Yusuf ÜÇAY
Doğa, insanlığın var olduğu andan itibaren sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda varoluşunun ta kendisi olmuştur. Kadim bilgeliğe göre insan, doğanın ayrılmaz bir parçasıdır; tıpkı bir ağacın yaprağı, bir nehrin damlası gibi. Ancak modern çağın hızına ve “gelişim” yanılsamasına kapılan insan, bu kadim bağı kopararak doğayı fethedilecek, tüketilecek ve kontrol altına alınacak bir kaynak olarak görmeye başladı. İşte tam bu noktada, insanlık kendi sonunu hazırlayan bir kurbana ve aynı zamanda yeryüzünün faal katiline dönüştü. Ekolojik tahribat, bu kronik intihar ve cinayetin birleşiminden oluşan trajik bir sentezdir.
Ekolojik yıkım, bir gecede meydana gelen, aniden ortaya çıkan bir felaket değildir. Bu, uzun yıllara yayılan, sessiz ve sinsi bir suçun hikayesidir. Her bir kesilen orman, kurutulan nehir, zehirli atıklarla doldurulan toprak ve kirletilen hava, bir cinayet mahalli gibi, her geçen gün daha da görünür hale gelen kanıtlardır. Bu cinayetin failleri olarak, ormanları sadece kereste için değil, yeni yerleşim alanları ve tarım arazileri açmak için yok ettik. Denizleri ve okyanusları plastik atıklarla boğduk, atmosferi fosil yakıtlarla doldurduk ve bir zamanlar yaşamla dolup taşan sulak alanları imara açtık. Bu döngüde, doğa artık sadece cansız bir arka plan değil, aynı zamanda bizimle birlikte can veren bir kurban oluyor.
Ancak bu cinayet, aynı zamanda bilinçli ya da bilinçsiz bir intihardır. Çünkü doğayı yok ederken, aslında kendi yaşam kaynaklarımızı da tüketiyoruz. Sanayi devriminden bu yana ekolojik krizin tetiklediği iklim değişikliği, kuraklıklar, gıda kıtlığı ve aşırı hava olayları, doğanın bize karşı bir intikamı değil, kendi eylemlerimizin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Soluduğumuz hava kirlendikçe astım ve solunum yolu hastalıkları yaygınlaşıyor. Zehirlediğimiz sular, besin zincirimize girerek sağlığımızı tehdit ediyor. Bu zincirleme reaksiyonun en büyük kurbanı yine insan oluyor. Bizler, doğanın dengesi bozulduğunda, en kırılgan ve savunmasız olanın kendimiz olduğunu görmezden geldik. Bu durum, insanlık olarak kendi kuyumuzu kazdığımızın en net göstergesidir.
Bu trajik denklemden çıkış yolu, sadece teknolojik çözümlerle ya da yeşil kampanyalarla sınırlı değildir. Asıl dönüşüm, zihniyetimizde başlamalıdır. İnsanın doğadan bağımsız ve ona üstün olduğu yanılgısından kurtulmalı, onunla bir bütün olduğunu yeniden idrak etmeliyiz. Bu, sadece bir çevreci duruşu değil, aynı zamanda varoluşumuzun en temel koşuludur. Aktivist sanat projeleri, plastik atıklardan eserler yaratarak dikkat çekmek, yazdığımız her bir makale ya da yaptığımız her bir eylem, bu uyanışın bir parçasıdır.
Bugün, ekolojik krizin eşiğinde, bu trajediyi idrak etmek zorundayız: Doğa üzerinde işlediğimiz her cinayet, aynı zamanda kendimize uyguladığımız bir intihardır. Bu döngüyü kırmak, sadece doğanın değil, insanlığın geleceği için de hayati önem taşımaktadır. Belki de bu yıkımdan bir ders çıkararak, doğayla yeniden barışık, onun bir parçası olduğumuzu idrak eden ve yaşamı bir tüketim nesnesi olarak değil, bir ortaklık olarak gören bir varoluş inşa edebiliriz. Aksi halde, bu döngüde hem katil hem de kurban olmaya devam edeceğiz.