına başvuruyoruz.

Türkiye’de nükleer santral kurulup kurulmayacağına ilişkin ikibinli yılların başında Nükleer Karşıtı Platform’da yaptığımız değerlendirmede; “Türkiye’de rejimin otoriterleşme eğilimlerine bakarak öngörüde bulunulabileceğini” net bir biçimde ortaya koymuştuk. Gelişmeler, bu tespitimizi doğrulmakla kalmadı. Rejimin otoriterleşme eğilimleriyle aynı dozda nükleer maceraya sürüklenmeye devam ediyoruz. Akkuyu’da devam eden inşaat faaliyetiyle artık nükleer, rejimin otoriter varlığını meşrulaştırmanın elverişli bir enstrümanını oluşturuyor. Nükleer Hukuk I’de; “nükleer felaket, ilk etkilerini hukuk alanında gösterecek. Nükleer enerjiden önce nükleer hukuk ile tanışacağız. Zararları sınır tanımayan, önlenemez ve tahrip gücü yüksek bir hukuksal felaketle karşı karşıyayız. Nükleer hukuk.” demiştik. Devamında Nükleer Hukuk II’de ise; “Nükleer, kendi kulvarının dışına taşan, bütün bir hukuk sistemini işlemez hale getiren bir mecraya doğru ilerliyor. Hukuk sitemimizin maruz kalacağı radyoaktif etkiler, NDK’nun müdahale alanına giren diğer kanunlarla sınırlı kalmayacak. Eğer nükleeri durduramazsak; bu yazı dizisinin üçüncüsünde, şimdilik nükleerle hiç ilgisi olmadığını düşündüğümüz başka hukuksal konularda nükleerin tahrip gücünü örneklemek zorunda kalacağız.” diyerek bitirmiştik.  Dolayısıyla bu üçüncü yazı daha önce öngördüğümüz hukuksal hasarın yaşanmaya başladığı içinde bulunduğumuz aşamadaki tespitleri içeriyor.    

Hukuksal tahribatın ilk etkisi davaların bir türlü bitirilememesi olarak karşımıza çıkıyor. Nükleer propaganda ileri teknoloji ve teknolojik üstünlük argümanlarıyla ortaya çıksa da sadece teknoloji kullanmakla ülkelerin gelişmeyeceğini görünüyor. Demokrasi ve hukuk standardınız da ülke olarak gelişmişliğinizde en az teknoloji kadar önemli bir yer ediyor. Nükleer santrallerle ilgili en önemli problemlerden birinin atık sorunu olduğu biliniyor. Türkiye’de henüz santral yok ama Gaziemir’de 20 yıl önce ortaya çıkan radyoaktif atıklar bugün bile gündemin ön sıralarında yer alıyor. 2005 yılında o zamanki adıyla Çevre ve Orman Bakanlığı’nın talebi üzerine Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’ne bağlı Çevre, Metalurji, Kimya ve Makine Mühendisleri Odası tarafından oluşturulan bir komisyon Ocak arafından Arslan Avcı Döküm Sanayi ve Ticaret A.Ş.’ye ait söz konusu tesiste inceleme yapılmış ve Bakanlığa rapor olarak sunulmuştu. Yapılan incelemeler ve sonrasında edinilen bilgilere göre söz konusu işletmenin bu tür bir tehlikeli üretim yapması için gerekli olan izinlerinin bulunmadığı tespit edilmişti. TAEK tarafından 8 Eylül 2008’de Şirkete gönderilen yazıda, “…fabrikada Mayıs, Haziran, Temmuz ve Ağustos’ta yapılan ölçümlerde depolama sahasında, fırınlar bölgesinde, kapalı istif sahasında radyoaktif madde bulaşmış atık tespit edildiği radyasyonlu atıkların bulunduğu yerin karantina altına alınması gerektiği…” bildirilmişti. İzmir Valiliği İl Çevre ve Orman Müdürlüğü yetkilileri, 17 Eylül 2008’de fabrikaya yazı yazarak “9-10 Eylül 2008’de fabrikada 90x90x12 metrelik depolanmış atık sahasında radyasyon tespit edildiği” bildirmişti. Bu tespitlere rağmen görevini yerine getirmeyen kamu görevlileri ve şirket yetkilileri hakkında TMMOB Metalurji ve Malzeme Mühendisleri Odası ve çok sayıda kurum tarafından suç duyuruları yapılmasına rağmen takipsizlik kararları verilmiştir. Ama 2025 yılına gelindiğinde halen Gaziemir’deki radyoaktif atıklar sorunu çözülmeyi bekliyor. Sahadaki radyoaktif atıkların ne olduğu konusunda şüphe ve endişeler daha da artarken nükleer bir tehlike karşısında yurttaşların hiçbir hukuksal güvenliğinin olmadığını göstermeye devam ediyor.

Akkuyu Davası’nda da aynı akıbet yaşandı. Danıştay, basit bir taş ocağı ÇED davasında bile şimdiye kadar gözettiği kendi içtihatlarını yok sayarak davayı reddetti. Ret kararıyla Akkuyu için hazırlanan ÇED raporuna hukuka uygunluk payesi verilmekle kalınmadı. Çevre Hukuku alanında şimdiye kadar elde edilmiş bütün hukuksal kazanımlar nükleer sevdasına feda edildi. Anayasa Mahkemesi de dosyaları yıllarca sürüncemede bıraktıktan sonra karar vermeye başladı.

Hasarın ilk boyutu adli yargıdaki suç duyurularında ve idari yargıdaki ÇED davalarında net bir şekilde görülen başvuruların ve davaların sürüncemede kalma hali nükleerle sınırlı kalmadı. Nükleer dışında en yakın örnek olarak 5 yıldır bitirilemeyen Kanal İstanbul davalarına da bakılabilir. Erzurum Tortum’daki çevre kirliği nedeniyle açılan ceza davası 13 yıldır devam ediyor. Bodrum’daki deniz kirliliği hakkında 2 yıl süren soruşturma sonrasında açılan ceza davası 5 yılı geride bırakarak devam ediyor. Erzincan İliç’te en yakın örnek olarak soruşturmalar halen devam ediyor. Geç yargılama yargının genel bir sorunu olarak görünebilir. Fakat çevre davaları özel bir yargılama usulü içinde idari yargı mekanizmasında ivedi yargılama usulüne tabi davalar. Temyiz aşaması dahil 6 ay gibi bir sürede tamamlanması öngörülen davalarda 5 yıldır karar bekleniyor. Tortum’daki ceza davasının açılmasını sağlayan yöre yurttaşların bir kısmının kararı görmeye ömürleri vefa etmedi. Bu nedenle genel cezasızlık halinin çevre davaları söz konusu olduğunda “yargılanmazlık” şeklini aldığını söyleyebiliriz.

Hasar tespitine ilişkin ikinci konu; doğal yargıç ilkesinin zedelenmesidir. ÇED davalarına projenin yer aldığı yerel mahkemelerde bakılıyor. İYUK’ta bu konuda kesin görev ve yetki kuralı öngörülmesine rağmen Mersin İdare Mahkemesi’nde açılan Akkuyu davası, Danıştay’a aktarıldı. Nedeni aynı zamanda düzenleyici işlem niteliğindeki yönetmelikle ilgili başka bir davanın açılmış olması gösterilse de aynı Danıştay daha önce Bergama ile ilgili davada görevsizlik kararı vermişti. Nitekim doğal yargıç ilkesine aykırı olduğu Mersin İdare Mahkemesi’nin kararında muhalefet şerhi olarak belirtildi. Kanal İstanbul davasında da İstanbul İdare Mahkemesi hem de keşif yapıp bilirkişi raporu sunulduktan sonra görevsizlik kararı vererek dosyayı Danıştay’a gönderdi. Sürüncemede bırakarak karar verememe hali, ayrıca mahkemeler arasında dolaştırma eğilimine dönüştü.  

Sinop davası da mahkemeler arasında dolaşmaya devam ediyor. 3 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Japonya Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Nükleer Güç Santrallerinin ve Nükleer Güç Sanayisinin Geliştirilmesi Alanında İşbirliğine İlişkin Anlaşma imzalandı. Amaç uluslararası anlaşma üzerinden gidilerek iç hukukta yargısal denetim yollarının kapatılmasıydı. Bunun için önce Çevre Düzeni Planı’nda hiçbir değişiklik yapılmadan nükleer yapılmak istendi. Ama bu yol tutmayınca 2020 yılında 1/100.000 ölçekli Çevre Düzeni Planı’nda enerji alanı olarak nükleer santral işlendi. Bu plan değişikliğinin iptali istemiyle açılan davada, Danıştay tarafından 23/06/2023 yılında keşif-bilirkişi incelemesi yapılmış ve 16/04/2024 tarihinde bilirkişi raporu sunulabilmiştir. Bilirkişi raporunun sunulmasından bir yıl sonra 09/04/2025 tarihinde duruşma yapılmıştır. Bu yazı kaleme alındığında Danıştay 6.Dairesi bu karar duruşmasından sonra da karar vermeyerek yeni bir ara karar aldı. Bir kez daha davalı idarelerden bilgi ve belge talep edildi. Üç kişilik bilirkişi heyetinin tamamı tarafından çevre düzeni planının iptal edilmesi gerektiği yönünde net bilirkişi görüşü sunulan davada keşfin üzerinden iki yıl geçmesine rağmen davanın esası hakkında karar verilmesi bekleniyor.     

2020 yılında Sinop NGS için ÇED süreci bütün itirazlara rağmen tamamlanarak ÇED Olumlu kararı verildi. Samsun 3.İdare Mahkemesi’nde Sinoplu yurttaşlar, Sinop Belediyesi, Sinop Barosu, sivil toplum örgütleri ile birlikte TMMOB Metalurji ve Malzeme Mühendisleri Odası, TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası, TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası, TMMOB Şehir Plancıları Odası, Türk Tabipleri Birliği, Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu tarafından iptal davası açıldı. Mahkeme tarafından o tarihe kadar seçilen en kalabalık sayıda 15 kişilik bilirkişi heyeti tarafından sunulan raporda üç yüze yakın iptal gerekçesi vardı. Ama Mahkeme, flora ve fauna, orman varlığı, korunan alanlar, jeolojik veriler, deniz ekosistemi ve bir ÇED raporundaki bütün kritik parametrelerle ilgili sıralanan iptal gerekçelerinin bulunduğu bu bilirkişi raporundaki bilimsel-teknik tespit ve değerlendirmelere itibar etmeyerek davanın reddine karar verdi.

Davanın reddi kararı üzerine temyiz incelemesi yapan Danıştay 6.Dairesi; “ÇED raporunda projenin teknolojisinden kaynaklanan çevresel etkilerinin ATMEA1 tipi reaktöre göre belirlendiği, başka bir teknoloji kullanılması durumunda, ÇED raporunun geçerliliğini kaybedeceği anlaşıldığından, İdare Mahkemesince, öncelikle yukarıda yer verilen ve ÇED raporunda atıfta bulunulan Uluslararası Anlaşmanın halen yürürlükte olup olmadığının tespit edilmesi, anlaşmanın  hükümsüz kaldığının ve proje şirketinin değişmesinin söz konusu olduğunun anlaşılması durumunda, ATMEA1 basınçlı su reaktörünün herhangi bir başka proje şirketi tarafından kullanılınıp kullanılamayacağının, diğer bir ifadeyle, bu reaktörün uluslararası anlaşmadan bağımsız olarak alanda inşa edilebilme olanağının bulunup bulunmadığının öncelikle incelenip gerekirse bilirkişilerden ek rapor  alınarak açıklığa kavuşturulması suretiyle işin esasına girilmeden bir karar verilmesi gerekmektedir.” dedikten sonra “İdare Mahkemesince, yukarıda belirtilen eksiklik giderilerek halen ÇED raporunun geçerli olduğu sonucuna varılması durumunda işin esası yönünden temyize konu karar değerlendirildiğinde;”(…) ek bilirkişi raporu alınması ya da yeniden oluşturulacak bir heyetle keşif ve bilirkişi incelemesi yaptırılmak suretiyle alınacak rapora göre yeniden bir karar verilmesi gerekmektedir.” denilmiştir. Japonya’nın projeden çekilmesi sonrasında proje ortağı tarafından üretilen bu reaktör tipinin de üretilme olanağı kalmamıştı. Samsun 3.İdare Mahkemesi Danıştay kararına fiilen uyarak ilgili idarelerle ATMEA1 tipi reaktör konusunda yazışma yaptı. Ancak gelen yanıtlardan sonra Danıştay kararına uymadığını belirterek önceki kararında ısrar kararı vermiştir. Israr kararında; “2577 sayılı Kanun’un 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (i) bendi uyarınca ivedi yargılamaya ilişkin davalarda, ilk derece mahkemesince verilen kararlara karsı yapılan temyiz isteminin haklı bulunması halinde Danıştay’ın kararı bozmakla kalmayıp idare mahkemesi yerine geçerek gerekli inceleme ve tahkikatı yapması ve isin esası hakkında yeniden bir karar vermesi zorunlu olduğu halde, somut olayda Danıştay 6. Dairesi’nce bu gerekliliğe riayet edilmeksizin isin esası hakkında henüz bir karar verilmeden Mahkememizce verilen karar bozulmak suretiyle dava dosyasının Mahkememize gönderildiği anlaşılmış olup; bu kapsamda belirtilen yasal düzenlemeler doğrultusunda Mahkememizce isin esası hakkında verilen bozmaya konu karar dışında yeniden bir karar verilmesinin hukuken mümkün olmadığı açıktır.” şeklinde gerekçe oluşturuldu. Samsun 3.İdare Mahkemesi, böylece Danıştay’a davanın esası hakkında kararı Danıştay’ın vermesi gerektiğini hatırlattı. Bu özetlenen yargılama safahatı, TEMA Vakfı, TMMOB ve farklı çevre platformlarının açtığı davada da aynen uygulandı.

Dava dosyası temyiz başvurusu üzerine bir kez daha Danıştay’a taşındı. Samsun 3.İdare Mahkemesi ısrar kararı verdiği için dava dosyası Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na gitti. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından; “Bu durumda, ivedi yargılama usulü kapsamındaki 2872 sayılı Kanun uyarınca tesis edilen çevresel etki değerlendirmesi sonucu alınan karara karşı açılan bu davanın esası hakkında verilen kararın temyiz aşamasında, Danıştay Altıncı Dairesince, 2577 sayılı Kanun’un 20/A maddesinin ikinci fıkrasının (i) bendi uyarınca, temyiz isteminin haklı bulunması hâlinde, kararı bozmakla kalmayıp İdare Mahkemesi yerine geçerek gerekli inceleme ve tahkikatı yapması ve isin esası hakkında yeniden bir karar verilmesi zorunlu olup, ivedi yargılama usulü kapsamındaki işbu uyuşmazlıkta, Mahkemece verilen kararın ısrar kararı olarak nitelendirilemeyeceği sonucuna varılmıştır.(…) Açıklanan nedenlerle, ısrar kararına konu olmayan uyuşmazlık hakkında temyiz incelemesi yapmak üzere dosyanın Danıştay Altıncı Dairesine gönderilmesine, 25/09/2023 tarihinde oybirliği ile karar verildi.” Böylece idari yargı alanındaki en yüksek merci olan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu da davada esas hakkında karar vermeyerek ilk derece mahkemesi olan Samsun 3.İdare Mahkemesi ile aynı yönde karar vererek davanın Danıştay 6.Dairesi tarafından karara bağlanmasına hükmetti.

 Bu arada davanın gönderildiği Danıştay 6.Dairesi’nin ÇED davalarına bakmasını öngören işbölümünde değişiklik yapılarak ÇED davaları Danıştay 4.Dairesi’nin işbölümü alanına alındı. Ama Danıştay 6.Dairesi’nin yerine ÇED davalarına bakan Danıştay 4.Dairesi de davanın esası hakkında karar vermeyerek daha önce Danıştay 6.Dairesi’nin verdiği kararı yineleyerek davanın reddi yönündeki ısrar kararını bozarak tekrar dava dosyasını Samsun 3.İdare Mahkemesi’ne gönderdi. Bunun üzerine üçüncü kez dava dosyası önüne gelen Samsun 3.İdare Mahkemesi’nin artık Danıştay’ın bozma kararına karşı bir kez daha davanın reddi kararında ısrar olanağı bulunmadığından bozma kararına uyularak yargılamaya devam edilmiştir. Bu aşamada bozma kararında Japonya’nın projeden çekilmiş olması ve ATMEA1 tipi reaktör konusundaki bozma gerekçeleri üzerinde durulmadı. Dava, aradan geçen 5 yılda yeni açılmış gibi bir kez daha keşif-bilirkişi incelemesi yapılmasına karar verildi. 24 Nisan 2025 tarihinde keşif yapıldıktan sonra dava dosyası bilirkişilere verildi. Bundan sonra dava bir 5 yıl daha sürecek mi? Hep birlikte göreceğiz.     

Doğal yargıç ilkesinin erozyona uğraması hukuk sisteminde çok daha yapısal hasarların oluşmaya başladığının sinyalini veriyor. Çünkü önemli davaların ilk derece mahkemeleri yerine Danıştay’da yüksek mahkeme olarak görülmesi muhalif çevrelerde de olumlu karşılanıyor. Yargıya olan güvenin azalması nedeniyle yüksek mahkemede kıdemli yargıçlarca karar verilmesi tercih nedeni olabiliyor. Ancak hukukun en temel ilkelerinden olan doğal yargıç ilkesinin zedelenmesi olağan yargılama dışında olağanüstü ve istisnai yargılama pratiklerine de kapı arayabilir. Nitekim bazı şirketler tarafından dile getirilebilen özel çevre mahkemeleri önerisi, DGM’nin çevre mahkemesi versiyonu olma riski de taşıyor. 

Nükleer Hukuk dizisinin önceki yazılarında geleceğe dair öngörü ve tahminlerde bulunabilmiştik. Bundan sonra ne zaman yazılacağını bilemediğimiz Nükleer Hukuk IV’ün konusunun neler olacağını tahmin etmek ise oldukça zor. Bu zorluğun birinci nedeni, iklim değişikliği başta olmak üzere ekolojik krizin gezegen ve insanlık için yarattığı yıkıcı riskler. Nükleer lobiler, bu krizi de fırsata çevirmek için iklim krizine karşı nükleer santralleri önermeye ve “yeşil enerji” olarak yutturmaya çalışıyorlar. Paris İklim Anlaşması ve devam eden uluslararası zirveler, şimdiye kadar iklim krizine karşı inandırıcı çözümler geliştiremediler. Muhalif hareketlerin gücü de bu olumsuz gidişi geri çevirmeye yetmiyor. İkinci zorluk, Türkiye’nin jeostratejik konumlanışı. Rusya, Akkuyu’dan sonra Sinop’ta da yatırımcı olabilir mi? ABD veya Çin olan ilişkiler nükleer alanda işbirliğine dönüşebilir mi? Bölgede İsrail ve İran ile olan ilişkilerde nükleerin önemli bir yanı var. Kanada ve Kore adı anılan diğer ülkeler arasında yer alıyor. Ukrayna’daki savaş sırasında her seferinde kıyısından dönülen nükleer patlamalardan sonra Hindistan ve Pakistan arasında nükleer savaş tehlikesi meydana geldi. Bütün bu denklemlerin nasıl evrileceği Türkiye’nin nükleer serüvenini de belirleyecek.


[1] https://yesilgazete.org › nukleer-hukuk 21 Ocak 2010

[2] Nükleer Hukuk(II) Elektrik Mühendisliği 2019 Ocak sayı 464

Kaynak: https://www.metalurji.org.tr/dergi_mm/dergi_mm09/MetalurjiMalzeme09.pdf

Nükleer Hukuk (II)

Av. Mehmet Horuş
Sinop NKP Avukatı [email protected]

Türkiye’de nükleer santral kurulur mu? Kurulmaz mı? Seksenli yıllardan itibaren nükleer karşıtı mücadelenin gündemi olan bu tartışmada artık kurulmaya başlanan Akkuyu, projelendirilen Sinop ve üçüncüsü olarak zikredilen İğneada’daki nükleer santrallar aşamasına gelindi. Türkiye’nin nükleer serüveni, somut ve güncel bir mesele haline büründü. Konunun pek çok veçhesi var. Bunlardan ilk akla gelen elbette enerji konusu oluyor. Ama enerji başlığını temel alan bir değerlendirmenin sürecin dinamiklerini ve gelişmelerin karakterini ortaya koymaya elverişli olmadığı açık. İlgili olanların çok iyi bildiği gibi Türkiye’de elektrik piyasasında arz fazlası var. Bu eğilim son on yıldır dile getirilmesine rağmen son yıllardaki nükleer santral ısrarını elektrik ihtiyacı üzerinden gerekçelendirmek mantıklı değil. Karşı tez olarak ileri sürülebilecek enerji alanındaki dışa bağımlılık ve ucuz enerji söyleminin de inandırıcılığı yok. Planlanan nükleer santrallar, hem pahalı hem de dışa bağımlılığı daha da arttırıyor. Nükleer karşıtı hareket, öteden beri bu çelişkileri ifşa ederek ve sorunun siyasal bir tercih sorunu olduğunu anlatarak bugünlere geldi.

Türkiye’de nükleer santral kurulup kurulmayacağına ilişkin on yıl önce Nükleer Karşıtı Platform’da (NKP) yaptığımız değerlendirmede; “Türkiye’de rejimin otoriterleşme eğilimlerine bakarak öngörüde bulunulabileceğini”1 net bir biçimde ortaya koymuştuk. Gelişmeler bu tespitimizi doğruluyor. Rejimin otoriterleşme eğilimleriyle aynı dozda nükleer ısrarı da arttı. Nükleer, hem AKP’nin dış politikada edinmeye çalıştığı vizyon hem de içerideki baskı ortamı için iyi bir enstrüman sunuyor. Bu nedenle nükleerle ilgili gelişmeleri anlamak için en başta bir demokrasi sorunundan konuştuğumuzu her fırsatta hatırlamamızda fayda var. Hukuksal gelişmeleri de bu eksende anlamlandırabiliriz.

Hiçbir çevre problemi tek başına doğal varlıkların kirlenmesiyle sınırlı kalmaz. Her zaman çevre kirliliğine, sosyal, siyasal, ahlaki ve hukuksal bir kirlilik eşlik eder. Doğal varlıkların kendi içsel değerlerini ihmal eden insan-merkezci bir yaklaşıma sahip olsanız dahi, toplum yararına aykırı her pratiğin önüne geçmek için bir dizi kirlilikle baş etmek zorundasınız. Bu kirlenmede hukuka başat bir rol biçmiyoruz. Edip Cansever’in “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu. Birinciliği beyaza verdiler” dizelerindeki “beyaz” yerine konulacak bir hukuk standardımız olmadığı malum. Ama birincilik anlamında değil, ilk olma anlamında, Türkiye’nin nükleer icraatındaki kirlenme hukukta başladı. Akkuyu’nun startı, “aleyhine dava açılamayacak bir formül” deklarasyonuyla uluslararası anlaşmayla verildi. Uluslararası sözleşme “formülü”, Mersin ve Sinop halkı başta olmak üzere nükleere karşı çıkan yurttaşların adalete erişim hakkının ihlalinin ötesinde, yasama yetkisinin de aşılması anlamına geliyor. “Anlaşılan nükleer felaket, ilk etkilerini hukuk alanında gösterecek. Nükleer enerjiden önce nükleer hukuk ile tanışacağız. Zararları sınır tanımayan, önlenemez ve tahrip gücü yüksek bir hukuksal felaketle karşı karşıyayız. Nükleer hukuk.”2 Sekiz yıl önceki bu tespit sonrasında hukukumuzda yaşanan nükleer etkilere bakabiliriz.

Hukuksal Güvenlik

Nükleer, otoriter bir rejime çift yönlü katkı sağlıyor. İlk olarak jeostratejik güç, nükleer silah teknolojisi, enerjinin yüksek temerküzünün iktidarın da tek elde toplanmasına hizmet etmesi, gizlilik, ulusal güvenlik ve devlet sırrı kalkanıyla otoriter bir rejimin inşasında siyasal iktidarın elini güçlendiriyor. Diğeri ise bir kere nükleere sahip olduktan sonra ilgili, ilgisiz toplum yaşamının her alanına müdahale edilebilecek bir ulusal güvenlik gerekçesi oluşturuyor. Kalkınma propagandası ve teknoloji fetişizmiyle nükleerin yol açtığı bu yaralar ve kayıplar üzerinde pek durulmuyor. Demokrasi ve hukuk standardı gelişmişlik hesaplarında dikkate alınmıyor.

Gaziemir Davası

Türkiye’de henüz bir nükleer santral olmamasına rağmen “çevre” duyarlılığı ve koruma çalışmaları açısından görece ileri sayılabilecek İzmir’in göbeğinde, Gaziemir’de nükleer atık çubukları bulundu.

1940’lı yıllardan 2010 yılına kadar faaliyeti süren kurşun fabrikası, çevre gazetecisi Serkan Ocak’ın haberine3 kadar sadece kurşun atıklarıyla gündemdeydi. Haberde özetle; Gaziemir’de kurulu bulunan kurşun üreten fabrikanın atıklarını arazisindeki toprağa gömdüğünün ortaya çıktığı, toprak altındaki atıkların zehir kusmaya başladığı, Türkiye Atom Enerji Kurumu’nun (TAEK) alandaki ilk radyasyon tespitini 2007 yılında yaptığı, raporlara göre radyasyonun fabrikanın nükleer santrallarda kullanılan nükleer çubukların eritilmesiyle oluştuğu, bu maddelerin Türkiye’ye yasal girişinin olmadığı, raporların Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Gaziemir Kaymakamlığı, Gaziemir Belediyesi’ne bildirildiği anlatılmaktaydı. Haberin yayınlanması üzerine, çok sayıda kurum tarafından İzmir Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulunuldu. Radyasyon ölçen cihazla alanda yapılan ölçümlerde zaman zaman Fukuşima’ya yakın rakamlar tespit edildi. Daha sonra mahallede oturan diğer şikayetçilerin de katıldığı başvurular üzerine sadece şirket yetkilileri hakkında “çevreyi kasten kirletmek” suçundan dava açıldı. Ama TAEK raporu gözetilerek ortada suç teşkil eden hiçbir eylem bulunmadığının anlaşıldığı gerekçesiyle dosya kapatıldı. Halbuki TAEK, hakkında suç duyurusunda bulunulan kurumların başında geliyordu ve görevinin gereğini yerine getirmediğini ispatlamak için başkaca bir kanıta ihtiyaç yoktu. 16 Nisan 2007 tarihinde İzaydaş tesisi girişinde fabrika atıklarını taşıyan bir aracın geçişi sırasında sabit radyasyon ölçüm cihazının alarm vermesi üzerine atıklarda nükleer bulaşık olduğu ortaya çıkmıştı. 30 Nisan-1 Mayıs 2007 tarihleri arasında 6 aydır atık depolarında bekletilen ve İzaydaş’a gönderilecek yaklaşık 1.100 ton cüruf üzerinde yapılan ölçümlerde doğal radyasyon seviyesinin üzerinde artışlar tespit edilmişti. TAEK dışında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Gaziemir Kaymakamlığı, Gaziemir Belediyesi’ne bildirildiği halde, yetkili ve görevli idareler tarafından hiçbir önlem alınmamıştı.

Gaziemir olayı, nükleer bir tehlike karşısında yurttaşların hiçbir hukuksal güvenliğinin olmadığını göstermektedir. Kurulması düşünülen santrallardan kaynaklanacak benzer bir felakette de yıllarca gerçekler gizlenebilir ve olaylar örtbas edilebilir.

Akkuyu Davası

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye-Akkuyu Sahası’nda Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine İlişkin Anlaşma’yı Rusya, 19.11.2010 tarihinde onaylamıştır. Rusya ile olan jeopolitik ve askeri hesaplar, Akkuyu’nun da seyrini doğrudan belirliyor. Türkiye’nin nükleer serüvenini yakından izleyen ve alanındaki en yetkin isimlerden Prof. Dr. Tolga Yarman’ın deyimiyle; askeri ve sivil nükleer teknolojinin amaçları çok farklı olsa da, tıpatıp aynı doğrultuda gelişirler. Bunun bütün ülkelerde böyle olduğuna dikkat çeken Yarman’a göre; “nükleer santralin modeline ilişkin tercihler bile siyasi bir tercihtir.”4

Rusya ile imzalanan anlaşmaya karşı etkili bir hukuksal yol kalmadığından Akkuyu ile ilgili temel hukuksal süreç, ÇED aşamasında gündeme gelebildi. Daha önce açılan üst ölçekli plan davalarında verilen iptal kararları da usulen verilmiş gibi yeni plan onaylarıyla bertaraf edildi.

Bir kere nükleere sahip olduktan sonra ilgili, ilgisiz toplum yaşamının her alanına müdahale
edilebilecek bir ulusal güvenlik gerekçesi oluşturuyor. Kalkınma propagandası ve teknoloji
fetişizmiyle nükleerin yol açtığı yaralar ve kayıplar üzerinde pek durulmuyor. Demokrasi ve hukuk standardı gelişmişlik hesaplarında dikkate alınmıyor.

Nükleerle ilgili bu ilk ÇED sürecinde yapılan Halkın Katılımı Toplantısı’na, yöre halkı ve nükleer karşıtları alınmadı. Daha sonra düzenlenen İnceleme Değerlendirme Toplantısı’na da kimse alınmadı. Çevre hakkının temeli sayılan katılım ve bilgiye erişim hakları karşısında “güvenlik” düsturu yine hakim oldu. ÇED olumlu kararının iptali istemiyle açılan dava, ivedi yargılama usulüne tabi olmasına rağmen üç yılda karara bağlandı. ÇED davalarında yapılan keşif-bilirkişi incelemesi sonucunda düzenlenen bilirkişi raporunun karar aşamasında belirleyici olduğu biliniyor. Akkuyu keşfi, basının ifadesiyle “VIP keşif” şeklinde yapıldı. Bilirkişilerin ve mahkeme üyelerinin Akkuyu’nun yüklenicilerine  ait  ve  santralın  ünitesi  olarak inşa edilmiş otelde konaklamaları da cabası. “Güvenlik” parolası duruşma günü de devredeydi ve Danıştay’ın tanık olduğu en sıra dışı güvenlik tedbirleriyle duruşma yapıldı. Dava dosyasında yer alan belgeler, Danıştay’ın resmi ara kararıyla “güvenlik” gerekçesiyle davacı avukatlarına verilmedi. Böylece nükleerin zararlı etkileri, yargıya da sirayet etti. Nihayetinde Danıştay 14. Dairesi, basit bir taş ocağı ÇED davasında bile şimdiye kadar gözettiği kendi içtihatlarını yok sayarak davayı reddetti. Ret kararıyla Akkuyu için hazırlanan ÇED raporuna hukuka uygunluk payesi verilmekle kalınmadı. Çevre Hukuku alanında şimdiye kadar elde edilmiş bütün hukuksal kazanımlar nükleer sevdasına feda edildi.

Sinop Davası

Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Rusya Federasyonu Hükümeti Arasında Türkiye-Akkuyu Sahası’nda Bir Nükleer Güç Santralinin Tesisine ve İşletimine Dair İşbirliğine Japonya ile Türkiye arasında 3 Mayıs 2013 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Japonya Hükümeti Arasında Türkiye Cumhuriyeti’nde Nükleer Güç Santrallerinin ve Nükleer Güç Sanayisinin Geliştirilmesi Alanında İşbirliğine İlişkin Anlaşma imzalandı. Ama tüm dünyanın bildiği nükleer santral kararına anılan sözleşmenin imzalanmasından 2 yıl sonra tamamlanarak 16 Kasım-15 Aralık 2015 tarihleri arasında askıya çıkan ve onaylanan Çevre Düzeni Planı’nda rastlanmamaktadır. Sinop’ta yapılması planlanan nükleer santral, çevre düzeni planlarında gizlenmeye devam ederken şimdiden 650.000 ağaçlık orman ekosistemi yok edildi.

Nükleer, kendi kulvarının dışına taşan, bütün bir hukuk sistemini işlemez hale getiren bir mecraya doğru ilerliyor. Hukuk sistemimizin maruz kalacağı radyoaktif etkiler,NDK’nın müdahale alanına giren diğer kanunlarla sınırlı kalmayacak.  

Nükleerciler, Akkuyu’dan edindikleri tecrübelerini Sinop’ta sınamaya çalıştılar. Çevresel Etki Değerlendirme sürecinde yapılması zorunlu olan Halkın Katılımı Toplantısı, bilerek kent merkezinin uzağındaki bir kampusta yapıldı. Toplantı salonu bir gün önceden kolluk güçleri tarafından ablukaya alındı. Toplantı saati yaklaştığında halkın nükleeri savunduğu mizanseni için, AKP teşkilatlarından insanlarla salon dolduruldu. Sinop milletvekili, Belediye Başkanı, kitle örgütleri, sendikalar ve herkesimden Sinoplu’nun toplantıya katılması engellendi. Toplantıya alınmayan halk, Sinop Valiliği’ne katılımlarının engellenmemesi için yazılı başvuruda bulundu. Ama Valiliğe dilekçe vermeye gidenler hakkında daha sonra soruşturma başlatıldı. Katılım talebi, suç unsuruna dönüştürüldü.

Sinop NGS ÇED başvurusunu yapan şirket, EUAS International ICC Merkezi Jersey Adaları Türkiye Merkez Şubesi. ÇED sürecinde yetkilendirilmiş ENVY Enerji ve Çevre Yatırımları A.Ş.’nin ise resmi olarak yerli bir şirket olarak kurulan ama referanslarından Sinop NGS için kurulan uluslararası bağlantılı bir şirket olduğu anlaşılıyor. İşte bu şirketlerin organize ettiği halkın katılımı toplantısı, Sinop Halkı’ndan kaçırıldı.

702 Sayılı KHK

Yukarıda ana hatlarıyla özetlediğimiz gelişmelerin kurumsal bir yapıya kavuşturulması aşamasına da gelindi. Nükleer Düzenleme Kurumunun Teşkilat ve Görevleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname 9 Temmuz 2018 tarihli Resmi Gazete’de yayımlandı. 702 sayılı KHK’de nükleerle ilgili “tarafların sorumluluklarını ve bu faaliyetler üzerinde düzenleyici kontrol yetkisini haiz Nükleer Düzenleme Kurumu’nun teşkilat, görev, yetki ve sorumlulukları” belirlenmiştir. Böylece nükleer ile ilgili her türlü düzenleme yetkisi Nükleer Düzenleme Kurumu’na (NDK) verildi. Nükleer faaliyetlerin yürütüldüğü alanlar, kurumun kontrolüne bırakıldı. Nükleer Düzenleme Kurumu’na görev ve yetki alanındaki ilgili konularda, diğer yasal düzenlemeler ve idari yapıların üzerinde mutlak yetki tanındı. 4708 sayılı Yapı Denetimi Kanunu ve 3194 sayılı İmar Kanunu nükleerle söz konusu olduğunda devre dışı bırakıldı. Aynı şekilde hazırlanacak Çevresel Etki Değerlendirme Raporu’nun radyolojik etkilerle ilgili bölümlerinin Nükleer Düzenleme Kurumu tarafından belirleneceği düzenlenerek, Çevre Kanunu ve ÇED Yönetmeliği alanına da müdahale edildi. Kurul üyelerinin göreve başlamadan önce Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu huzurunda yemin edecekleri düzenlendi. 2547 sayılı YÖK Kanunu, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun  NDK’yı  ilgilendiren  bölümleri  702  sayılı KHK’ye tabi hale geldi. Nükleer ile ilgili davalarda NDK’yı temsil edecek avukatlara Türkiye Barolar Birliği’nin belirlediği avukatlık asgari ücret tarifesindeki miktarın 15 katına kadar ödeme yapılması planlandı. Bir milyon TL sermayesi Hazine tarafından karşılanacak Nükleer Teknik Destek Anonim Şirketi (NÜTED A.Ş.) adı altında bir şirket kurulmasına karar verildi. Bütün bu düzenlemelerin bir parçası olarak da TAEK, NDK’ya devredildi. NDK’ya bu düzenleme alanı ve yetkileriyle “devlet içinde devlet” demek abartı sayılmamalı.

Bu gelişmeler ve sonuçları, nükleerin yol açtığı hukuka aykırılıklardan ibaret değil. Nükleer, kendi kulvarının dışına taşan, bütün bir hukuk sistemini işlemez hale getiren bir mecraya doğru ilerliyor. Hukuk sistemimizin maruz kalacağı radyoaktif etkiler, NDK’nın müdahale alanına giren diğer kanunlarla sınırlı kalmayacak. Eğer nükleeri durduramazsak; bu yazı dizisinin üçüncüsünde, şimdilik nükleerle hiç ilgisi olmadığını düşündüğümüz başka hukuksal konularda nükleerin tahrip gücünü örneklemek zorunda kalacağız.

1- Elektrik Mühendisliği, 434. sayı, s.95 Ankara 2008

2- HORUŞ, Mehmet https://yesilgazete.org/blog/2010/01/21/nukleer-hukuk/

3- OCAK, Serkan “İzmir’in Çernobil’i, İlk Nükleer Çöplük İzmir’de” Radikal Gazetesi 3 Aralık 2012

4- YARMAN, Tolga “Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması” İstanbul Okan Üniversitesi Yayınları 2011

Kaynak: https://www.emo.org.tr/ekler/dcb31a3e7f23b60_ek.pdf?dergi=1173